@kitaphayatsiir
|
2014 Herkesin kendine ait bir kaderi vardı. Mutlu veya mutsuz. Keder de kaderden gelmiyor muydu? İnsanın kaderinde bolca keder varsa? Kaderimizi belirlemek için sayısız seçenekler çıkıyor karşımıza. O seçeneklerden hangisi mutluluğa götürür veya hangisi hüznün kapısını aralar o an bilemiyoruz. Yolun sonuna geldiğimizde ve geriye dönüp baktığımızda mutluysak doğru seçeneğe adım attığımızı gösteriyordu. Ama kederle bağlandıysak seçeneğimizin hatalı olduğunu fark etmekte çok geç kalmadığımız anlamına geliyordu. Hafta sonu olduğu için yurtta kahvaltı biraz geç çıkıyordu. Önce hazırlanıp sonrasında kahvaltımızı yapmıştık. Her ne kadar canım bir şey yemek istemese de Halesu’nun ısrarlarıyla birkaç lokma yiyebilmiştim. Üstelik en sevdiğim patates kızartmasına bile midemin gelme istemiyorum diye seslendiğini duyar gibiydim. Kafamdaki düşünceler her geçen gün ağırlık yapıyor ve dünyadan soyutlanıyordum. Halil’i düşünmek istemiyorum. Yaptıkları çok bencilce bir davranıştı. Yüzüme gülüp bana kendisine karşı umut beslememe neden olmuştu. Ama böyle bir erkekten ne kadar hayır gelebilirdi ki? Aniden kaçıp giden, haber vermeyen, hiçbir şey yokmuş gibi hayatına devam eden erkekten… Annem için çok üzülüyordum. Kendimi her ne kadar ikna etmeye çalışsam da bir şekilde bana ulaşacağına emindim. Belki hasta olmuştu. Aklımdan yıldız kayar gibi milyon tane düşünce geçiyordu. Halesu’ya güveniyordum. Bir şekilde fabrikanın numarasını bulacak ve arayacaktık. Eğer fabrikadan içime sinen bir cümle duyamazasam bir şekilde Gökmaslı sokaklarına giriş yapacaktım. Yurdun kapısında bizi bekleyen Cenk’le karlıaştıktan sonra otobüse binmek için yaklaşık beş dakika yürüdük. Gideceğimiz yer Sarıyer’deydi. İstikamet üzerinde metro hattının olmayışı bizi otobüsle ulaşım yapmamıza neden oldu. Ve otobüsle yaklaşık bir saatte gidecektik. Ayakta gitmekten epeyce yorulmuştum. O kadar kalabalıktı ki değil yer bulmak insanların birbirlerine burunları değiyordu. Yolculuğumuzun otuzuncu dakikasında zor bela bulduğum koltuğa oturdum. Cenk ve Halesu kapışmaları tüm hızıyla devam ediyordu. Başımı otobüsün camına yasladım. Deniz kenarı manzara düşüncelerime eşlik ediyordu. Deniz kenarları pek fazla gözükmese de gözüme çarpan mavi renk beni rahatlatmaya yetiyordu. Okuduğum bir kitapta yazar şöyle diyordu “Hayat bir otobüs yolcuğu gibidir. Sağ taraftakileri izlerken, sol taraftakileri kaçırdığındır.” Hangi kitabı olduğunu hatırlamasam da Kahraman Tazeoğlu’na ait olduğunu zannediyordum. Sağ tarafı incelerken, sol tarafa bakamıyordum. Ayaktaki insanlar sol taraftaki manzarayı görmeme engel oluyordu. Kendi düşüncelerim içinde boğulurken hayatın güzelliklerini göremiyordum. Güzel olan o kadar şey vardı ki. Mesela çiçekler özellikle papatya. Papatyaya bakmak bana huzur verirdi. Soğuk kış aylarından sonra baharı müjdelediği için severdim. Benim tabirimle hayat devam ediyor, umudunu kaybetme demenin diğer adıydı papatya. Mesela şarkılar, kitaplar, parkta