YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.
"Bazı sırlar, onları saklayanları da yutacak kadar güçlüdür." — Anonim
(Lucas)
Balo gecesinden beri her şey değişmişti. Aramızdaki tüm bağlar, tüm dinamikler altüst olmuş, kendimi kontrolsüz bir girdabın içine çekilmiş gibi hissediyordum. Lucia... Benim kasırgam. Onunla dağılıyor, ama onsuz yolumu bulamayacağımı biliyordum. O hem kurtuluşum hem de mahvoluşumdu.
Ama Eduardo... Sessizliği karanlık bir tehdit gibi üzerime çöküyordu. Onun bu tavrı, içimdeki gerginliği daha da artırıyordu. Eduardo, oynayacağı oyunun her adımını hesap eden biriydi. Planlarını hazırlarken sessizleşir, kendini gölgelerin ardına saklar ve hamlesini yapmadan önce her detayı kusursuzca inşa ederdi. Bu onun tarzıydı; tehlikeli ve öngörülemez.
Şimdilik beklemekten başka çarem yoktu. O beni bir piyon gibi görse de zamanı geldiğinde, onun karanlık tahtını devirecek hamlemi yapacaktım. Çünkü Eduardo’nun her zaman unuttuğu bir şey vardı: Savaşta zafer yalnızca saldırıyla değil, stratejiyle kazanılır.
Yıllardır yanı başımdan ayırmadığım bir kitap vardı: Savaş Sanatı. Sun Tzu’nun yazdığı o eski metin, bana hayatta kalmanın inceliklerini öğretmişti. Düşmanı yanılt, planlarını karanlık bir gece gibi yap ve saldırdığında yıldırım gibi vur. Bu öğreti, beni Eduardo’nun karşısında güçlü tutan tek dayanağımdı. O, beni zayıf ve çaresiz sanırken, asıl zaferimin kaynağını asla göremeyecekti.
Lucia’yı ilk kez gördüğümde – fotoğrafında bile – onun hayatımda nasıl bir yer edineceğini anlamıştım. Ama Eduardo’ya karşı bu hissimi açık etmek, en büyük kozumu ele vermek olurdu. Oyunumu dikkatlice oynuyordum. Eduardo’nun beni zorladığı, cehennemin her katmanına sürüklediği o karanlık dünyada tek bir amacım vardı: Hem değer verdiğim insanları kurtarmak hem de Eduardo’yu yenmek. Her ne pahasına olursa olsun.
Eduardo’yu bir örümcek gibi kendi ağına hapsedemezdim. Ama ağı yok edebilir, onu içindeki karanlığıyla birlikte devirebilirdim.
O gün geldiğinde, hak ettiği sonu bulacaktı.
Uyku yine bana düşman olmuştu. Zaten huzursuz zihnim fazla uyuyamama engel olurdu. Saat beşi vurduğunda uyandım. Banyo lavabosunun buz gibi soğuk suyunda yüzümü yıkadım, ardından egzersizlerime başladım. Düşünmek yorucuydu. Her anı planlamak, her olasılığı hesaba katmak, hayatını bir başkasının cehenneminde yaşamaya zorlanmak... Yıllar boyu bu yükle yaşamak, bedenimden çok ruhumu yoruyordu.
Dante’nin cehennemi...
İronik bir bağlantı vardı. Annem, ismimi Lucas koymak istemişti. Lucas, ışık getiren anlamına geliyordu. Ama babam... O, böyle bir aydınlığı asla kabul etmezdi. Annemden kalan tek mektubu bulup okuduğumda, bu ismi zihnime kazımıştım. Babama neden beni bu isimle çağırmak istemediğini sorduğumda, tek bir yanıt almıştım:
"Çünkü senin için hayatını bir cehenneme çevireceğim."
İşte babam böyle biriydi. Sevgi bilmeyen, kalbinde merhamet ya da vicdana yer olmayan, vahşi ve acımasız bir adam. Annemden intikamını benden alacak kadar kör bir öfkeye sahipti. Oysa annemin istediği tek şey, ondan uzaklaşmaktı.
Ama Lucas... Bu isim, benim için artık bir anlamdan fazlasıydı. Eduardo’yu yenmek ve Lucia’yı korumak için karanlığın içinden kendi ışığımı bulmam gerekiyordu.
Tüm bu cehennemi yaşarken… kendi adıma bir gün bile üzülmedim. Ama kardeşlerim... Onlar, bu karanlık dünyada değer verdiğim birkaç kişiden biriydi. Babam onları da sevmemişti. Sevgi, bir kalbin işiydi. Kalbi olmayan bir canavar, kimi sevebilirdi ki?
Babam, beni nereden inciteceğini her zaman bilirdi. Beni kırmak için onların hayatlarını kullanır, cehennemlerine yeni katmanlar eklerdi. Öyle anlar yarattı ki onları kurtaramayabileceğimi düşündüm. Ama elimden geleni yaptım. Kalplerini korudum. Babamın gerçek derdi bendim. Anneme benzeyen, doğar doğmaz nefretini kazanan güçlü varis.
Şimdi, geçmişin gölgeleri yeniden üzerime çökerken...
Elimdeki ağırlığı bıraktım, başımı ellerimin arasına aldım. Nefes almak bile zordu. Lucia olmasa, bunu başarabilir miydim? Sanmıyorum. O, kalbimdi. Hayatımın tek anlamı. Ve onu korumalıydım. Her şeyden. Özellikle de kalbini.
Çünkü kalpteki karanlık, bir gecede ortaya çıkmazdı. Travmalar, acılar, gerçekler... Yavaşça yaralıyor, insanı kaderin acımasız kollarına atıyordu. Ben de böyle biri değildim. Kalbimdeki karanlık beni yutmadan önce...
Ama şimdi, babamın karanlığından daha büyüğüne sahiptim. Zekasından fazlasına. Güç. O da zamanla benim olacaktı. Şu an eşit değildik, bu yüzden bekliyordum. Stratejilerimi oluşturuyor, zafer anına hazırlanıyordum. Bağlantılar, para, mevki ve sırlar... Yanımda yer alacak olan ailelerle birlikte bu savaşı kazanacaktım. Sevdiklerimi kurtaracaktım. Ve o zaman gerçekler ortaya çıkacaktı.
Duşa girdim, hazırlandım. Bir bardak kahve içtim. Saat altı buçuktu. İtalya’da öğlen vakti çoktan geçmişti. Prensesimi aramanın tam zamanıydı.
Telefonu elime aldım, yüzümdeki gülümsemeye engel olamadan Mia’yı aradım.
"Abi!" Her zamanki cıvıl cıvıl sesiyle açtı telefonu.
"Merhaba Mimi, nasılsın?"
Çocukluğundan beri ona böyle hitap ederdim.
"Seni özledim." Sesindeki üzüntü, kalbime bir bıçak gibi saplandı. Uzun süredir ondan uzaktaydım.
"Üzgünüm, prenses. İşlerim olduğunu biliyorsun."
"Ne zaman geleceksin, abi?"
"Hemen değil, Mimi. Burası biraz karışık."
"Cortez abim biraz bahsetti. Ayrıca aşık olduğunu biliyorum." Tatlı bir kahkaha attı, sesi kulaklarımı doldurdu. "Adı Lucia, değil mi?"
"Evet."
"Onu merak ediyorum. Eminim çok güzeldir, zeki ve büyüleyici."
"Öyle, prenses."
Yutkundum. Lucia’dan bahsetmek bile kalbimi farklı bir şekilde attırıyordu.
"Onu İtalya’ya getirecek misin?"
"Niyetim bu, Mimi. Ama durum sandığından daha karışık. Şu an ne Cortez ne de sen bilseniz iyi olur. Elimden geleni yapıyorum ama... "
Şu an içinde olduğum cehennem aklımı meşgul ederken, cümlemi tamamlayamadım.
"Ondan nefret ediyorum." Babamızdan. Mia’nın sözleri sert ama haklıydı. Acı bir gülümseme yayıldı yüzüme.
