YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.
"Bazı aşklar güller gibidir. Zarif ve kırılgan… Ancak yakından bakıldığında, en keskin dikenlerini gizler." — Isabelle Rose Moretti
Isabelle
Ertesi sabah ağır bir sessizliğin hüküm sürdüğü yemek salonuna adım attığımda, üzerimde hissedilen bakışların ağırlığını inkar etmek imkansızdı. Babam, alışılmış soğuk ve mesafeli tavrıyla beni süzüyordu. Mario ve Nico ise bana hafif birer gülümsemeyle karşılık verdiler, ama o gülümsemenin ardında bile sorgulayan bir merak vardı. Elena çoktan okula gitmiş olmalıydı; annemin yanındaki sandalye boştu. Bir zamanlar babamın sol yanındaki sandalye benim yerim olurdu. Şimdi ise Nico benim yerimde oturuyordu.
Sessizce annemin yanındaki sandalyeye oturdum. Annem, her zamanki zarif ve sevgi dolu haliyle yanağıma bir öpücük kondurdu.
"Günaydın bebeğim," dedi.
"Günaydın, anne."
"Daha iyi misin?"
Kısa ve sade bir yanıt verdim. "Evet."
Hizmetçilerimizden biri, diyetime uygun hazırlanmış bir kahvaltı tabağını önüme bırakırken derin bir sessizlik içinde tabağımdakileri bitirdim. Kahvaltı sona erdiğinde, babam ve kuzenlerim kahvelerini içerken günlük işlerden bahsetmeye başladılar. Sanki ben orada değilmişim gibi, aralarındaki konuşma soğuk bir mesafeyle devam etti.
Tam o sırada, hizmetçilerimizden Ava içeri girdi. Ellerinde zarif bir kutu taşıyordu; ünlü bir markanın logosu kutunun üzerinde parlıyordu. Ava, kutuyu sessizce masaya bıraktı.
"Efendim," dedi, sesi her zamanki kadar yumuşak ama dikkatlice ölçülmüş, "Bay De Santis tarafından gönderildi."
De Santis. İsmi dudaklarımı mühürledi. Herkesin dikkatini çektiği gibi, babamın da ifadesi bir anlığına değişti. Çene kasları gerildi, gözleri kutuya sabitlendi. Ortama bir gerginlik yayıldı; görünmez ama keskin bir soğukluk.
"Neden bu hediyeyi gönderdi?" diye sordu Mario. Sesinde yalnızca merak vardı, ama bakışlarında bir gölge belirdi.
Yutkunarak yanıtladım, "Akşam beni yemeğe çıkarmak istedi."
"O zaman kutuyu açmalısın, Rose. Biz de hediyeyi görebiliriz."
Nico’nun gözleri beni adeta yere mıhladı. Ayağa kalkmamı beklediğini açıkça belli eden bir duruş sergiliyordu. Emir vermese bile, sözleri bir komut gibiydi. Hayatımda her şey, tavırlar ne kadar değişmiş olursa olsun, ailemdeki erkeklerin o sert, kontrolcü tavrı hiç değişmemişti. Mario hariç. Babamın gözleri beni adeta bir buz kütlesi gibi delip geçerken, Mario’nun sakin ama sevecen bakışları bana güç verdi. Her şeyden önce, Mario benim için bu soğuk dünyada bir avuç sıcaklık gibiydi.
Sessizce ayağa kalktım ve kutuya yaklaştım. Kapağı kaldırdığımda, kutunun içindeki elbiseyi gördüm. Bordo rengi, vücudu saran ince saten bir kumaş… Cesur ve fazlasıyla dekolteli bir tasarım. Elbisenin keskin zarafeti, aynı zamanda bir meydan okumayı temsil ediyordu.
Elbiseyi gördükleri an odadaki atmosfer tamamen değişti. Nico’nun yüzü taş kesilmiş gibiydi, babamın dudakları ise bir öfke işareti olarak sıkılmış ince bir çizgiye dönüşmüştü. Elbiseye bakarken, ne söylediklerinden çok sessizliklerinde kaybolan kelimeleri duyabiliyordum. Bu sessizlikteki her nota, geçmişimde yaptığım hataların yankısını taşıyordu.
Mario, her zamanki gibi sessiz kalsa da gözlerindeki o alışıldık anlayış ifadesiyle bakışlarımız buluştu. Bu küçük jest, dünyadaki tüm eleştirilere karşı sessiz bir kalkan gibiydi.
"Rose," dedi Nico, keskin ve kontrolcü bir tonla, "bunu..."
Nico sözünü tamamlayamadan odada babamın sesi yankılandı.
"Bunu giymeyeceksin."
Babam, ilk kez doğrudan bana hitap etmişti. Sözleri sert ve katıydı. Bu durum beni daha çok şaşırtıyordu çünkü özellikle başkalarının yanındayken söylemek istediklerini hep bir aracıyla iletirdi. Ama şimdi, herkesin önünde, doğrudan benimle konuşuyordu.
