@kitsudaphne
|
YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.
Her zafer yalnızca kazanılanlarla değil, bazen kaybedilenlerle de ölçülür. Isabelle "Bazı savaşlar silahlarla değil, sessizce dökülen gözyaşlarıyla kazanılır," diye fısıldadım. Elimdeki narin gül yaprağına dokunurken parmaklarım titriyordu. Gözlerim masadaki solgun yaprağa takılmıştı. Dikenler parmaklarımı hafifçe acıtsa da, içimdeki huzursuzluğun yanında bu acı neredeyse hissedilmezdi. Gözlerim doldu, ama ağlayamadım. Gözyaşlarının bu dünyada bir yeri olmadığını, uzun zaman önce öğrenmiştim. Neden bu yük benim omuzlarımdaydı? Büyükannemin sesi zihnimde yankılandı: "Bu kararlaştırıldı, Isabelle. Ailemiz için yapman gereken bu." Aile... Her şey aile içinmiş gibi görünüyordu. Peki ya ben? Benim isteklerim, benim hayallerim? Parmaklarımı dikenlere biraz daha bastırdım. İçimdeki boşlukla başa çıkmak için fiziksel acıya sığındım. Bu evlilik, benim seçimim değildi. Ailemi kurtaracak kişi ben miydim? Tek başına biri, böyle bir yükü nasıl taşıyabilirdi? Bir zamanlar Manhattan’ın en güçlü ailesi olan Moretti’ler, şimdi yalnızca hayatta kalmaya çalışan bir gölgeye dönüşmüştü. Ve ben, bu gölgeyi kurtarabilecek miydim? Kalbimdeki korku büyürken nefes almak zorlaştı. Kapıdan gelen hafif bir tıklama beni düşüncelerimden kopardı. Daha cevap veremeden kapı yavaşça açıldı, büyükannem içeri girdi. Yüzündeki çizgiler yaşanmış yılların izlerini taşıyordu. Gözlerinde ise her zamanki gibi kararlılık vardı. Onun için hayatta kalmak bir savaştı, her zaman böyle olmuştu. "Zamanı geldi," dedi büyükannem, sesi soğukkanlıydı. "Luca De Santis ile yarın tanışacaksın. Düğün iki hafta içinde yapılacak." Kalbim hızla atmaya başladı. Geri adım atmak istedim. "Bu adil değil," dedim, sesim titreyerek. "Neden hayatımı bir anlaşmaya feda ediyorum? Bunu yapmak zorunda mıyım?" Büyükannemin yüzünde bir an bile tereddüt yoktu. "Adil değil mi?" dedi, gözlerinde sert bir ifade vardı. "Bu dünyada adalet yok, Isabelle. Aileyi korumak için fedakarlık yapacaksın. Bu sorumluluğu taşıyamayacağını mı düşünüyorsun? Bu senin kaderin." Kader. O kelime içimde ağır bir yük gibi yankılandı. Eğer bu evlilik benim kaderimse, benim hayatım neydi? Gözlerimdeki yaşları saklamaya çalışsam da başaramadım. "Ya bana zarar verirse?" dedim, sesim bir fısıltı kadar güçsüzdü. Luca De Santis’in soğuk ve acımasız olduğunu duymuştum. Ama en çok korktuğum, asla kimseye gerçekten bağlanmayan bir adam olmasıydı. İçimde buz gibi bir endişe yükseldi. De Santis ailesinin varisi... Bu, basit bir evlilik değildi, aynı zamanda bir anlaşmaydı. Soğuk, hesaplı ve resmi bir anlaşma. Büyükannemin bakışları bir anlığına yumuşadı, ama yine de kararlıydı. "Evet, Luca zorlu bir adam olabilir. Ama kendi kuralları var. Bu evliliği nasıl yöneteceğin senin elinde. Ona uyum sağlamayı öğrenirsen, her şey daha kolay olur." Sözleri içimde yankılandı. "Ama ben onun gibi değilim," dedim çaresizce. "Ben bu dünyaya ait değilim. Onunla nasıl başa çıkacağım?" Büyükannem hafifçe başını salladı, gözlerinde hüzünlü bir bilgelik vardı. "Bu senin istediğin yol olmayabilir," dedi, "ama bu ailenin geleceği için. Ayrıca… baban seni ancak bu sayede affedebilir." Babam… Geçen kış evden kaçtığımda bana sırtını dönmüştü. Beni affetmesi için Luca’yla mı evlenmem gerekiyordu? İçimde bir şeylerin kırıldığını hissettim. Affedilmek için hayatımdan vazgeçmek zorunda kalmak… Bu nasıl bir adalet olabilirdi? Bir umut kırıntısı aradım, fakat bulamadım. Büyükanneme son bir kez baktım, belki bir şefkat işareti görürüm diye… Ama o, her zamanki gibi sert ve mesafeliydi. "Onunla evlenmek istemiyorum," dedim, ama sesim neredeyse duyulmayacak kadar zayıftı. İçimde biliyordum ki, bu itirazın bir önemi yoktu. Büyükannem başını eğdi. "Ailemizin geleceği sensin, Isabelle. Başka bir seçenek ya da çözüm yok. Hayatta kalmamızın tek şansı bu." Hayatta kalmak… Bu iki kelime zihnimde yankılandı. Bir zamanlar gücün ve ihtişamın sembolü olan Moretti ailesi, şimdi sadece hayatta kalma mücadelesi veren bir gölgeydi. Pencereye doğru yürüdüm, bahçedeki güllere baktım. Rüzgarla nazikçe salınan güller… Öylesine özgürdüler ki, ama ben özgür değildim. Benim özgürlüğüm, çoktan ellerimden alınmıştı.