"İyi ki sen ve Cortez abim varsınız."
Mia’nın üzüntüsü beni altüst ediyordu. Bir gün onun mutluluğunu garantileyebilmek en büyük dileğimdi.
"Okul nasıl gidiyor?" derken, konuyu değiştirmek istedim.
"İyi. Biliyor musun? Santo aşık oldu."
"Kime?"
"Sence?"
"Estella."
"Doğru bildin."
"Ona hislerini söyledi mi?"
"Bu yakın zamanda olmayacak gibi görünüyor."
Güldüm ama içimdeki tedirginlik geçmedi.
"Sen?"
"Anlamadım, abi?"
"Sen birinden hoşlanıyor musun ya da senden hoşlanan var mı?"
"Yok."
"Bana yalan söyleyemezsin, prensesim."
"Biri vardı... Başka bir sınıftan. Ama Cortez abim her zamanki gibi onu korkuttu."
"İyi yapmış."
Şimdi gülümsemem daha rahattı.
"Abi, kapatmam gerekiyor."
"Tamam, prenses. Kendine iyi bak."
"Sen de. Ve lütfen beni ara."
"Olur, Mimi. Seni seviyorum."
"Ben de seni seviyorum, abi. Umarım her şey yoluna girer."
Mia’nın son sözleri bir dua gibiydi.
"Umarım," dedim sessizce. "Görüşürüz, bebeğim."
"Görüşürüz, abi."
Telefonu kapattım ve ekrana düşen tarihe gözüm takıldı. 22 Kasım. Yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi. Tatlı işkencemle benim doğum günümüzdü. Lucia henüz bilmiyordu, ama aynı gün doğmuştuk. Ve bu yıl, o yanımdayken doğum günümü kutlayacağım ilk yıldı.
Doğum günlerinden nefret ederdim. Babamın, doğduğum günü bir lanet olarak gördüğünü açıkça ifade ettiği bir evde, hangi çocuk doğum gününü sevebilirdi ki?
Mimi ve Cortez’in kutlamalar için yaptıkları ısrarlar, yalnızca bir kez sonuç vermişti. O gün, Mia’yı mutlu etmek için onlara ve kendime izin vermiştim. Ama yaşanan talihsiz bir olay, bu günü daha da karanlık hale getirmişti. O zamandan sonra, doğum günlerim benim için sadece bir tarihten ibaretti.
Fakat Lucia... Onunla her şey değişmişti. O benim kayıp cennetimdi. Uykusuz gecelerimde bulduğum huzur. Artık bu tarih, özel bir anlam kazanmıştı. Kendi doğum günüm umurumda olmasa da, onunki… Onunki her şeydi.
Lucia, benim şansımdı. Sonsuzlukta tek bir anlam, bir fısıltı kadar narin ama bir yıldız kadar parlak.
Düşüncelerimden sıyrılarak, gülümseyerek kahve kupasını tezgâha bıraktım. Eşyalarımı aldım ve evden çıktım. Çoktan uyanmış olmalıydı. Ve her sabah olduğu gibi, tatlı işkencemi özlemiştim.
(Lucia)
Uyandığımda telefonumu elime aldım. Saat yediye yaklaşıyordu, ancak Lucas’tan bir mesaj gelmemişti. Son günlerde, özellikle balodan sonra, aramızdaki dinamikler değişmişti. Sevgisi daha belirgin, ilgisi daha yoğun hale gelmişti. Ve bu... beni hem büyülüyor hem de korkutuyordu. Lucas, hayatımda giderek daha büyük bir yer kaplıyordu. Kalbimin ritmi onun varlığıyla bambaşka bir melodiye dönüşüyordu.
Duyguların bir melodisi olduğuna inanırım. Sevgi, öfke, mutluluk, kırgınlık ya da acı... Kalbimiz her birinde farklı bir tınıyla çalardı. Bu yüzden müzik hem iyileştirir hem de yaralayabilirdi. Aşkın melodisi ise, en büyüleyici ve aynı zamanda en yıkıcı olandı. Kalbimden taşan melodilerin Lucas’ın adıyla şekilleniyor olması, beni bir çıkmaza sürüklüyordu.
Tam o an telefonum titredi. Ekrana baktım ve yüzüme bir gülümseme yayıldı:
"Yoldayım, tatlı işkencem. Günaydın."
"Günaydın, Lucas. Yeni uyandım ama hemen hazır olurum."
"Acele etme."
Mesajı kapattıktan sonra tarihe gözüm kaydı. Doğum günüme iki hafta vardı. Aniden fark ettim ki Lucas’ın doğum gününü bilmiyordum. İçimde garip bir utanç hissettim. Onu bu kadar severken, hayatının böyle önemli bir ayrıntısını bilmemek... En kısa sürede öğrenmeliydim.
Bu düşünceler zihnimde dolanırken, hızlıca hazırlanmak için yatağımdan kalktım. Lucas geldiğinde saçlarımı tarıyordum. Kapıdan içeri girdiğinde yanağına bir öpücük kondurdum.
"Az kaldı, içeri gelsene."
Sessizce yatağıma oturdu. Bakışları üzerimdeydi, hayranlıkla doluydu. Saçlarımı toplamaya çalışırken, onun bana olan bu yoğun dikkatinin kalbimi nasıl hızlandırdığını fark ettim. Çantamı hazırladım ve arkamı döndüğümde, Lucas aniden gelip kollarını belime doladı. Boynuma hafif bir öpücük kondurdu.
"Çok güzelsin, S. Sana baktığımda kalbim bazen duracak gibi oluyor."
Sesi sakin ve yumuşaktı, ama içinde o yoğun tutkuyu hissediyordum. Yüzüm kızardı ve fısıldar gibi teşekkür ettim. Fakat yüzündeki o eşsiz gülümseme kalbimi bir kez daha yerinden oynattı. Dudaklarım, düşünmeden konuştu:
"Böyle gülme, Lucas. Bazen kalbim acıyor."
Gülümsemesi hemen kayboldu. Endişe gözlerinde bir bulut gibi belirdi.
"Neden?"
Onun gözlerine bakmak zordu. Bu kadar yoğun bir duyguyu paylaşmak, savunmasız hissettiriyordu. Ama kelimeler bir nehir gibi akmaya devam etti:
"Kalbimin ritmini değiştiriyorsun. Aramızdaki her şey fazla yoğun, bazen tüketici. İlk kez bu melodiyi duyuyorum kalbimde, ama..."
Elimi yüzüne koydum, parmaklarımı yanağında gezdirdim.
"...ama bir şeyler saklıyorsun, sevgilim. Ve o şey bir gün bizi birbirimizden ayıracak diye korkuyorum."
O an Lucas’ın yüzünden acının bir gölgesi geçti. Bakışları karardı, odanın atmosferi değişti.
"Seni ellerimden kimse alamaz, S."
Sesi derindi, neredeyse bir tehdit gibi ama aynı zamanda koruma doluydu. Yavaşça üzerime doğru yürüdü, beni duvarla kendi arasına sıkıştırdı. Varlığının karanlığı çevresini sarmış, beni de içine almıştı.
"Bizi kimse ayıramaz."
Kelimenin her harfi, bir yemin gibi döküldü dudaklarından. Ve o an, kalbimdeki melodinin asla susmayacağını, Lucas’ın sevgisinin beni sonsuza dek ele geçireceğini hissettim.
(Lucas)
"Saklı kalanlar da mı?" dediğinde, Lucia’nın bu sorusu, içimde bir fırtına kopardı. Yıllardır bastırdığım, gömdüğüm her şeyi açığa çıkarmak ister gibi. Ama daha kötüsü, onun ne kadar haklı olduğunu biliyordum. Gözlerimi kapattım ve başımı boynuna yasladım. Enseme koyduğu eli, ruhumda yankılanan o fırtınayı yavaşlatmaya çalışıyordu. Parmaklarının nazik hareketleri, kaosu bir nebze olsun susturdu.
