YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.
"Karanlık, sadece gözlerinizi açmaya cesaret ettiğinizde anlam kazanır. Ve bazen en parlak yıldızlar, en derin gölgelerde saklanır." — Lucia
Lucia
Bazı anlar vardır, insanın kaderi sessiz bir gölge gibi değişir. O anların büyüklüğünü, hayatınızda yaratacağı dönüşümü fark etmezsiniz. Ancak bir gün geriye dönüp baktığınızda, her şeyin o kırılma noktasında şekillendiğini anlarsınız. Benim hikayem de işte böyle bir andan doğdu. Sıradan bir yaşamın sığ sularında yüzerken, karanlık beni çağırdı. Ve o çağrıya kulak vererek bilinmeze doğru adım attım. Geriye dönmekse bir daha mümkün olmadı.
Ben Lucia. Hikayem, birçoklarının hikayesi gibi beklenmedik bir trajediyle başladı.
Çocukluğum, güzel bir rüya gibiydi. Küçük, masmavi bir adada annemle huzurlu bir hayatımız vardı. Annem, adadaki otelde çalışırdı; ben ise onun izinli olduğu her Pazar gününü sabırsızlıkla beklerdim. Piknikler, sahilde uzun yürüyüşler, bisikletle geziler... Bizim küçük dünyamızın büyük mutluluklarıydı bunlar. Bazen birlikte takılar tasarlardık; annem bunları satar, evimize biraz daha katkı sağlardı. Basit bir hayatımız vardı, ama o basitlikte her şey benim için mükemmeldi. Bir şey hariç…
Babamı hiç tanımadım. Onun eksikliğini fark edecek yaşa geldiğimde merakımı bastıramayıp anneme sordum. Babamla ayrılmak zorunda kaldıklarını anlatırken yüzüne düşen gölgeyi gördüğümde, bir daha o konuyu açmamaya karar verdim. Annem benim için her şeydi. Onun canını yakacak bir geçmişin hayaletini diriltmek istemedim.
Bir solukta anlatılacak hikayeler, bazen bir ömrü boyu ağızdan çıkmazdı. Ve bazı hikayeler, söylenmeden daha derin, daha acı vericiydi. Ben de o hikayeyi zamanın ellerine bıraktım; sessizce teslim ettim. Yürekteki acıların dile dökülmesini engellemeye çalıştım, çünkü bazı yaraların kelimelere dökülmemesi gerekirdi. Kanatır, daha derin acılara yol açardı. O yüzden bir daha bu konuyu açmadım. Bazı yaralar, yeniden kanamamalıydı; geçmişin izlerini silmek, bir kez daha dokunmamak, en doğru karardı.
Sonra hayat, kendi doğal akışında ilerlemeyi sürdürdü. Öyle sandım. Oysa hayat, sessiz bir düşman gibi gölgelerde bekliyordu. Bir gün, karanlık bizi öylesine ansızın sarstı ki, sıradan ama güzel dünyamız paramparça oldu. O doğum günümde, anneme akciğer kanseri teşhisi kondu. Ve o günden sonra, doğum günlerim artık sadece bir kutlama değil, bir lanetin habercisi haline geldi.
İlk başta bunu kabullenemedim. İnsan böyle bir gerçeği nasıl kabul ederdi ki? Ama zaman beni hızla büyüttü. Annem hastaydı ve onun yanında olmam gerekiyordu. Yedi yıl boyunca onunla hastane koridorlarında savaştım. Her nefesinde yanında oldum, her ağrısında elini tuttum. Ancak ölüm, bizi ayırmak için gelmişti. On beş yaşımdayken annemi kaybettim.
Ve işte o an, dünyam tamamen karardı.
Paramız tükenmişti; birikimimiz, umutlarımız, her şey annemin tedavisine gitmişti. Ne bir ailem vardı, ne de bir geleceğim. Komşumuzun yardımı ve desteğiyle geçici bir çatı bulmuştum, ama o da uzun sürmeyecekti. Bir başıma kalmıştım.
