72. Bölüm

68

kitsudaphne
kitsudaphne

YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.

 

"Çaresizlik umudun kabusu; umudun bile çaresinin tükendiği andır. O gidince anladım. Görünmez zincirlerle saat Lucas’ı aşk geçe yok oldum. Bittim." — Lucia

Lucia

Sabaha karşı, tam bir enkaz gibi hissederek uyandığımda ev hâlâ sessizdi. Saatin henüz 6 olduğunu gördüm; telefonumda başka bir mesaj olmadığını da. Yutkunarak gözlerimden süzülecek yaşları zorla bastırdım ve doğruldum. Tam o sırada, yastığın kenarındaki mektup gözüme çarptı. Ellerim titriyordu. Onu açıp açmamak arasında gidip gelirken kendimi balkona attım. Ancak evin dört duvarı üstüme geliyordu; dayanamadım ve dışarı çıkmaya karar verdim.

Dün Chloe’den ödünç aldığım tayt ve tişört üzerimdeydi. Askıdaki montlarından birini kaptım, spor ayakkabılarımı geçirdim ve elimde mektupla sahile doğru yürümeye başladım.

Kumsala vardığımda, dalgaların hırçın ritmi içimdeki karmaşayla adeta yarışıyordu. Kumlara oturdum, mektubu açtım ve titreyen ellerimle satırları okumaya başladım.

Tatlı işkencem,

Sana tüm nedenleri yüz yüze anlatmayı, vedalaşmayı ne çok isterdim. Ama o güzel gözlerindeki hüznü görmeye dayanacak gücüm yok. Bu yüzden seni uyurken bırakmayı, geriye yalnızca bu mektubu bırakmayı seçtim. Lütfen bunu bir veda olarak görme. Çünkü ben senden gidemedim, gidemem. Ve senin de benden kaçamayacağını biliyorum. Kalplerimiz, görünmez bir iplikle bağlanmış kaderlerimizden asla kopamayacak.

Aşk, hayatımızın dokusuna işlenen ince bir iplik gibidir. Zamanla çözülse de, bazen kopsa da, varlığını hep hissettirir. Seni kaybetmekten korkuyorum, Lucia. Ama bu korku, seni sevmenin ağırlığını asla hafifletemez. Ve biliyorum ki, kalbinin kapılarını bana kapatsan bile, o hâlâ bana ait.

Şu an seni kaybettiğimi bilsem de… Seni geri kazanmak için her şeyi yapacağım. Sana kaç kez yenildiğimin bir önemi yok, çünkü sana yenilmeye hep gönüllüyüm. Vazgeçmeyeceğim, Lucia. Kalbinden beni söküp atmak istesen de, bu dünyaya birbirimizi bulmak için geldiğimizi biliyorum. Sen benim kayıp parçam, kuzey yıldızım, yol göstericimsin. Sensiz tamamlanamam.

Bana biraz zaman ver. Kalbinin kapılarını tamamen kapatma bana. Seni yeniden bulacağım, söz veriyorum. Sen, benim sonsuzluğumsun. Son olarak, karşına çıkana kadar sana bir şey vermem gerektiğini biliyorum. Bir gerçek. Benim adım Dante. Bu ismi her ne kadar bir nefret sembolü gibi taşısam da, senin dudaklarından döküldüğünde eşsiz bir melodiye dönüşeceğinden eminim. Lütfen, karşına çıktığımda bana bir şans ver. Çünkü ben seni kendimden bile çok seviyorum.

Senin Dante’n.

Mektubu bitirdiğimde, dalgalar gibi içimde bir fırtına koptu. Denize dalan bakışlarım boşluğa çekildi. Kalbimdeki acı, okyanus mavisi kadar derindi. Okyanus mavisi gözler. Dante. Onun kim olduğunu çözemezken kendimi kaybolmuş hissediyordum. Hayatımdaki her şeyin bu kadar zorlayıcı olmasının sebebini bulamıyordum.

Dalgalar sertleşirken gökyüzü karardı, yağmurun habercisi bulutlar toplandı. İçime dolan soğukla montuma sarıldım ve ayağa kalktım. Tam o anda, Marino’yu gördüm. Bakışlarımız kesiştiğinde yanıma geldi.

"Size rahatsızlık vermek istemedim," dedi sakin bir sesle. "Bay Dante, sizi korumamızı emretti," diye devam etti. "Eğer ona ulaşmak isterseniz, bana söylemeniz yeterli."

"Ona ulaşmak istemiyorum." Sözlerim kesin ve sertti. Ama kalbim. O durmuyordu. "Nerede olduğunu sorsam bile söylemezsin, değil mi?"

"Üzgünüm, Bayan Lucia."

"Sadece Lucia."

"Bundan sonra size yalnızca adınızla hitap etmemem daha iyi olur."

Peşinden yürüdüm, ama o beni takip etti. Durup döndüm: "Beni takip etmeyeceksin, değil mi?"

"Bana verilen emri uyguluyorum."

Dante yine her zamanki gibiydi. Benim ne istediğim değil, onun bakış açısı ön plandaydı. Sinirle, "Ona söyle, peşimi bıraksın. Sen de," dedim.

Marino’nun sözleri, adımlarımı dondurdu: "O sizi asla bırakmaz. Sizin onu görmezden geldiğinizde bile... O hep burada, yakınınızda."

Marino’nun kararlılıkla söylediği o sözleri dinlemeyi sürdürdüm: “O sizi asla bırakmaz. Özellikle sevdiklerinden asla vazgeçmez.”

Sözlerine inanmak istemiyordum. "Onu bu kadar iyi mi tanıyorsun?" diye sordum.
"Evet," dedi.

Derin bir nefes aldım, ama içimdeki ağırlık gitmiyordu. Belki doğruydu, belki de Marino Dante’yi benden bile daha iyi tanıyordu. Yine de her anlatılana inanmayacak kadar büyümüştüm. "Belki öyledir. Şu an bunu bilemem, değil mi?" dedikten sonra adımlarımı hızlandırarak oradan uzaklaşmıştım.

Gözlerim dolmak üzereydi, ama bunu yapmayacaktım. En azından şimdi değil. Marino arkamda kalırken, Chloe’nin katına çıkmak için koşar adımlarla merdivenleri tırmandım. Kapıyı Chris açtı. Yüzünde endişeli bir ifade vardı.

"Yeni kalktım ve evde yoktun," dedi, sesi tedirgindi. "Neredeyse seni aramaya geliyordum."

"Affedersin, Chris," dedim. Ellerim hâlâ mektubu sıkıca tutuyordu. Ona uzattım. "Evde okuyamadım."

Chris, mektuba kısa bir bakış attı, ama içeriğini sormadı. Bunun yerine bir adım attı ve beni kollarıyla sardı. O sıcaklık, içimde bir anlığına huzur yaratmıştı. Tam o sırada Chloe de kapıda belirdi. Bizi öyle görünce o da bize sarıldı. Geri çekildiğimde hepimizin suratı asıktı.

Adını söyledim. "İsmi Dante’ymiş." Sesim bir fısıltı kadar zayıf çıktı.

Chloe ve Chris’in yüzündeki ifadeler bir anda değişti. Sessizliğe büründüler. Chloe, bir adım yaklaşıp yüzüme dikkatle baktı.

"Birkaç gün izin alacağım," dedi kararlı bir şekilde. "Eğitimde yaralandığını söylerim."

Başımı yavaşça salladım. Gerçekten de bir süre her şeyden uzaklaşmaya ihtiyacım vardı.

"Biz kahvaltıyı hazırlarız," diye ekledi Chloe. "Sen bir duşa gir istersen."

"İyi olur," dedim. Üzerimdeki soğuk ve yorgunluk dalgası beni tüketiyordu. "Zaten üşüdüm."

"Tamam, biriciğim," dedi Chloe ve bir gülümsemeyle saçlarımı düzeltti.

O an, ne kadar yalnız hissetsem de, Chris ve Chloe’ye sahip olduğum için minnettardım. Ama Dante’nin mektubundaki sözler ve içimdeki karmaşa hâlâ benimleydi. Düşüncelerimden kaçamıyordum.

Montu askıya astım, mektubu salondaki masanın üzerine bıraktım ve banyoya yöneldim. Kendimi bir an önce sıcak suyun altına atmak istiyordum. Suyun bedenimden süzülmesi belki beni rahatlatır diye düşündüm. Ancak sıcak suyun içimdeki titremeyi dindirmesi mümkün değildi. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım ısınamıyordum. Dante yalnızca alevleri değil, içimdeki sıcaklığı da alıp götürmüştü. Güneşimi de yanında sürüklemişti.

Güneş… Geceler benimdi, hep bana aitti. Geceler beni bırakmazdı; beni kollar, ardımdan sürüklenirdi. Ama gündüzlerim… Gündüzlerim çoktan kaybolmuştu. Onları, ışığını, Dante getirmişti. O farkındalık bir kez daha içimi titretti, kalbimdeki karanlık büyüdü.

Dante benim güneşimdi. O benim gündüzlerimdi. Şimdi elimde hiçbir şey kalmamıştı. Ne bir günüm, ne bir eşim, ne de alevlerim… Güneşim beni terk etmişti. Peki alevler… Alevler bir daha hiç olmayacak mıydı?