Derin nefesler aldım, o da beni sakinleştirmeye devam etti. Kendi sınırlarımdan çekilip, yeniden kontrolü elime aldığımda yüzüne baktım. Bu kadar güzel ve narin bir varlık karşısında kendimi nasıl böylesine kaybedebiliyordum?
Yanağını okşadım, sonra parmaklarımı saçlarına kaydırdım.
"Hiçbir şey. Sen istemediğin sürece kimse, hiçbir şey bize engel olamaz."
Ama o, kelimelerimi hemen fark etti. Gözlerindeki kararlılığı görebiliyordum. "Ben istemediğim sürece." Tonu keskin, anlamı sorgulayıcıydı.
Elini göğsüme koydu ve beni hafifçe kendinden uzaklaştırdı. Bu hareketle içimdeki tüm alarm zilleri çalmaya başladı. İfadesi sakin görünse de altında bir şeylerin kaynadığını hissedebiliyordum.
"Seni tanımama bile izin vermezken, bunu nasıl başaracağım?"
Bu sözleri, öfke doluydu. Kalbimde bir çatlak oluşturdu, ama asıl korkutucu olan, Lucia’nın bana olan sevgisinin bu çatlağı büyütmeye başlamış olmasıydı.
Bir şeyler farklıydı. Sorularının yoğunluğu, cevaplarımın yokluğu, ikimiz arasında büyüyen bu görünmez duvar...
"Bana bir şeyler ver. Birkaç gerçek. Senin hakkında bir şeylere ihtiyacım var."
Ona baktım. Yüzündeki ifadeyi gördüğümde, bu kadar haklı olmasından kaçamayacağımı biliyordum. Ama ne anlatabilirdim ki? Saklamaya mecbur kaldığım şeyleri nasıl ona açabilirdim? Yine de bir yerden başlamam gerekiyordu.
"Babamdan nefret ediyorum."
Gözleri bir an genişledi, ama beni dinlemekten vazgeçmedi. Derin bir nefes alıp devam ettim.
"Çocukken hep bir köpeğim olmasını istemiştim, olmadı. Seni görene kadar aşkı hiç tanımadım. Günde ancak birkaç saat uyuyabilen huzursuz bir zihnim var, ama... Ne var biliyor musun, S?"
Ona bir adım daha yaklaştım, gözlerine derinlemesine bakarak sözlerimi bitirdim.
"Yıllardır ilk kez kabus görmüyorum. Çünkü tüm rüyalarım seninle dolu."
Yakınlığımızın bu kadar yoğun olduğu bir anda, bakışlarım onun dudaklarına kaydı. Bu kadın, bu muhteşem varlık... Gerçekten benim kayıp cennetimdi. Ve bu cenneti kaybetme korkusu her nefesimi kesiyordu.
"Sadece kayıp cennetim değil, uykularımın da sahibisin. Bir de... aynı gün doğmuşuz."
"Ne?" Lucia’nın gözlerindeki şaşkınlık beni gülümsetti.
Ona gülümsemekten kendimi alamadım. Alt dudağını ısırıp düşüncelere daldı.
"Doğum günü kızı olarak benden ne isterdin?"
Bakışları boşluğa düştü. Cevabının ne olacağını tahmin etmiştim.
"Hiçbir şey. Doğum günlerini sevmem, Lucas."
Ona doğru eğildim, sesimde bir kararlılık vardı.
"Biliyorum, S. Ama bu, ben hayatında yokken böyleydi. Artık sevmek zorundasın."
Gözleri uzaklara dalarken, yüzündeki hüzün içimi paramparça etti.
"Bana annemin hastalığını öğrendiğim günü hatırlatıyor."
Başımı hafifçe salladım, anlayışımı göstermek için. Benim de doğum günlerini sevmememin çok farklı, ama aynı derecede acı bir nedeni vardı.
"Ben de doğum günlerini sevmem. Farklı nedenlerle."
Sonra yüzüne biraz daha yaklaştım, parmaklarımı yanağında gezdirerek mırıldandım.
"Kim bilir, belki sevmek için başka bir bahane buluruz. Benimki hazır. Kalbimin tek sahibi o gün doğdu."
O an, Lucia’nın gözlerine bir şey parladı. Belki aşk, belki kabulleniş. Ama biliyordum ki, beni her zaman bu bakışıyla öldürecekti.
"Sanırım ben de sevebilirim."
Yüzümde beliren eğlenceli gülümseme onu da etkiledi. Ama söylediğim son sözlerle, Lucia’nın ifadesi tekrar değişti.
"Ya da hediyelerini seversin, S. Sorun değil."
İkimiz de gülerken, onun bir an için ciddileştiğini fark ettim. Ve o anda, Lucia’nın bana olan güvenini kazanmanın, ona her şeyden önce sevgimin derinliğini kanıtlamaktan geçtiğini bir kez daha anladım.
"Teşekkür ederim Lucas," dedi. Sesi yumuşak, ama bir o kadar da anlam yüklüydü. "Bana kendinle ilgili bir şeyleri söylememen için gerekçelerin olduğunu biliyorum. Yine de bunları bilmek iyi hissettirdi."
Bakışları kalbime dokundu; her zamanki gibi. Ona hak ettiği her şeyi vermek istiyordum ama geçmişimin gölgeleri, içimde birer düğüm gibi, sözlerimin arasına yerleşmişti.
"Bir gün," dedim, sesime kararlılık ekleyerek. "Sana daha fazlasını vereceğim, Lucia."
Sustum. Çünkü tatlı işkencem, benim suskunluklarımı bile anlayan bir sabırla dinliyordu.
"Şimdi çıkalım mı?" diye sordu, o büyüleyici ses tonu ile.
Gülümsedim. "Olur," dedim.
(Lucia)
Lucas’la yemekhanede bir şeyler yedikten sonra oradan ayrıldık ve danışmanlar binasına doğru ilerlerken içimde hafif bir huzur vardı. Beni Chloe’nin dairesine bıraktığında bir an duraksadı, sanki gitmek istemiyor gibi. Ama sadece kısa bir bakış attı ve döndü. Bunu alışkanlık haline getirmişti; gözlerimde bir cevap arar gibi bakar, sonra sessizce uzaklaşırdı.
İçeri girdiğimde Chloe beni karşıladı. Yüzümdeki ifadeyi görünce hafifçe gülümsedi.
"Fena çarpıldın."
Bir itirazın anlamsız olduğunu biliyordum, bu yüzden sadece başımı salladım.
"Doğum günümüz aynıymış," dedim, hâlâ bu gerçeğin Lucas’ın ağzından çıkmış olmasının şaşkınlığını atlatamamış bir şekilde.
Chloe’nin gözleri bir anda parladı. "Gerçekten mi? Lucia, bu harika!" Ellerini çırptı, sanki bir kutlamanın eşiğindeymişiz gibi. "İkinize özel bir doğum günü partisi yapmalıyız. Hem 17 yaşına gireceksin biriciğim. Bu özel bir an olacak."
Lucas’la bunu konuşmamıştım. "Bilmem ki, Lucas’la konuşmadım," diye mırıldandım.
"Birlikte konuşuruz," dedi Chloe, enerjik bir şekilde. "Aslında bu cumartesi neden söylediğin gibi pizza partisi yapmıyoruz? Eğlenceli olur, bir oyun ya da film gecesi hepimize iyi gelir. Doğum gününüzü de konuşuruz. Ne dersin?"
"İyi olur," dedim hafif bir tebessümle.
Ardından gün normal akışında ilerledi. O hafta da sıradan ve sakin geçti. Ama cumartesi günü yaklaştıkça, içimde bir gerginlik büyümeye başladı. Çünkü Lucas günden güne daha huzursuz, yorgun ve farklı görünüyordu. Yine de cumartesi günü Lucas’ın Chloe’nin dairesine geleceğini bilmek, midemde kelebeklerin uçuşmasına neden oluyordu.