Annemin yasını tutarken ne yapacağımı düşünmekten başka çarem yoktu. Ancak içimdeki sessiz karanlık, her geçen gün daha da büyüyordu. Sanki annem hayatımdaki tek ışıkmış da o gidince biri ansızın tüm ışıkları söndürmüş gibiydi. Geriye sadece beni boğan, hiçliğin karanlığı kalmıştı.
Annemin ölümünden iki ay sonra, okula dönmek zorunda kaldım. Hayat devam ediyordu. Ancak benim için zaman durmuştu. Her şey—dersler, okul, insanlar—gereksiz ve anlamsızdı. Geçmişteki o korkunç ana sıkışıp kalmış gibiydim. Kendimi bu yeni hayata adapte edemiyordum. Fakat bir gün, her şeyin değiştiğini hissettim.
O gün, okuldan eve dönerken bir şeylerin farklı olduğunu fark ettim. Sanki biri beni izliyordu. Adımlarımı hızlandırdım, ama o his peşimi bırakmadı. Her geçen gün bu duygu daha da yoğunlaştı. Gözle görülmeyen, ama hissedilen bir varlık gibiydi. Ve bu his, beni hiç beklemediğim bir yola sürükledi.
Bir gün, okul çıkışında birkaç çocuğun, sınıf arkadaşımı Hiçlik Kayası’na doğru sürüklediğini gördüm. Burası adanın en ıssız yeriydi. Uçurumların dalga seslerini bile yuttuğu, karanlık ve soğuk bir yer. Arkadaşım içine kapanık ve yoksul biriydi; burada olmaması gerektiğini biliyordum. İçimde kötü bir şey olacağına dair güçlü bir his vardı. Görmezden gelemezdim.
Onları takip ettim. Çocuk kalabalığa karşı tek başınaydı, ama benim de bir farkım yoktu. Buna rağmen, içimde garip bir cesaret vardı. Annemin bana öğrettiği değerler kulaklarımda yankılanıyordu: Cesur ol biriciğim. Haksızlığa boyun eğme. O an kararımı verdim. Haksızlık karşısında sessiz kalmayacaktım.
Hiçlik Kayası’na vardığımızda, arkadaşımı sıkıştırmaya başladılar. Parasını istiyorlardı; ama onun hiç parası yoktu, olamayacağını hepimiz biliyorduk. Önce gülüştüler—tehlikeyi çağıran, soğuk bir gülüştü bu. Daha fazla beklemedim. Saklandığım yerden çıktım ve cesaretle onlara doğru yürüdüm.
Liderleri, bana dönüp alaycı bir şekilde gülümsedi. "Buradan git," dedi, "yoksa başın derde girer." Ama onu dinlemedim. Ona ve çetesine meydan okudum.
Bir anda kavga başladı. Yumruklar atıldı, sesler yankılandı. Fakat kavganın ortasında, ansızın her şey durdu. Üç adam, karanlığın içinden belirdi. Siyah takım elbiseleri, soğuk duruşları ve gölgelerden fırlamış gibiydiler. İçlerinden biri, yüzüne maske takmıştı.
Maskeli adam, yavaşça bana doğru yürüdü. Gözleri, beni olduğum yere mıhladı. Soğuk, keskin bakışı sanki ruhumu görüyordu. Tüm cesaretim, korkuya dönüştü. Hareket edemiyordum.
"Seni buldum," dedi. Sesi karanlık bir yankı gibiydi, anlamını kavrayamadığım bir güçle doluydu.
Ne demek istiyordu? Kimdi bu insanlar?
"Her şey yeni başlıyor," diye ekledi maskeli adam.
Daha fazla konuşmadı. Yanındaki adamlar çeteyi dağıtıp korkuyla kaçmalarını sağladı. Maskeli adam ise sessizce cebinden iki siyah tüy çıkardı ve bana uzattı. Şaşkınlıkla tüyleri aldım. Ne anlamını sorabildim, ne de onlarla ne yapacağımı anlayabildim.
Her şey bir anda yaşanıp bitti. Adamlar, maskeli liderleriyle birlikte karanlıkta kayboldu. Geriye sadece bana verdikleri tüyler ve içimde hiç dinmeyen o ürpertici his kaldı.