Duştan çıktığımda aynanın karşısına geçtim. Aynalar asla yalan söylemezdi; insanın en dürüst dostuydu. Ve ben, bir harabeye dönüşmüştüm. Gözlerimin çevresi kıpkırmızı ve şişmişti. Uykusuzluk, göz altlarımı koyu mor halkalarla süslemişti. Az önce kalbimden kopup gelen yaşlar da yanaklarımda iz bırakmıştı.

Dante’nin yanımda olması gereken tek kişi olduğunu biliyordum. Ama şimdi o da gitmişti. Onunla birlikte, kendimi sonsuz bir yalnızlık içinde bulmuştum. Yanımdan eksildiği andan beri bir boşluk, bir eksiklik hissettim.

O gün ve sonraki birkaç gün… Sadece durgun ve sessizdim. Chloe ya da Chris’in göğsünde ağlayan bir enkaz gibiydim. Kendimi tanıyamıyordum. Sanki bir şey bekliyordum; ama neyi beklediğimi bilmeden, zamanın sessiz akışına teslim oldum.

Zaman bana öğretti: Beklenenler her zaman gelmez. Bitişler yeni başlangıçları getirmez. Ve çaresizlik, umudun en büyük kabusudur. Umudun bile çaresizliğe yenildiği bir an vardır. Ben o noktadaydım.

Dante gittikten sonra anladım. Görünmez zincirlerle saate, zamana, aşkın geçip gittiği her saniyeye bağlıydım. Onunla birlikte ben de yok olmuştum. Artık yalnızca bir kördüğümden ibarettim.

Görünmez zincirlerle saat Lucas’ı aşk geçe yok oldum. Bittim.

Bir zamanlar kalbimin ışığı olan kişi şimdi beni gölgelerde bırakmıştı. Şimdi karanlıkta kaybolmuş bir gemiyim; ne rotam belli, ne de limanım. Onunla bir bütün olmuştum. Ve o gittiğinde, geride yalnızca parçalanmış bir enkaz kaldı.

Dante benim her şeyimdi. Şimdi ise hiçbir şeyim yok.

Dante (Lucas)

Yola çıkar çıkmaz Cortez’i aradım. Telefonun diğer ucundan gelen endişeli, gergin tını, içimdeki öfkeyi daha da harladı.

"Ne durumdayız?" diye sordum, sesimdeki keskinliği gizleme gereği bile duymadan.

Cortez sakin bir nefes aldı. "Başka bir durum mu var, Dante? Niye Mia’yı kaçırdı?"

Gözlerim karardı. Dudaklarım bir çizgi gibi sıkıydı. "Benim gelmem için yaptı. Sorun Lucia."

Sözlerim üzerine bir anlık sessizlik oldu. Ardından öfkeyle karışık bir ses yükseldi: "Lucia’yla ne derdi var?"

"Önce Mia’yı bulalım. Sonra belki anlatırım," dedim, sabrımın sınırlarını zorlayarak. "Çabuk ol ve elinden gelenin fazlasını yap Cortez."

Telefon kapanır kapanmaz Christian’ı aradım. Christian Costelli. Lakabı Ares’ti ve lakabını sonuna kadar hak ederdi.

"Bir şey bulduğunu söyle."

Henüz bulduğu bir şey yoktu ama sesindeki kararlılık umutsuzluğu bastırıyordu. "Yaklaştık. Bir ipucu var. Bilekliği, havalimanında bulundu."

Bu bilgi beynimde yankılanırken içimdeki karanlık daha da büyüdü. Eduardo böyle bir hamleyi sırf beni rahatsız etmek için yapmazdı. Mia için geri döneceğimi biliyordu. Bu, daha büyük bir oyunun yalnızca ilk perdesiydi. Beni nefessiz bırakacak, bir cehennemden diğerine sürükleyecek bir oyun.

"Ares, daha fazlasına ihtiyacım var," diye hırladım. "Ben gelene kadar daha iyi bir şey bul."

"Dante, sakin ol," dedi, sesinde alışık olduğum soğukkanlılıkla. "Her zaman yanında olacağım. Ama önce sakinleş. Bu şekilde işimize yaramazsın. Zekânı kullanmamız gerekiyor."

Sözleri beni kısa bir süreliğine de olsa susturdu. Ares, beni benden daha iyi tanıyan tek kişiydi. Kalbimin nasıl kavrulduğunu, yüklerimin altında ezildiğimi görebiliyordu.

"Bu arada," dedi, konuyu değiştirmek istercesine, "Santo aşık oldu."

Alaycı bir şekilde kaşlarımı çattım. Onun kafamı dağıtmak için yaptığı bu hamle, dudaklarımda istemsiz bir gülümsemeye neden oldu. "Estella’ya mı?"

"Evet," dedi. "Ama asla söyleyemeyecek gibi görünüyor. Keşke biraz bana benzeseydi."

"İyi ki benzememiş," dedim alayla. "Yoksa çocukluğundan beri âşık olduğu kişiye, yanı başındayken bile, derdini anlatamazdı. İçinde yanar, küllerinde susardı. Santo senin gibi değil, Ares. O susup kalbine ihanet etmez. Bir gün cesaretini toplayıp konuşacaktır."

"Bazen gerçek bir pislik oluyorsun," dedi, alaycı bir şekilde.

"Gerçekçi diyelim," diye yanıtladım.

"Bazen lakabın gibisin, Dante," diye devam etti. "Bir jaguar kadar bilge, güçlü ve derin. Ama bazen de Diablo gibi yıkıcı, acımasız ve korkutucu."

Alayla güldüm. "Sen de gerçek bir savaş tanrısı gibisin, Ares. Hep yıkım getiren. Ben bir şey diyor muyum?"

"Kes sesini!" diye hırladı, yalancı bir öfkeyle. "Diablo’dan daha yıkıcı biri var mı sanki?"

Sözleri beni bir an susturdu. Evet, vardı. Lucifer. Gerçek yıkım oydu. Ve cehennemin ta kendisi.

"Bir an önce gel," dedi kısa ve kesin bir sesle. "Mia’yı bulmalıyız. Bu arada Andre de yanıma gelecek. Haberi alır almaz harekete geçti."

"Tamam," dedim. "İndiğimde haber veririm. Görüşürüz."

"Görüşürüz."

Telefonu kapattığımda kalbim hala küle dönmemiş gibiydi. Oyunun tam ortasındaydım. Ve bu kez Eduardo, en zayıf noktamdan vurmuştu.

Telefon elimden kayıp kapandığında aklımda sadece bir şey vardı: o bileklik. Aile sembolümüzü taşıyan, her şeyden değerli bileklik. Kahretsin! Aile sembolü. Sorun Mia değildi.

Mia hâlâ şehirdeydi. Bu benim cehennemimdi. Hemen Ares ve Cortez’e aynı mesajı gönderdim: Mia şehirde. Çocukken oynadığı yerlere bakın. Onu orada bulabilirsiniz.

Cortez’in arama çabalarını görmezden geldim; zaman çoktan tükenmişti. Ayağa kalkmayı denediğimde helikopterdeki iki adamımın silahlarını aynı anda çektiğini gördüm.

"Ne zaman?" diye sordum.

"İki gün önce," dediler.

Eduardo, iki gün önce onları satın almıştı. Şimdi korkuyla yutkunuyorlardı çünkü buradan kurtulursam bu, onların sonu demekti.

"Nereye gidiyoruz?" diye sordum.

"Bir hapishaneye," dedi biri. "Lucifer, sizin için özel tasarlanmış bir yer olduğunu söyledi."

Yerime çökercesine oturdum. Aklımda tek bir şey vardı: Lucia. Chris’e mesaj attım.

Ben: Lucia’yı koru. Büyük ihtimalle ona bir zarar gelecek.

Chris: Bu ne demek?"

Ben: Onu koru Chris. Canın pahasına.

Chris: Sen neredesin?

Ben: Kendi kâbusumda.

Adamlar, telefonumu ve silahımı almadan önce Eduardo’ya tek bir mesaj gönderdim:

Ben: Şimdilik sen kazandın diyelim. Ama umarım bunun uzun süreceğini sanmıyorsundur.

Cevabı hemen geldi:

Eduardo: Sen ellerimle yarattığım canavarımsın, Dante. Sana her zaman güvenirim. Ama ne var biliyor musun?

Adamları durdurmak için beklemesini işaret ettim. Mesajın devamı geldiğinde, sanki kalbime bıçak saplanmıştı:
Eduardo: Lucia’ya yetişemeyecek kadar uzun süre orada kalman yeterli olacak. Sen de, hayatın da, Lucia da artık benim ellerimdesiniz. Kaderinizi benim yönettiğimi ne zaman anlayacaksın, Dante Corvo?

Dişlerimi sıktım. Helikopter alçalmaya başladığında silahlarımı ve telefonumu aldılar. İndiğimizde iri yarı adamlar çevremi sardı. Her zaman yaptığım gibi direndim. Savaştım. Ama boşunaydı. Sonunda biri kafama sert bir darbe indirdi.

Her şey karardı.

Gözlerimi açtığımda karanlık bir hücredeydim. Sessizliğin bile yankılandığı, dipsiz bir boşluk gibi bir yerdi burası. Dante’nin yeni cehennemi. Lucifer’in kurguladığı bir cehennem.

Şimdi yapmam gereken tek şey, ipuçlarını bulup buradan kurtulmaktı. Ama nasıl?

Cortez Corvo

Christian arar aramaz telefonu açtım.