Cumartesi günü öğlene kadar seçmeli derslerimi tamamladım, sonra Chloe’nin dairesinde kalmak için çantamı hazırladım. Lucas’ın işi henüz bitmemişti, bu yüzden Chloe’ye gitmek için danışmanlar binasına doğru ilerledim.
İçeri girdiğimde Pedro ile karşılaştım. İkimiz de bir an duraksadık, sanki ne söylememiz gerektiğini bilmiyor gibiydik.
"Merhaba Lucia," dedi sonunda, sesi biraz çekingen çıkıyordu.
"Merhaba Pedro."
"Nasılsın?"
"İyiyim, sen?"
"Ben de iyiyim."
Bu kısa diyalog sessizliğe dönüştü. Yanından geçip gitmek üzereydim ki, kolumu tuttu. Bir anda göz göze geldik.
"Yapma," dedi alçak bir sesle. "Artık bana böyle mi davranacaksın?"
"Pedro, en doğrusu bu değil mi?"
Gözlerinde bir acı belirdi. "Doğrular bazen can yakıyor, Lucia."
"Üzgünüm, Pedro."
Tam o anda asansör kapısı açıldı. Lucas’ı gördüm. Yanında Marino vardı ve o an Pedro’yla aramızdaki yakınlığı görür görmez yüzünde karanlık bir gölge belirdi. Sert, kararlı adımlarla yanımıza geldi.
Bir saniye içinde Pedro’nun elini itmiş ve tam önümde durmuştu. Bakışlarında tehdit ve kararlılık vardı.
"Genelde insanlar öfkemi üzerlerine çekmemek için uğraşırlar, Pedro."
Bir şey söylemek için ağzımı açmıştım ki, Lucas elini arkaya uzatıp kolumu tuttu ve beni sabitledi.
Pedro’nun sesi kararlılıkla yükseldi. "Senden korktuğumu mu sanıyorsun, Lucas?"
Lucas’tan yayılan karanlık enerji her bir hücremde yankılandı. Onun ne kadar tehlikeli olabileceğini biliyordum, ama Pedro bunu anlamıyor gibiydi.
"Uyarılarımın sonuna geldik, Pedro."
Pedro’nun yüzü alaycı bir ifadeyle gerildi. "Sen beni tehdit edebilecek konumda ya da kişilikte biri değilsin."
Lucas, o kendine özgü karanlık gülümsemesini takındı. "Kim olduğumu bilmiyorsun, Pedro. Yerinde olsaydım, bu sözleri sarf etmeden önce düşünürdüm."
Sonrasında Pedro’ya tek bir bakış daha atmadan kolumu tutarak beni asansöre doğru yönlendirdi. İçimde karmaşık bir his vardı; Pedro’nun şaşkın bakışlarını hissediyordum ama Lucas’ın yanında, onun koruması altında olmak, bana garip bir şekilde güven veriyordu.
Asansör kapandığında, Lucas’ın yüzündeki gerilim azalmıştı. Ama sessizliği, onun içinde hâlâ fırtınalar koptuğunu gösteriyordu.
Asansör durana kadar tek bir kelime etmedi. Sessizliği, içimde büyüyen bir gerilimle birleşti. Yüzüme bakmadı, sanki başka bir yerdeydi. Kapı açıldığında, tanımadığım bir katta olduğumuzu fark ettim. Koridorda yalnızca iki daire vardı. Lucas, beni sağdaki daireye doğru yönlendirdi ve kartla kapıyı açtı. Şaşkınlıktan ve hafifçe yükselen korkudan tek bir kelime bile edemedim.
İçeri girer girmez kolumu bıraktı ve yüzündeki sert ifadeyle arkasını döndü. Daha fazla dayanamadım.
"Lucas, neredeyiz? Burası kimin?"
Sesi dişlerinin arasından çıktı. "Benim."
"Ne?"
Cevabını algılamaya çalışırken, bana doğru gelmeye başladı. Bu hali beni ürküttü, çünkü yüzündeki öfke belirginleşti. İlk kez, yanımdayken öfkesini tamamen kontrol edemediğini hissediyordum.
"Ne konuştunuz?"
Kalbim sıkıştı. Gözlerim ona kilitlendi ama içimde yükselen korkuya rağmen kendimi geri çekmedim. "Bana böyle bakma ve böyle davranma. Seni üzecek ya da kızdıracak bir şey yapmadım."
Korkumu hissetmiş gibi ifadesi anında yumuşadı. Elini nazikçe çeneme uzattı, dokunuşu şaşırtıcı derecede şefkatliydi. "Üzgünüm, S, seni korkutmak istemedim," dedi, sesi daha sakin ve daha derin bir tınıdaydı. "Şimdi lütfen bana her şeyi anlat, güzelim."
Pedro’yla konuştuklarımızı anlattığımda, çene kaslarının gerildiğini fark ettim. Gözlerini benden kaçırdı ve ensesini tutarak odanın içinde birkaç adım attı. Hareketsiz dururken derin nefesler alıyor, sanki kendini dizginlemeye çalışıyordu. Yanına ilerlediğimde gözleri kapalıydı, ama bakışlarını bana çevirdiği an değişimi gördüm. Gözlerinin derinliklerinde vahşi, avcı bir enerji vardı. Durdurulamaz bir güç… tıpkı vahşi bir jaguar gibi.
"Senden vazgeçmeyecek," diye mırıldandı, sesi neredeyse bir uyarı gibiydi.
Sözleri, yavaşça sakinleşen dış görünüşünün ardında hâlâ bir fırtına koptuğunu belli ediyordu. Onun sakinleşmiş hâlinin bile ne kadar tehlikeli olduğunu artık anlamıştım. Bir kez daha avcının dikkatini tamamen çekmiştim. Bakışları benimkilerle buluştuğunda sorduğu soru, kalbime saplanan bir hançer gibiydi.
"Kalbin kime ait, S?"
Nefesim kesildi. Sözleri zihnimde yankılandı. "Bu nasıl bir soru, Lucas?"
Yutkundum, kelimeler boğazımda düğümlendi. Ne diyeceğimi bilmiyordum, ama onun bana yaklaşıp dokunmasına da izin veremezdim. Göğsünden ittim, aramızdaki mesafeyi korumak istedim.
"Kalbim sana ait, aptal!" dedim, sonunda dayanamayarak.
Bu itirafımdan sonra bir anda beni kucağına aldı. Şaşkınlıkla irkildim, ama beni arkamdaki masanın üzerine oturtarak kendisine mahkûm etti. Dudakları dudaklarıma indiğinde ona karşı koymaya çalıştım ama her hareketim sonuçsuz kaldı. Öpmeye devam etti, bedenimin direncini yavaşça kırarak. Geri çekildiğinde nefesim kesilmişti, ama bakışlarındaki kararlılık hâlâ aynıydı.
Bakışlarını bir anlık kaçırdı, sonra tekrar bana döndü. Konuşmaya başladığında sesi alçak ama kararlıydı.
"Sorumun cevabını zaten biliyordum," dedi. "Ama görmek istediğim şey tepkindi. Bazen tepkiler ve davranışlar, kelimelerin ve sözlerin anlatabileceğinden çok daha fazlasını söyler."
Ona baktım, kalbim hâlâ hızlı atıyordu. "Bu ara sen de bir farklılık var," dedim yavaşça. "Bir şey mi oldu, Lucas?"
Soruma karşılık olarak gözlerindeki karanlık biraz daha derinleşti. Ama cevap vermedi. Bunun yerine, parmakları nazikçe yüzümü okşarken, sessizlikle bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibiydi.
(Lucas)
Onun gözlerinin derinliklerine bakarken tek düşündüğüm, bu gerçeği ona nasıl açıklayacağımdı. Söylemem gereken o kadar çok şey vardı ki… Ama her kelime, aramızdaki kırılgan bağı daha fazla zorlayabilirdi. Bugün her şeyi değiştiren bir şey olmuştu. Mia kayıptı. Cortez ile birlikte sabahtan beri onu bulmaya çalışıyorduk. Ancak işler düşündüğümüzden çok daha karmaşıktı.
