73. Bölüm

70

kitsudaphne
kitsudaphne

YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.

 

LUCIA'NIN YARALANDIĞI ZAMAN DİLİMİ VE SONRASINA AİT OLAYLAR İÇİN OLUŞTURULMUŞ BÖLÜMDÜR.

BÖLÜM İÇİNDE HAFİF ŞİDDET VE DRAMATİK ÖGELER BULUNMAKTADIR. ŞİDDET SAHNESİ AYRINTILI DEĞİLDİR. KURGU GEREĞİ YAZILMIŞTIR. RAHATSIZ OLABİLECEK ARKADAŞLARIMIN OKUMAMASINI TAVSİYE EDERİM.

BİRDEN FAZLA KİŞİNİN BAKIŞ AÇISINA YER VERİLMİŞTİR.

 

Üç Ay Önce – Lucia

Tehlike, bir fırtınanın çığlığı gibidir; gürültülüdür ve çanlarını çalarak gelir. Her bir çan sesi yaklaşan felaketin habercisidir. Fırtınanın gölgesini görürüz, bazen de doğrudan içinde buluruz kendimizi, ama sonuçlarını asla tahmin edemeyiz. Esther’in suçlamalarıyla akademinin hapishanesine götürüldüğüm an, ıssızlığın o soğuk eli ruhuma dokundu. Kalbimde, tarif edilemez bir ağırlık hissi oluştu.

Bazen hiçbir uyarı çanı çalmaz; tehlikenin farkında olmasanız bile kendi cehenneminize koştuğunuzu bilirsiniz. Bu da o anlardan biriydi. Beni karşılayan adamın yüzünde bir çirkinlik vardı, ama bu yalnızca dış görünüşle sınırlı değildi. Gözlerindeki karanlık her şeyden daha ürkütücüydü. Ve o gözleri… öyle tanıdıktı ki!

"Hoş geldin, Lucia. İsmim Astor. Demek sorun çıkaran öğrenci sensin," dedi.

Askerler, kollarımı sıkıca tutarken içeriden bir ses yankılandı: "İki numaralı hücre hazır, efendim."

Ne için hazırdı?

Adamın yüzündeki alaycı gülümseme içimdeki korkuyu katladı. Gülüşü öylesine acımasız ve tehditkârdı ki ruhum ikinci bir deri gibi bu korkuyla kaplandı.

"Senin için hazırlandı, Lucia. Burada kendi cehenneminle tanışacaksın," dedi. Ardından ekledi: "Ayrıca… buraya iznim olmadan kimsenin gelebileceğini ve seni kurtarabileceğini sanma."

Sözleri, yankılanarak zihnime çivilendi. Beni neredeyse sürükleyerek soğuk ve rutubet kokan hücreye götürdüler. Zaman, o taş duvarlar arasında tamamen anlamını yitirmişti. İkinci saatin sonunda kapının sesi duyuldu. Gelen, Astor’du.

"Fiziksel şiddet zorlayıcıdır, ama zihinsel şiddetle birleştiğinde kişi bir daha asla aynı olmaz," dedi, kollarını sıvarken. Gözleri bir buz kütlesi gibi soğuk, sözleri ise bir hançer kadar keskindi.

"Buradan aynı kişi olarak çıkmayacaksın, Lucia."

Bunu söylemesine gerek yoktu. İnsan, kendi ecelini tanır.

Tek bir düşünce zihnimi ele geçirdi: Keşke Dante’yi bir kez daha görebilseydim.

Ne kadar aptalca bir arzu! O beni terk etmişti. Ama kalbim bir türlü susmuyordu. Umutsuzca çırpınan kalbim, tüm onurumu hiçe sayarak onu arzuluyordu.

Zaman kavramımı tamamen yitirmiştim. Saatler mi geçmişti, yoksa yalnızca dakikalar mı? Tanrı’ya sessiz dualar ettim ama burası cehennemse, o duaların duyulmayacağını biliyordum. Acılar zihnimi karanlık bir girdaba sürüklüyordu. Dayanmaya çalışıyordum; bir nefes, bir umut, bir çıkış yolu arıyordum. Ama biliyordum ki, buradan çıkamayacaktım.

İhtimaller yaşatır, derler. Ama benim artık hiçbir ihtimalim kalmamıştı.

Astor düzenli aralıklarla yanıma geliyordu. Her gelişi bir başka umutsuzluğun habercisi gibiydi. Son gelişinde, burada on sekiz saattir bulunduğumu söyledi. On sekiz saat. Neredeyse bir gün. Fakat bu gün, zamanın durduğu bir karanlıktan ibaretti.

Hücredeki o küçük camdan sızan ay ışığı duvarları silikçe aydınlatıyordu. Gölgeler bir hayal gibi üzerime çökerken gözlerim kapandı. Ancak gördüğüm şey ne huzurdu ne de kaçış. Karanlık vardı. Ve daha fazla acı.

Gözlerimi yeniden açtığımda içimde hiçbir şey kalmamıştı. Ne umut, ne direnç. Kendimi tamamen bıraktım. Teslim oldum. Artık her şey için çok geçti. Ve ben… iyi değildim. Dante’nin de olmadığı bir dünyada, devam etmek için hiçbir nedenim kalmamıştı.