"Mesajı aldın mı?"

"Evet," dedim. "Sen doğu kanadını al, ben de güney kısmını. Kısa sürede buluruz."

Kısa bir sessizlik oldu, sonra ses tonumu ciddileştirdim.

"Cortez?"

"Efendim?"

"Dante’yi nereye göndermiş olabilir?"

Bir an düşündüm. Eduardo’nun adı bile midemi bulandırmaya yetiyordu.

"Nereye olacak? Eduardo gerçek bir sosyopat. Oyunbaz bir canavar," dedim. "Yerini asla tespit edemeyiz."

Christian’ın sesi öfkeyle titredi.

"Mia’yı bulalım."

"Tamam."

Telefon kapandığında bir an bile tereddüt etmeden düşünebildiğim tek kişi Dante oldu. Aramızdaki en çok acı çeken oydu. Hatta bizim yerimize bile acı çekerdi. Onu düşününce içimdeki öfke, çaresiz bir alev gibi büyüyordu. Eğer elimde olsaydı, bu oyunu çoktan bitirirdim. Ama bu asla mümkün olmuyordu.

Eskiden sıkça gittiğimiz bağ evine ulaştığımızda adamlarım hızla her yere dağıldı. Mia’nın nerede olabileceğine dair aklımda bir fikir vardı. O, bodrumdan ve karanlıktan her zaman korkardı. Babam, onu cezalandırmak istediğinde hep bodruma kapatırdı. O zamanlar Dante ve benim evde olmadığımız zamanları beklerdi ve Mia yapayalnız kalırdı.

Bağ evinin eski, kullanılmayan mahzenine doğru ilerledim. Kapı kilitliydi. Burada olduğundan neredeyse emindim. Adamlarımdan biri öne çıktı, kilidi incelemeye başladı.

"Bu özel bir şifreleme sistemi. Beş dakika içinde kırarım."

"Daha çabuk ol!"

Kapıya yaklaşıp bağırdım. "Mia!" Bir kez daha vurdum. "Mia!"

İnce, derinlerden gelen bir ses... bir iniltiye karıştı. Bu ses, içimdeki her korkuyu tetikledi. Yaralanmış olabileceğini düşündükçe delirmiş gibiydim.

"İki dakikan var," dedim, öfkem kontrolsüz bir volkan gibi patlıyordu. "O lanet kapıyı hemen açın!"

Adamlarım telaşla çalıştı. Kapı açılır açılmaz herkesi kenara itip içeri daldım. Karanlıkta birkaç adım attıktan sonra, bir ayağında zincirle Mia’yı köşede buldum. Yaralı değildi. Ama gözlerinde korku, yüzünde açlık ve yorgunluk vardı. Bu kadarı bile benim için yeterdi.

"Abi?" diye fısıldadı.

Yanına çöküp ceketimi çıkararak omuzlarına sardım. "Korkma, bebeğim," dedim. "Artık yanındayım."

Adamlarımdan biri zinciri açmak için harekete geçti. Kardeşimin zincirden kurtulmasını izlerken, içimdeki öfkenin Dante’yi bile aşacak kadar büyük olduğunu fark ettim. Zincir kırılır kırılmaz Mia’yı kollarıma aldım. O anda tek bir şey önemliydi: onu güvende tutmak. Kollarımda bayıldığında telaşım da öfkem de arttı.

Arabaya ilerlerken Christian’ı aradım.

"Onu buldum," dedim. "Hastaneyi hazırlamalarını söyle."

"Tamam. O nasıl?"

"Bilmiyorum," diye yanıtladım. "Biraz önce bayıldı."

"Ben de geliyorum," dedi. "Orada görüşürüz."

Telefonu kapattım ve gaza bastım. Yüzümdeki kararlılığı camdan yansıyan silüetimde gördüm. Babamızdan nefret ediyordum. Onun her nefesi, bize miras bıraktığı her şeyden. Ama bir şeyden emindim: bu hikâye burada bitmeyecekti.

Hastaneye vardığımızda bir ekip bizi karşıladı. Mia’yı hemen alıp dikkatlice incelemeye başladılar. Herkes olağanüstü bir titizlikle çalışıyordu; bir yandan muayene ediyor, diğer yandan gerekli olabilecek tüm testleri yapıyorlardı. Onu bırakmak zorunda kalmak içimi acıtsa da, bu onun iyiliği içindi.

Christian yanıma geldiğinde öfkem hâlâ dinmemişti. Sessizce yanımda durdu, hiçbir şey söylemedi. Sanki ne düşündüğümü anlıyormuş gibi bana bir anlığına baktı.

Kısa bir süre sonra doktor yanımıza geldi. "Her şey yolunda görünüyor," dedi. "Ama Mia’nın geceyi burada geçirmesi gerekiyor."

Derin bir nefes aldım. Biraz olsun rahatlamıştım. Doktor uzaklaştığında Ares ile göz göze geldik.

"Düzelecek," dedi kararlı bir şekilde.

"Ne zaman?" diye sordum. Sesimde hâlâ gergin bir titreme vardı.

Ares bir an başını eğdi, sonra tekrar bana baktı.

"Dante’ye mesaj attım. Ulaşmıyor."

"Dante her zaman kurtulmanın bir yolunu bulur," dedim.

Christian ile aynı anda buruk bir şekilde gülümsedik. Dante her zaman yılmaz bir savaşçıydı. Çocukken bile. Kaç kez bizi beladan kurtardığını hatırlamıyordum bile. Dante ve Christian aynı yaştayken ben onlardan iki yaş küçüktüm. Ama Dante her zaman liderdi.

Bir gün, yine bir keşmekeşin içinden sıyrıldığımızda Dante bana bakmış ve gülmüştü.

"Her zaman kurtulurum," demişti. "Sizi de kurtarırım. Korkma Cortez. Ben hep yanınızda olacağım."

"Ya bir gün kurtulamazsan abi?" diye sormuştum çocuksu bir korkuyla.
Beni kendine çekip sarılmıştı.

"Benim hep bir yedek planım vardır," demişti. "Benim kim olduğumu asla unutma."

Şimdi de bir yedek planı vardı, değil mi? Buna inanmak zorundaydım. Christian’ın bakışları bir anlığına uzaklara daldı.

"Buna inanmak zorundayım," dedi. "O benim kan kardeşim. Dostum. Eğer o bir yolunu bulamazsa, ben ona yol açarım."

Dudaklarımdan kaçan tek bir kelime ortamı bir anda buz gibi yaptı: "Yetişebilirsek."

Ares bana dönüp sert bir ifadeyle konuştu.

"Ona güven, Dragon (ejderha)."

"Bu güven meselesi değil," diye karşılık verdim. "Gerçek sorun onun kalbini güçsüz bırakması."

"Kalbi güçsüz değil," dedi Christian. "Lucia ortaya çıktığından beri değil."

"Umarım öyledir," dedim alçak bir sesle.

Christian aniden ensemi yakaladı ve beni hafifçe sarstı. "Kendine gel, Cortez Corvo," dedi. "Şu an ailenin lideri sensin. Güçlü olmak zorundasın. Bir ejderha gibi. Ben de burada olacağım ve seni destekleyeceğim."

Tam o sırada bir hemşire yanımıza geldi. "Bay Corvo," dedi. "Bayan Mia uyandı ve sizi görmek istiyor."

"Ben de girebilir miyim?" diye sordu Christian.

"Elbette, Bay Costelli," dedi hemşire.

"Hadi gel," dedim ve birlikte içeri girdik.

Mia’yı gördüğümde yüreğim bir an için hafifledi. Güzel kardeşim zayıf görünüyordu, ama hayattaydı. Ona sarıldım. "İyi misin?" diye sordum.

"İyiyim abi," dedi. Sonra alçak bir sesle ekledi: "Babam mı yaptı?"

"Başka kim buna cesaret edebilir?" diye yanıtladım.

Christian yaklaşıp Mia’nın saçını nazikçe okşadı. "İyi olacaksın," dedi yumuşak bir sesle. "Teşekkür ederim, Christian abi," dedi Mia.

Kapı tıklatıldı ve içeri Andre ile Eliana Sargazzo girdi. Eliana içeri girer girmez Mia’ya koştu ve ona sarıldı.

"Sana bir şey olduğunu sandım, Mimi," dedi gözleri dolarak.

"İyiyim, Elia," diye karşılık verdi Mia, sesinde hafif bir rahatlama vardı.

"Geçmiş olsun, Mia," dedi Andre.

"Teşekkür ederim, Andre abi," diye yanıtladı Mia.

Andre bizi kenara çekti. "Dante nerede?" diye sordu kısık bir sesle.

"Yerini bilmiyoruz," dedim.

"Tespit etmeye çalışalım," dedi kararlı bir şekilde.

Başımı salladım. "Babam onu bulamamamız için ne gerekiyorsa yapmıştır," dedim.
Andre, Eduardo’nun tehlikesini anlamış gibiydi. "Eduardo sandığımdan daha tehlikeli," diye yanıtladı.

"Yeni mi anladın?" diye karşılık verdi Christian soğuk bir şekilde.

Andre iç çekip bana döndü. "Eliana’yı ikna edemiyorum, Mia’nın yanında kalmak istiyor."

"Ben de burada olacağım," dedim. "İstersen kalsın. Endişelenme, ikisine de iyi bakarım."

