18. Bölüm

14

kitsudaphne
kitsudaphne

YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.

 

"Her şey dışarıdan kusursuz görünür, ta ki maskelerin ardında saklanan gerçekleri fark edene kadar." — Isabelle Rose Moretti

Isabelle

Sabah uyandığımda odanın tanıdık olmadığını fark ettim. Bir an için nerede olduğumu hatırlayamadım. Sonra dün geceyi düşündüm. Yabancı bir yatak, yabancı bir oda... Hayatımda yalnızca bir kez yaşamıştım bunu. Geçen yıl... Daniel. Aynı odada kalmasak da evimden ve odamdan oldukça uzaktaydım.

Daniel’ın hatırası bir tokat gibi zihnime çarptı. Onunla aramızda yalnızca arkadaşlık vardı, başka bir şey değil. Ama onu tehlikeye attığımı bilerek kaçmaya çalışmıştım. Başaramamıştım. En kötüsü de onun ölümüydü. Daniel... Derin bir yara izi, asla silinmeyecek bir yük.

Dün gece bu hatıraların zihnime hücum etmesi iyi olmamıştı. Kendime gelmeliydim. Ne olursa olsun her zaman ailemin istediği gibi kibar, nazik ve soğukkanlı Isabelle’e dönmeliydim. Derin bir nefes aldım ve toparlanmaya karar verdim.

Duşa girdim. Üzerimde Luca’nın tişörtü vardı. İzni olmadan giymiştim, dolayısıyla banyosunu kullanmama daha fazla kızamazdı herhalde.

Duştan çıkıp kurulandım, sonra gece elbisemi giymek için odaya döndüğümde onu gördüm. Luca odadaydı ve gömleğinin düğmelerini ilikliyordu. Beni fark ettiği anda bakışları yüzümden vücuduma kaydı.

Odada sessizlik hâkim oldu, gerilim elle tutulur hale geldi. Kızardığımı hissettim. Sabahın bu saatinde yalnız kalmayı beklerdim. Centilmenlik, düşüncelilik… Ama Luca De Santis’in bunlarla alakası yoktu. Nazik ve kibar görünümünün altında, yalnızca lakabı ve ardında bıraktığı efsaneler vardı.

"Günaydın, Belle." Adımı söyleme şekli tüylerimi diken diken etti. Normal davranmaya çalıştım ama onun bu şekilde yoğun bakışları altında yüzümün daha da kızardığını hissediyordum.

"Günaydın, Luca." Sakin bir sesle söyledim ama göz teması kurmadım. "Üzerimi değiştirmem gerekiyor."

O sadece gülümsedi, bakışları üzerimdeydi. "Görebiliyorum."

Sinirlenmeye başlamıştım. Ama o devam etti. "Takım elbisemi alıp çıkacaktım ama duştaydın. Ben de burada giyinmenin sorun olmayacağını düşündüm. Burası benim odam."

Sözlerinde bir ağırlık vardı, altında bir suçlama ya da öfke gizliydi. İçimden yükselen o tanıdık öfke, utangaçlığımı unutturmuştu. Kendimi kontrol edememek… Bu adamın üzerimdeki etkisi inanılmazdı.

"Burasının senin odan olduğunun farkındayım. Kalmama izin verdiğin için teşekkür ederim, Luca."

Gözleri benimkileri buldu, ifadesi anlaşılmazdı. Alay mı ediyordu, yoksa ciddi miydi, emin olamadım. Bu gerilimden kurtulmak için yatağın yanındaki elbisemi almak üzere ilerledim.

Tam o sırada kapı açıldı. Bir hizmetçi, elinde bir kutuyla içeri girdi. "Efendim, istediğiniz elbiseyi gönderdiler."

Luca, gömleğinin son düğmesini kapattı, ardından kutuyu hizmetçinin elinden aldı. Kız başını eğip odadan çıktı. Luca kutuyu bana doğru uzattı.

"Davetteki elbisen oldukça sıkı ve rahatsız ediciydi, yanlış hatırlamıyorsam. Bu sabah rahat bir şeyler giymek istersin diye düşündüm."

Şaşkınlıkla ona baktım. Tanıdığım ya da hikâyelerden duyduğum adam arasında bir bağ kurmaya çalışırken, bir kez daha beni şaşırtıyordu.

"Üşütmeden giyinsen iyi olacak." Gülümseyerek kutuyu yatağın üzerine bıraktı. Ceketini aldı ve çıkmadan önce duraksadı.

Dayanamadım. "Neden?"

Gözlerinde keskin bir ışık belirdi, dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme. "Karım olacaksın, Belle. Seni şımartmamın bir sakıncası yok, değil mi?"

Kapıya doğru ilerledi. Tam çıkarken bir kez daha bana baktı, gözleri üzerimde dolaştı. "Giyinip kahvaltıya gel. Seni dokuzda eve götüreceğime dair babana söz verdim."

Ve sonra gitti. Elbise kutusunun yanına ilerledim, ellerim biraz tereddütle kapağını açtı. İçinde nar çiçeği renginde zarif bir elbise vardı. Etek uçlarında ve kollarında ince dantel işlemeler parlıyordu; yanında ise minik fiyonklu şık bir çift babet. Bu kadar özenle seçilmiş bir şey beklemiyordum ve bu beni bir an için duraksattı.

Hızla hazırlandım. Elbiseyi üzerime geçirip saçlarımı dağınık bir şekilde bıraktım. Davet elbisemi ve ayakkabılarımı özenle kutuya yerleştirdim, çantamı da odada bırakarak kapıya yöneldim. Kapıyı açar açmaz sabah odaya gelen hizmetçiyle göz göze geldim.