Nefesimi kontrol etmeye çalışarak, "Gitmek zorundayım, S," dedim sonunda.
Bakışlarındaki öfke, yerini yavaşça hayal kırıklığına bıraktı. Gözleri dolmuştu ve kalbim o anda onun acısını hissederek ağırlaştı.
"Neden?" diye sordu, sesi çatallı ama hâlâ meydan okurcasına güçlüydü.
Gözlerimi kaçırmadan, ona dürüst olmaya çalıştım. "Hayatımda değer verdiğim çok az kişi var. Ve şimdi, senin kadar özel olan biri tehlikede. Ben elimden geleni yapmazsam çıldırırım."
"Kim?"
Dudaklarım arasından bu sorunun cevabı çıkmadı. Beni anlamasını istesem de, ona her şeyi açıklayamayacağımı biliyordum. Henüz gerçek kimliğim ve ailemin gölgeleriyle yüzleşmeye hazır değildi. Doğru zamanı beklemeliydim.
"Söyleyemem," dedim, gözlerimde saklamak zorunda olduğum acının ağırlığıyla.
Bu sözlerimle gözlerindeki öfke bir kez daha yükseldi, ama bu kez daha yıkıcıydı. Hem acı hem hırçınlık doluydu.
"Peki, git," dedi buz gibi bir sesle.
"Böyle yapma, S." Ona uzattığım elimi sertçe itti. İçimde bir şeylerin parçalandığını hissettim.
"Lütfen, tatlı işkencem," dedim, sesimde neredeyse bir yalvarışla. "Kızma. Bu işi ancak ben çözebilirim. Gitmek zorundayım. Sorduğum soru da… yalnızca bir şey görmek içindi. Aramıza zaman ya da mesafe girse bile, benim olma isteğini, arzunu görmek istedim. Üzgünüm."
Ona yaklaşmak istedim, ama bir adım bile atmama izin vermeyen bakışları, bir duvar gibi önümde duruyordu. Bazı bağlar, sözcüklere ihtiyaç duymaz. Sessizlikte bile iki kalp birbirini duyar. Lucia ile aramızda böyle bir bağ vardı. Ama o an, benim hissettiklerim onun hissettiği acıyı hafifletmeye yetmiyordu.
Alt dudağını ısırdığında acımı gördüğünü anladım. Gözlerinden bir damla yaş süzüldü ve o an dünyayı yok etmek istedim. Ona yaklaştım, gözyaşını nazikçe yanağından aldım ve orayı öptüm.
"Yalvarırım ağlama, Lucia. Sen üzüldüğünde kendimi güçsüz ve çaresiz hissediyorum. Kalbim parçalanıyor. Asla ağlama, sevgilim," dedim.
Beni kendine çekti, başını göğsüme yasladı. Gözlerini kapattı ve sessizlik içinde kaldık. Kokusunu içime çektim, sanki bu an sonsuza kadar sürsün istiyordum. Ama sürmeyecekti.
Geri çekildiğinde yüzündeki hüzün, gözlerinde derinleşmişti. Sesi bu kez daha yavaş ama bir o kadar da sertti.
"Döneceğin tarih belli mi?"
Bu soruya verebileceğim hiçbir tatmin edici cevap yoktu. "Bu kez değil," dedim.
Bakışlarındaki öfke tamamen patladı. "Dönmeyeceksin," dedi, sesi keskin ve inatçıydı.
İçimde bir volkan patlıyordu. Onu burada bırakmak, yapmak isteyeceğim en son şeydi. Ama Eduardo... O şeytanla tekrar oynamak zorundaydım. Onun sessiz kaldığı anların, büyük bir tehlikenin habercisi olduğunu biliyordum ve bu kez o ağına yakalanmıştım.
İlk kez kendimi bu kadar çaresiz hissediyordum. Lucia, beni bir şekilde farklı bir insana dönüştürmüştü. Ona kendimi açmama izin vermiştim. Ve şimdi, bunun bedelini ağır bir şekilde ödüyordum. Ama ne olursa olsun… dönecektim.
Lucia’nın gözlerine bir kez daha baktım ve orada kalan umut kırıntılarına tutunmaya çalıştım. Ona, bir gün her şeyi açıklayacağımı söyleyemesem de bunu onun için yapacağımı biliyordum.
Dönmeyeceksin. Kelimesi, her hareketi içimde bir fırtına koparıyordu. Onun dudaklarından dökülen cümlenin ağırlığı altında bir kez daha ezildim. İlk kez ne yapacağımı, nasıl bir şey söyleyeceğimi bilmiyordum. Lucia’nın bakışları yere düştüğünde, zaman durmuş gibiydi. Onun kırılganlığını görmek, göğsümde bir ağırlık oluşturdu.
"Bana bir şey ver, Lucas."
Bu söz, bıçak gibi keskin ve soğuktu. Arkasında taşıdığı ağırlık, açık bir yarayı yeniden kanatır gibiydi.
Bir süre durdum, sanki bu anın beni teslim almasına izin veriyordum. Yalanlardan kaçınmanın vakti gelmişti, ama gerçeğin de nasıl bir etkisi olacağını bilmiyordum. Derin bir nefes alıp kelimeleri dikkatlice seçerek, boğazımdan zorlukla geçen bir sesle konuştum. Bazen yarım bir gerçek bile yalandan daha iyi olabilirdi.
"Gerçek adım Lucas değil, S. Annem her ne kadar bu adı vermek istemiş olsa da..."
Başını salladı. Yüzünde bir anlam aradım, bir ipucu, ama onun gözleri bir duvar gibi önümdeydi. Masadan atladı ve yüzünü bluzunun kollarıyla silerken sessizliğimden faydalanarak kapıya doğru ilerledi.
Onu yakaladım, parmaklarım bileklerine dolandı. "Nereye?" diye sordum, sesimde yükselen bir panikle.
"Chloe’ye gidiyorum," dedi kısaca. Gözleri kararlıydı, ama sesi kırılmış bir kalbin yankısını taşıyordu. "Senin de hazırlanman gerekiyor, öyle değil mi?"
"Bu halde gidemezsin," dedim, sesim daha da sertleşti.
"Neden, Lu—" diye başladı, ama cümlesini tamamlayamadı. Gülümsedi; acıklı, yarı alaycı bir gülüş. O gülüş, beni olduğum yere mıhladı.
"Adını bile bilmiyorum," dedi, gözlerindeki yaşları tutmaya çalışarak. "Ne zaman döneceğinden haberim yok. Belki sevgin bile sahtedir. Ne var biliyor musun? O soruyu kendine sormalıydın. Kalbin kime ait?"
Sözleri, savunmasız bırakan bir darbeydi. Beni daha fazla konuşmadan kollarımın arasından kurtuldu. Kapıya ilerlerken sadece durup izleyebildim. Ellerim boşlukta kaldı. Dudaklarımda onun adını fısıldamak vardı, ama sesim çıkmadı.
Kapıdan dışarı çıkar çıkmaz tekrar ağlayacağını biliyordum. Yüzündeki gurur, kırılganlığını saklamaya çalışıyordu, ama Lucia’yı tanıyordum. Her adımı, her bakışı, her sessizliği… O an ağlamasını durduracak bir şey yapamayacak olmak, en büyük cezam oldu.
Kalbimin tek sahibinin arkamda kalan ayak sesleriyle gitmesine izin verdim. Peşinden koşmak istedim, ona tutunmak, onu bırakmamak. Ama bunu yapamazdım. Çünkü daha fazla acıya sebep olurdum. Ve ona verdiğim her acı, beni de derinden yaralıyordu.
Lucia gitmişti. Ama onun gidişinin ardından, kalbim onunla birlikte paramparça olmuştu.
Şimdi bunu nasıl düzeltecektim?