Hepimiz kız kardeşlerimiz konusunda hassastık. Böyle bir dünyaya doğmuş erkekler olarak, bu kadar endişeli olmamız doğaldı. Ancak bu, ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini bir kez daha hatırlatıyordu.

Kapı son kez açıldığında içeri Santo ve Mirabelle girdi. Christian Costelli’nin kardeşleri. Santo’nun ciddi ve korumacı havası, Mirabelle’in nazik ve duygusal duruşuyla tezat oluşturuyordu. İkisi de Mia’ya sarıldılar. Mia, onları bir arada gördüğü için yüzünde beliren huzurlu bir gülümsemeyle, kendini bir an için güvende hissetmiş gibiydi.

Eliana kafasını çevirdi, bir anlığına bize baktı. Christian ile göz göze geldiklerinde Christian’ın suratındaki maskesi düştü. Güçlü, soğuk ve acımasız duruşu kayboldu. Gözlerindeki duygular öylesine çıplak bir şekilde ortaya çıkmıştı ki bir anlığına neler olduğunu anlamak istedim. Ancak bu an, Eliana’nın yeniden gözlerini kaçırmasıyla son buldu.

Andre, kardeşine baktı ve sessiz bir işaretle önüne dönmesini söyledi. Elia, itaatkâr bir şekilde döndü, ama alt dudağını ısırırken gözlerinde belli belirsiz bir isyan parlıyordu.

O an, hayatımızdaki bağların ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha anladım. Christian ve Elia arasında geçen bu sessizlik, yıllar boyu biriken ama asla dile getirilmeyen bir hikâyenin yansıması gibi görünüyordu.

Andre’ye döndüm. "İşlerin varsa git," dedim. "Eliana’ya da göz kulak olurum."

Andre bir an tereddüt etti ama sonunda başını salladı. "Sonra görüşürüz," dedi.

Kardeşinin yanına gitti, onu saçından öptü ve kulağına bir şeyler fısıldadı. Elia, bakışlarını yere dikti ve başını salladı. Onların arasında geçen bu sessiz anlaşma, kardeşlik bağlarının derinliğini gösteriyordu. Eliana, Santo, Mirabelle ve Mia’ya göre her zaman en sessiz olandı. Çok az konuşur, ama söyledikleri her zaman düşündüğünden fazlasını ifade ederdi.

Andre, Mia’nın yanağından bir öpücük kondurduktan sonra Christian’a başıyla selam verdi ve odadan çıktı. Gidişiyle hava bir nebze daha ağırlaştı.

"Demek Elia..." dedim, ama Christian beni hemen susturdu. "Sus."

Bu kadar keskin bir tepki beklemiyordum. Kaşlarımı çattım. "Bu gece kalmak ister misin?" diye sordum.

Christian, yanıt vermeden önce derin bir nefes aldı. "Kardeşlerimi eve bırakmam lazım," dedi. "Sonra da Dante’nin yerini bulmaları için arama başlatacağım. Şansa bırakmak istemiyorum."

"Bu işleri burada da halledebilirsin, Ares," dedim, ona kısmen meydan okuyarak.

Christian’ın bakışları üzerimde gezindi. "Abimle ne kadar yakın olduğunuzu biliyorum. Aranızdaki dostluk ender bulunan bir şey. Yine de anlatmak istersen dinlerim. Çoğunlukla sinirli bir adam olsam da iyi bir dinleyiciyimdir."

Güldüm. "Aşktan anlarım."

Christian’ın yüzünde beliren gülümseme hüzünle doluydu. "Bunu anlayamazsın, Cortez. Anlamanı da istemem."

Bu cümlenin altında yatan anlamı kavrayamadan ona baktım. Christian Costelli ve abim Dante, kolay çözülebilecek adamlardan değillerdi. Yanlarında bir rehberle en azından bir kılavuzla dolaşmanız gerekirdi.

Christian kardeşlerinin yanına ilerledi. Mirabelle hemen yerinden kalkıp onun beline sarıldı. Christian, Mirabelle’in alnına hafif bir öpücük kondururken bakışları kısa bir an Elia’ya kaydı. O anda içinde kopan fırtınayı neredeyse görebiliyordum, ama kendini hemen toparladı ve bakışlarını başka bir yöne çevirdi.

Onlar sohbet ederken, Christian’ı uzaktan izledim. Bazı hikâyeler karmaşayı beraberinde getirirdi. Özellikle de aşk hikâyeleri.

O sırada telefonuma gelen mesajla irkildim. Ekrandaki kelimeleri okurken ellerim istemsizce sıkıldı.

Eduardo: Abini bulmak ister miydin, Dragon?

Yanıt yazmakta tereddüt etmedim. O nerede?

Bir süre bekledim. Yeni bir mesaj daha gelmedi. Sakin kalmaya çalıştım ama sabrımın sınırında olduğumu hissediyordum. IT ekibimiz mesajın kaynağını bulmak için çoktan çalışmaya başlamıştı, ama görünürde hiçbir şey yoktu.

Yer yarılmıştı ve abim yeryüzünden bile silinmişti.

O gece odada sessiz bir savaş verdim. Elia kanepede, Mia ise yatakta derin bir uykudaydı. Ama benim gözlerim sürekli ekranlarda geziniyor, ihtimalleri tartıyordu.

İmkânsızın içinde bile bir imkân vardı. Olmalıydı. Ama babam söz konusu olduğunda, yanıt neydi?

Lucia

O gece rüyamdan sıçrayarak uyandım. Dante’yi görmüştüm. Ama bu bir kabus gibiydi. Ona doğru koşuyor, yetişmeye çalışıyordum. Her defasında biraz daha uzaklaşıyor, ben yaklaştıkça kayboluyordu. En son elimde siyah bir gül tutuyordum. Tam o anda uyandım.

Saat henüz beşti. Evde derin bir sessizlik hakimdi. Yeniden uyuyamayacağımı biliyordum. Kalktım, pijamalarımın üzerine bir mont geçirip akademideki odama döndüm. Spor kıyafetlerimi giydim ve kendimi dışarı attım.

Koşuya çıktığımda Ivy peşimdeydi, ama umursamadım. Hava henüz aydınlanmamıştı. Yolların sessizliği, içimdeki fırtınayı bastırmaya yetmiyordu. Evin önüne geldiğimde dinlenmek için içeri girdim.

Pedro tam karşımdaydı.

"Lucia, burada ne işin var? Hem de bu saatte."

"Uyuyamadım," dedim basitçe.

Gözlerimden bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. Yaklaştı ve yüzüme dikkatle baktı.

"Ağladın mı?"

Gözlerim saklayamayacağım kadar kötüydü.

"Kendime çay yapmıştım," dedi. "İçer misin?"

"Olur."

Sessizce karşılıklı oturduk. Pedro, yanında sessizce oturabileceğiniz biriydi. Onunla konuşmadan da anlaşabiliyordunuz. İnsanları en çok sustukları yerlerden tanırdınız. Ve ben artık bazı insanlar için çok anlaşılır hale gelmiştim.

Pedro, uzun bir sessizliğin ardından konuştu. "Lucas gitmiş."

Başımı salladım. Sessizliğin içinde o ismi duymak beni sarsmıştı.

"İsmi Dante’ymiş," dedi.

Pedro, söylediklerinin tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyordu. Peki ben biliyor muydum?

Elimi uzandı ve nazikçe tuttu. Elimi çekmedim. Onun şefkati, kırılmış ruhuma iyi geliyordu.

"Ona aşık olduğunun farkındayım," dedi. "Ama şu an yapman gereken içine kapanmak ve dersleri aksatmak değil, Lucia."

Haklıydı. Farkındaydım. Ama elimde değildi.

"Pazartesi derse gel," dedi kararlı bir sesle. "Sonra ek derslere de başlayalım. Kafan dağılır, en çok da gönlün."

"Pedro, biz…"

"Bana aşık olmayacağının farkındayım," dedi sözümü keserek. "Ama arkadaş kalabiliriz. İzin ver, elini tutup sana destek olayım."

Gözlerim dolmuştu. "Pedro, canım çok acıyor," dedim. "Şu an derse dönemem."

İç çekti. "Geçecek, Lucia," dedi. "Ben bu hayatta şunu anladım ki bazı hikayeler sadece yaşanmak için var. Anlamını, acılarının sebebini bulamasan da yaşanıyor. Geçiyor ve bazen bitmiyor. Bazen de can yakarak sürüyor. Ama ilk aşklar belki de yaşanmak için değildir."

Sözleri, içimde bir şeyleri harekete geçirmişti. Sessizce dinledim.

"İlk aşklar," diye devam etti Pedro, "belki de sevmeyi öğrenmek içindir. Bir daha kimseyi böyle sevmeyeceksin diye bir kuralı da yoktur. Ama ilk olduğu için her şey yoğun ve özeldir. Ve çoğunlukla bitmek zorundadır. Kalbin kırık olması da normal. Bu, iyileşme sürecinin bir parçası. Fiziksel bir kırık gibi… Acı hissedersin. Ama bu acı, iyileştiğinin göstergesidir."

Hüzünlü bir şekilde gülümsedim. Pedro, çayından bir yudum alırken beni dikkatle izliyordu.

"Aşk karşısında çaresiz olsak da aşılmayacak hiçbir sorun yok," dedi. "Bir tek kalbe söz geçmiyor. Çünkü kalbin anladığı dil ile mantığın konuştuğu dil birbirinden farklı. Aynı olsaydı bu kadar acı çekmezdik."

