@kisakursunkalem
|
Doğru ve yanlış. Belki de dünyada her insanın tartıştığı o konu. Hangisi doğru, hangisi yanlış? Neye göre doğru, kime göre yanlış? Asla kesin bir cevabı olmuyordu bu soruların. İnsanlar kendilerine göre doğru yanlışlarını seçiyordu ve bunun üzerine hayatlarını kuruyorlardı aslında. Kendi doğruları oluyordu ve buna göre yaşıyorlardı. Peki benim doğrularım neydi? Ben neye karar vermiştim. Seçtiğim kararlar ve kendime göre doğrularım neydi benim? Hayatta çizdiğim yol, hayatıma yön verme şeklim hangi doğru ve yanlışlara göreydi? Kimdim ben? Beynim uyuşmuş gibiydi sanki. Bu Ali denen adamın söyledikleri beynimi uyuşturmuştu. Evet anlatıyordu bir şeyler ama söyledikleri bana o kadar tersti o kadar uzaktı ki doğruluğuna ihtimal vermek istemiyordum. Bir yıl öncesine kadar kendimdeydim ama son bir yıldır aileme güvenmiştim. Hatta bununla beraber onların güvendiklerine de güvenmiştim. Ama başkalarını silmiştim sanki. Sanki ailemden başkası doğru söylemezmiş gibi sadece onlara inanıp diğer insanlara hep mesafe koymuştum. Onlara inanmadım da güvenmedim de. Çünkü ailem olan insanlar bana yalan söylemezler, benim iyiliğimi düşünürler ve ailem olduklarından beni yarı yolda bırakmayıp koruyup kollarlar diye düşündüm. Evet bazı yaşananları unutmuş olabilirim ama hislerimi de unutmuş değilim. Aile bana hep iyi hissettirdi sanki hep benim için önemliydi. Ben hep aileme değer verirmişim gibi. Öyle geliyordu işte. "Ben, bunların doğruluğuna nasıl inanacağım?" dedim alnımı kaşıyarak. "Semih de mi aynı şeyleri söyleyecek?" "Eğer," dedi o da keskin sesiyle. "Onu dışarıda arayan düşmanlarının önüne atmamı istemiyorsa konuşacak, doğruları." "Peki," dedim içimde kopan fırtınaya rağmen sakin çıkan sesimle. "Ona götür beni." Ali denen adam ayağa kalkıp heybetli bedeniyle karşımda durdu. Ona rağmen gözlerimi sabit tutup konuşmasını bekledim. "Götüreceğim merak etme. Ama bugün değil. Sana odanı göstereyim, bu gece buradayız çünkü." Alt dudağımı dişledim sinirle. Yabancı bir adamla aynı evde kalacak olmak aşırı rahatsız ediciydi. Bu mecburiyetten de nefret ediyorum. Ayağa kalkıp onu bekledim. Hareketlenince takip ettim. Bana odayı gösterdiğinde durup odaya kısa bi bakış attım ve ona döndüm. "Yine kilitleyecek misin kapımı?" Yüzünde muzip bi sırıtma oluştu. "Kilitlesem ne olur ki, camdan falan atlarsın çıkmak istesen. Gerçi önlem alsam iyi olur, gece gelip beni boğmayacağının garantisi yok sonuçta." Anlık sırıttım. Ne kadar haklı bi endişe. Bence de korkmalı. Sonra ciddiyete bürünüp konuştum. "Doğru, hala sana güvenmiyorum sonuçta." deyip devam ettim. "İlle kilitlenecekse bu kapı anahtarı ver ben kilitleyeyim. En azından benim için daha güvenli. Hem Semih'e gideceğimi biliyorken neden kaçayım ki? Üstelik dışarıda bir sürü adam varken. Anlattıklarının doğru olma ihtimali de var sonuçta." Yüzündeki muzip ifade gitti ve yerini soğuk, biraz da sinirli bir ifade aldı. "Sana bir şey yapacak olsam şimdiye kadar yapabilirdim. Ama için rahat edecekse, al." dedi kapıdan anahtarı çıkarıp bana uzatırken. Şaşkınca elinden anahtarı aldım. Valla beklemiyordum, ben bi deneyeyim demiştim ama o cidden vermişti. Başımı bir kez aşağı yukarı yaptıktan sonra odaya girip kapıyı kapattım. Saat daha erken olsa da burada durmak daha iyiydi. Aklıma namaz kılmadığım