(Lucia)
Chloe’nin yanına indiğimde, kafamda dönen soruların ağırlığı altında eziliyordum. Ama içlerinde en acıtanı, belki de hiçbirinin yanıtını bulamayacak olmamdı. Kapıyı açtığı anda Chloe’nin yüzü beni görünce değişti; gözlerimdeki yaşları fark ettiğinde endişesi hemen yüzüne yansımıştı. Kollarını açtı ve ben hiç tereddüt etmeden ona sığındım.
"Biriciğim, ne oldu?" diye fısıldadı.
"Gidiyor."
Chloe bir an duraksadı. "Kim?" diye sormadı; gerek duymadı. Beni bu hale getirenin Lucas’tan başkası olmadığını biliyordu.
Beni içeri aldı, kapıyı sessizce kapatırken elimi tutarak oturma odasına yönlendirdi. Chris de oradaydı; beni gördüğünde yüzündeki endişe barizdi. Chloe’nin yardımıyla koltuğa oturduğumda Chris de yanıma yaklaştı ve elimi nazikçe kavradı. Bütün cesaretimi toplayarak her şeyi anlattım. Kelimeler dudaklarımdan döküldükçe, sessizlik odanın içine yerleşti. Ne söyleyeceklerini bilmez haldeydiler. O sırada Chris’in telefonu çaldı ve özür dileyerek yanımızdan ayrıldı. Chloe ise beni yalnız bırakmadı; kolumu okşayarak teselli etmeye çalıştı.
"Gitmek zorunda olmasa..." dedi kısık bir sesle. "Lucia, o senden asla gitmez. Sana nasıl baktığını görseydin, demek istediğimi anlardın. Dünyada sadece sen varmışsın gibi… Senin için her şeyi göze alabilecek biri o."
Sözleri kalbime hem umut hem de korku tohumları ekti. Dudaklarımı kemirirken gözlerim yeniden doldu.
"Nereye gittiğini bile bilmiyorum Chloe. Tehlikeli bir yere mi gidiyor? Emin değilim. Döner mi, dönmez mi… Bilmiyorum."
Sesim çatladı ve yeni bir gözyaşı seli yanağımdan süzüldü. Tam o sırada Chris geri döndü. Yüzünde mahcup bir ifade vardı.
"Acil bir durum çıktı. Çok üzgünüm, hemen döneceğim."
Yanıma gelip alnıma hafif bir öpücük kondurdu.
"Bebeğim, seni bırakmak istemezdim."
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. "Lütfen, Chris, üzülme. İşlerini hallet."
"En kısa sürede geri döneceğim."
"Ben yanındayım," diye ekledi Chloe. "Git, sevgilim."
Chris tereddütle ama hızlıca yanımızdan ayrıldı. Onun adımları uzaklaşırken başımı Chloe’nin göğsüne yasladım. Elini saçlarımda gezdirerek beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Ama kalbimdeki ağırlık azalmıyordu.
"Canım acıyor Chloe," diye hıçkırdım. "O kadar büyük bir yer kaplıyor ki içimde, nefes alamıyorum."
Chloe'nin gözyaşları yüzüme düştüğünde, onun da ağladığını anladım. Sessizliği bozmadı. Birlikte, acımızın içinde kaybolduk. Ama bir yandan da, kelimelerin yetmediği bir bağla birbirimize tutunduk.
"Ona ihtiyacım var, Chloe. Ondan ayrılmaya hazır değilim." Sesim boğuktu; her kelime kalbimden bir parça koparıyordu.
Chloe, yumuşak ama kararlı bir ses tonuyla cevap verdi. "Biriciğim, Lucas senden asla vazgeçmez. Sana söylemiş, bu bir zorunluluk. Seni bırakmak onun isteyeceği en son şey olur."
"Ama bıraktı."
Chloe'nin göğsünden başımı kaldırdım. Gözlerim yaşlarla doluydu ama bu gözyaşları acının ötesinde bir öfkeyi barındırıyordu. "Ondan nefret ediyorum."
Chloe, bana sakin ama derin bir bakışla baktı. "Nefret güçlü bir duygu, Lucia’m. Aşk gibi. Aşk ve nefretin aynı çizgide yürüdüğünü söyleyenler... haklıydılar. Ona kızgınsın, bu doğru. Ama bu yalnızca ona duyduğun aşkın büyüklüğünden kaynaklanıyor. Ne olduğunu bilmiyorum ama Lucas’ı tanıyorum. Eğer hayati bir durum olmasaydı, seni asla yalnız bırakmazdı."
İç çekerek gözlerimi yere diktim. Chloe’nin söyledikleri mantıklıydı, ama kalbim aklımı dinlemeye yanaşmıyordu.
"Hadi yüzünü yıka," dedi Chloe, sesinde bir davetkar sıcaklık vardı. "Sahile inelim ve biraz temiz hava alalım. Sana çok iyi gelecek."
Başımı hafifçe sallayarak ayağa kalktım ve banyoya yöneldim. Yüzümü yıkarken soğuk suyun ferahlığı bile içimdeki ağırlığı hafifletmiyordu. Aynaya baktığımda, gördüğüm yansımadan irkildim.
Gözlerimin altı çökmüş, bakışlarım boştu. Bu benim yüzüm müydü? Hayır, bu yalnızca bir hayaletin yansımasıydı. Bir enkazın, yıkıntılar altında kalmış bir ruhun görüntüsüydü. Derin bir nefes aldım ama boğazımdaki düğüm çözülmedi.
Banyodan çıktığımda Chloe beni bekliyordu. Gözlerinde sabır ve anlayış vardı; sanki yalnızca bakışıyla bile beni iyileştirebilirmiş gibi. Ama ben iyileşmeye hazır değildim. Çünkü onsuz bir iyileşme, yalnızca bir yanılsama olabilirdi.
(Lucas)
Kapıyı açtığımda karşımda Chris’i bulacağımı asla düşünmemiştim. Şaşkınlığımı gizlemek için kendimi toparlamaya çalışırken, fırsatı kaçırmadı; bir an bile tereddüt etmeden içeri girdi. Kapıyı ardından kapattım ve peşinden yürüdüm.
"Artık bir şeyleri konuşmanın zamanı geldi, Dante," dedi.
Koltuğu işaret ettim. Otururken üzerindeki öfkenin neredeyse elle tutulur bir yoğunluğu vardı. Ben de karşısına geçip ayakta durdum, yüz ifadesini dikkatle inceledim.
"Neler oluyor?" diye sordu, sesini sakin ve kontrollü tutmaya çalışarak.
"Mia kayıp."
Sözlerim havayı keskin bir bıçak gibi ikiye böldü.
"Ne diyorsun, Dante? Neden haber vermedin?"
"Costelliler zaten harekete geçti," dedim soğukkanlı bir şekilde. "Christian çoktan özel bir ekip görevlendirdi. Kendi timim de işin içinde; Cortez onların başında."
Chris’in bakışları daha da sertleşti. "Biz de yardım edeceğiz."
Bu sözlere karşılık, dudaklarımın kenarında alaycı bir gülümseme belirdi. Gergin bir sesle homurdandı.
"Düşman değiliz, Dante Corvo. Asla olmadık."
Buna kahkahamla cevap verdim. "Lucia’nın yanında olduğumdan beri bana düşmansın, Chris Amato. Hem bir Amato ne zaman bir Corvo’nun yanında yer aldı?"
Chris derin bir nefes aldı ama öfkesini bastırdığı belliydi. "Lucia’ya zarar vermenden korkmam ayrı. Ayrıca," dedi, sesinde sert bir tonla, "balodan önce ona verdiğin bileklik… Neler döndüğünü anlamaya ve ona zarar verip vermeyeceğini bilmeye ihtiyacım vardı."
Gözlerimi kısarak ona baktım. "Ona aşık olduğumu bilirken mi?"
"Gerçek kimliğini bile söylemedin, Dante."