"Efendim, size yemek salonuna kadar eşlik edeceğim."

"Teşekkür ederim."

Sessizlik içinde onun peşinden yürüyerek De Santis’lerin yemek salonuna doğru ilerledik. Koridorlar boyunca kalbim durmadan çarpıyordu. Kapıdan içeri girdiğimizde masada sadece dört kişi vardı: Luca’nın annesi ve babası, dün tanıştığım Matteo ve tabii ki Luca.

Gözler bana döndüğünde, ben yalnızca tek bir kişiye odaklandım. Luca. O ise elbiseye bir anlık bakışı ve hafif bir gülümsemenin ardından hiçbir şey olmamış gibi yemeğine devam etti.

"Günaydın, kızım." Don Giovanni’nin tok sesi, odanın sessizliğini doldurdu.

"Günaydın, Don Giovanni."

Annesine ve Matteo’ya kısa bir gülümsemeyle selam verdim. Luca'nın yanındaki boş sandalyeye, hizmetçinin çekmesiyle oturdum. Masanın düzeni kusursuzdu ama hala dün gecenin gerginliği üzerimdeydi. Masadaki yemeklere doğru düzgün bakamıyordum.

"Efendim, kahve ya da çay alır mısınız?" diye sordu bir uşak.

"Kahve lütfen."

Kahvem hemen getirildi. Bir yudum alırken, Luca’nın göz ucuyla bana baktığını fark ettim. Hiçbir şey yemediğimi görmesine rağmen tek kelime etmedi. Bu, onun hem ilgisini hem de mesafesini anlamamı sağlayan bir alışkanlığı gibiydi.

Don Giovanni ile Luca arasında iş konuşmaları devam ederken sessiz kaldım, masada varlığımı hissettirmemeye çalıştım. Luca’nın yemeğini bitirip, sandalyesinden kalkmasıyla bir anlık bir rahatlama hissettim.

"Isabelle’i eve götüreceğim. Sonra devam ederiz," dedi babasına, ardından Matteo’ya dönerek. "İş yerinde buluşalım."

"Tamam, Luca."

Herkes ayağa kalktı. Don Giovanni’ye ve Milena’ya dönerek hafifçe gülümsedim.
"Akşam beni misafir ettiğiniz için teşekkür ederim."

Milena’nın sıcak ve içten gülümsemesi ruhumu hafifçe rahatlattı. "Rica ederiz, Isabelle. Artık sen de ailemizin bir üyesisin."

Onun bu sözleri ve sesindeki samimiyet, hem bir sıcaklık hem de derin bir ağırlık getirdi. Luca, saatine bir göz attı.

"Çıkalım," dedi kısa ve net bir şekilde.

"Görüşmek üzere," dedim, sesim titrek bir zarafetle.

"Görüşürüz, Isabelle."

Milena’nın ve Matteo’nun vedaları arasında Luca kapıyı benim için açtı. Sessizlik içinde dışarı çıkarken, arkamda kalmaya devam eden o yoğun bakışları hala hissedebiliyordum.

Dışarı çıktığımızda, Luca’yla özdeşleşmiş, herkesin tanıdığı o siyah Ferrari kapıda bekliyordu. Parlak yüzeyi sabah güneşiyle parıldıyordu; sanki onu görmezden gelmek mümkün değildi. Arabaya doğru yürürken, dikkatimi kapıya yerleştirilen eşyalarım çekti. Odada bıraktığım çanta ve kutu, çoktan Ferrari’nin bagajında yerini almıştı.

Luca, kapıyı sessizce açtı. Bir an için göz göze geldik, bakışları anlamlandıramadığım bir derinlik taşıyordu. Hiçbir şey söylemeden arabaya bindim ve kendimi deri koltuğa yasladım. Motorun derin homurtusuyla yola çıktığımızda manzaraya odaklanmaya çalıştım.

Dün bu yoldan gelmiş olmama rağmen, hala yabancı ve içimi sıkan bir güzergâhtı. Ağaçlar birer duvar gibi sağlı sollu yükseliyor, yolu bir mahremiyet perdesiyle örtüyordu. Ancak bu mahremiyet beni rahatlatmaktan çok, daha da gerginleştiriyordu.

Sessizlik içinde geçen birkaç dakikadan sonra Luca, direksiyonun başından konuştu. "Sürekli bu kadar gergin misin? Yoksa sadece benim yanımda mı böylesin?"

Sesi, içinde alay barındırmayan bir merakla doluydu. Ona döndüm, bakışlarında beklediğim o alaycı kıvılcımdan eser yoktu.

"Tanımadığım insanların yanında gerginimdir," dedim, sesimde savunmacı bir tınıyla.

Bu cevabımın beklenmedik bir ağırlık taşıdığını hemen fark ettim. Direksiyon simidini tutan parmakları, neredeyse fark edilmez bir şekilde gerildi. Ekstra bir açıklama yapmam gerektiğini hissettim ama dilim tutulmuştu. Yanlış bir şey mi söyledim?

O ise hiçbir şey söylemedi. Gözleri yola odaklıydı, sessizliği kocaman bir duvar gibi aramıza örmüştü. İçimde büyüyen rahatsız edici duygulara rağmen, bir kez daha pencereden dışarı döndüm. Bu sessizlik bana fazla tanıdıktı; duyguların sözcüklere dökülmediği, ama havada asılı kaldığı o tehlikeli anlardan biriydi.