geldiğinde hemen odaya bakındım saat var mı diye. Duvar saatini görünce öğlen namazının daha geçmediğini fakat geçmek üzere olduğunu gördüm. Abdest almıştım ama maalesef ağız dolusu, hatta fazlasını, kustuğum için abdestim bozulmuştu. Namazı geçirmemek adına hemen odadan çıkıp banyoya yöneldim. Fakat yine onu görünce bi duraksadım. "Lavaboyu kullanacağım." diye kısa bi açıklama yapıp ondan olumsuz bi tepki görmeyince hemen lavaboya girip kapıyı kapattım. Sonra da kilitledim. Eşarbı çıkar kolu sıva falan derken abdestimi almıştım. Hemen havluyla kuruladıktan sonra tekrar başımı yapıp üstümü başımı düzeltip lavabodan çıktım ve odaya doğru gittim. O hala buradaydı ama bu sefer onu takmayıp direkt odaya girdim. Evet, çok güzel. Ne seccade var ne de kıblenin yönünü biliyorum. Ben bu adamla muhatap olmak istemedikçe şartlar beni zorluyor sanki. Odadan çıkıp hala koridorda olan onu görüp sordum. "Kıble ne tarafa?" Benim rahatlık da başkasında yok gerçekten. Burada adamın esiriyim ama sanki oda benim de anahtar alıyorum ve bu kadar rahat soru soruyorum. Bu duruma ben de şaşkınım ama bu adamı muhtemelen önceden tanıyorum. Sanırım söylediklerinin doğru olma ihtimali yüzünden onun bi ihtimal iyi biri olduğunu düşündüğüm için oluyor bunlar. Tuhaf ama kıble ne tarafa? Ali denen adam benim soruma cevap vermek yerine koridordan ayrılıp başka bir odaya girmeyi tercih edince ona soru sormanın iyi bir fikir olmadığını anlamıştım. Sinirlenip odaya tekrar girdim ve kapıyı kapattım. Neyse. Kıbleyi öğrenene kadar bi yöne doğru kılarım artık ne yapayım? Şurada örtü falan vardır herhalde, seccade olarak kullanırım. Evet evet öyle yapayım ben. Tam örtü bulmak için aramaya girişmiştim ki kapı tıklandı. "Ne istiyorsun?" diye sordum kapıya doğru. O ise beni takmadı. "Müsaitsen gireceğim." Sabır çektim içimden ve gidip kapıyı açtım. Ama elinde seccadeyle onu beklemiyordum. Odaya girip seccadeyi serdi bi yöne doğru ve sonra tekrar kapıya geldi. Ardından pek bana bakmadan "Allah kabul etsin." deyip çıktı odadan. Kaşlarım çatık onu izlerken aslında sinirli değil şaşkındım. Sanırım rehinesi olduğumu unutuyordu. Ya da rehinlerinin sorunlarıyla ilgilenen bi adamkaçırandı. Neyse, namazım geçmeden kılayım ben. Seccadeyi serip namazı kıldıktan sonra bir süre öylece oturdum. Duygularım, aklım, fikrim o kadar karışmıştı ki şimdi nasıl dua edeyim onu bile şaşırmıştım. Güvendiğim adam, evlendiğim adam gidip sahte imam getirmiş, en baştan yalan bi nikah kıydırmıştı. Bu kadar saçma bir şey olabilir mi? İnsan evliliğe de yalan katabilir mi ya olabilir mi böyle bir şey? Yani, bakmadın mı hiç bu imam kimdir nedir? Ne bileyim, yoldan mı bulup getirdin? Yani hiç mi umursamadın? Allah'ım sen sabır ver! Neredeyse hiç durmayan baş ağrım yüzünden yine başımı ovdum ve dua edip ayağa kaltım. Sanırım bu durumda edebileceğim en iyi dua hayırlısını dilemek olurdu. Sonuç olarak ne doğruyu ne de yanlışı biliyorum, en iyisi O'na bırakmak. Seccadeyi yerden kaldırıp katladıktan sonra kenara koyup yatağa oturdum. Üzerimde aşırı bir halsizlik ve yorgunluk vardı. Başım ağrıyordu. Midem ise bomboştu ve ister istemez bulanıyormuş hissi geliyordu. Sanırım yaklaşık 24 saattir yemek yemediğim için biraz halsiz düşmüştüm. Ama aksine hiçbir şey yemek istemiyordum. Sadece midemin açlığını hissediyordum o