Sert bir kahkaha attım. "Chloe de senin kim olduğunu bilmiyor, Chris. Chris ve Adrian Amato kardeşlerin bir mafya lideri olduğunu bilse, onlarla görüşmeye devam eder miydi sence?"
Chris kaşlarını çatıp, daha fazla sabır göstermeye niyeti kalmamış gibi hiddetle konuştu. "Bazen tam bir pislik gibi davranıyorsun, Dante."
Aramızdaki sessizlik kısa sürdü. Sesini yükseltmeden ama her kelimeyi tehditkâr bir kesinlikle söyleyerek ekledi:
"Chloe benim kıymetlim. Lucia da öyle. Onları bir gün bu sefil yerden götüreceğim. Onlara asla zarar vermem. Chloe, taptığım kadın. Lucia ise kız kardeşim gibi sevdiğim biri. Ama asıl soru şu: Sen neden buradasın, Dante Corvo? Daha da önemlisi, Lucia’nın etrafında ne işin var? Ve neden ona krizantem verdin?"
Chris'in zekası ve cesareti her zamanki gibi beni etkiliyordu. Doğru soruları sormayı biliyordu. Ama ona istediği cevapları vermeye hazır mıydım?
Bir an bakışlarımız kilitlendi. Sessizlik, havadaki gerilimi daha da artırıyordu. Derin bir nefes alarak ona döndüm.
"Buraya onun için geldim."
Chris gözlerini kısarak beni süzdü. "Niye, Dante? Bana doğru düzgün bir cevap ver."
"Bunu zamanı gelince öğreneceksiniz."
Chris’in gözlerinde kıvılcımlar parladı, bir tehdit gibi algılanabilecek her söze karşı tetikte olduğunu belli eden o bakış. Ama umursamadım. Onun gibi adamlara sertliğin ardındaki kararlılığı göstermek gerekirdi.
"Ona zarar vermeyi düşünüyorsan… seni mahvederim, Dante."
Sözlerinin ciddiyeti su götürmezdi. Ancak Chris’in tehditlerinin beni caydıracak güce sahip olmadığını o da biliyordu. Bu yüzden sadece omuzlarımı silkerek cevap verdim:
"Tehdit edilmeyecek bir adam olduğumu biliyorsun, Chris. Ayrıca sen ve konumunun gücü buna asla yetmez."
Gergin çenesini sıktı, ama pes etmedi. "Bu bir tehdit değildi," dedi, sesi kontrol edilebilir öfkenin eşiğindeydi. "Lucia’nın da kıymetlim olduğunu söyledim. Artık o da ailemden biri sayılır."
Bir süre sessizlik oldu. Bakışlarımı önüme indirerek düşüncelerimin karmaşasında yolumu bulmaya çalıştım. Eduardo’nun gölgesi her geçen gün üzerimize daha fazla düşerken, oyunuma güvenemeyeceğim birini dahil etmek akıllıca olmazdı. Ama tehdit, sandığımdan da büyüktü. Chris’i tamamen dışarda bırakmak ise farklı riskler taşıyordu.
Şimdilik ona gerçeği söylemekten kaçınmalıydım. Çünkü bu, Andre’nin dikkatini çekerdi ve oyun tahtasında taşlar henüz yerli yerindeyken Andre’ye bir şey açıklamak, yalnızca dengeyi bozardı.
Ama bir gün Andre’ye ve diğerlerine her şeyi anlatacaktım. O zamana kadar Lucia’yı korumak için gerekeni yapmalıydım.
Chris, uzun süren sessizliğin ardından yeniden konuştu. "Eduardo, senin buraya gelmene ya da burada kalmana nasıl izin verdi, Dante?"
Bakışlarımı ona çevirdim, yalan söylemekte tereddüt etmeden. "Bir ispiyoncuyu yakalamam gerekiyor," dedim.
Sözlerimle bir gerçeği gizliyordum, ama şu anda gerçekleri paylaşmak bir seçenek değildi. Her kelimenin bir ağırlığı vardı ve bu kelimeler şu an kullanılmamalıydı.
"Şimdi de sana gelelim, Chris Amato."
Sözlerimle irkildi, ama bakışlarını benden kaçırmadı.
"Babamlar," dedi, soğukkanlı bir tonla, "baş patron yani Costelliler’den izin aldıktan sonra örgüte büyük bir operasyon düzenlemeyi planlıyorlar. Yıllardır hepimize yeterince zarar verdiler."
Chris’in duruşu daha da sertleşti. Ama gözlerindeki ifade, benim düşüncelerimi ya da tavrımı merak ettiğini gösteriyordu. Onlardan bu hamleyi beklemediğim için şaşırsam da ona bunu belli etmedim.
Bana anlattığı şey, bilmem gereken bir ayrıntıydı. Ama Chris ve diğerlerinin bilmediği gerçek daha derindi. Eduardo, yıllar önce örgütü ele geçirmişti. Amato ve Morenoların bunu bilmemeleri şaşırtıcı değildi; bu, yalnızca kurucu ailelerin bildiği bir sırdı.
Dünyamız… Görünüşte düzenli, ama temelde kaotik bir yapıydı. Kurucu aileler —Costelliler, Corvolar ve Sargazzolar— bu dünyanın gerçek liderleriydi. Costelliler baş patrondu; Corvolar patron; Sargazzolar danışman. Amato, Moreno, Ricci, Pozzi, Bernardi ve Monti aileleri ise bölge şefleriydi.
Ama bu düzenin bir gerçeği daha vardı: herkesin bilmediği, karanlıkta saklı bir sır.
Eduardo, ya da bilinen adıyla Lucifer... O sadece benim şeytanım değildi. O, herkesin cehenneminin yaratıcısıydı. Onun dünyası, yalnızca kaos ve intikam üzerine kuruluydu. Örümcek ağı gibi ince ince dokuduğu planlar, avlarını yavaşça içine çekerdi. İzlerdi. Onlarla oynardı. Nihayetinde, onları yok edeceği güne kadar acı çekmelerini izlerdi.
Eduardo’nun amacı yalnızca güç değil, intikamın ta kendisiydi. Ve bu intikam, bizim dünyamızın dengelerini altüst edebilecek kadar büyük bir savaşı tetikliyordu.
Chris’in bakışları yeniden benimkilerle buluştu. Ama ona tüm bunları anlatacak zaman henüz gelmemişti.
"Bir gün her şeyi anlayacaksınız," dedim, yüzümde sarsılmaz bir ifade ile.
O gün geldiğinde, kimsenin elinde bir kalkan olmayacaktı.
Chris’in bilmediği, belki de bilmesi halinde oyunu tamamen değiştirecek bir başka gerçek vardı.
Morenoların çocukken kaçırılan oğulları Pedro Moreno… yani Pedro, bir şefin varisiydi. Ancak onun hikayesi, basit bir kayıp ya da tesadüf değildi. Pedro, daha çocukken Umbra Örgütü tarafından kaçırılmış, hafızasını parçalayan bir travmanın pençesine düşürülmüştü. Her şeyi unutan bir çocuğun, bir casusa dönüşmesi için yeterince zaman ve karanlık vardı. Umbralar, onu sistemin derinliklerinde bir eğitmen olarak tutarken, gerçek kimliği sır perdesinin ardında saklı kalmıştı.
Allesandro Moreno, oğlunu yıllarca aramıştı. Ama nasıl bulabilirdi ki? Oğlunu şeytan almış ve gözler önünde ama bilinmezlikler içinde saklamıştı. Umbra Örgütü, sırların yuvasıydı. Bir şeyin asla bulunmaması için onu açıkta tutmanız yeterdi. Eduardo, işte bu yüzden herkesin kişisel cehennemiydi.
Eduardo için kaos bir araç değil, bir yaşam biçimiydi. Ama bu kaosun şu an patlak vermesi, planlarımı riske atardı. Daha önemlisi, Lucia’nın hayatını tehdit ederdi. Pedro meselesini henüz kimseyle paylaşamazdım. Doğru hamleler doğru zamanda yapılmalıydı. Bu, bu dünyanın kuralıydı. Ve ben her zaman kazananın kuralına sadık kalırdım.