O gün, hayatımın yeni bir perdesi açıldı. Karanlık beni çağırıyordu. Ve ben, o çağrıya direnecek gücü çoktan kaybetmiştim. İşte hikâyem burada başlıyordu. Anlattıklarım sadece bir başlangıçtı. Çünkü hayat, acıyla şekilleniyor. Ve karanlık, her zaman daha fazlasını istiyordu.
Biraz kendime geldiğimde, hızla arkadaşımın yanına gittim. Ufak tefek yaralar almıştı. Onu evine götürdüm. Ailesine okulda düştüğünü söylediğinde sessiz kaldım, yalanını onaylarcasına başımı eğdim. Gitmeden önce elimi tuttu ve gözlerindeki minnettarlıkla teşekkür etti. Ona zayıf bir gülümsemeyle karşılık verdim. Ardından, aklım karmakarışık bir halde oradan ayrıldım.
Eve vardığımda kimseye görünmeden odama çekildim. Kapıyı kapattım ve duvara yaslanarak yere çöktüm. Annemin yanımda olmasını o kadar çok istiyordum ki... O gece, çocukça bir çaresizlikle ağlayarak uyuyakaldım.
Ertesi gün, maskeli adam hariç diğer iki adam beni buldu. Sessiz, ürkütücü bir ciddiyetle önüme bir teklif sundular: Gizemli bir akademi. Ücretsiz eğitim, konaklama, her şey dahil bir kurtuluş yolu… ya da öyle görünüyordu. Hayatımda ilk kez, önemli bir fırsat beni kucaklıyordu.
Çaresizdim. Hayatıma nasıl devam edeceğimi bilmiyordum. Bu teklif, önümde beliren bir çıkış yoluydu. Yanında kaldığım aile ne kadar iyi insanlar olursa olsun, sonsuza dek onlara yük olamazdım. Belirsizlikten yorulmuş, kendimi bir uçurumun kenarında bulmuştum. Bu nedenle, onların teklifine tutundum ve kabul ettim.
O gece gözlerimi bir an bile kapayamadım. Heyecan, pişmanlık ve merakın dönemeçleri arasında savrulup durdum. Sabah olduğunda, eşyalarımı toplamak için hazırdım. Ama toplamaya değer bir şeyim yoktu. Sadece birkaç fotoğraf, bir avuç giysi. Sabah geldiklerinde, fotoğraflar hariç her şeyi geride bırakmam gerektiğini söylediler. Sessizce boyun eğdim. Bana bunca zamandır yardım eden aileyle vedalaştım ve o yabancılarla birlikte yola çıktım.
Onlarla yolculuğa çıkarken kararımı defalarca sorguladım. Ama geri dönemezdim. Giyim tarzları, sessizlikleri ve sert duruşlarıyla bile ürkütücü bir hava yayıyorlardı. Kim olduklarını, benden ne istediklerini anlamaya çalıştım ama nafileydi.
Yolculuk boyunca her şey hayal edemeyeceğim kadar ihtişamlıydı. Lüks uçaklar, şatafatlı tekneler, masalardan taşan yemekler... Ama bu ihtişamın ardında hissettiğim belirsizlik, içimdeki huzursuzluğu bastıramıyordu. Sürekli tetikteydim, sürekli sorularla boğuşuyordum.
Bir noktada, uzun yolculuğun verdiği yorgunlukla uyuyakaldım. Sert bir el omzuma dokunarak beni uyandırdı.
"Geldik."
Gözlerimi ovuşturup ayağa kalktığımda, önümüzde bir ada belirdi. Sessizce dalgaların arasında yükselen bu kara parçası, sanki beni bekliyordu. Merkezdeki devasa yapı, görkemli bir anıt gibi tüm dikkatimi üzerine çekti. Onun sessiz meydan okumasını hissedebiliyordum.
Ve işte oradaydım. Hayatımın bu yeni bölümüne, bilmediğim bir dünyanın eşiğine adım atıyordum.
Bu doğru karar mıydı?
Hayır, bu bir karar bile değildi. Çaresizlik, insana seçim yapma şansı tanımaz. Kararlar yerine vazgeçişler, teslimiyet, kabullenme ve kaderin insafsız rüzgarına kapılma hâkimdir. Ben de işte böyle, o rüzgarla buraya sürüklenmiştim.