Manzara, hızla geride kalıyor, ama beni çevreleyen kasvet bir türlü dağılmıyordu.

Luca

Banyo yapmış olmasına rağmen, kendi has kokusu bir şekilde hâlâ üzerindeydi. Sanki o koku, Belle’in varlığını tanımlayan bir imza gibiydi. Aldığım elbisenin ona bu kadar yakışacağını tahmin etmemiştim. Nar çiçeği renginin, cildindeki o yumuşak ışığı bu kadar güzel ortaya çıkaracağını düşünemezdim. Onu gördüğümden beri hissettiğim ağırlık bir an olsun geçmemişti. Evet, esas gergin olan bendim; ama bunu onun bilmesini istemiyordum.

Bu sabah... Belle’i o hâlde görmek... Savunmasız, yalnız ve benim dünyamda tamamen yabancı biri olarak... İçimde anlam veremediğim bir şeyleri tetikledi. Önce güzelliğiyle, sonra ise geçmişle olan çelişkili bağlantılarıyla.

Daniel.

Belle’i böyle görmüş müydü? Onun yanında, onun yatağında bu kadar huzurlu uyumuş muydu? Bu sorular beynimi kemirirken, bunları ona sormanın zayıflık anlamına geleceğini biliyordum. Ama asıl sorun, bunu bile umursamıyordum. Hayatımda ilk kez zayıf görünmekten çekinmezdim; cevaplar daha önemliydi. Yine de Belle’i daha da huzursuz etmek... İşte beni asıl durduran buydu.

Avuç içini elbisesine silerken, o küçük ama gergin hareketi, onu kendi hâline bırakmam gerektiğini söyledi. Ancak varlığım bile onu rahatsız ediyor gibiydi, ne yaparsam yapayım.

Şehir merkezine yaklaşırken birden kararımı verdim. Her zaman önünden geçtiğim, Belle’in sevdiğini öğrendiğim o ünlü kapkek dükkânının önünde arabayı durdurdum.

"Geleceğim," dedim kısa ve kararlı bir şekilde.

Başını itaatkâr bir şekilde salladı, ama yüzündeki o maskeyi hemen takındı. Yine duygularını benden saklamaya çalışıyordu. Bundan hoşlanmadım. Onun gerçek yüzünü görmek istiyordum; her şeyin ardındaki Belle’i.

Dükkâna hızla girdim, kapıda bekleyen adamlarım arkamda nöbet tutmaya devam etti. Belle’in sevdiği yaban mersinli, vanilyalı bir kapkek aldım. Özenle paketlenmiş tatlıyı elime aldığımda, küçük bir aptallık anı yaşadım. Beğenmesini istiyordum. Aptalca bir şekilde, aramızın düzelmesini. Onunla iyi olmak istiyordum.

Arabaya geri döndüğümde paketi ona uzattım. Sabahki gibi, dudakları bir kez daha şaşkınlıkla aralandı.

"Kahvaltı etmedin," dedim basitçe.

Yüzü kızarırken, o ifadeyle bir kez daha vuruldum. Belle, utandığında neredeyse savunmasız ve dokunulmaz bir güzelliğe bürünüyordu.

"Hadi, bir şeyler ye. Akşamdan beri açsın."

Paketi hızla açtı. İlk gördüğünde yüzünde beliren şaşkınlık, yerini sert bir ifadeye bıraktı.

"Teşekkür ederim."

Sesi nazik ama soğuktu. Yaban mersinli, vanilyalı bir kapkekle neyi yanlış yapmış olabilirdim? Kapkeki aldı ve bir ısırık aldı. O an gözlerimi ondan alamadım. Minik ısırıklarla tatlıyı yerken büyülenmiş gibi ona baktım. Her harekette bir zarafet, her harekette farkında olmadan çektiği bir sınır vardı.

Yine de eve gitmemiz gerektiğini hatırladım ve motoru çalıştırdım. Şehirden uzaklaştıkça yolu izliyor, Belle’in minik ısırıklarla kapkeki yemeye devam ettiğini göz ucuyla fark ediyordum.

Sonunda konuştu, sesi hem sakin hem de hafif sitemkârdı. "En sevdiğim tatlı yaban mersinli, vanilyalı kapkek ama tatlı yeme iznim yok. Ailem formum konusunda hep çok katıdır. Bu benim için hazırladıkları dosyada yazmıyor sanırım."

Gözlerim yolun kenarına odaklanırken dudaklarım istemsizce kıvrıldı. Gerçek Belle tam olarak buydu. Cesur, zeki ve biraz asi. Ona kafa tutmaya cüret eden bu özgür ruhu seviyordum. Şimdiye kadar hiçbir kadın bana böyle meydan okumaya cesaret edememişti.

Arabayı evlerinin önünde durdurduğumda, onun bakışlarındaki o zeka pırıltısını gördüm. Ardında, bir yerlere sıkıştırılmış o inatçı ruh vardı. Gözlerim dudaklarına indi.

Dudağında kapkekten kalan bir parça fark ettim. Parmağımı yavaşça kaldırıp o parçayı aldım. Tepkisiz kaldı. Ama parmağımdaki tatlıyı ağzıma götürdüğümde bakışlarındaki direnç kırıldı.

"Dosyada yazmayanları da sen bana anlatırsın, Belle," dedim, gözlerini yakalayarak. "Nasılsa bir ömür boyu fırsatımız olacak. Değil mi?"