İçimde yalnızca tek bir dilek yankılandı: Keşke sevdiklerime son bir kez sarılma şansım olsaydı.

O an, başıma inen sert darbenin etkisiyle karanlığa yuvarlandım. Fakat tuhaf bir şekilde bu kez korkmadım. Çünkü karanlıkta, ilk defa, beni çağıran beyaz bir ışık gördüm. O ışık, yavaşça, her şeyin sona erdiğini fısıldıyordu.

Her şey tükenirken bir ses adımı seslendi. Fısıltılar arasında, sesin ait olduğu kişiyi tanıdım. Pedro.

"Çabuk ol Chris, teni gittikçe soğuyor. Nabzı da çok yavaş…"

Bir damla yaş yanağıma düştü. Sıcak ve çaresizlikle doluydu.

"Dayan kanaryam, sakın öleyim deme. Sakın."

Pedro’nun sesi titrekti. Ama benim için artık ne karanlık vardı ne de aydınlık. Sesler, görüntüler, dünya... Hepsi, yavaş yavaş bir boşluğa karıştı.

Ve ben, o boşlukta kaybolurken, varlığımın sona erdiğini kabullenmiştim.

Üç Ay Önce - Pedro

Gece her zaman farklıdır. Gündüz, insanoğluna bir armağandır; sade, açık ve tek anlamlı. Ama gece… gece karmaşıktır. İki yüzü vardır. Zamanı gösteren, sessizce geçip giden geceyle, ruhunuzun derinliklerinde acılarınızı saklayan o gece. Herkes, kendi karanlığının ağırlığını bilir ve o ağırlık, bazen taşınamayacak kadar ezici olur.

Güneş doğmadan gece yaşanmak zorundadır, derler. Ama bu gece, tüm gecelerden ağırdı.

Esther’in peşinden odasına gittim. Adımlarım sert, öfkem ise kontrol edilemezdi.

"Ne yaptığını sanıyorsun?" dedim. Sesimdeki hiddet, duvarlarda yankılanıyordu.

"Doğru olanı," diye cevap verdi, yüzünde her zamanki alaycı gülümsemesiyle.

"Bunu uydurdun, Esther. Şu an sadece görevini değil, elindeki yetkiyi de suistimal ediyorsun."

"İspatlasana."

Onun ne kadar tehlikeli olduğunu biliyordum. Esther’i hafife almıştım ve bunun bedelini şimdi ödüyordum. Ama bu sefer, Lucia söz konusuydu. Ve Lucia’ya zarar vermesine izin veremezdim.

Esther’in konumu, zekâsı ve etkisi hafife alınacak şeyler değildi. Babası eski bir komutandı, kendi kurduğu bir orduyu hâlâ kontrol ediyordu. Onun etkisini kırmak kolay değildi. Ve ne yazık ki Astor’un haberi olmadan o bölgeye ulaşmak, neredeyse imkânsızdı. Ama imkânsızlık, benim için bir seçenek değildi.

Lucia’yı kaybedemezdim. Luna gibi… bir kez daha hayatımdan biri koparılamazdı. Böyle bir kayıp beni tamamen yok ederdi.

Kontrolümü kaybetmeden Esther’e yaklaştım, kolunu sertçe tuttum.

"Benim kim olduğumu unutuyorsun."

Bakışlarım ruhumun karanlığını yansıtıyordu; bunu onun yüzündeki panikten anlamıştım.

"Ben kimim, Esther?" diye tekrarladım, sesimde karanlık bir sertlik vardı.

Sessizdi, ama bu sessizliğin benim sabrımı sınayamayacağını biliyordu.

"Söyle!"

Cevap nihayet dudaklarından döküldü: "Fenrir."

Evet, Fenrir’dim. Kıyameti getiren kurt. O karanlık isim, geçmişimdeki eylemlerimle doğmuştu. Ve o isim, her zamankinden daha gerçekti.

"Bir kez daha benim için kıymetli olan birini elimden alamayacaksın," dedim. Sesim titremiyordu, çünkü kararlılığımın sınırlarını biliyordum. "Bu kez sana izin vermeyeceğim. Şimdi o telefonu aç, babanı ara ve Lucia’yı derhal buraya getirmelerini söyle."

"Hayır," diye fısıldadı, ama fısıltısında bile öfkesi hissediliyordu.

"Babam seni mahveder," dedi. "Emrinde bir ordu var."

"Tüm dosyalarımı okudun. Sence o adamların benim karşıma çıkma şansı var mı?"

Esther’in gözlerindeki öfke büyüyordu, ama korkusu daha büyüktü. Ve bunu görmezden gelmek imkânsızdı.

"Senden korkmuyorum, Pedro."

Elimi yavaşça çekip onun karşısına eğildim. "Emin misin, Esther?"

Gözlerini kaçırmadı. "Senden nefret ediyorum. Ama o kızdan daha çok."

Lucia’ya duyduğu nefretin farkındaydım. Kıskançlıktan da fazlasıydı. Gözü kör eden nefretti. Onu sertçe kolundan tutarak masasına çektim. Sandalyesine ittim ve telefonunu önüne koydum. Dizginlenemez öfkemle baş başa kalmıştı.