kadar. Yatağın üstünde kendimi biraz geri çekip bacaklarımı da kendime çektim. Kollarımı bacaklarıma dolayıp kafamı dizlerime gömdüm. Başım ağrıdığında genelde bu hareketi yapardım ilaç içmek yerine. İlaç kullanmaktan nefret ediyorum. Ne kadar öyle kaldım bilmiyorum ama sanırım bir saat falan olmuştu. Kapının çalma sesiyle kaldırdım kafamı. Yine niye gelmişti bu adam? Bacaklarımı indirip ayağa kalktım. Sonrasında gidip kapıyı açtım ruhsuz gibi. Başımın ağrısı hala dinmemişti. Kapıyı açtığım gibi karşımda beliren adama bakmadan sordum direkt. "Ne oldu?" Ona bakmasam da elindeki tepsiyi görmüş bulundum. Tabii üstündeki makarnayı da. "Açlıktan ölme diye yemek getirdim." diye ciddi konuşan Ali şahsiyetine yandan bi bakış attım. Görüyorsunuz değil mi, ne kadar iyi insan. Benim bir şey dememe kalmadan devam etti. "Umarım, ben senin yemeğini yemem, triplerine girmezsin. Benim de karnım aç ve seninle uğraşamam." Sabır çektim. Sonra da omuz silkip konuştum. "Kaçırdın o kadar bi zahmet yemeğimi ver." deyip elinden tepsiyi aldım. Açlıktan beynime kan gitmez olmuş zaten. Yani tamam yemek yiyesim yok ama açım yani bu da bi gerçek sonuçta. Ona kısa bi bakarken yarım ağız sırıttığını gördüm. "En azından hala akıllısın." dedikten sonra giden adama bir şey demeyip kapıyı kapattım. En azından bayılıp onların eline kalmamak için bir şeyler yemeliydim. İçeriden gelen sesleri de hesaba katarsak sanırım bunu o hazırlamıştı. Bir tabak soslu makarna ve biraz da salata. Tipine bakarsak ben ondan böyle bir erkek havası hiç almamıştım ama işte insan tek kalınca mecbur yapıyor demek ki kendi yemeğini. E bana yaptıracak hali yok ya. Tepsiyle beraber yatağa oturup bir süre öylece durdum. Ben bu yemeği aldım ama hiç de yiyesim yokmuş. Açım ama ne bileyim. Hem zaten bu... Onun sevdiği yemek. Yaptığımda çok beğenmişti. Bir tabak daha istemişti. Tam istediğim gibi olmuş, ellerine sağlık deyip bir sürü güzel şey söylemişti sadece soslu makarna yaptım diye. Çok özenerek yapmıştım ben de ama. O öyle seviyor diye domatesin kabuğunu da soymuştum hem. Sarımsakları da ince ince doğramıştım. O pek tuzlu sevmez diye tuzuna da dikkat etmiştim... Yok galiba ben yiyemeyeceğim. Tepsiyle beraber ayağa kalkıp komodinin üstüne koydum onu. Belki çok acıkırsam yerdim ama şimdi hiç midem alacak gibi değildi. Hele zihnimde canlanmaya yer arayan anılar varken çok zordu. Neyse ne artık. Ben sanırım biraz kendimle baş başa kalsam iyi olacaktı. Yarınki konuşmaya kadar baya bir saatim vardı ve hiç olmazsa kafamı toparlamam gerekiyordu. ** Durmak bilmeyen baş ağrım yüzünden artık kafamı tartamıyordum, bilmiyorum belki biraz uykusuzluğumun da etkisi vardı bu ağırlıkta. Sabaha kadar hiç uyuyamamıştım. Zihnimde sürekli ama sürekli bir şeyler dolanmıştı ve beni uyutmamışlardı. Sürekli bir şeyler düşünmüştüm. Bazen ayağa kalkıp odada volta attım, bazense yatağa oturup yeri izledim. Bazen duvarın dibine çöküp kafamı dizlerime gömerken bazen de yatağın ortasına oturup beşik gibi sallanmıştım. O kadar çok düşünmüş o kadar beynim bulanmıştı ki bi ara gözlerimi kapatıp, manda yuva yapmış erik dalına, söylemeye başlamıştım. Kafamdakiler susmayınca ben de öyle yaptım, ne yapayım? Delirmemek için saçma da olsa çare bulmaya çalışmıştım gece boyu. Umarım başarılı olmuşumdur. Saat yediye yaklaşırken