Elini usulca çekti ve bakışlarını yere indirdi.

"Sen bunu atlatacak kadar güçlüsün."

"Peki ya sen?" diye sordum.

"Deniyorum," dedi. "Bu dünyada asla olmayacak şeyleri fazlasıyla deneyimledim, kanarya. Olduramadığımız durumlar var. Bazen kabullenmek gerekiyor."

"Peki, aşk için savaşmak?"

"Karşındaki buna değerse ve o da seni seviyorsa, savaşmak gerekir."

Bir süre daha sessizce oturduk. Pedro’nun söyledikleri, ruhuma iyi gelmişti. Çayımı bitirdiğimde ayağa kalktım.

"Pazartesi seni okulda görecek miyim?" diye sordu.

"Sanırım, Pedro."

"O zaman görüşürüz, kanarya."

"Görüşürüz, Pedro."

Dışarı çıktığımda hava aydınlanmıştı. Soğuk sabah havası yanaklarımı yakıyordu ama bu his beni canlı tutuyordu. Odama dönüp duş aldım. Kendimi toparlamış hissediyordum. Belki de her yeni gün, içimdeki kaosa rağmen bir adım daha ileriye gitmek için bir fırsattı.

Kendimi danışmanların binasında buldum. Chris ve Chloe için kahvaltılık bir şeyler almak üzere sipariş verdim. Sıranın sonunda Esther’le göz göze geldim.

"Merhaba, Lucia," dedi soğuk ama nazik bir tonda.

"Merhaba efendim," diye yanıtladım.

"Nasılsın?"

"Teşekkür ederim, siz?"

"Teşekkürler."

Kahvaltıyı aldıktan sonra hızlıca oradan uzaklaşmak istedim. Esther’in varlığı hep bir huzursuzluk veriyordu.

Tam uzaklaşırken arkamdan seslendi.

"Pedro ile ileri seviye derslerin nasıl gidiyor?"

"İyi," diye yanıtladım kısaca.

Yüzündeki sırıtış tedirgin ediciydi. "O zaman size iyi çalışmalar diliyorum, Lucia."

Sesi bir tehdit gibi kulağımda yankılanırken saçlarını savurup bir masaya oturdu. Bu konuşmanın tuhaflığı ruhumu daraltmıştı, ama kendimi toparlayarak Chloe’nin dairesine çıktım.

Chloe ve Chris beni elimde yiyecek ve kahvelerle görünce hem şaşırdılar hem de sevindiler.

Kahvaltıdan sonra onlara derslere geri dönmek istediğimi söyledim. Bu haber, düzeleceğime olan inançlarını artırmıştı. Ama Chloe’nin tüm ısrarlarına rağmen doğum günümü kutlamadım. Bir vedanın ardından kaç yaşında olduğunuzun hiçbir önemi kalmazdı. Gidişler, her yaşta aynı keskinlikle can yakıyordu.

Sonraki altı ay boyunca kendimi derslere verdim. Pedro ile ek derslerimizi sürdürdük. O, gelişimimden oldukça memnundu. Bu süreçte hayatıma Adrian ve Chris gibi insanlar dahil oldu. Adrian’ın kalbi güzeldi, ama herkesi içine sığdıracak kadar büyük değildi. Yine de benim için özel bir yer açmıştı. Arkadaşlığı, son zamanlarda bana en çok iyi gelen şeydi.

Adrian’ın da hikayesinde bir kırık kalp vardı. Bir gün nasıl olsa konuşuruz diye düşündüğümden sormamıştım. Ama beni ve acılarımı, özellikle Dante’ye olan aşkımı anlıyordu. Onun varlığı, içimde güçlenen ve özgürleşen bir Lucia olmama yardım ediyordu.

Peki özlem? Aşk? Geçmiyordu.

Onu çok özlüyordum. İçimdeki yaranın adı Dante’ydi. Hala kanıyordu. Sevgililer Günü geldiğinde, Chloe dördümüz için özel bir yemek hazırlamak istedi. Yemek harikaydı. Ardından birlikte film izlemek için salona geçtik. Minderlere oturduk ve ekranın açıldığını gördüm: Unutulmaz Aşk.

Kalbime bir hançer saplanmış gibi hissettim. Dante ile izlediğim ilk filmdi. Kimseye belli etmeden izlemeye devam ettim. Ama Adrian’la ara ara göz göze geldiğimizde bakışlarında bir anlayış vardı.

Film bittikten sonra Adrian beni akademiye bırakmayı teklif etti. Onunla yürürken derin bir nefes aldım.

"Artık rol yapmak zorunda değilsin," dedi sakin bir şekilde. "Dante’yi hatırlattı, değil mi?"

"Evet," dedim sessizce. "Birlikte izlediğimiz ilk filmdi." İç çektim. "Adrian, onu çok özledim."

Elimi tuttu ve sıkıca kavradı. "Farkındayım, Lucia. Gerçekten üzgünüm. Elimde olsa onu senin için bulur getirirdim."

Adrian tam olarak böyle bir dosttu; sözleri içtendi ve yapacağından emindim.

"Peki sen?" diye sordum.

"Ben ne?"

"Kalbindeki kim?"

Bir an duraksadı. Yutkundu. Sanki bu soruyu yanıtlarken bir sır açığa çıkacakmış gibi.

"Adı Mia," dedi sonunda.

"Çok güzel bir isimmiş."

"Kendisi de öyle."

"Bir gün… belki anlatırsın," dedim gülümseyerek.

"Olur."

Akademiye ulaştığımızda asansöre bindik. Odama geldiğimde yanağından öpüp ona teşekkür ettim.

Kapıyı kapatıp içeri girdiğimde odamdaki yatağın üzerinde iki küçük siyah tüy buldum.

Kalbim sıkıştı. Yine neler oluyordu?

Dante (Lucas)

Her gün, her saat bir başka akıl oyununun parçasıydı. Bazen farkında bile olmadan. Zihnimi zorlayan, güvenimi yok eden, kıran her oyun, beni daha da derinlere çekiyordu. Onların söyledikleri, yaptıkları her şeyin bir anlamı vardı, ama her şeyin başka bir boyutu vardı. Bir adım ötesinde, her zaman bir tuzak vardı. Fakat ben o tuzakların içindeyken, bir çıkış yolu bulmayı başarabileceğimi düşündüm. İşte bu, zihnimi hayatta tutan son ipti.

İlk başta, vücudumun ne kadar dayanacağını düşünmedim. Çünkü dayanmak için akıl, ruhun elinden alındığında neredeyse imkansız hale geliyordu. Ancak bedenim, her acıya, her darbeye karşı şaşırtıcı bir direnç gösterdi. Fakat bu yalnızca dışsal bir güçtü. Ruhum her geçen gün daha da kırılıyordu. Sanki o anları yaşarken her adımımda yeni bir maskeye bürünüyor, her bakışımda daha fazla kayboluyordum.

İçimdeki tek umut, bu akıl oyunlarını onlardan daha iyi oynamaktı. İçeri giren her yeni kişi, yeni bir maskeydi, yeni bir oyun demekti. En tehlikeli olanlarıysa, bana en az zarar vermek isteyenlerdi. Sadece şüpheye düşmemi, kafamı karıştırmalarını istiyorlardı. Ama ben, onlardan bir adım önde olmaya çalıştım. Belki de benim en büyük başarım, tüm bunlar arasında zihnimin hala tam olarak kaybolmamasıydı.

Altı ay boyunca işkence gördüm. Ruhumun ve bedenimin her zerresi, akıl almaz oyunlarla sınandı. Duygusal bir uçurumun kenarında, fiziksel olarak harap haldeydim. Vücudum kesiklerle doluydu, ama karnımdaki bıçak yarası... Bu, beni sonunda gerçekten durdurabilecek bir yara gibi hissettiriyordu.

Kaçabildiğim tek anı düzgün ayarladım. Adamlarla teke tek dövüştüm. Bir anlık gaflet, bıçak yarasını karnımda derin bir iz olarak bıraktı. Ama buna takılmadım. Vücudumun her parçası acı içinde olsa da, gözlerimde tek bir hedef vardı: kaçmak. Karanlık bir mağara gibi, kimsenin ulaşamayacağını düşündüğüm bir sığınakta, yalnız kalana dek kaçtım. Her bir saniye, her bir nefes, bana daha fazla acı veriyor, ama aynı zamanda bir adım daha atma umudunu koruyordu.

İki gün boyunca, hareket etmeye bile takatim yoktu. O kadar yalnızdım ki, kendi bedenimin sesini bile duymuyordum. Fakat içimde bir şey, her şeye rağmen, devam etmem gerektiğini söylüyordu. Bir telefon bulabilmek için günlerce bekledim. O an geldiğinde, elime geçen tek umudu kullandım. Cortez, Andre ve Christian’a o şifreyi göndermeliydim. Üç kurucu ailenin arasındaki, geçmişten kalan bir bağ. Bir kod. Bir umut ışığı.

Telefonu sertçe tutarken, nefesim kesiliyordu. Bir an, her şeyin sona ereceğini düşündüm. Ama asla. Sadece bekledim, bir kez daha, son bir kez.