"Babanı ara ve bu işi düzelt. Yoksa yapacaklarımdan ben sorumlu olmayacağım."

Sesimdeki ton, bir tehditten çok, bir hükmün ilanı gibiydi. Ve o an, Fenrir’in kim olduğunu Esther bir kez daha hatırlıyordu.

Bakışlarımdaki kararlılığı fark etmişti; beni yıllardır tanıyordu. Her ifademi, her adımımı önceden tahmin edebileceğini sanacak kadar kendine güveniyordu. Ama bu sefer yanıldığını bilmiyordu. Esther, elini ağır hareketlerle telefona uzattığı sırada içeri bir grup silahlı asker girdi.

Gözüm, o an elindeki küçük panik butonuna takıldı. Butona basmıştı. Ve o butonun yanında, yüzündeki ifadeyi gördüm. Panik ve zaferin karışımı bir şeydi bu.

"Sadece git, Pedro," dedi soğuk bir tonda. Sesindeki tehdit açık, ama alttan alta bir yalvarış barındırıyordu. "Bu durumu unutalım. Ben de gitmene izin vereyim."

Bakışlarındaki karanlık o kadar derindi ki, bir an için içim ürperdi. Ama o karanlıkta başka bir şey daha vardı. Aşk. Bana gerçekten aşıktı. İtiraf etmeyeceği, belki kendine bile itiraf edemediği bir aşk.

"Artık unutmam, Esther," dedim. Sözlerim bir tokat gibi yüzüne çarptı. "Her şey bitti."

Bakışlarındaki öfkenin, yavaşça yerini intikam alevine bıraktığını gördüm. Bu, kontrol edemeyeceği bir yangındı.

"Onu buradan götürün," dedi, sesi artık alaycı bir sertlikle doluydu. "Kızın yanına… babamın yanına."

Askerler bana doğru ilerlediğinde hiçbir direniş göstermedim. Planım başka bir yerdeydi. Beni Lucia’ya götürmelerine izin verdim çünkü oraya vardığım anda Lucia’yı oradan kurtaracak ve o zavallı yeri başlarına yıkacaktım.

Akademinin arka tarafında, dışarı çıkarıldığımız anda beklenmedik bir şey oldu. Yanımdaki ve arkamdaki askerler, birer birer yere yığıldı. Şaşkınlıkla çevreme baktım ve karşımda Chris ile Adrian’ı gördüm.

"Neler oluyor?" diye sordum.

Chris bana kısa bir bakış attı ve sakin bir şekilde, "Gel, her şeyi açıklayacağım," dedi.

Bir araca bindik ve adanın daha önce hiç bilmediğim bir kısmına doğru ilerledik. Araçtan indiğimde, birkaç çadırın yan yana dizildiği, modern bir üsse benzeyen bir yere vardık. İçeride hummalı bir çalışma vardı. Teknolojik ekipmanlarla donatılmış masalarda, kamuflaj giysili adamlar çalışıyordu. Bazıları bir plan üzerinde tartışıyor, bazıları silah kontrolleri yapıyordu. Ortam, organize bir saldırının habercisiydi.

Chris, doğrudan yanıma geldi. "Lucia’yı bugün kurtaracağız."

"O zaman ne bekliyoruz?" dedim, sabırsızca.

Adrian ve Chris birbirlerine kısa bir bakış attılar. Bu, anlatılmamış bir şeyler olduğunu açıkça belli ediyordu.

"Bu saldırının gizli olması gerekiyor," dedi Chris.

"Zaten biz saldıracağız," dedim. "Nasıl gizli kalacak?"

O sırada Marino içeri girdi. Üzerimde dikkatlice dolaşan bakışları, ardından hafif bir eğilme ile selam verdi.

"Efendim, biz hazırız," dedi saygılı bir tonla.

"Tamam Marino," dedi Chris, başını sallayarak. "Birazdan son kez planın üzerinden geçeriz."

Marino, başıyla onayladıktan sonra dışarı çıktı. Ben ise daha fazla suskun kalamazdım.

"Artık her şeyi anlatacak mısınız?" dedim.

Bir Sır Ortaya Çıkıyor

Chris, derin bir nefes aldı. "Amatolar hakkında ne biliyorsun?" diye sordu.

"İtalya’da isimlerini duymuştum," dedim. "Güçlü bir aile olduklarını biliyorum."

Chris ve Adrian, aynı anda kollarını sıvadılar. Beyaz bir karga dövmesi, ikisinin de kolunun iç kısmında belirgin bir şekilde duruyordu.

"Siz?" dedim, şaşkınlıkla.

Chris başını eğdi. "Chris ve Adrian Amato," diye yanıtladı.

Şaşkınlığım büyürken, durumun ciddiyetini yavaş yavaş anlamaya başladım.

"Saldırının arkasında bizim olduğumuz anlaşılmamalı," diye devam etti Chris. "Bu durumu, Akademi’ye yapılan bir saldırı olarak göstereceğiz. Akademi koruyucuları gelene kadar Lucia’yı oradan çıkarmış olacağız. Sonra onları alıp buradan gideceğim."

"Nereye?" diye sordum, yutkunarak.

"Onları burada tutamam, Pedro," dedi Chris. "Ailemin yanına götüreceğim."