oturduğum yataktan kalkıp pencerenin önüne geldim. Gökyüzünde insanın dikkatini çekebilecek kadar güzel bi renk vardı. Güneşin doğmakla doğmamak arasında kaldığı bir an gibiydi sanki. Hafif bir gün ışığı olmakla birlikte sanki yağmur yağacakmış gibi bir karartı da gösteriyordu kendini. Biraz kasvetli gibi gözükse de az sonra tamamen aydınlanacağını bilmek bu kasvetli gözüken halini güzel gösteriyordu gözüme. Gerçi ben zaten en çok kasvetli havaları severim. Öncesinde nasıldım bilmem ama şimdi o yağmur yağarkenki kasvetli serin ve karanlıkla aydınlık arasındaki hava bana çok iyi geliyor gibi. Ya da gökyüzünün güneş batarken, o kerahat vaktindeki hali... Ne tam aydınlık ne tam karanlık, beni en çok o ikisi arası mutlu ediyordu sanırım. Karanlıkla aydınlığın karşılaştığı o anı. Pencereyi açıp bir süre dışarıyı izledim. Bu sırada dışarıdan gelen soğuğun vücudumda bıraktığı hissi de derinden hissettim. Keskin soğukluğu olan bir hava vardı. Pencereyi açtığım gibi yüzüme vurmuştu rüzgar. İliklerime kadar soğuğu hissederken biraz kendime geldiğimi hissettim. Gözlerimi kapatıp kollarımı bağladığımda ise rüzgar daha sert çarptı sanki yüzüme. Daha soğuk esti. Kafamdaki düşünceleri yok etmek istediğimden biraz daha öyle kalıp yedim sabah soğuğunu. Fakat çok geçmemişti ki kapım tıklandı. Bağladığım kollarımı çözüp kapıya doğru ilerdim ve açtım kapıyı. "Gidiyor muyuz?" Ali denen adam üstü giyinik şekilde karşımda durduğuna göre bence gidiyorduk. "Evet de," diyen adamın gözü odaya kayarken açık olan pencereyi fark etti. "Bu pencere sabaha kadar açık mıydı?" diye sesini biraz yükselterek konuştu. Hayır anlamıyorum, sesini yükselttiğinde korktuğumu falan mı sanıyordu yoksa artık alışkanlık mı olmuştu? Bağırdı diye huyuna gideceğim herhalde(!). Ona tezat sakin bir şekilde cevap verdim. "Sana ne? Gidiyorsak gidelim artık. Bu kadar beklemek fazla bile." Pencereyi görmesiyle çatılan kaşları benim konuşmamla biraz daha çatılmıştı. "Derdin hasta olmaksa seni hastaneye götürmem." diye dişinin arasından konuşup devam etti. "Her şey yeterince zor zaten, biraz kendine bakmayı dene. Burada sana hasta bakıcılık yapacak insan yok." Sinirle soluklandım. Değişik midir nedir? Şu durumda ilgi çekmeye çalıştığımı düşünmesi o kadar sinir bozucu ki. "Senden bir şey isteyen mi oldu?" diye çıkıştım ona. "Allah Allah ya! Çok kalmayacağım zaten merak etme. Beni Semih'e götür yeter." Ali denen adamın kaşları kalkmaya başladığında bu konuşmanın biraz daha uzayacağını anlamıştım. "Hayırdır, yolculuk nereye?" derken ki sesi bi tık alaya kaysa da ben gayet ciddiydim. Anlattıklarına inanmak istemiyordum ve inanmıyordum da ama bir ihtimal dahi doğru olabilirse söyledikleri bu adamın yanında kalmaya niyetim yoktu. Şu imam olayı olmasa o ihtimali de düşünmezdim de kafam çok karışık. Gece boyu çok şeyi düşünmüştüm. "Allah ne verdiyse." dedim çok ciddi olmadığımı düşünsün diye. Şu an tek istediğim Semih'le konuşmaktı. "Hem sana ne? Götürsene beni Semih'e. Zaten kafam allak bullak, beynim sulanmış." "Bence de," diyen adama ters ters bakmak yerine göz devirdim sadece. Yeter lan götüreceksen götür. "Pek mantıklı düşünemiyorsun belli. Gerçekleri bi şu kocam dediğin adamdan duy da aklın başına gelsin." Her seferinde şu kelimeyi bu kadar sinirle söylemesi aklıma bir şeyler getiriyordu ama