Sonra, sesler… İlk başta uzaktı, sanki karanlıkta kaybolan bir yankı gibi. Ama yaklaşıyorlardı. Her adım, her ses bir parça daha belirginleşiyordu. Ayak sesleri karanlıkta yankılandığında, içimdeki korku bir anda büyüdü. Kollarımın ve bacaklarımın, bedenimin tamamının bana ihanet ettiğini hissediyordum. Ne hareket etmeye takatim vardı ne de direnmeye. Kıpırdamadan, sadece duymaya ve hissetmeye çalıştım.

Gözlerim, karanlıkta ne olduğunu çözmeye çalışırken, dünya yavaşça bulanıklaşıyor, kayboluyordu. Zihnim, sanki içinde kaybolduğum bu sonsuz boşlukta beni terk etmiş gibiydi. Her şey ve hiç bir şey bir aradaydı. Ve o an, bir el, ensemde soğuk bir dokunuş gibi hissettiriyordu. Derin bir nefes almak istedim, ama bu dünyada nefes almak da bana yasaklanmış gibiydi.

O an her şey durdu. Zaman, ruhumun en derin köşesinde donduruldu. Bir anlık sessizlik, beni kapsayan bir soğuk gibi vücudumda dolaştı. Ama sonra, o ses… Adımı haykıran bir ses. "Dante!"

Gözlerimi zorla açtım. Işıksız bir dünyada kaybolmuş gibiydim. O ses… o tanıdık ses, uzaklardan geliyordu. Ama bir türlü kaynağına doğru yönelmedim. İçimde bir şey, o sesin bana doğru çekildiğini hissettiriyordu. Yavaşça göz kapaklarımı araladım, fakat dünya hala karanlıktı. Her şey daha da bulanıklaşıyor, bir gerçek vardı ama o gerçek artık bana ait değildi.

İçimde derin bir boşluk vardı. Sanki tüm bedenim, ruhum, kimliğim bir anlığına kaybolmuştu. O el, hala ensemdeydi. Ve ben… ben hala direnmek için bir parça gücü içimde bulabilirdim. Bunu biliyordum.

Bir kez daha ismim haykırıldığında, bu kez gözlerimi açmak zorunda kaldım. Göz kapaklarım ağır bir yük gibi aralandığında, ilk gördüğüm şey, karşımda duran iki yüzdü. Cortez ve Christian. Cortez’in gülümsemesi, her şeyin bittiğini hatırlattı bana.

Gözlerimi tekrar açtığımda tanıdık bir yerdeydim. Bu... benim odam mıydı? Yoksa zihnim bana bir oyun mu oynuyordu?

"Abi uyandı!"

Birinin sesi beni çağırıyordu. Sonra ince, zarif bir kol boynuma dolandı. Boynumda hissettiğim sıcaklık... gözyaşlarıydı.

"Cortez," dedim kısık bir sesle.

Tam karşımda durmuş bana bakıyordu. Yüzünde endişeyle karışık bir rahatlama vardı.

"Bu kadar tembellik yetmedi mi, abi?" diye sordu.

İstemsizce gülümsedim. Ama kafamda bir bulanıklık vardı, her şey flu gibiydi.

"Neler oldu?"

Sesim bile bana yabancı geliyordu. Cortez olan biteni anlatmaya başladı. Kod sayesinde beni bulduklarını, o zamana kadar her yeri aradıklarını söyledi. Üç aydır komadaydım. Doktorlar, vücudumun toparlanabilmesi için beni bu durumda tutmaya karar vermişlerdi.

O anlatırken Mia’nın o masmavi gözlerini üzerimde hissettim. Yüzü yorgundu, gözlerinin altı çöküktü, kenarları kırmızıydı. Zayıflamıştı; benim için endişelenirken kendi sağlığını unutmuştu belli ki.

Elimi uzattım ve yanağını okşadım.

"İyi olacağım," dedim fısıldayarak.

Başını salladı ama burnunu çekerek yeniden ağlamaya başladı. Cortez, ona sarıldı ve kulağına birkaç kelime fısıldadı.

"Ben sonra gelirim, abi," dedi Mia yavaşça.

"Tamam prenses," dedim güçsüz bir gülümsemeyle.

Cortez yanıma oturduğunda yüzünde ciddiyet vardı.

"Bu kez seni kaybettiğimizi sandım," dedi boğuk bir sesle.

"Her zaman kurtulurum," dedi. "Sizi de kurtarırım. Korkma Cortez. Ben hep yanınızda olacağım."

Eskiden söylediğim cümlenin aynısını söylerken, onun buruk gülümsemesini gördüm. "Sadece gafil avlandım," diye ekledim.

Cortez’in kaşları çatıldı. "Sen gafil avlanmazsın, abi. Sen gördüğüm en iyi avcısın. Zekisin. Bu kez ne oldu?"

Lucia. Onun etkisiydi. Adı bile zihnimde yankılanırken kalbim sıkışıyordu. O bana mutluluğun ne demek olduğunu öğretmişti. Onunla geçirdiğim o kısa ama parlak anılar, hayatımın en karanlık köşelerini bile aydınlatmaya yetmişti. Şimdi, Lucia’nın acı çektiğini bilmek, o ışığın söndüğünü hissetmek gibiydi.

Yutkundum. Ağzımdan çıkan her kelime bir mücadeleydi. "O nasıl?"

Cortez’in bakışları donuklaştı. Gözlerini benden kaçırması, duyacaklarımın hoşuma gitmeyeceğinin bir işaretiydi.

Yatakta doğrulmaya çalıştım ama aniden başıma keskin bir ağrı saplandı. Cortez hemen yanıma geldi.

"Ne yapıyorsun? Sakin ol," dedi.

"Söyle, Cortez. O iyi mi?"

Cortez, ağır bir nefes aldı ve yüzünde gördüğüm o acı dolu ifade kalbime hançer gibi saplandı.

"Marino, Lucia’nın yaralandığını söyledi."

İçimdeki panik, bedenimdeki acıyı unutturacak kadar büyüktü.

"Ne? Nasıl?"

"Babamın seni adadan çıkarma sebebi buydu sanırım. Esther, babamın planını uygulamış. Lucia’ya üç günlük bir hapis cezası verilmiş. Uygunsuz bir şekilde. Esther bir şekilde bu duruma kılıf uydurmuş."

Sözleri içimde bir fırtına kopardı. "Ne demek ‘uygunsuz bir şekilde’?"

Cortez’in sesi daha da alçaldı. "Daha fazlasını öğreneceğim. Tek bildiğim, Chris ve Adrian Amato ile adamları durumu kontrol altına alana kadar, Lucia fiziksel işkence görmüş. Onu kurtarmışlar ama başına aldığı darbe kötüymüş. Beyin sarsıntısı geçirdiğini öğrendim."

Bedenim istemsizce gerildi. "Tüm bunlar olurken bizimkiler ne yapıyormuş?"

"Onlar, Amatoların liderliğinde Lucia’yı kurtarmaya çalışıyormuş. Ama hapishanenin başında Esther’in babası Astor vardı. Onun korkunç askerlerini biliyorsun. Durum daha fazla dikkat çekmesin diye her şey sessizce halledilmiş."

"Esther ve Astor şimdi nerede?"

"Esther kaçmış. Astor ise ölmüş. Esther büyük ihtimalle babamın yanındadır, abi."

Derin bir nefes aldım. Her hücrem Lucia’ya gitmek için bağırıyordu. "Eşyalarımı toplasınlar. En kısa sürede akademiye gitmem gerekiyor."

"Bu mümkün değil," dedi Cortez sertçe. "Gerekirse seni tekrar uyuturum."

Cortez’in yakasına yapıştım. Elimden gelen tek şey buydu. Ama o, geri adım atmadı. Tam tersine, elimi yakaladı ve beni yeniden yatağa bastırdı.

"Ölüyordun, Dante. Beni anladın mı? İyileşmeden gitmeyi istersen dene ve neler olacağını gör."

Ayağa kalktı ve yüzüme sert bir bakış attı. "Zaten o yarayla bir adım bile atamazsın."

"Lucia’yı görmem lazım," dedim dişlerimin arasından.

"Tamam," dedi sonunda. "Sana söz veriyorum, iyileş. Seni kendi ellerimle ona götüreceğim. O zamana kadar her gün bilgi alacağım. Gerekirse görüntü, video... Ne gerekiyorsa kaydettiririm. Ama önce iyileşmen gerek."

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. "Bugün öğren," diye tekrarladım. "Onu görmem lazım. Bir şekilde."

Cortez, başını salladı ve odadan çıkarken bir kez daha bana döndü. "Christian ve diğerlerine haber vereceğim."

Başımı hafifçe salladım ama zihnim, Cortez’in söylediklerinin ötesindeydi. Lucia... O benim tatlı işkencemdi. Ve ona ne olduğunu öğrenmeden huzur bulmam mümkün değildi.

Lucia

3 ay önce

Tüyleri unutmuştum. Onlar artık zihnimin arkasında kalmış, önemsiz bir ayrıntıya dönüşmüştü. Geçen üç ay boyunca daha iyi ve daha mutlu olduğumu söyleyebilirdim. Ama aşk öyle bir şeydi ki geçmiyor, yaralar da bir türlü kapanmıyordu. Zaman bir şekilde akıyor, ancak acıyı alıp götürmüyordu.