Bu sözleri duyduğumda kalbimde bir sızı hissettim. Ama belki de en doğrusu buydu. Amato ailesi, tehlikeli ama koruyucu bir kalkan sunuyordu. Lucia’nın hikayesinde bana bir yer olmadığını anlamıştım. Belki bu, onun mutlu olma şansıydı. Başka bir hayat, yeni bir başlangıç… Belki de Lucia için yapılacak en doğru şey buydu.

"Marino ve diğerleri?" dedim, sessizliği delen bir öfkeyle.

Adrian bakışlarını kaçırdı, sanki saklamak istediği bir sır yükünü taşıyordu. Chris ise doğrudan bana döndü. "Dante Corvo’ya bağlılar."

Duyduklarım beni allak bullak etmişti. Bir an duraksadım. "Diablo…" dedim, isminin bir tür korku nesnesi gibi fısıldandığını hatırlayarak. "Onunla ne ilgisi var?"

Chris, gözlerimin içine bakarak devam etti. "Hâlâ anlamadın mı, Pedro?"

Lucia’nın sözleri zihnime bir bıçak gibi saplandı. İsmi Dante’ymiş. Gerçek, tüm ağırlığıyla üzerime çöktü. "İnanmıyorum…" dedim, alçalan bir sesle.

Bakışlarımı her ikisine çevirdim. "Hepinizin burada ne işi var?"

Chris, bir şey söylemeden dururken Adrian, sert bir ifadeyle ileri çıktı. "İşte o kısmını sana anlatacak değiliz, Pedro. Kim olduğumuzu unutma ve haddini bil."

Sözleri, damarlarıma öfke ateşi pompaladı. Adrian’ın yakasından tutarak onu kendime çektim. "Benim de kim olduğumu unutmayın, Adrian," diye fısıldadım, karanlığın tüm ağırlığını sesime yükleyerek.

Chris araya girince Adrian’ı sertçe bıraktım. "Odaklanın," dedim, her kelimem bir emir gibi yankılanarak. "Bir an önce Lucia’yı o sefil yerden çıkarmam lazım."

Chris, sakin ama otoriter bir sesle ekledi. "Chloe nerede?"

"İyi değil," dedim, dişlerimi sıkarak. "Sinirleri yatışsın diye ilaç verdim. Şu an evde uyuyor."

Başımı hafifçe sallayarak derin bir nefes aldım. "Adrian, Marino ve diğerlerini çağır," dedim. "Planın üzerinden geçeceğiz ve saldıracağız. Bu iş bu gece bitecek."

Adrian, söylediklerime hiç tereddüt etmeden itaat etti. Sadık bir asker gibi herkesi topladı. Planı son kez gözden geçirdik ve gece yarısı olmadan harekete geçtik.

Ortama kaos hâkimdi. Karanlık, yaptığımız işi gizlemek için bir örtü gibiydi. Herkes görevine odaklanmış, karanlık gölgeler arasında sessizce ilerliyordu.

İçeri girdiğimde Astor, bir hücreden çıkıyordu. Beni gördüğü anda alaycı bir gülümsemeyle karşılık verdi. O gülüş, sinirlerime dokundu. Tek kelime etmeden ona saldırdım. Yumruğum havayı yarıp yüzüne indiğinde, o da karşılık verdi. Sert bir yumrukla beni sendeletti.

Dengesiz bir şekilde geriye çekildim, ama hemen toparlandım. Ayağa kalkmak üzereyken bir el omzuma dokundu. Chris’ti. "Onu bana bırak," dedi, gözleri karanlık bir kararlılıkla parlıyordu.

O bakışları gördüğümde, sorgulamak aklıma bile gelmedi. Sessizce geri çekildim ve hücreye girdim.

Lucia’yı gördüğümde kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Baygın bir halde, zeminde yatıyordu. Yüzü solgun, bedeni hareketsizdi. Ona doğru koştum, yere diz çökerek nabzını kontrol ettim.

Çok zayıftı. Yaşamdan kopmak üzere gibiydi.

"Lucia…" dedim, titreyen bir sesle. "Dayan. Lütfen dayan…"

Bir anlığına gözleri aralandı. O orman yeşili gözler, doğrudan bana baktı. Ama o bakışlarda bir şeyler eksikti. Görmüyor gibiydi, ya da görse bile beni tanımıyor gibiydi.

"Çabuk ol, Chris!" diye bağırdım, sesi titreyen bir çaresizlikle. "Teni gittikçe soğuyor. Nabzı da çok yavaş…"

O an, çaresizliğim tüm benliğimi sardı. Bir damla gözyaşı yanağımdan süzülüp onun solgun yüzüne düştü.

"Dayan, kanaryam," diye fısıldadım, kalbimin her atışında yankılanan bir dua gibi. "Sakın öleyim deme. Sakın…"

Gözleri yeniden kapandı. Ve o an, tüm dünyam karardı.

3 ay önce- Chris

Gece yarısına çok az kalmıştı. Bu karanlık, her şeyi sonsuza kadar değiştirecek anın habercisiydi. Yaklaşan fırtınayı hissetmek, üzerime çöken ağırlığı daha da artırıyordu. Az sonra her şey bitecekti, ya da belki yeni bir başlangıca dönüşecekti. Gözlerimin önünden sabahın kasvetli anıları geçti; zihnimde, kalbimi delip geçen o görüntüler yeniden canlandı. O anın içine çekildim.