şu an odak noktam farklıydı. "Aynen, hadi gidelim." dedim ben de bir an önce çıkıp gitsek diye bakarken. Ali Allah'tan daha fazla uzatmayıp evden çıkarken ben de onu takip ettim. Aşağıdaki adamlar olduğu yerde dururken biz arabaların bir tanesine bindik. İkimizden başkası arabaya binmemişti. O şoför koltuğuna ben ise arka koltuklardan birine yerleşmiştim. İkimiz de sesimizi çıkarmıyorduk. Benim zaten aklım da kalbim de karmakarışıktı ama onu bilmiyordum. Bilmek de istemiyordum. Aslında şu an hiçbir şey düşünmek istemiyordum. Ama işte, elimde değil. Sessiz ve olaysız geçen bir yolculuktan sonra yine ağaçların içinde bir yere gelmiştik. Fakat burada ne ev vardı ne de bir şey. Sadece bir ormandaydık işte. Ali arabayı durdurup arabadan inerken nereye geldiğimizi anlamadan ben de arabadan indim. Acaba beni öldürüp buraya bir yere mi gömecekti? Ama geldiğimiz yer de ormanın içiydi, neden buraya getirmekle uğraştı anlamadım. Ya da bu kadar niye bekledi? Yok ya bence öldürmeyecek. Öldürecek olsa şimdiye kadar çoktan yapardı. Etrafa biraz göz gezdirdikten sonra ona döndüm. "E hani Semih nerede?" Ali bana dönüp yandan bi bakış atarken ona 'ne var?' der gibi baktım. Ne bakıyor hayırdır? Sabır çekip önüne dönen adam hareketlenirken konuştu. "Takip et beni." "Tikip it bini!" diye konuştum kendi kendime. Tamam kardeşim en emrivaki adam sensin. En mafyatik de sensin tamam. "Çocuk çocuk hareketler yapma." diye dümdüz ilerlerken konuşunca kendimi yakalanmış gibi hissedip bi gerildim. Beni duymuş mu ya? Yine de göz devirip peşinden gittim. Ne yapalım duyduysa? Allah Allah. Ağaçların arasında biraz daha yürüdükten sonra durdu. O durunca ben de durup etrafa bakındım yine. La orman aynı orman işte, ne diye yürüdük anlamadım ki. Yine de kollarımı bağlayıp onun ne yapacağını bekledim. Önce durdu, biraz etrafa bakındı. Sonra bana dönüp yaklaşmaya başladı. Tuhaf tuhaf ona bakarken biraz gerildiğimi hissettim. Ama o yavaş yavaş yaklaşmaya devam etti. Aramızdaki mesafe aşağı yukarı bir metreye düşünce ben de bir adım geri gittim. Ama bu adam durmak yerine aynı şekilde üzerime gelmeye devam etti. Bir adım daha geri giderken o biraz daha yaklaştı ve en sonunda durdu. Ben de durup gergin bi şekilde ona baktım. "Ne yapmaya çalışıyorsun?" diye çıkıştım ona. O ise olduğu yerde yere çöktü ve eliyle toprağın üstünü süpürmeye başladı. "Yolu kapatıyordun." Biraz daha eşelediği toprağın altından metal bir şeyin parladığını görünce gözlerimi kocaman açtım. "Yok artık." Parlaklık biraz daha arttıktan sonra demir bir kulp belirdi. O kulpu tek eliyle tutan adam tuttuğu gibi açtı demir kapağı. Ve cidden bi çukur belirdi orada. "Mafya mısın lan sen?" dedim şaşkınlıkla, gözlerimi çukurdan ayıramıyordum. Yer altında mekanı mı var bu adamın? Ben kimin eline düşmüşüm? Gözlerimi ona çevirince sırıttığını gördüm yine. Ters ters baktım. "Komik mi? Ne yapacaksın? Beni oraya sokup üzerimi o kapağı mı örteceksin? Tahminen ne kadar kalırım orada? Hayır yani söyle de ona göre çıkış planı yapayım." Adam tuhaf tuhaf baktı bana. "Yazgı Allah'ını seversen ne anlatıyorsun ya?" Hım, acaba ne anlatıyorum? Lan adamın beni getirdiği yere bak! Birazdan organlarımı almayacaklarını nereden bileceğim? Semih'e getirdim ayağına beni buraya getirmiş de olabilir. Hazır fırsatım varken kaçsam mı? Etrafta