O gece, Chloe’nin önerdiği bir kitabı okuyordum. Sayfalar arasında gezinirken bir cümleye rastladım: "Ay çok güzel." Japonların sevdiklerini söylemekte utandıklarında bu ifadeyi kullandıklarına dair bir rivayet vardı. İçim titredi. Pencereden dışarı baktığımda gördüğüm manzara nefesimi kesti. Gerçekten de ay çok güzeldi. Ama bu güzellik, kalbimdeki özlemi ve Dante’ye olan aşkımı daha da yakıcı hale getirdi.

Onu hala deli gibi seviyordum. Aşk bitmiyor, özlemim dinmiyordu.

Elimde olmadan gözlerimden yaşlar süzüldü. Yatağa uzandım, gözlerimi kapattım. Kalbimde derin bir yara vardı, bir türlü kapanmayan, sürekli kanayan bir yara. O gece acım öylesine büyümüştü ki boğulacak gibi hissettim. Daha ne kadar dayanabileceğimi düşündüm, ama cevabı bilmiyordum. Onu düşünerek uyuyakalmışım.

Rüyamda kendimi aynalarla dolu bir odada buldum. Loş bir ışık odayı aydınlatıyordu. Kapana kısılmış gibiydim. Her yöne baktığımda gördüğüm tek şey Dante’ydi. Yüzlerce, binlerce Dante. Hepsi bana ellerini uzatıyor, hüzünlü gözlerle bakıyordu.

Bir aynaya yaklaşıp elimi uzattım. Soğuk cam yüzeye dokununca ürperdim. Aynaların arasında bir çıkış aradım ama Dante’nin yansımalarından kaçmak mümkün değildi. Her yer onundu.

Sonunda yere çöktüm. O anda tiz bir çığlık kulağımı deldi. Bu ses nereden geliyordu? Etrafıma baktım ama kaynağı bulamadım. Çığlık bir haykırışa dönüştü, sonra daha da yükseldi. Anladım ki bu ses dışarıdan değil, içimden, kalbimden geliyordu.

Bir anda kucağıma siyah bir tüy düştü. Yerden aldığım tüy, ellerimde bir bıçağa dönüştü. Siyah kanaryamdı, bıçağımdı bu.

Hiç düşünmeden bıçağı kalbime götürdüm. Dante’nin yansımaları aynaların ardında panik içinde hareketlendi. Yumrukları cam yüzeylere çarparken, gözlerindeki acı yerini korkuya bırakmıştı.

"Elveda, Dante," diye fısıldadım.

Tam o anda bir ayna parçalandı. Cam kırıklarının ardında Dante yok oldu.

Ardından, odanın karanlığından siyah bir jaguar çıktı.

Simsiyah, parlak tüyleri loş ışıkta pürüzsüz bir şekilde parlıyordu. Yumuşak adımlarla, zarifçe yanıma yaklaştı. Sessizdi. Gerçekten sessiz. O kadar ki, avlarının jaguarın geldiğini duymaması boşuna değildi. Bu yaratık, güç, zarafet ve korkusuzluğun cisimleşmiş haliydi.

Jaguar önüme durduğunda korkmadım. O kadar güzeldi ki gözlerim kamaştı. Başını yavaşça elime vurduğunda bıçak elimden düştü. Sonra başını kaldırdı ve göz göze geldik.

Okyanus mavisi gözler...

Beni mahvetti.

Elimi uzattım. Tereddüt bile etmeden başını kucağıma koydu ve onu okşamama izin verdi. Güçlü ama yumuşacık gövdesi, yanımda hissettiğim o koruyucu varlık... İlk defa kendimi güvende hissettim.

Güven. Lucas. Yani Dante.

Jaguar aniden kucağımdan kalktı ve başını göğsüme dayadı. Kalbimde, canımı yakan bir ok vardı. Bu okun hareketlendiğini hissettim. Önce derinlere battığını sandım, ama yanılmıştım. Ok kalbimden yavaşça çıkıyordu. Şaşkınlıkla jaguarı izledim. Kalbim kanasa da ok artık yoktu.

Jaguar, pençesini göğsümdeki yırtığın üzerine koydu. Bir an, biri kalbime dikiş atıyormuş gibi hissettim. Kanama durdu.

Sonra, tekrar kucağıma yattı. Okyanus mavisi gözlerine bakarken her şeyi unuttum. Ve ilk defa, kalbimdeki yükün biraz hafiflediğini hissettim.

Uyandığımda saat altıyı geçmişti. Elim istemsizce kalbime gitti. Kalbim, göğüs kafesimi kırıp çıkacakmış gibi atıyordu. Tüm vücudum alev almış gibi yanarken derin bir nefes aldım, yataktan kalkıp soğuk bir duş aldım. Her zamankinden daha hızlı hazırlandım. Henüz erkendi, ama beklemek istemiyordum. Chloe’ye gitmeye karar verdim.

Danışmanlar binasına vardığımda yolumu restorana çevirdim. Kahve ve kruvasan alıp asansöre doğru ilerledim. Tam o sırada Pedro’yla karşılaştım.

"Günaydın, Lucia," dedi.

"Günaydın, Pedro. Nasılsın?" diye sordum, yüzüme yalandan bir gülümseme yerleştirerek.

"İyiyim. Ya sen?"

"Ben de iyiyim." Yalan. Bunun farkındaydı.

"Gözlerin öyle demiyor," dedi, beklemediğim bir kararlılıkla çenemi tutup başımı kaldırırken. Uzun zamandır bana böyle dokunmamıştı.

Saatin erken olduğunu söyleyip beni restorana götürdü. Sadece başımı salladım ve onun peşinden gittim. Kahvaltı sipariş ettik ve beklerken konuşmaya başladı. Günlük konular, bu yılki Av Oyunu, ek dersler... Kafamı dağıtmaya çalışıyordu. Ve işe yarar gibiydi. Ama kalbimdeki yara... Dün gece yeniden açılmış, kanamaya başlamıştı. İçimden gelen acı durmuyordu.

Yemek geldiğinde birkaç lokma aldım, ama boğazımdan geçmedi. Göğsümde tarifsiz bir sancı vardı. İlk kez o an aklımdan bir düşünceyi geçirmemeye çalışmadım: Dante iyi miydi? Yoksa yaralanmış mıydı?

Ne zaman gözlerimden yaşlar akmaya başlamıştı, fark etmedim. Ta ki Pedro elleriyle onları silene kadar. Sandalyesini yanıma çekip beni omzuna yatırdı, bir elini de sımsıkı omuzlarıma doladı.

"İstediğin kadar ağla," dedi yumuşak bir sesle. "Bazı günler en kötüsüdür. Acıdan boğulursun ve o acı hiç durmaz."

Beni en iyi tanıyan insanlardan biriydi. İlk kez geri çekilmeyi düşünemedim. Omzunda ağladım, sessizce, uzun süre. Saçlarımı okşayarak sakinleşmemi bekledi.

"Aşk da acı da geçmiyor, Pedro," dedim, gözlerimden süzülen son yaşlarla. "Ona deliler gibi aşığım. Onu görmezden gelmeye, duygularımı bastırmaya çalıştım. Ama yapamıyorum."

Yüzüme dokundu, bakışlarında tarif edemediğim bir acı vardı. “Bir ateşi körükleyerek söndüremezsin, Lucia. Kendine biraz zaman tanı,” dedi.

"Sen böyle mi yaptın?" diye sordum.

İlk kez onun acısını yüzünde gördüm. "Kalbin neredeyse o kişiye aitsindir, kanaryam," dedi kısık bir sesle. "Ben yapamadım. Ama sen dene."

Bir eli yanağımda kalmışken bakışları değişti. O an gözlerinde sadece hüzün değil, bir şey daha gördüm: aşk.

"Gözlerim bir tek seni arıyor, farkında değilsin. Sensiz yok oluyorum, üşüyorum, ama yanımda yoksun. Güzel kanaryam... Neden benim değilsin?"

"Yapma, Pedro," dedim. Ayağa kalktım. Ona da acı veremezdim. Ama beni takip etti. Merdivenlerin oraya geldiğimizde bir adım önümde durdu.

"Onu bu kadar mı seviyorsun?" diye sordu.

"Kendimden bile çok," dedim. "Kalbim sadece ona ait, Pedro. Üzgünüm."

Elimi tutup kendine çekti. Dudaklarını dudaklarıma yaklaştırırken yüzümü çevirdim. Ondan uzaklaşırken, arkamızdan gelen o sesi duyduk.

"Burada ne oluyor?"

Esther’di. Ve zamanlama berbattı.

Bir şey söyleyemeden, Pedro konuştu. "Sadece Lucia ile konuşuyordum," dedi.

"Hayır," diye kestirip attı Esther. "Öpüşüyordunuz."

"Öpüşmedik Esther." Pedro konuşmak istese de onu susturdu. Ne diyeceğimi bilemeden ona baktım. Her şey daha kötüye gidiyordu.

"Disiplinsizlik," diye tısladı. Bana yaklaşıp gözlerimin içine baktı. "Bu yaptığın büyük bir suç, Lucia. Bir eğitmeni öpmek, öyle mi? Cezan da buna uygun olacak."

"Hayır, ben—"

"Sözümü kesme," dedi Esther. "Konuşmana izin vermedim."

Pedro araya girdi, "Esther, saçmalıyorsun," diyerek kolundan tuttu. Ama o hızla kendini kurtardı.

"Bunun bedeli ağır olacak," dedi Esther ve öfkeyle yanımızdan ayrıldı. Pedro’nun bakışları bana döndü.