Bir şey söylemedi. Yüzündeki her ifade, o kapkek gibiydi. Hafif ekşi ama bir o kadar tatlı.

Yutkundu. Gözlerime bakarken, bir şey söylemek üzere olduğunu düşündüm. Ama sözleri havada asılı kaldı, çünkü o an arabasının kapısı açıldı. Mario’ydu.

"Günaydın Luca. Tam vaktinde."

"Günaydın Mario," dedim, sesimde istemeden de olsa belli belirsiz bir soğukluk hissediliyordu.

Mario, Belle’in elini nazikçe tuttu ve onu zarif bir şekilde arabadan indirdi. Belle’in kolundan tutup onu indiren kişi olmam gerekirdi. Sıradan biri olsaydı, belki bu durum yalnızca canımı sıkardı. Ama Mario farklıydı. Dünden beri onu şimdiden mahvetmenin yollarını arıyordum.

Arabadan inip yanlarına yürürken, Mario’ya doğru hafifçe eğildim.

"Seni davet etmek isterdim, ama bugün meşgulüz," dedi, göz ucuyla bana bakarak.

Bunun açık bir meydan okuma olduğunu biliyordum. Bakışlarımın karardığını hissettim ve Mario bunu fark etmiş olmalıydı, çünkü o an biraz tedirgin göründü. Yanlarına bir adım daha yaklaştım. Belle’in kolunu tutup beline elimi sardım, onu hafifçe kendime çektim.

"Görüşürüz, Belle," dedim ve yanağına kısa, dikkatle ölçülmüş bir öpücük kondurdum.

Mario’nun omuzlarının gerildiğini gördüm. Hoşuma gitti. Onu kışkırtmayı planlamamıştım, ama sabahki gerilimden kurtulmamın bir yolu bu olabilirdi. Mario’ya döndüm, sesimde kasıtlı bir kibirle:

"Nişanlıma iyi bakın, Mario."

Henüz nişan yüzükleri takılmamıştı ama Mario’nun yüzünde beliren öfke hoşuma gidiyordu. Söylediğim her kelimenin onu sinirlendirdiğinden emindim.

"Küstah herif," dedi, sesi alçak ama tehditkârdı.

"Ne dedin sen?" dedim, adımımı ona doğru atarken. Tam beklediğim tepkiydi. Belle’i hafifçe arkamda bırakarak Mario’nun üzerine yürüdüm. Ancak Nico’nun ortaya çıkması tüm planımı altüst etti.

"Hey, yeter! Ne yapıyorsunuz?" diye seslendi, aramızda durarak.

Nico’nun öfkeli bakışlarına karşılık, Belle’in yüzüne kaydı gözlerim. Belle korkmuş görünüyordu. Bu yüz ifadesini ondan görmek istemezdim. Asla. İçimde istemeden bir suçluluk duygusu kabardı, ama bastırdım.

Nico, durumu daha da uzatmadan Mario’ya dönüp sert bir şekilde emretti:

"Mario, Rose’u odasına götür."

Mario, Belle’i alıp eve yönelirken hiçbir şey söylemedim. Gözlerim Belle’i takip etti. O giderken yanımdan geçen Mario’ya bir şey dememek için kendimi zor tuttum. Bu sırada Nico, bana dönüp kararlı bir tavırla konuştu.

"Kuzenimi eve getirdiğin için teşekkürler, Luca. Şimdi gitsen iyi olur."

Bana emir vermek cesaret isterdi. Kaşlarımı kaldırdım, ama Nico sözlerine devam etmedi. Onun meydan okuyan bakışlarına alayla karşılık verdim.

"Kiminle konuştuğunuzun farkında olmuyorsunuz, değil mi? Belki de umursamıyorsunuz. Kim bilir?"

Nico, yüzümü dikkatle inceledi. Birkaç saniye sonra alaycı bir tavır takındı.

"Seni kim kızdırdıysa hıncını ondan çıkar, Luca," dedi ve sırtını dönüp gitti.

Onun söyledikleri içimde bir yankı gibi çınladı. Kimin beni kızdırdığı mı? Belle’i hayatımdan çıkarmaya çalışan herkes beni kızdırıyordu. Ama asıl sorun, beni en çok kızdıranın artık hayatta olmamasıydı. Daniel. Belle’in yüzündeki acı... Bunları unutamıyordum.

O sırada telefonum çaldı. Matteo’nun adı ekranda belirdi.

"Efendim?" dedim, sesimde gizlenemeyen bir sertlikle.

"Bir an önce buraya gelmelisin."

"Neredesin?"

"Ofiste. Bekliyorum."

Telefonu kapadım ve arabaya atladım. Motoru çalıştırırken Belle’in yüzündeki korku hâlâ aklımdaydı.

Hızla yola koyuldum. Ancak Matteo’nun telefonuyla ofiste beni bekleyen acil bir mesele olduğunu anlamıştım. Ve bu sabahın getirdiği tüm gerilim, bastırmaya çalıştığım öfkemi yeniden alevlendirmişti.

Isabelle

Eve doğru ilerlerken, bir an durup arkamı döndüm. Luca… Niye bu kadar öfkeliydi ki? Şu ana kadar tanıdığım en karmaşık, en anlaşılmaz adam oydu. Beni anlamadığı gibi, kendisini anlamama da izin vermiyordu.

"Yolda gelirken tartıştınız mı?" diye sordu Mario, sesindeki tedirgin merakı saklamaya bile çalışmadan.

"Hayır."