"Fakat giymemesi kaba bir hareket olarak algılanabilir," diye araya girdi annem. Sesi alçak ve temkinliydi, ama babamın keskin bakışlarıyla karşılaşınca hemen sustu.
"Seni bu kıyafetle görmeyeceğim, Isabelle Rose."
O an, içimde bir yıldır sessizce biriken her şey bir anda kaynayıp yüzeye çıktı. Kalbimde bir volkan patlamış gibiydi. Babam benimle doğru düzgün konuşmazdı. Şimdi bu konuda konuşuyor olması, özellikle evlilik meselesinde bile tek kelime etmediği düşünüldüğünde, bu diyalog yalnızca bir kıyafet için miydi? İçimdeki asi, kontrol edilemez yan, onun bu otoriter tutumuna isyan etti ve ağzımdan çıkan kelimeleri kontrol edemedim:
"Bana karışamazsın, baba. Artık değil."
Sözlerimin yankısı odada asılı kaldı. Babamın tepki vermesinin bu kadar hızlı olacağını düşünmemiştim. Bir anda ayağa kalktı ve önüme dikildi. Yumruk yaptığı elleri yanlarında titriyordu. Öfkeyle dolmuş bakışları kalbimi sıkıştırıyordu. Nefesim kesildi ve korkuyla gözlerimi kapattım. Ev, o an ölümcül bir sessizliğe büründü. Sadece nefes alışlarımızın ve kalp atışlarımın yankılandığını duyabiliyordum.
"Bana karşı mı geliyorsun?"
Gözlerimi araladım. Babamın gözlerindeki öfke ve hırçınlıkla karşılaştım. Bir zamanlar bana sevgiyle, gururla bakan gözler şimdi yabancıydı. Bu bakışlar, bir zamanlar benimle saatlerce konuşan, birlikte vakit geçiren babama ait değildi. O eski günler, şimdi neredeyse bir hayal kadar uzak geliyordu.
Ben tam olarak onun kızıydım; karakterimiz neredeyse aynıydı. Ama artık o eski bağlarımız yerini soğuk bir mesafeye bırakmıştı. Babamla aramızdaki ilişki her zaman daha derin, daha yakın olmuştu. Annemle daha mesafeli bir bağımız vardı, ama babamla neredeyse her şeyi paylaşırdım. Bana hayranlıkla bakar, hatta bazı kararlarında fikrimi alırdı. Fakat büyüdükçe bu dünyanın karanlık yüzünü görmeye başlamıştım.
Kurallar, ailemin kurduğu o acımasız dünyanın içinde bir hapishane gibiydi. Büyüdüğümde fark ettiklerim daha da ağır gelmeye başlamıştı: savaş, güç mücadelesi, acımasız pazarlıklar, yaralanmalar ve ölümler. Her şeyin üzerinde, kaderimin yalnızca bir anlaşmayla mühürlenmesi fikri… Bir adamla, ailemin seçtiği bir yabancıyla yapılacak bir evlilik. Bu baskıya dayanamayarak kaçmıştım.
Ama şimdi, burada, aynı masanın etrafında, aynı soğuk kuralların ortasında oturuyordum. Ne değişmişti? Kaderimi asla değiştiremediğimi fark etmiştim. Kaçmak bir çözüm değildi. Bazen kaderden kaçmaya çalışırken, aslında ona doğru çekildiğimizi anlıyordum.
Kimsenin değil, babamın beni anlamasını beklerdim. En azından çabalamasını. Çünkü biz birbirimize benziyorduk. İnatçılığım, asi ruhum, her şeye meydan okuyan tavrım—bunların hepsi babamın birer yansımasıydı. Çocukluğumdan beri, saçlarımın ruhumla özdeşleştiğini söyleyip bundan gurur duyardı. Saçlarımın kızıl, asi dalgaları onun övgüsüne mazhar olurdu çünkü o da bilirdi, görünüşte olmasa bile ruhen ona benziyordum.
Elena, yani kız kardeşim, her zaman daha uyumlu ve itaatkâr olmuştu. Babamın kurallarına uyar, sessiz bir zarafetle onları kabullenirdi. Ama ben? Ben her zaman dik duran, sorgulayan, sınırları zorlayan kişiydim. Kaçana kadar... Babamın kurallarını görmezden gelip onları yıkana kadar. Kaçışım her şeyi değiştirdi. Döndüğüm ilk andan itibaren, bana karşı sahip olduğu tüm hoşgörüsünü ve sevgisini kaybettiğini hissetmiştim. Ve bu kaybı sadece bana değil, annemle Elena’ya da yüklemişti. Onların omuzlarına çöken bu ağırlık, benim cezamın bir yansımasıydı.
"Elbiseyi giymek zorundayım," dedim, sesim titrek ama kararlıydı. "Annemin dediği gibi, Luca bunu yanlış algılayabilir."