Tek bir konu dışında: Mia. Kardeşim.
Mia’ya bir şey olursa… düşüncesi bile zihnimi zehir gibi sarıyordu. Kendime öfkem, kontrol edemediğim bir yangına dönüşüyordu. Şu an beni almaya gelen helikopteri beklerken, Lucia’yı arkamda bırakmak zorunda olmanın yükü omuzlarımı ezip geçiyordu. Bu bir lanetti. Beni pençesine almış bir lanet.
Chris’in sesi, zihnimin karanlık köşelerini aydınlatan ani bir ışık gibi düşüncelerimi böldü.
"Aylardır şifreleri çözüp sistemi ele geçirmeye çalışıyorum," dedi, sesi ciddi ve sabırsızdı. "Başardığımda babamlara haber vereceğim ve onlar da baş patrona durumu bildirecekler."
Sözlerini soğukkanlılıkla dinledim. Ama otoritemi hatırlatmanın zamanı gelmişti.
"Ben Don Benito ile konuşurum," dedim kararlı bir şekilde. "Ama harekete geçmeden önce her ne yapıyorsanız önce benim bilgim olacak."
Chris’in dişlerini sıktığını fark ettim. Ama o da benim olduğum gerçeğini kabullenmek zorundaydı.
"Peki," dedi, o sert bakışlarını benden ayırmadan.
Onların lideriydim. Sözlerim yalnızca bir talimat değil, emirdi. Chris bunu biliyordu. Ona karşı gelmek gibi bir lüksü yoktu.
Chris’in bakışları üzerimde asılı kaldı; yüzünde gerginliğin keskin bir çizgisi vardı.
"Lucia ağlıyor," dedi bir nefeslik sessizliği paramparça ederek.
Kalbime saplanan bir ok gibi geldi bu sözler, tam ortasında kırılarak orada kaldı. Lucia… benim zayıflığım. Ama aynı zamanda gücüm.
"Ona bir şey söylemeyecek misin?" diye sordu, sesindeki sorgulayıcı ton, öfkeyle yoğrulmuştu.
Başımı yavaşça iki yana salladım. "Bana kendisini tamamen kapattı."
Chris kaşlarını çattı. "Lucia’yı sen de biliyorsun," dedim. "Şu an beni asla dinlemez. Söyleyeceğim hiçbir şey ulaşamaz ona."
"Ne zaman döneceksin?"
Bana sorduğu bu basit soru, içimdeki belirsizliğin ne kadar derin olduğunu hatırlattı. Yutkundum, bir ağırlıkla yanıt verdim.
"Belli değil. Ama Eduardo’nun başka bir planı olduğu kesin. Bu iş tahmin ettiğimizden daha karmaşık."
Chris’in omuzları düşerken yüzündeki ifade daha karanlık bir hâl aldı. "Lucia mahvolacak," dedi, sanki gerçeklerden kaçınılmaz bir şekilde bahsediyordu.
Gözlerimi yere indirdim. İçimde bir çatışma kopuyordu, her zamanki gibi. "Ben de," dedim sessizce. "Ama asıl korkum… beni affedip affetmeyeceği."
Chris bana uzun bir süre baktı, kelimeler yerine bakışları konuşuyordu. Sonunda iç çekti. "Ona sahiden aşıksın," dedi.
"Evet," dedim tereddütsüz. Bu kelime bir itiraf değil, mutlak bir gerçekti. "Pedro’yu ondan uzak tut."
Chris biraz duraksadı. "Pedro’yu ondan uzak tutacağım," dedi nihayet. "Ama bunu senin için değil, Lucia için yapacağım. Pedro onun için doğru kişi değil."
Buna gülümsedim. Soğuk ve keskin bir gülümsemeydi bu. "Lucia için doğru olan tek adam benim," dedim, sesimdeki kararlılık inkâr edilemezdi.
Chris derin bir nefes aldı ve ayağa kalktı. Bakışlarında bir değişim olmuştu, artık yalnızca öfke değil, bir tür anlayış vardı.
"Eğer bana ya da Amatolara ihtiyacın olursa… sadece söyle," dedi. "Mia’yı severim ve onu bulmanız için elimden geleni yapacağım."
Ayağa kalktım ve uzattığı eli sıktım. Dokunuşunda bir antlaşma vardı; sözsüz bir bağ.
"Elinden geldiğince çabuk dön, Dante," dedi. Sonra duraksadı, kelimelerle güreşir gibi. "Lucia…"
Cümlesini tamamlamadı. Tamamlamasına gerek yoktu.
Lucia’sız bir dünya benim için sadece bir kayıp değil, bir yıkımdı. Eğer onunla tamamlanmazsak… yalnızca mahvolmazdık… tamamen yok olurduk.
Chris gittikten sonra sabrımın sınandığını hissettim. Akşama kadar geçen saatler, zamanı esneten bir işkence gibiydi. Sonunda, helikopterin yarım saat içinde hazır olacağını söylediklerinde Marino’yu aradım. Ayrılmadan önce tüm talimatları bir kez daha gözden geçirdik. Liz’i tekrar göreve çağırmam gibi zor ama kaçınılmaz kararlar almıştım. Zafere ulaşmak için bazı fedakârlıklar gerekirdi, hatta kalbinizi delip geçenlerden bile.
Hazırlıklar tamamlandığında, Chloe’nin dairesine indim. Buraya da diğer her yer gibi istediğim zaman girip çıkabiliyordum; otoritemin sağladığı ayrıcalıktı bu. Dairenin kartını okuyucuya yerleştirip içeri girdim. Portmantoda asılı duran Chris’in montu dikkatimi çekti. Burada kalmıştı demek.
Salona ilerledim ve onu gördüm. Lucia, kanepede kıvrılmış, huzursuz bir uykunun içinde kaybolmuştu. Yanaklarında kuruyamamış yaşların izleri hâlâ duruyordu. İçimde bir yer sarsıldı. O yaşlar, bana aitti.
Yanına sessizce yaklaştım. Nefesini dinledim, kendime hâkim olmaya çalışarak kokusunu içime çektim. Kalbimde yankılanan tek bir gerçek vardı: Ben buraya aitim. Sana aitim, Lucia.
Ona bakarken, sessizce bir yemin ettim. "Ne olursa olsun, sana geri döneceğim S," diye düşündüm. "Çünkü ben senden gidemem. Sen de benden kaçamazsın. Biz görünmez ipliklerle, kalpten kalbe bağlıyız, tatlı işkencem. Ve her zaman sana dönmenin bir yolunu bulacağım. Seni geri kazanacağım."
Bu düşüncelerle dolup taşarken, kendime engel olamadım. Eğildim ve dudaklarına hafif bir öpücük kondurdum. Nefesim, onun nefesiyle karıştı. "Cwtch," diye fısıldadım; bu kelime, kalbimden dökülen saf bir itiraftı.
Lucia yatakta hafifçe kıpırdandı. O an hızla uzaklaştım, ama onu terk etmek gibi değil. Yüreğim hâlâ onunla kaldı. Yanına bir mektup bıraktım; kelimelerim, yokluğumda onunla kalacaktı.
Dairenin kapısını sessizce kapatıp çıktım. Helikopter hazırdı.
Ben de öyleydim.
Eduardo savaş mı istiyordu? Onun istediği kaosu vermeyecektim. Ama o kaosu kontrol etmenin ne anlama geldiğini ona gösterecektim.
Sonra… Lucia için, onun için geri dönecektim.
"Aşk, bir iplik gibi hayatımızın dokusuna işlenir; bazen çözülür, bazen kopar ama hep oradadır. Seni kaybetmekten korkuyorum, ama bu korku, seni sevmenin ağırlığını asla hafifletemez." — Dante Corvo
Okur Yorumları | Yorum Ekle |