"Halledeceğim," dedi kararlılıkla. Ve onun peşinden gitti.

Ben ise Chloe’nin yanına gittim. Her şeyi anlattım. O da Chris’e.

Berbattı. Durum sandığımdan da kötüydü. Bir saat sonra, askerler beni almak için kapıya geldiklerinde ellerindeki kağıtta üç günlük hapis cezası yazılıydı. Chloe, durmadan ağlıyor; Chris ise onu güçlükle sakinleştirmeye çalışıyordu. Ne olduğunu bile anlayamadan, adımlarımı zorla sürükleyerek götürürlerken aklıma bulduğum o siyah tüyler geldi. Ne zaman birini bulsam, sanki hayatımda yeni bir cehennem kapısı açılıyordu.

Beni adanın en uzak köşesine, insana yalnızlığı iliklerine kadar hissettiren tenha bir noktaya götürdüler. Issızlık içindeki hapishane, cehennemin ağzı gibi görünüyordu. İçeri girdiğimde karşıma çıkan, yüzünde soğuk ve kibirli bir ifade olan adam, adının Astor olduğunu söyledi. Gözleri, sanki ruhumu parçalayacak kadar karanlıktı. Onun Esther’i andıran yüz hatları, kalbimde bir korku fırtınası kopardı.

İki gün… Hatırladığım tek şey işkencelerdi. Fiziksel ve duygusal. Tüm benliğimi tüketen, ne zaman biteceğini bilmediğim acılarla boğuşuyordum. "Cehennemlerinden biri senin elinden çıkacak," demişti Astor. Ve bunu yapmaya kararlıydı.

Saat başı tekrarlanan işkencelerin ritmini zamanla öğrendim, çünkü her anını kendi sesiyle hatırlatıyordu. Ama artık zaman bir şey ifade etmiyordu. Bedenimde açılan yaralar bir yana, ruhumda bıraktığı derin izlerin hiçbir zaman iyileşmeyeceğini biliyordum. Kabuk bağlamayacak yaralar…

Hayatın ince iplikleri bizi nereye ve kime bağlayacağını asla bilemezdik. Ama en karanlık kabuslarımda bile kendimi bu kadar çaresiz hissetmeyi hayal etmemiştim. Kaderim, nefesimi kesecek kadar sıkı bir yumak gibi etrafımı sarıyordu. İçimdeki tüm ışık, karanlığın ağır örtüsü altında kayboldu. Siyahın en derin tonu kalbime yerleşti.

Kimse beni kurtarmayacaktı. Bunu biliyordum. Zaman ilerledikçe umut, yerini yavaşça umutsuzluğa ve derin bir boşluğa bıraktı. Acı, ruhumu kemirirken üzerime çullanan olumsuz duygular arasında savruluyordum. Benden bir şey kalmayana dek, tükenene kadar…

İkinci günün akşamında, dışarıdan gelen sesler giderek yükselmeye başladı. Önce hafif, ardından giderek şiddetlenen patlamalar ve bağırışlar… Kaosun ortasında ne olduğunu anlamaya çalışıyordum, ama zihnim bulanıktı. Bir anda başıma inen şiddetli bir darbe her şeyi susturdu.

Gözlerimi açtığımda, upuzun çayırlık bir alanda uzanıyordum. Etrafımı papatyalar çevrelemişti. Güneş gökyüzünde parlıyor, rüzgar saçlarımı hafifçe okşuyordu. Buraya nasıl geldiğimi hatırlamıyordum. Ama bir şey, ruhumun derinliklerinde hâlâ mücadele ediyordu.

Birinin dizinde yatıyordum. Isı, huzur ve tanıdık bir koku etrafımı sardı. Gözlerimi araladığımda, bana sevgiyle bakan o güzel kahverengi gözleri gördüm. Annemin gözleri…

"Lucia’m," dedi yumuşak bir sesle.

"Anneciğim…" Nefesim kesilmişti. Ona doğru uzandım, sarıldım. Bir anda bedenim sarsılmaya başladı. Hıçkırıklar, tutamadığım gözyaşlarıyla birleşti.

"Biriciğim, ne olur ağlama," dedi şefkatle.

"Anne? Korkuyorum," dedim, sesim bir fısıltı gibi çıkmıştı.

"Korkma, ben buradayım."

"İyi ki buradasın," dedim ve kendimi daha sıkı ona yasladım.

"Lucia?" dedi bir an. Beni hafifçe geri itti, yüzüme baktı. O an gözlerinde, derin bir acıyla karşılaştım.

"Yaraların geçecek, biriciğim."

Olanları hatırladığımda, sanki bedenim yeniden o işkencelerin ağırlığını hissetti. Bir anda vücudumda, kafamda ve en çok da kalbimde bir sızı yükseldi. Annem, elini tam kalbimin üzerine koydu. En çok acıyan yerimi hep benden daha iyi bilirdi.

"Geçecek, Lucia’m," dedi ve ben şiddetle hıçkırmaya başladım.

"Ağla bebeğim," dedi yumuşakça. "Gözyaşları arkasından gelecek mutluluklar için yolu temizler. Ağla… Tüm kirli düşünceler, duygular, acılar aksın ve gitsin."

Beni kendine çekti ve başımı göğsüne yasladı. Onun kalp atışlarını duyarak ağlamaya devam ettim. Tüm şiddetiyle akan gözyaşlarım, zamanla sakinleşti.

"Anne, tüm bunlar… burası gerçek mi?" diye fısıldadım. "Artık ayrılmayacağız, değil mi?"

"Bebeğim, ben hep yanındayım," dedi ama yüzüne düşen gölgeyi görmüştüm. "Ama biz aynı dünyaya ait değiliz. Senin daha yaşayacak güzel zamanların var."

"Hayır!" dedim, sesi yükselen bir çığlık gibi. "İstemiyorum, anneciğim. Ne olur, beni de götür. Sensiz çok yalnızım."

"Hayır, biriciğim. Chloe ve Chris var," dedi yumuşak ama kararlı bir sesle.

Elini yeniden kalbime koydu. "O da burada, seninle."

"Dante mi?" dedim, gözlerim irileşerek.

Annem sadece gülümsedi. O an, kalbimden bir ateş yükseldi. Ani bir dürtüyle başımı kaldırdım ve ona baktım.

"Kalbi güzel insanların karşısına hep iyiler çıkar," dedi nazikçe. "Ne kadar yaralı olduğunu, acı çektiğini tam burada hissediyorum." Parmağı kalbimin üzerindeydi. "Aynı acıları ben de seninle hissediyorum. Ama bunlar bir sınav, Lucia’m. Sen bunları geçeceksin. Sandığından çok daha güçlüsün."

"Seni yok edemeyecekler. Bir daha asla acı çekmeyeceğini söyleyemem ama güzel günlerin olacak. Hayat önünde uzanıyor, Lucia. Benim kızım gerçek bir savaşçıdır. Ve şu an zamanı değil… Yaşamalısın."

Gözlerimden akan yaşlar yanaklarımı yakıyordu. İçimdeki hangi acı daha büyüktü? Hangi kaybım daha derindi?

"İyileşeceksin, Lucia’m," dedi annem. Elini kalbime bastırdı.

Aniden keskin bir acı tüm vücuduma yayıldı, elektrik akımı gibi. Şaşkınlıkla gözlerimi anneme diktim. "Anne?" dedim titrek bir sesle.

Bir kez daha kalbime bastırdı. Aynı keskin akım, bir dalga gibi tüm bedenimi sardı. Ama bu kez çevremiz değişmeye başlamıştı. Çayırlık alan kayboluyor, görüntüler birbirine karışıyordu.

Sıkıca ona sarıldım. "Beni bırakma…" diye fısıldadım.

"Lucia, hiçbir şeyden korkma. Özellikle seni böyle yıkabileceklerini sananlardan korkma. Sen onlardan güçlüsün. Bunu sen de anlayacaksın, bebeğim. Dinle beni!"

Etrafımızda güçlü bir rüzgâr yükseldi. Hava kararıyor, bir girdap bizi içine çekiyordu. Annemi zar zor duyuyordum.

"Ondan uzak dur!" diye bağırdı.

"Kimden?" dedim ama rüzgâr sesini alıp götürmüştü.

Bir kez daha kalbimde o elektrik akımını hissettim. Gözlerimi kapattım. Annemin sesi kaybolurken, başka sesler yükselmeye başladı.

Boğuk, yabancı sesler… Ama bir tanesi diğerlerinden ayrılıyordu.

"Onu kurtarın, doktor! Yoksa yapabileceklerimi kimse tahmin bile edemez!"

Chloe’nin sesi… Haykırıyordu. Ama tam olarak neler olduğunu anlayamıyordum.

Karanlık… Sonsuz bir karanlık etrafımı sardı. Gözlerimi açamıyordum. Üşüyordum. Ve ışıkları kim kapatmıştı?

Bu… Ölüm müydü?

"Aşk... En büyük kurtuluş ve en derin yara. Kalbimdeki boşluğu dolduran tek şey onun varlığıydı, ama aynı zamanda beni bu karanlık uçuruma sürükleyen de o oldu. Belki de aşk, yalnızca acının bir başka yüzüydü; ve ben her iki yüzünü de sonuna kadar hissediyordum." —Lucia

Bölüm : 22.12.2024 08:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...