Cevabım kısa ve netti, ama Mario’nun inanmadığını gözlerinden anladım. Yine de bir şey demedi. Sessizliği bıçak gibi keserek yolumuza devam ettik.

Odama vardığımızda Mario’nun gözleri üzerimdeki elbiseye kaydı. İfadesi bir anlığına yumuşadı.

"O mu aldı?"

"Evet."

"Anladım. Hadi dinlen, Rose. Sonra yanına uğrarım."

"Sevinirim, Mario."

Dönüp odadan çıkacakken aniden durdu. Nefes almakta zorlandığını duyabiliyordum. Ve sonra, yüreğimi sıkan o soruyu sordu:

"Gece yanında mıydı?"

Sözleri beni kaskatı kesmişti. Yanaklarımın yandığını hissedebiliyordum. Neden hep benden en kötüsünü bekliyorlardı? Luca’nın yanında kalmış olmamın tek anlamı bu muydu?

"Hayır."

Sesim sakin ve netti, ama içimde fırtınalar kopuyordu.

"Üzgünüm ama baban soracaktı, Rose."

Başımı salladım ve Mario’nun ardından kapıyı kapadım. İçimdeki hayal kırıklığı, kalbimi susturması gereken bir acıydı. Ama en kötüsü, sevdiklerimizden gelen hayal kırıklığıydı. Mario’nun da diğerleri gibi düşündüğünü anlamıştım. Ve bu, acının keskinliğini artırıyordu.

Birkaç dakika sonra, hizmetçimiz Nora içeri girdi. Kucağında Luca’ların evinden getirilen elbise kutusu vardı. Ardından annem de odaya girdi.

"Nasılsın, Rose?" diye sordu annem, gözlerindeki şefkatle.

"İyiyim, anne."

Bana yaklaşıp elimi tuttu. Parmaklarının soğukluğu beni bir an irkiltti, ama dokunuşunda her zaman olduğu gibi bir teselli vardı.

"Gece seni orada bırakmak istemedik."

İyi bir kalbe sahipti, her zaman öyleydi. Ama iyi kalplerin bu dünyada pek bir gücü yoktu. Onlar sadece kırılmak için var oluyorlardı. Bunu o an yeniden anlamıştım.

"Biliyorum, anne."

Sarıldım ona. Saçlarımı okşarken kısık bir sesle, neredeyse fısıldayarak konuştu:

"Korktuğunu biliyorum."

Geri çekildim. Gözlerimizi kilitlerken aramızdaki kelimeler söylenmeden kaldı. Çünkü o kelimeler bizi savunmasız bırakacaktı. Ve annem, iyi bir kalbi olmasına rağmen hiçbir zaman cesur olamamıştı.

"Anne, Elena’nın kaderine müdahale etmelerine izin verme."

Sözlerim içimden kopup gelmişti. Kontrolsüz, ama bir o kadar da haklı. Kendimden çoktan vazgeçmiştim. Kalbimi kilitleyip kutuya koymuştum. Ama Elena? Onun için hâlâ bir şeyler yapılabilirdi.

Annem, derin bir iç çekerek yanıtladı:

"Keşke elimde olsa, Rose."

Derin bir nefes aldım. Yaşadıklarımız, yaşama ihtimalimiz olan şeyler kadar ürkütücü değildi bazen. Bilinmezlik her şeyden daha korkutucuydu.

Annem odadan çıktıktan sonra üzerimdeki elbiseyi hızla çıkardım. Adeta ona olan öfkemi giysiyle birlikte üzerimden atıyordum. Dolabımdan sade bir elbise seçtim. Kalbimdeki o asi isyan hâlâ susmuyordu.

Luca De Santis ile iyi geçinmeye çalışmayacaktım.

Gözlerimin önüne arabada söyledikleri geldi. "Dosyada yazmayanları da sen bana anlatırsın, Belle. Nasılsa bir ömür boyu fırsatımız olacak. Değil mi?"

Sözleri, alaycılığı, her şeyde üstün olduğunu ima eden o tavırları. Dudaklarımdan aldığı kapkek parçasını dudaklarına götürüşü... Çözülemez hali.

Ama Luca ile savaşacak cesaretim vardı. Eğer bu bir savaşsa, ben bir piyon olmayacaktım.

Luca

Ofise adım attığımda Matteo’nun elindeki dosyaya gömülmüş olduğunu gördüm. Masanın karşısındaki adam ise gözlerini bir an olsun ondan ayırmıyordu. Kapıdan geçtiğimde yüzünü bana döndü ve ayağa kalktı. Özel dikim takım elbisesinin düğmesini ilikleyip elini uzattı.

"Hoş geldin, Luca."

"Merhaba, Edmond."

Masama doğru ilerleyip oturdum. Matteo da saygıyla yerinden kalktı ve dosyayı dikkatlice masama bıraktı.

"Dosyada istediğin tüm bilgiler var," dedi sakin bir sesle. "Edmond, Isabelle hakkında gerekli olan, hatta fazla bilgiyi getirdi. Ayrıca…" bir an durakladı, yüzünde neredeyse bir tereddüt belirdi, "…geçen kış onu bulan da Edmond."

Gözlerim Edmond’a kaydı. Edmond Franco. Manhattan Polis Departmanı’nın cesur ve gözü kara dedektifi… En azından, dış dünyanın tanıdığı kimliği buydu. Ama bizim dünyamızda Edmond, en zor bilgileri toplayan, izleri yok eden ve istendiğinde görünmez hale gelen biriydi. Onunla yıllardır tanışıyordum, ama bugüne kadar ona iş vermemiştim. Kendi kurallarına göre yaşar, saygı duyduğunda müttefikiniz olurdu. Saygı duymazsa? Karşınızda durmayı seçerdi.