Lucia, bu sabah askerler tarafından elimizden alındığında, içimdeki öfke bir yanardağ gibi patlamaya hazırdı. Onu kaybetmenin korkusu, damarlarımda dolaşan zehir gibi beni esir almıştı.

"Chris, ne yapacağız?" Chloe’nin sesi, titreyen bir mum ışığı kadar cılızdı. Yanımda hıçkırarak ağlıyordu, gözyaşları yüzünden aşağı süzülüyordu.

Yüzünü iki elimin arasına aldım, ona odaklanması için yönlendirdim. "Güzelim, beni dinle."

"Chris, o ellerinde," dedi, sesi kırılgan ve korkuyla doluydu. "Şimdi ne olacak?"

"Chloe!" dedim, sesime kararlılık yükleyerek. "Onu kurtarmak istiyorsan, beni dinle."

Sözlerim ona dokunmuş olmalıydı, çünkü hıçkırıkları bir anlığına kesildi. Gözlerinin içine bakarak konuştum. "Beni burada bekleyeceksin. Dışarı çıkmayacaksın ve ne dersem onu yapacaksın. Anlaşıldı mı?"

"Ben…" dedi, tereddüt ederek.

"Ben her şeyi halledeceğim," dedim, sesimdeki sertliği biraz yumuşatarak. "Bana güveniyor musun?"

"Evet," diye yanıtladı, ama sesi hala titriyordu.

"O zaman dediklerimi sorgulamadan yap," dedim ve onu nazikçe öptüm.

Kalbimde bir kasırga kopuyordu. İkiniz için her şeyi göze alırım. Alacağım. Derin bir nefes alarak ekledim, "Şimdi beni burada bekle. Tamam mı?"

Başını yavaşça salladı. Geri çekilmeye hazırlanıyordum ki kolumdan tuttu.

"Ya bu saldırıyı bizden birinin yaptığını anlarlarsa?" diye fısıldadı, korkuyla.

Anlamayacaklardı. "Bir planım var," dedim, ona güven vermeye çalışarak. "Bu iş bittiğinde herkes hak ettiği sonu bulmuş olacak."

Gözleri şaşkınlık ve korkuyla büyüdü. Sanki karşısındaki adamın gerçek kimliğini ilk kez görüyormuş gibiydi. "Sen kimsin, Chris?"

O an, derin bir nefes alarak tüm hislerimi bir cümleye sığdırdım. "Ben senin âşık olduğun adamım," dedim. "Sen de benim kalbim olan kadınsın. Bu gerçek asla değişmeyecek, Chloe. Benim için anlamın da değişmeyecek. Benden şüphe etme. Şimdi izin ver, Lucia’yı kurtarıp geleyim."

Beni kendine çekti ve gözlerimdeki karanlığı silmek ister gibi tutkulu bir şekilde öptü.

"Sen benim ilk aşkımsın, Chris," dedi, sesi fısıltı kadar nazikti. "Sana her zaman, her durumda güveniyorum. Şimdilik sana bir şey sormayacağım. Nasılsa bir gün her şeyi anlatırsın. Ama lütfen git ve kardeşimi kurtar. Onu bana getir."

"Getireceğim, bebeğim," dedim, yemin eder gibi.

Kapı çalındığında geri çekildim ve kapıyı açtım. Adrian karşımdaydı, elinde bir ilaç şişesi vardı. Bana uzattı, hiç tereddüt etmeden aldım.

"Bir tane iç ve sadece sabret," dedim Chloe’ye, ona ilacı uzatarak.

Bu sözler, onun yüzündeki endişeyi dindirmek için yeterli değildi. "Bu ne?" diye sordu, sesi titrek.

"Bitkisel içerikli bir ilaç," diye açıkladım. "Sinirlerini yatıştıracak."

"Chris?" dedi, gözlerinde beliren güvensizlikle.

"Lütfen, bebeğim," dedim, gözlerimde yalvarışla.

"Tamam," diye mırıldandı sonunda.

Adrian, Chloe’ye güven veren bir ses tonuyla, "Endişelenme, Chloe," dedi. "Lucia’yı sana getireceğiz."

Chloe, yaşlı gözlerle Adrian’a baktı ve başını salladı. Derin bir nefes alarak son bir kez ona baktım. Gözlerindeki korkuyu zihnime kazıyıp kapıyı ardından kapattım.

Adrian’la birlikte karanlığa doğru ilerlerken, arkamda bıraktığım kadının yüküyle daha da ağırlaştım. Ama bir gerçek her şeyin önündeydi: Lucia’yı kurtarmak için her şeyi yapacaktım.

"Az kaldı, Chris."

Adrian’ın sesi, zihnimde yankılanan karanlık düşüncelerin sisini dağıttı. O an sabahın yükünden ve zihnimin derinliklerinde yankılanan hatıralardan sıyrıldım. Ama içimdeki huzursuzluk geçmiyordu. Sabahın erken saatlerinden beri nefes almakta bile zorlanıyordum.