oynayan çocuklar, kuş cıvıltıları… Hayatın güzellikleri vardı. Ama görmek isteyene. “İlerideki durakta iniyoruz.” Dedi Halesu dur butonuna basarak. Cenkle beraber burun buruna bir yolculuk yapmışlardı. Cenk her şeyi dalgaya vursa da indikleri zaman Halesu bulduğu ilk taşı Cenk’in kafasına geçireceğine emindim. Otobüs kapıları açılınca inmeye başladık. İnsanların sabırsız hareketleri inmemizi zorlaştırsa da karaya adım attığımda derin bir nefes verdim. “Biraz daha otobüs yolcuğu yapsaydık, nefesizlikten cansız bedenimiz çıkacaktı.” Cenk sarı dalgalı kısa saçlarını düzeltip siyah kalın şapkasını geçirirken. “Tamam sonbaharda olabiliriz ama hava güneşli. Neden suikastçılar gibi şapka takıyorsun?” dedi Halesu Cenk’in kafasından şapkasını asılarak. “Yapmasana kızım yakışıklılığımı bozuyorsun.” Cenk, Halesu’nun elinden şapkasını geri aldı. “Bana bir daha kızım dersen seni şuracıkta boğarım.” Bunlar birbirine girmeye başlamıştı. Kim kimi boğardı bilmiyorum ama sağ tarafta dalgalanan buz gibi denize baktım. Atlayıp kendimi boğma fikri acilen kafamdan çıkmalıydı. “Şimdi ne yapıyoruz?” dedim tartışmalarını bölerek. “Çünkü beş dakikadır aynı yerde dikiliyoruz.” Halesu buraları özlemişçesine derince baktı etrafına. Sanki yerdeki her taşın konumunu ezbere biliyor gibiydi. Sağ taraftaki teknelerin halatlarını düzenleyen adama selam verdi. “Çok uzak değil on dakika kadar yürüyeceğiz. Evimin önünden otobüs geçmediği için bu durakta inmek durumunda kaldık.” “Senin yıkıntı, dökük, örümcek ağlarıyla dolu evine girmek istemiyorum. Kapıda beklerim.” Dedi Cenk Halesu’nun cümlesine yanıt olarak. Cenk’e kızgınca bakış attım. Halesu bu sefer tepki vermedi. Yürümeye devam ettik. Cenk kendi kendine yorumlar yapıyordu. Halesu geçmişinde yaşadığı duyguları tekrardan yaşarmışçasına uzaklara dalıp gidiyordu. Ben ise kafamdaki sorunlara çözüm bulmaya çalışıyordum. Halesu’yu takip ediyorduk. Sahil kenarının yürüme mesafesi çok kısaydı. Artık herkes sahil kenarına kafe ve ev yapmıştı. Dükkanlar yavaşça dolmaya başlıyordu. Yıkık dökük kafelerin bile burada kıymeti burada çok fazlaydı. Yol boyunca yürüyorduk. Sağ ve sol taraflarda deniz kenarı önüne yapılmış villalar vardı. Villa demek hafif gelebilirdi. Bunlar baya malikaneydi. Evler o kadar büyüktü ki deniz kenarı artık gözükmüyordu. Denizi görebilenler burada yaşayan ev sahipleriydi. Kocaman kapıların önünden geçerken, kapıların kenarlarından evlere bakıyordum. Hayallerimin ötesinde evler vardı. Koskocaman bahçe. İçlerinde futbol ve voleybol sahası. Göklere kadar uzanan devasa ev. Halesu “Geldik.” Dediğinde Cenkle beraber birbirimize küçük dilimizi yutarcasına bakış attık. “Ama, amaa, amaa.” Dedi Cenk kekeleyerek. “Burası yıkık dökük değil ki” “Sana yıkık dökük olduğunu kim söyledi ki?” Halesu göz kırptı. Halesu demir kapıdaki şifreyi girince, kapılar açılmaya başladı. Cadde üzerinde bulunan hiçbir eve benzemiyordu. Çünkü burası masallarda anlatılan saraya benziyordu. |
0% |