Bakışlarım Edmond’a çevrildi. Koltuğu işaret ederek oturmasını istedim. Kısa bir tereddütten sonra yerini aldı.

"Isabelle Rose Moretti ile evleneceğinizi duydum," dedi, sesi fazlasıyla kontrollüydü.

"Evet."

"Sen gelmeden Matteo ile konuştuk. Geçen kış bir hata yaptı, ama bu… sıradan bir şeydi. Hoş görülebilir."

Bakışlarımla karşılaştığında, sözleri havada asılı kaldı. Yavaşça arkamda yaslandım ve sessizliğin ortamı germesine izin verdim. Gözlerim Edmond’un yüzüne dikildi. Sonunda soğuk bir tonda konuştum:

"Dinliyorum."

Edmond'un kaşları hafifçe çatıldı. Bu sessiz baskıyı sevmemişti, ama kim olduğumu biliyordu.

"Don Moretti bunu öğrenirse… nasıl açıklayacaksın?"

Sesimdeki tehdit dolu alay gözden kaçamazdı. "Öğrenmeyecek."

Kelimeler sert bir şekilde ağzımdan döküldü:

"Bildiklerini bana anlatmazsan ya da onu haberdar edersen, seni elimden kimse alamaz. Sana yapacaklarım, Don Moretti’nin yapacaklarının yanında hafif kalır."

Edmond’un bakışları bir an bile titremedi. Korkusuz bir adamdı, belki de fazla korkusuz. Ama beni iyi tanıyordu. Neler yapabileceğimi… Sesinde o buz gibi kontrolle konuşmaya başladığında, geçen kış Isabelle’i bulduğundan itibaren olan her şeyi anlatmaya başladı.

"Daniel ile aralarında bir ilişki var mıydı?" diye sordum, sözlerinin arasında duraksadığı bir anda.

"Hayır. Böyle bir şeye tanık olmadım. Onları ilk bulduğumda…"

Edmond derin bir nefes aldı. Bir an düşündü, sonra gözlerime dik dik bakarak konuşmaya devam etti:

"Açık konuşmam hepimiz için daha iyi olacak."

Sözleri fazlasıyla netti.

"Daniel Morris, Isabelle Rose Moretti’ye aşıktı. Ama Isabelle Rose’un ona aşık olduğunu sanmıyorum. Böyle bir şeyi ne gördüm ne de tespit ettim. Aralarındaki bağ derin ya da özel değildi."

Kaşlarımı çattım. "Açıkla."

"Onları evde de takip ettim. Isabelle Rose kaçtığından beri ayrı odalarda kaldılar. Daniel, yanına bile yaklaşmadı. Don Moretti’ye durumu bildirdim. Isabelle zeki biri, babasının adamlarını atlatmayı başardı. Ancak ikinci kez saklanırken, daha dikkatli bir plan yaptı. Bu sefer uzak bir ülkeye kaçmaya hazırlanıyordu."

Edmond duraksadı, sonra sakin bir tonda devam etti:

"Yine de onu buldum. Don Moretti’nin adamları kızı eve götürene kadar gözetimimdeydi. Sonrasını zaten biliyorsunuz."

Matteo ile göz göze geldik. Sessizlik, söylediklerinin ağırlığını odada asılı bırakmıştı.

"Başka öğrenmek istediğin bir şey var mı?" diye sordu Edmond sonunda.

"Hangi ülkeye gidecekti?"

"Ekvador ve Hollanda arasında bir tercih yapıyordu."

Matteo şaşkınlıkla Edmond’a baktı. "İkisi arasındaki bağlantıyı anlayamadım."

Edmond’un gözlerinde kısa bir kıvılcım belirdi. Yavaşça ayağa kalktı, takım elbisesinin düğmesini ilikleyip düzeltirken alçak bir sesle yanıt verdi:

"Dünyada gül yetiştiriciliğinin en fazla olduğu ülkelerden ikisi bunlar. Isabelle Rose hakkında öğrendiğim ilk şey güllere olan zaafıydı."

Arkasını döndü, kapıya doğru yürüdü. Gitmeden önce dönüp bir kez daha konuştu:

"Daha fazla sorumuz olursa seni nerede bulacağımızı biliyoruz."

"Elbette, Il Predatore."

Kapı kapanırken Matteo derin bir nefes aldı.

"Dosyada Rose’a ait kişisel bilgiler haricinde özel bir şey yok. Ama… fotoğraflar var."

Başımı salladım. "Tamam."

"İşler?" diye sordu.

"Sonra."

Sessizlik odada yeniden hüküm sürerken, Matteo’nun çıkışıyla birlikte içimdeki gerilim daha da derinleşti. Masamda duran dosyaya baktım. Edmond’un söyledikleri hâlâ zihnimde yankılanıyordu. Isabelle Rose Moretti. Sırlarla örülü bir bilmece. Ve bu bilmeceyi çözmek benim işimdi.

Dosyayı açtım. İlk karşıma çıkan şey, Daniel ile Isabelle’in yan yana olduğu fotoğraflardı. Bir sokakta yürürken, Bronx’ta bir kafede otururken, bir evin içinde film izlerken... Daniel’in bakışları Belle’e odaklanmıştı. Tutkulu, istekli, sanki dünyadaki her şey o anda durmuş ve sadece Belle kalmış gibi. Ama Belle?