kimse yok zaten. E hızlı da koşuyorum ben kolay yakalayamaz. Belki bir meslektaşıma rastlarım. Yeri de öğrendiğime göre Semih'e ulaşmak da zor olmaz. Dikkatini çekmemeye çalışarak birkaç adım geri attım yavaşça. Sessiz olmaya çalışırken bana döndü tekrar. "Hadi gel." Kafamı çalıştırmaya çalıştım. Bir şekilde dikkatini dağıtmam ya da ondan biraz daha uzaklaşabilmenin yolunu bulmam lazımdı. Sonrası zaten tabana kuvvet. Ali denen adam bana bakmaya devam ederken aklıma gelen fikirle beraber elimi karnımın üzerine koyup yüzümü buruşturdum. "Ne oldu?" diyen adama midem bulanıyor rolü yapacaktım. "Bilmiyorum, araba tuttu galiba. Bir şey de yemedim. Midem bulandı." "Ne demek yemedim, yemek getirmiştim." diye bana kızıp yaklaşmaya başladığında elimle dur işareti yaptım. Elimle biraz ağzımı tuttuktan sonra konuştum. "Bakma, dön arkanı." deyip tekrar ağzımı tuttum. Sonra bir ağaç kenarına yürürken onun gelmeye kalkıştığını fark ettim. Sonrasında sabrım kalmamış gibi karnımı tutarken konuştum. "Bi izin versene!" diye sinirle konuştum. Öyle yapınca durdu. Sonra biraz düşünür gibi olup arkasını döndü. "Tamam bakmıyorum, bir şey olursa seslen." Aynen seslenirim. Ağacın yanına gittikten sonra birkaç öğürme sesi çıkararak oradan uzaklaşmaya başladım sessizce. İlk önce yavaş adımlarla ilerledim. Artık koşmam gerektiğini anladığımda ise yine ses çıkarmamaya çalışarak koşmaya başladım. Ardından peşimden gelmeye başladığını hissettiğimde ise var gücümü kullanmaya başladım. Hadi bakalım, tabana kuvvet. Ali'nin arkamdan gelen ismimi haykırma sesine rağmen durmadan koştum. Hiç durmadan olanca gücümle koştum. Hızlı koşuyordum evet ve biraz da buna güvenmiştim. Ama arkamdan bir adam koşuyordu. Üstelik vücut ve bacak boyu olarak benden büyük bir adam. Onun üç adımı benim dört adımıma denk gelirse... Benim çok ama çok acil bir plan yapmam gerekiyordu. Aksi halde her an yakalanabilirdim. ** Yazardan Ali Yazgı'nın midesi bulanması üzere arkasını ona dönmüş ve beklemeye başlamıştı. Bir yandan sinirleniyor, yemeği yemediği için kızıyordu ona. Diğer yandan ise gelen öğürme sesleri yüzünden içinden saydırdı kendine. Bir iki günde kıza sahip çıkamamış, hasta olmasına sebep olmuştu. Hay böyle mecburiyetin! Diye geçirdi içinden. Sesler azalmaya başladığında ona dönmeden seslendi. Fakat herhangi bir cevap alamamakla beraber sesinin kesilmesi kaşlarını çatmasına sebep oldu. Beklemeden arkasını döndüğünde ise korktuğu o manzarayla karşılaştı. Yazgı yoktu, gitmişti. Orman düzlük bir alandan ibaret olmadığı için onu göremiyordu da. Var gücüyle bağırdı ve koşmaya başladı. Hemen onu bulması gerekiyordu. Koşma seslerinin geldiği yöne doğru koşuyordu Ali. Bir yandan da bağırıyordu durması için. Ama Yazgı asla onu dinlemiyor koşmaya devam ediyordu. Ali hala Yazgı'yı göremese de sesinden onu takip ediyordu. Düzlük bir yerde olsalar belki şimdiye yakalamıştı onu fakat hem yama yerler vardı hem de ağaçların sık olduğu bir bölgeydi orası. Bu yüzden Yazgı'yı yakalamak da zordu. Bir süre koşma seslerinden takip edebilmişti Yazgı'yı Ali. Fakat artık o ses de yoktu. Ona dair herhangi bir ses duymak için yavaşladı biraz ve durdu hemen sonra. Etrafına bakındı hızla ve sabırsızca bir ses duymayı bekledi. Tam tekrar bağırıyordu ki bir ses duydu. Yazgı'nın acıyla bağırışını... |
0% |