Astor…

Onun adını düşündüğümde bile nefret damarlarımda yankılanıyordu. Acımasız bir adamdı, Lucia’ya yapmış olabileceği şeyleri düşünmek bile beni delirtmeye yetiyordu. Nefesim kesiliyor, zihnim kararıyordu. Lucia, benim için sadece Chloe’nin kardeşi değildi. O benim de kardeşimdi. Onun saçının teline zarar gelmiş olma ihtimali bile tüm dünyayı yakıp yıkmam için yeterli bir sebep olurdu.

Tüm gün boyunca operasyona hazırlanmıştım. Akademiye yapılan sıradan bir saldırı gibi görünmesi için gizli kodlar yollamıştım. Kodlar, dikkatlice zamanlanmış ve titizlikle planlanmıştı. Babamın adamları işaret bekliyordu. Marino ve diğerleri de yanımızda olacaktı. Cortez, erken saatlerde beni arayıp desteğe ihtiyacım olup olmadığını sormuştu. Olmadığını söylesem de içimden yardıma ihtiyacımızın olmamasını dilemiştim.

Yalnız öğrendiğim bir şey daha omuzlarıma yeni bir yük bindirmişti. Dante… Kötü yaralanmıştı. Doktorlar onu koma durumunda tutmaya karar vermişti. Lucia’nın bunu öğrendiğinde nasıl tepki vereceğini tahmin bile edemiyordum. Ama şu anda asıl mesele Lucia’yı kurtarmaktı.

Beklediğim işaret önden giden timden geldiğinde, diğerlerine dönüp net bir emir verdim. "Şimdi!"

Her şey plana uygun bir şekilde başladı. Kurtarma operasyonu hızlı ve sessiz ilerledi.

İçeri girdiğimde onu gördüm. Astor. Kalbimdeki öfke, vücudumda yankılanan bir savaş narası gibiydi. Pedro’ya dönüp sadece bir cümle söyledim: "Onu bana bırak."

Pedro sessizce geri çekilirken, Astor’un üzerine doğru yürüdüm. İçimdeki karanlık, onu gölgeler gibi kuşatmıştı. "Değerlimi incittin."

O sadece güldü, alay dolu bir gülüşle. Bu, tüm ipleri koparmam için yeterliydi. Ona saldırdım, öfkemi yumruklarımın her darbesine yükledim. Algılarım, bu anın dışında her şeyi kapatmıştı. Bu, yalnızca benim ve Astor’un savaşıydı.

Her şey bittiğinde, intikam alındığında, Pedro’nun sesi beni karanlık andan çekip çıkardı. Onun sesini, karmaşanın içinden net bir şekilde duyabiliyordum.

"Çabuk ol, Chris! Teni gittikçe soğuyor. Nabzı da çok zayıf."

O anda Astor’un varlığı benim için tamamen silindi. Hemen hücreye koştum. Pedro’nun kucağında Lucia vardı, bilinçsizdi. Yanına diz çöküp nabzını kontrol ettim. Çok zayıftı. Yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgideydi. Telefonumu çıkarıp Adrian’ı aradım.

"Tıbbi yardıma ihtiyacı var," dedim, sesimdeki panik açıkça belli oluyordu.

Her ihtimali düşünerek planlama yapmıştık. Ama hayat planlarla ilerlemiyordu. Pedro’yla birlikte dışarı koşarken Adrian telefonu kapattı. Lucia’nın solgun yüzüne baktım, bu görüntü ruhumda derin bir yara açıyordu.

"Dayan, kanaryam. Sakın öleyim deme. Sakın."

Pedro’nun söylediği bu sözler, kalbimi dağıtmaya yetmişti. Ona bir şey olmayacaktı. Bunu asla, ama asla izin vermezdim. Değil mi? Ama… ya ona bir şey olursa?

Dışarı aceleyle çıktığımızda Adrian ve Marino yanımıza geldiler. Marino’nun gözlerinde gördüğüm endişe, durumu ne kadar kritik hale getirdiğimin bir göstergesiydi.

"Helikopter hazır," dedi Adrian. "Hemen diğer adadaki büyük hastaneye geçelim."

Adrian’a baktım. O burada kalmalıydı. Bakışlarımdan her şeyi kavradı. "Ben buradaki işleri halleder, Chloe’yi alıp arkanızdan gelirim," dedi.

"Tamam," diye onayladım.

Pedro ve ben, Lucia’yı dikkatlice helikoptere bindirdik. Adamlarımızdan tıbbi eğitim almış olanlardan ikisi de yanımızdaydı. Yola çıkmadan önce hastaneyi ve gerekirse ameliyat ekibini hazırlamıştım.

Lucia’nın solgun yüzüne bakarken içimde bir yemin yankılandı. Ona bir şey olmayacak. Buna izin vermem.

Zamanın nasıl geçtiğini bilmiyordum. Beklemek… gerçekten cehennemin kendisiydi. Özellikle de her saniyenin ağır bir yük gibi omuzlarınıza bindiği böylesi bir durumda. Hastanenin soğuk koridorlarında sessizlik boğucu bir örtü gibi üzerimize çökmüştü. Lucia’yı kurtarmıştık, ama gerçekten güvende miydi?

Hastaneye vardığımızda bizi bir ekip karşılamıştı. Lucia, testler ve tetkikler için hızla yanımızdan alınırken bir hemşire geride kalmıştı.