Isabelle’in bakışları... Onun içinde bir şeyler vardı. Bir boşluk, belki de bir şeyler saklıyordu. Saatlerce, dakikalarca o fotoğraflara bakıp, her ayrıntıyı inceledim. Edmond’un söyledikleri aklımda çınlıyordu. Aynı odada bile kalmamışlardı... Aşk var mıydı? Hayır. Ama Isabelle, duygularını gizlemek konusunda ustaydı. O duygusuz bakışlarda bir şey vardı. Bunu bir şekilde öğrenecektim.

Dosyanın sayfalarını çevirdim. Daniel Morris. Tipik bir Amerikalı. Babası bir bankacıydı, yıllar önce ölmüş. Annesi oğlunun ölümünden sonra intihar etmiş. Kardeşi yok. Hukuk okumuş, Isabelle ile bir ev partisinde tanışmış. Edmond’un işinde gerçekten ne kadar yetenekli olduğunu takdir ettim ama Daniel hakkında daha fazla bilgiye ihtiyaç yoktu. Isabelle’e dair bilgileri aradım. Onu anlamak istiyordum.

Sayfaları çevirdim. İşte asıl ilgi alanım... Isabelle Rose Moretti.

Evde eğitim almış. En sevdiği kitap: Küçük Prens. Yemek: Calzone. Tatlı: Panna Cotta.

Gülümseyerek başımı salladım. Yanlış. En sevdiği tatlı, yaban mersinli ve vanilyalı kapkekti. Edmond’un hâlâ öğrenmesi gereken şeyler vardı.

Okumaya devam ettim. Hobi? Güller. Güzel, zarif güller. Boş zamanlarında ata binmeyi, kitap okumayı seviyor. Yüzmekse onun en sevdiği spor…

Ama bu bilgiler, bir insanı tanımak için yetmezdi. Sayfayı çevirdim, çünkü zamanım yoktu. Ancak bir sonraki sayfada karşımda bir şey vardı ki, kalbimi çarptırdı. Telefon yazışmaları.

15 Ekim

Daniel: "Belle, benimle gel. Seni orada bırakmak istemiyorum."

Belle... O anda, yüzündeki acıyı tekrar hatırladım. İsmini söylediğimde verdiği tepkinin nedeni açıktı. İsmin bu kadar özel olması… Onu sevmiş miydi? Yoksa sebep korku ya da suçluluk muydu?

Belle: "Yapamam, Daniel. Babamlar... bizi bulursa..."

Daniel: "Seni her şeyden korurum. Anlamıyorsun, seni ilk gördüğüm andan beri seviyorum."

Belle: "Olmaz, onları tanımıyorsun."

7 Kasım

Daniel: "Güzelim, her şeyi çözebilirim. Bana izin ver."

Belle: "Daniel, daha önce de söyledim. Onlardan kaçamam. Bu yalnızca bir hayal. Başaramayız."

Daniel: "Denemedik Belle."

21 Kasım

Daniel: "Seni özledim Belle. Sesinden bile mahrumum. Gördüğüm andan beri kapıldım sana ve bir adım bile gelmiyorsun. Bana artık eziyet etme."

Belle: "Bu eziyet değil, Daniel. Sana benden uzak durmanı söyledim. O gün her şeyi konuştuk."

O gün? Hangi günden bahsediyordu?

29 Kasım

Daniel: "Benden uzaklaşma. Yalvarırım. Hem bir planım var."

Daniel: "Belle, bir kez dinle. Lütfen."

Daniel: "Belle, güzelim. Bana bir şans ver."

11 Aralık

Daniel: "Belle, o gün konuştuklarımızı unutma. Sadece sen ve ben bebeğim. Benimle gel, Bronx’a gidelim. Seni koruyabilirim Belle. Beni bırakmazsan, birlikte kaçarız."

Daniel: "Sen cevap verene kadar mesajlara devam edeceğim."

Daniel: "Lütfen bir kez daha düşün. Sadece sen ve ben."

23 Aralık

Belle: "Gidelim Daniel."

23 Aralık’ta bir şey değişmişti. Belle, o kadar korkarken... Neden? Ne olmuştu?

O yazışmaları okudukça içimde bir sızı büyüyordu. Ama bir şeyi fark ettim. Bu yazışmalarda gerçek bir şey yoktu. Belle’in içinde barındırdığı derin karanlık vardı ve giderek bunu öğrenme ihtiyacım büyüyordu. Diğer yandan... gerçekler, duygular söz konusu olduğunda her zaman görünür olmuyordu. Edmond’un verdiği bilgiler gerçek olabilirdi, ama bu sırlar, Belle’in dudaklarından duyduğumda asıl anlamını bulacaktım.

29 Aralık

Belle ve Daniel’ın son konuşmaları... Isabelle Rose Moretti, elinde kahve ve çöreklerle eve giderken, bir şey fark etti. Babasının adamları. Onları gördü. Hızla hareket etti, eve koştu, izini kaybettirmeyi başardı. Ama ne kadar kaçabilirdi? Nereye kadar dayanabilirdi?

Evdeler. Daniel, çaresiz, umutsuz şekilde onu tutmaya çalışıyordu. Müdahale etmeden önce, Don Moretti'nin isteği üzerine her şeyi kaydetmek için yerleştirdiğim dinleme cihazıyla her kelimeyi duyuyordum. O an, odada her şeyin sessizliğine rağmen, aralarında bir fırtına koptu.

Daniel: "Ne oldu?"