Adanın iskele kısmına yanaştığımızda, her şeyin değişeceğini hissettim. Bu an, hayatımın yeni bir dönemiyle kesişiyordu. Geçmişten bir iz kalmayacak, gelecekse tamamen belirsiz olacaktı.
Umbralarla tanışmam böyle başladı.
(Umbra, Latince’de "gölge" anlamına gelir.)
İskeleden adanın kıyısına adım attığımda kalbim, hislerin kaotik bir dansıyla dolup taşıyordu. Heyecan ve korku birbirine karışmış, göğsümde taşınmaz bir ağırlık oluşturmuştu.
Beni karşılayan iki kadın vardı. İkisi de birbirinden farklıydı, ama her biri kendi içinde göz kamaştırıcı bir auraya sahipti.
İlki, zeytin rengi teni, koyu kahverengi gözleri ve simsiyah saçlarıyla güçlü bir varlık sergiliyordu. Bakışlarında, cesur ve bir o kadar da tehlikeli bir enerji vardı. Onunla göz göze geldiğim anda, hayatımda derin bir iz bırakacağını hissettim. Bazı insanlar kaderinize bir mühür gibi kazınır. Esther, kesinlikle onlardan biriydi.
Yanındaki kadın ise tam zıddıydı. Turuncu saçları ve iri, yeşil gözleriyle sıcakkanlı bir görüntü çiziyordu. Açık teninin parıltısı ve içten gülümsemesi, içimde uzun zamandır eksikliğini hissettiğim bir duyguyu canlandırdı: güven. Annemin ölümünden sonra ilk kez birine güvenebileceğimi hissetmiştim.
Esther bir adım öne çıktı ve elini uzattı. Hareketleri titizlikle hesaplanmış gibiydi.
"Aramıza hoş geldin, Lucia. Ben Esther Vipera, Umbra Akademisi’nin Baş Yöneticisiyim. Akademimize senin gibi yetenekli öğrencileri kabul etmek bizim için hem mutluluk hem de gurur kaynağı," dedi.
Sesi pürüzsüzdü, her kelimesi kusursuz bir şekilde seçilmişti. Ancak yüzünde bir maske vardı; duygularını perdeleyen bir maske. Bu soğukluk, onun kötü biri olduğuna dair bir his yaratmıyordu. Daha çok, bu erişilmez tarafı ürkütüyordu.
"Teşekkür ederim," diye mırıldandım kısaca.
Esther’in gözlerindeki soğukluğa rağmen, turuncu saçlı kadın bir adım öne çıkarak sıcak bir gülümsemeyle beni karşıladı.
"Umarım burada kendini evinde hissedersin," dedi. Sesi yumuşaktı, içten bir samimiyet taşıyordu. Bu birkaç kelime bile, içimde soğumuş olan bir sıcaklığı yeniden uyandırmaya yetti.
Elini bana uzattığında, o dokunuşun ardındaki iyiliği hissettim. Onun kalbinde taşıdığı ışık, masumiyet ve nezaketin bir yansımasıydı.
"Adım Chloe Gazèl. Senin danışmanınım, Lucia," dedi.
Tam o anda Esther’in soğukkanlı sesi tekrar araya girdi: "Chloe, akademimizin en iyi eğitmenlerinden biridir. Senin eğitiminden o sorumlu olacak."
Esther’in soğuk duruşunun yanında, Chloe’nin sıcaklığı bir denge oluşturuyordu.
Sözlerini tamamladıktan sonra saatine bir göz attı ve yüzünde aceleye dair bir ifade belirdi. "Yorulmuş ve acıkmış olmalısın. Seni daha fazla bekletmeyelim. Benim de işlerim var. Geri kalan her şeyi danışmanın sana anlatacak, Lucia. Görüşürüz."
Esther’in soğuk ama delici bakışları üzerimde bir kez daha gezindi. Ardından arkasını dönüp, ağır adımlarla yanımızdan uzaklaştı. Onun uzaklaşmasıyla birlikte içimdeki hafif ürperti yavaş yavaş yerini bir rahatlama hissine bıraktı.