Ertesi gün zaman akmaya devam etti. Akşamüstü hazırlıklarımı bitirdiğimde aynaya baktım. Karşımdaki yansıma, tanımadığım bir yabancıya aitti. Gözlerimdeki ışık yavaş yavaş sönmüştü. Eskiden hayalini kurduğum hayatın yerinde, başkalarının yazdığı bir kader duruyordu. Giydiğim zarif elbise, bir zamanlar hayallerimi süsleyebilecek kadar güzelken, şimdi sadece ailemizi kurtarmak için sırtıma yüklenen bir sorumluluğun sembolüydü. İç çekerek ellerimi üzerimdeki kalın siyah saten elbisenin parlak yüzeyinde gezdirdim. "Kimim ben?" diye fısıldadım. Sesim, odanın derin sessizliğinde kayboldu. Bir yıl önce umutla dolup taşan bir genç kadındım, ama şimdi başkalarının kararlarıyla şekillenen bir piyon gibi hissediyordum. Göz alıcı ve etkileyici bu elbise, dışarıdan güçlü bir imaj yansıtsa da, bana ait olan her şeyin elimden alındığını hatırlatıyordu. Kendi hayatımı yaşama hakkım çoktan başkalarının ellerine geçmişti. Kapı aralandığında annem içeri girdi. Gözlerinde, tanımadığım bir hüzün vardı. Sessizce yanıma geldi, aramızdaki bağ sessizliğe ve derin bir anlayışa dayanıyordu. O da bir zamanlar benim gibi bu zor kararla yüzleşmiş olmalıydı. Belki de aynı yükü taşımıştı. Göz göze geldik. Söyleyecek bir şey bulamadım; o da bulamamıştı. Anlayış, aramızdaki en güçlü bağ olurken, suskunluklar derinleşti. Sonra kız kardeşim Elena içeri girdi. Elimi sımsıkı tuttu. Onun masumiyetinin de uzun sürmeyeceğini biliyordum. Bir kere bu hayata doğduysanız kaçış söz konusu değildi. Yine de o benim her şeyimdi, varlığı beni güçlü kılıyordu. Elena benim geçmişime, hayatıma ve özgürlüğüme tutunma çabam gibiydi.
Arabaya bindiğimizde hava kararmaya başlamıştı. Annem sessizce yanımda otururken, Elena başını omzuma yaslamıştı. İçimizi saran sessizlik, her şeyin üzerindeki görünmez bir ağırlık gibiydi. Yol boyunca dönemeçler geçtikçe, içimdeki belirsizlik derinleşiyordu. Her viraj sanki beni kaçınılmaz sonuma bir adım daha yaklaştırıyordu. De Santis malikanesine her metre yaklaştıkça kalbimdeki korku da büyüyor, adeta tüm bedenime yayılıyordu. Gözlerimi pencereden dışarı diktim, düşüncelerimi boğmaya çalışarak. Ama o derin kaygı, içimde fırtına gibi esmeye devam ediyordu. Malikane göründüğünde, Elena elimi sıkıca tuttu ve annem daha fazla gerildi. Ama babam... O bana bir kez bile bakmamıştı. İçimde büyüyen boşluk, babamın kayıtsızlığıyla daha da derinleşti. Yüzünde hiçbir onaylama ya da şefkat belirtisi yoktu. O an, onun için bu evliliğin ne kadar önemli olduğunu ama benim mutluluğumun bir o kadar önemsiz olduğunu anladım. İçimde bir şeyler koptu. Babam için ben yalnızca aileyi kurtaracak bir piyondum. Sadece bir görev ve sorumluluk... Malikanenin önünde durduğumuzda, uşaklar ve korumalar kapılarımızı açtı. Arabadan indiğim an, soğuk hava yüzüme vurdu ve gerçeğin ağırlığı omuzlarıma daha da çöktü. Adımlarım zemine değdiğinde, içimdeki ses susmuyordu: Bu hayat benim seçimim değildi. Ne yazık ki artık geri dönüş yoktu. Derin bir nefes aldım, ama göğsümdeki sıkışma azalmadı. Bundan sonra yalnızca bir izleyici mi olacaktım? Ve şimdi önümde uzanan bu yol… Beni nereye götürecekti? "Özgürlüğün bedeli bazen kendi kalbini feda etmektir. Ama gerçek özgürlük, kendin olmaya cesaret edebildiğinde gelir." — Anonim |
0% |