Isabelle: "Bizi buldular... Seni daha fazla riske atamam."

Daniel: "Belle, gidemezsin. Seni bırakmam, bırakamam."

Isabelle: "Daniel, lütfen."

Daniel: "Anlamıyor musun, Belle? Seni deli gibi seviyorum. İlk gördüğüm andan beri... sana aşığım."

Isabelle: "Lütfen beni bırak, Daniel. Ben yapamam. Benim için hayatını riske atmana izin veremem."

Daniel: "Sen her şeye değersin, Belle. Beni bırakma."

Beni bırakma... Rüyasında fısıldadığı kelimeler. Okumaya devam ettim.

Bir kapı çarptı, ardından hıçkırık sesleri... Bu oyun bugün bitecekti.

29 Ocak

"Hayatımda Isabelle Rose Moretti gibi birini tanımadım. O..."

Cümle yarıda kalmıştı, üzeri karalanmış. Edmond’un el yazısı, kelimelerden saklanan bir sırrı açık ediyordu. Edmond Isabelle hakkında ne düşünüyordu?

30 Ocak

Sonraki satırlar daha netti: "Sonunda onu buldum ve babasına teslim ettim. Don Moretti işimizin bittiğini söyledi. Ama ben orada durdum. İş bitmiş olabilirdi, fakat sonuçlarını görmeden ayrılamazdım."

İş... Her şey ne kadar soğuk, ne kadar mekanikti. Edmond için bu bir görevden ibaretti, ya da en azından kendisini buna inandırmaya çalışıyordu.

"Daniel uzun süredir onun elindeydi. Annesi kayıp ihbarında bulunmuştu. Davayı sonuçlandırma vakti gelmişti. Isabelle’i getirdiler. Ama o Isabelle değildi. O an anladım; her şey çoktan değişmişti."

Edmond’un kelimeleri sayfalar boyunca içimde yankılandı. Satır aralarında gizli bir çaresizlik, bir itiraf vardı.

"Isabelle’in gözleri... Her şeyi anlatıyordu. O hayat dolu, o içinde ateş saklı bakışlar, kaybolmuştu. Onun ruhundaki ışık sönmüştü. Olacakları biliyordu. Kabullenmişti. Ama kabullenmek yetmezdi. Bu dünyada bir yer açmak yetmezdi."

Bu kelimelerin ağırlığı omuzlarımda bir yük gibi hissediliyordu. Edmond’un hissettiği şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bir pişmanlık mı? Bir öfke mi? Yoksa bunların ötesinde, ne olduğunu bilmediği bir duygunun altında mı eziliyordu?

"Don Moretti kalıp kalmayacağımı sordu. O an, zihnimde bir savaş yaşandı. Evden çıkmak için adım attım. Ama bir şey beni durdurdu. Bahçeye ilerledim. Ve o an silah sesi yankılandı."

Sözcükler, sanki kağıttan değil de gerçek hayattan kopup üzerime düşüyordu.

"Isabelle’in gözleri... O an her şeyi daha net gördüm. Yaşam o an sönmüştü. Bir yabancıya dönüşmüştü. Bir zamanlar hayat dolu olan yüzü, artık tamamen boştu. Ve sonra... Isabelle yere yığıldı. Dava kapandı."

Son satırları okurken içimde bir sıkışma hissettim. Sayfalardaki kelimeler, zihnimde yankılanıyordu. Edmond’un gözünden yaşananları görüyordum, Isabelle’in gözlerindeki karanlık beni içine çekiyordu. Isabelle’in kalbindeki yükü daha iyi anlamıştım.

Telefonuma mesaj bildirimi geldiğinde duraksadım.

"Merhaba Luca, ben Rose. Parfümüm odanda kalmış. Rica etsem onu bana uygun bir zamanda gönderir misin?"

Gözlerim bir anda mesajı tekrar okurken, parmaklarım duraksadı. İçimde hâlâ anlamadığım bir boşluk vardı.

"Dün gece için teşekkür edemedim. Benimle ilgilendiğin ve beni eve getirdiğin için teşekkür ederim."

Bir süre bekledim. Ne yazacağıma karar veremedim. Isabelle... Onu bir kelimeyle tanımlamak, o kadar kolay değildi. O kadar karışıktı ki... Onu tanımak istedim, onu anlamak... Ama bu kadar yakın olmak, bunun bedelini bilmek...

"Yarın akşam benimle yemeğe çıkar mısın Belle? Parfümünü de getiririm."

Sonunda, cevap geldi. Soğuk, resmi bir cevap:

"Elbette, Luca. Sevinirim."

Bunlar, yalnızca kelimelerdi. Ama ben, Isabelle’in derinliklerinde kaybolmuş bir avcıydım. Her temasta, dikenler daha derine saplanıyordu. Ama artık acı hissetmiyordum. Sadece daha derine gitmek istiyordum. Isabelle, güzel ama bilinmeyen gülüm. Sırlarını çözmeden bırakmayacaktım.

Ben bir avcıydım. Ve Isabelle benimdi. Tamamen.

Bu bir savaşsa, sonuna kadar gidecektim.

"Bir savaş, zihinlerde başlar ve kalplerde biter." — Luca De Santis

Bölüm : 22.12.2024 06:18 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
kitsudaphne / KARANLIK GÜL (GÜL SERİSİ 1. KİTABI) / 14
kitsudaphne
KARANLIK GÜL (GÜL SERİSİ 1. KİTABI)

17.79k Okunma

934 Oy

1.2k Takip
21
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...