Chloe ile baş başa kalmıştık. Daha önce olduğu gibi yine nazik ve huzur verici bir ses tonuyla konuştu. "Akademi ve yeni hayatın hakkında konuşmak için bolca vaktimiz olacak. Ama istersen önce bir duş al, sonra bir şeyler yeriz."
"Bu iyi olur," diye cevap verdim, kelimeler dudaklarımdan neredeyse fısıldayarak dökülüyordu.
Chloe gülümsedi. Kısa bir sessizlik anı içinde, elini hafifçe koluma koydu. Ancak gözlerindeki parıltı, bir an için hüzünle gölgelendi. "Anneni yeni kaybettiğini biliyorum," dedi yumuşak ama içten bir tonla. "Bunun ne kadar zor olduğunu tahmin edebiliyorum. Çok üzgünüm."
"Teşekkür ederim," diye fısıldadım, kelimelerim zayıf ama dürüsttü.
İlk izlenimlerimde yanılmadığım kesindi. Chloe’nin iyiliği, tüm varlığına işlemişti. Kalbinde masumiyeti taşıyanlardandı. Ve bu içtenliği, daha şimdiden ona karşı bir yakınlık hissetmeme neden oluyordu.
"Hadi, seni daha fazla bekletmeyelim," dedi yeniden, yüzünde nazik bir gülümsemeyle. "Tamam," dedim hafifçe başımı sallayarak.
Akademiye doğru ilerlemeye başladık.
"Burada her anlamda güçlenmeyi öğreneceksin, Lucia," dedi Chloe. Sesi yumuşak ama derin bir kararlılık taşıyordu. "Ayrıca gönlünü dinlendirmeyi de… Büyük savaşlara girişmeden önce, hem zihin hem de kalp hazır olmalıdır. Şimdi seni dinlendirelim. Ardından, birlikte güçleneceğiz."
Sadece başımı salladım. Söyleyecek bir şey bulamıyordum, ama içimde yıllardır kapalı duran bir kapının yavaşça aralandığını hissediyordum. Bu duygu, sessiz bir yankı gibi içimde dolaşıyordu.
Annemden sonra ilk kez, kalbimi açmanın mümkün olabileceğini hissettim. Chloe ile o gün, görünmez bir bağ kuruldu. Kalplerimiz arasında bir bağ oluşmaya o anda başladı; sessiz bir anlayışın yarattığı bağ.
Ve ben, geçmişimin yükünü omuzlarımdan bırakmaya, önüme çıkan yeni yola adım atmaya karar verdim. Ama attığım bu adım, bir aydınlığa değil; derin bir karanlığa gidiyordu. Henüz bunun farkında değildim.
Hayatım boyunca karanlıktan korkmuş, hep onun tehlikeyi ve bilinmeyeni temsil ettiğini düşünmüştüm. Ama şimdi bir şeyleri kavramaya başlıyordum: Karanlık, her zaman sadece korkunun simgesi değildi. Bazen karanlığın içinde saklı olan gerçekler, ışığın yüzeye çıkaramadığı kadar güçlü ve çarpıcı olabilirdi.
Umbra Akademisi’ne adım attığımda, içimde karmaşık bir duygu fırtınası kopuyordu. Geçmişimin hayaletleriyle vedalaşıyor, bilinmez bir geleceğin karanlık kollarına bırakıyordum kendimi. Belki de o karanlığın içinde kendi ışığımı bulacaktım. Ya da… karanlığın ta kendisine dönüşecektim.
Ne olacağını bilmiyordum. Bildiğim tek şey, geri dönüşün artık mümkün olmadığıydı.
Ve işte böyle başladı benim Umbra Akademisi’ndeki yolculuğum. Karanlığın gölgeleri arasında, kim olduğumu ve nereye ait olduğumu bulmaya çalışacağım bir yolculuk... Burada cevaplar, hem kendi ruhumun derinliklerinde hem de bu esrarengiz adanın sır dolu köşelerinde saklıydı. Hepsini öğrenmek için, gerekirse her şeyimi vermeye hazırdım.
"Karanlık beni çağırıyordu. Korktum, ama geri çekilmedim. Çünkü bazen korku, bizi gerçekten kim olduğumuza götüren tek yoldur." — Lucia
Okur Yorumları | Yorum Ekle |