"Merhaba, ismim Amy Esperanza. Ekip liderlerinden biriyim."

"Chris Amato."

Amy’nin bakışlarında, durumu tam anlamıyla kavradığını gösteren bir dikkat ve saygı vardı. İçimdeki endişe ona yansıdı.

"Onu kurtarın, Amy."

"Endişelenmeyin. Elimizden gelen her şeyi yapacağız."

Bakışlarımı ellerime kaydırdım. Ufak tefek kesikler, yüzümde kurumuş kan izleri… fiziksel acıdan çok, ruhum yaralıydı.

"Görünüşe göre sizin de tıbbi yardıma ihtiyacınız var," dedi Amy sakin bir tonla. "Acil kısmına gidin. Bir hemşire sizi orada karşılayacak."

Pedro ile birlikte itaatkâr bir şekilde acil servise doğru ilerledik. Bir hemşire gelip yaralarımızı temizledi, pansuman yaptı. Ama aklımız, kalbimiz ve ruhumuz sadece Lucia’daydı.

Yaklaşık yarım saat sonra Amy tekrar yanımıza geldi. Yüzünde sakin, ama ciddi bir ifade vardı.

"Kafa travması geçirdiğini tespit ettik," dedi. "Yapılan testler sonucunda bir beyin kanaması olmaması sevindirici, ama ne yazık ki şu an bilinci kapalı. Vücudundaki diğer yaralar ise dikkatle takip edilmeli. Stabil bir şekilde izlenmesi için onu özel bir odaya alacağız ve uyutacağız. Bu, hem yaraların iyileşmesi hem de hasarları kontrol etmemiz için en iyi yol."

"Sizce…" Durakladım. Kelimeler boğazımda düğümlenmişti. "Sizce uyanması ne kadar sürecek?"

Amy’nin ses tonu yumuşadı. "Kesin bir şey söylemek zor, ama kötü bir haber değil. Bu sürede sizin de toparlanmaya çalışmanız önemli."

Pedro ile birbirimize baktık. Amy’nin söylediklerinin teselli edici olması gerekiyordu, ama değildi. Bu durum bile yeterince kötüydü.

Tam o anda telefonum çaldı. Arayan Adrian’dı. Hastaneye ulaştıklarını söylediğinde, onları acil serviste beklediğimizi belirttim. Kısa süre sonra yanımıza geldiler. Marino da onlarla birlikteydi. Durum hakkında onlara bilgi verdik.

Chloe’nin sürekli ağlaması içimi paramparça ediyordu. Onu teselli etmeye çalıştım, ama kelimeler yetersizdi. Amy, Chloe’nin elini tutarak sakinleştirmeye çalıştı.

"Odaya alınır alınmaz kısa bir süre de olsa onu görmenizi sağlayacağım," dedi Amy, nazik bir gülümsemeyle. "Lütfen ağlamayın."

Chloe başını salladı. "Evet… Onu görmem lazım."

Amy gülümsedi, ama hemen ardından telefonu çaldı. Bizden uzaklaşıp telefonla konuştu. Geri döndüğünde, yüzünde hafif bir rahatlama vardı.

"Odaya almışlar," dedi. "2. katta. İsterseniz gidelim. Doktorla konuşup izin almaya çalışacağım."

İkinci kata çıktık. Doktor, kısa bir süreliğine Lucia’yı görmemize izin verdi. İçeri girdiğimizde, Lucia’nın yüzü bembeyazdı. Yatağın içinde, morluklar ve yaralarla kaplı haliyle bile bir meleğin güzelliğini taşıyordu. Chloe, dokunmaya bile çekinerek elinin üstünü okşadı.

"Lütfen bize geri dön, biriciğim," diye fısıldadı. "Yalvarırım."

O anda iki şey aynı anda oldu. Lucia’nın gözleri bir anlığına aralandı ve ardından kalp monitöründen gelen tiz bir alarm sesi yankılandı.

"Neler oluyor?" Chloe, haykırarak sordu.

Amy hızla yatağın başındaki düğmeye bastı. "Acil durum" butonuydu.

"Amy?" Sesim endişeden çatlamıştı.

Amy bana baktı, gözleri kararlılıkla doluydu. "Dışarı çıkmanız gerekiyor. Lütfen."

Sözleri bıçak gibi keskin ve emirdi. Chloe’nin ellerini tutarak dışarı çekmek zorunda kaldım. Koridorun diğer ucunda yankılanan sesler, umudun kırılma noktasında olduğumuzu fısıldıyordu.

Chloe’yi dışarı sürüklemem gerekti. Marino kapıdan çıkar çıkmaz telefonunu çıkarıp birini aramaya başladı. Pedro ise duvara yaslanmış, dünyası dağılmış gibiydi. Odaya doluşan ekip, Lucia’nın hayatını kurtarmak için harekete geçmişti. İğneler, şok cihazı, yankılanan hızlı adım sesleri... Tüm bunlar bir karmaşanın içinde, sonsuz bir bekleyiş gibi sürüyordu.

Adrian kapının hemen yanında durmuştu, iki eliyle başını kavramış, çenesini sıkarak çaresizce olanları izliyordu. Kendi kendine fısıldadı:

"Hadi Lucia…"

Gözlerindeki yaşların fark edilmemesini umuyordu ama ben görmüştüm. Bir anlığına Chloe’yi bıraktım. Ne olduğunu kendi gözlerimle görmeliydim.

Birden Chloe'nin yanımdan hızla geçtiğini fark ettim ve sonra bağırışı odayı doldurdu:

"Onu kurtarın, doktor! Yoksa yapabileceklerimi kimse tahmin bile edemez!"

Odada tekrar bir şok cihazı sesi duyuldu. Bir ritim yakalanmıştı. Hemşirelerin ve doktorların dikkatle izlediği monitördeki çizgiler sabit bir düzen yakaladığında hepimiz aynı anda nefesimizi verdik.

Chloe’yi kendime çekip göğsüme yasladım. Hıçkırarak ağladı. Ama bu ağlayış bir rahatlama değil, korkunun ağırlığından kaynaklanan bir sığınmaydı. Zaman ikiye bölünmüştü; Lucia’nın iyileştiği zamana ulaşamazsak, hepimiz mahvolacaktık.

Doktor yanımıza geldiğinde yüzündeki ifadeden iyi bir haber almayacağımızı anladım.

"Lucia’yı ameliyata almamız gerekiyor," dedi, yorgun bir sesle. "Tespit edemediğimiz kadar küçük bir kanama odağı ya da odakları olabilir. Bu tür durumlar ancak müdahale sırasında fark edilebilir."

"Ne gerekiyorsa yapın," dedim tereddütsüz.

Doktor bir an duraksadı. "Ameliyat uzun sürebilir. İsterseniz başka bir yerde bekleyebilirsiniz."

"Burada olacağız."

Başını salladı ve ilerledi. Sekiz saat boyunca süren bir çaresizlik nöbeti başladı. Ameliyathane kapısında beklerken zaman, bir tür işkenceye dönüşmüştü. Chloe bir ara yorgunluktan uyuyakaldı. Sabaha karşı Adrian gidip bize yiyecek ve içecek bir şeyler aldı. Kimse yemeğe dokunmadı, ama hepimiz bir miktar su içerek susuzluğumuzu giderdik.

Dayanma sınırımı zorladığım bir anda ameliyathanenin kapısı açıldı. Doktor ve Amy içeriden çıktılar. Doktor direkt yanıma geldi.

"Ameliyat başarılı geçti," dedi, gözlerinde bir nebze rahatlamayla. "Küçük bir kanama odağı bulduk. Şanslıydık, aksi takdirde bu durum Lucia’nın hayatta kalma şansını azaltabilirdi. Şimdi onu yoğun bakıma alacağız. İlk 48 saat kritik. Eğer bu süreci atlatırsa iyileşme ihtimali artacak. Ama şimdilik konuşmak için erken."

Söyledikleri yetmiyordu. Hayattaydı, evet, ama bu sadece başlangıçtı.

Doktor devam etti: "Hiçbiriniz iyi görünmüyorsunuz. Dinlenin, bir şeyler yiyin. Amy burada ve sizi bilgilendirecek."

"Elbette," dedim. "Teşekkür ederiz."

"Daha güzel haberlerle görüşeceğimizi umuyorum. Biraz sabır."

Doktor ve Amy yanımızdan ayrılırken Adrian’a döndüm.

"Okulu bilgilendirir misin?"

Adrian başını sallayarak koridora yöneldi. Marino’ya döndüğümde tereddüt etmeden konuştum: "Sen de okula dön istersen."

"Bugün dönerim. Ama burada kalmamı isterseniz, kalırım."

"Teşekkür ederim, Marino. Gidebilirsin."

Saygıyla başını eğdi. "Gerekirse ararsınız. Umarım her şey yoluna girer."

"Umarım," diye mırıldandım. Marino uzaklaşırken Chloe’nin bir an başı döndü. Onu hemen bir yere oturttum. Pedro’ya döndüm.

"Ben kalıyorum," dedi kesin bir ifadeyle.

Başımı salladım. Zaten gitmeyeceğini biliyordum.

Adrian döndüğünde yanında yeni haberlerle gelmişti. "Saldırıyı öğrenmişler. Ama saldırganlar tespit edilememiş. Esther ise okuldan kaçmış. Hakkında soruşturma başlatılmış: görevi kötüye kullanma, okul sınırlarını koruyamama, bir öğrenciyi hayati tehlikeye sokma…"

Başımı salladım. Esther’in kaçışı kötüydü, ama o ya da biz, er geç ortaya çıkardık.

Tam o anda Lucia’yı ameliyathaneden çıkardılar. Yoğun bakıma ilerlerken kısa bir an, onu görmek için çabaladım. Başındaki yara izi, solunum cihazına bağlı cansız gibi görünen o hali… Chloe’nin yeniden hıçkırıklara boğulmasına sebep oldu. Bu kez dayanamadım. Gözyaşlarım sessizce akmaya başladı.

Pedro, acıdan yere çöktü. Adrian ise ağlamamak için dişlerini sıkıyordu.

O an anladım ki… Eğer Lucia’ya bir şey olursa, biz de dağılırdık.

"Dayan güzel kardeşim," diye fısıldadım içimden. "Sakın bizi bırakma."

 

 

Bölüm : 18.10.2024 22:46 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...