Babamın kaşları çatıldı, gözlerinde o tanıdık öfke ışığı belirdi. "Henüz kocan değil," dedi sert bir tonda. "Benim çatımın altında yalnızca benim kurallarım geçer, Rose."
Rose. Uzun süredir ilk kez söylemişti. Adımı söylerken sesinde bir kırılma vardı. Sanki bu sözcük onun ağzından çıkarken ağırlaşmıştı. Benimle en küçük bir bağını bile inkar etmeye çalışır gibi, başını öfkeyle salladı ve bakışlarını kaçırdı.
"Odana git, Isabelle Rose. Ve ben söyleyene kadar odandan çıkma."
"Ama..." dedim, yutkunarak.
"Odana git, dedim!"
Sözleri, bir kırbaç gibi ruhuma çarptı. Dudaklarımı birbirine bastırdım, itiraz etmeye cesaret edemedim. Hızlı adımlarla yemek odasından ayrıldım. Bu kadar kolay mıydı beni kırması? Beni sevmesi gereken, beni koruması gereken kişi, beni en çok inciten kişiydi. Eğer hayatta sizi sevmesi gerekenler sevmiyorsa, geri kalanlardan ne bekleyebilirdiniz?
Odamın kapısını arkamdan kapatırken gözyaşlarım sessizce akmaya başladı. Kalbimden yükselen öfke ile sevgi açlığının çarpışmasını görmezden gelmeye çalışıyordum. Ama babamın bu soğuk sertliği, her seferinde beni daha da derin bir uçuruma sürüklüyordu.
Odamın dört duvarı, bana yalnızca bir şeyi hatırlatıyordu: burada yalnızca bir esirdim. Babam, kalbimdeki en derin yarayı bir kez daha açmıştı. Ve bu yaradan akan gözyaşları, özgürlüğümün ne kadar uzak olduğunu bir kez daha kanıtlıyordu.
Luca
Masamın üzerindeki belgeleri incelerken telefonuma gelen mesaj dikkatimi dağıttı. Andrew’dandı. Hızlıca açtım ve ekrandaki kelimeler canımı sıkmaya yetti.
Odasında, ağlıyor.
Kaşlarımı çattım. Anında yanıtladım.
Neden?
Sanırım gönderdiğiniz kıyafet sorun oldu.
Telefonu elimde sıkıca kavradım.
Anlamadım.
Don Moretti çok öfkelendi.
Gerginlik omuzlarımı dikleştirirken dişlerimi sıktım. O elbiseyi bizzat seçmiştim. Sabahın erken saatlerinde mağazaya gidip vitrin mankeninde gördüğümde başka bir şey gözüme çarpmamıştı. Belle için, tam da onun zarafetine uygun bir şey istemiştim. O ince, bordo rengi saten elbiseyi görür görmez başka bir şey düşünemez olmuştum. Mağazadan çıkarken Matteo’nun alaycı bakışlarını üzerimde hissetmiş, alay dolu sesi hâlâ kulağımda yankılanıyordu:
"Çoktan dağıldın, De Luca. Kızıl bir gül, seni şimdiden dağıttı."
"Kapa çeneni," demiş ve bakışlarımla onu susturmuştum. Ama haklıydı. Belle, ruhumu altüst eden bir kasırga gibiydi.
Şimdi ise, Andrew’dan gelen bu haberle tamamen kontrolden çıkmış durumdaydım. Mesajları henüz sindirmeye çalışırken telefonum çaldı. Ekranda beliren isim beni şaşırttı: Don Moretti.
Aramayı hemen kabul ettim. "Merhaba, Don Moretti."
"Merhaba, Luca." Sesindeki gerginlik, sabrının sınırında olduğunu açıkça belli ediyordu. "Isabelle Rose’a elbise göndermişsin."
Onun tam adıyla hitap edişindeki soğukluk beni rahatsız etti. Belle’in adını bu kadar sert ve neredeyse acımasızca söylemesi sinirlerimi daha da gerdi.
"Evet," dedim sakin bir sesle. "Bir sorun mu var, Don Moretti?"
"Isabelle Rose bugün evden çıkmayacak. Ve o elbiseyi asla giymeyecek."
Dişlerimi sıkarak sessiz bir nefes aldım. Sesimdeki soğukkanlılığı korumaya çalışarak, "Buna karışma hakkını nereden buluyorsunuz?" diye sordum.
"Luca, kendine gel. O benim kızım. Elbette—"
"Anlaşma imzalandı, Don Moretti," diye sözünü kestim. Sesim, soğuk çelik kadar sertti. "Şu an istesem, kızınızı yanınızdan alır ve evime götürürüm. Ayrıca bu ilgili baba tavırlarınızdan vazgeçin. Söylediklerinizle onları söyleme şekliniz arasında büyük bir uçurum var. Belle’e gerçekten düşündüğünüz ya da sevdiğiniz biriymiş gibi davranmanıza gerek yok."
Sözlerim bittiğinde aramızdaki sessizlik, kılıçtan keskin bir gerginlikle doluydu. Don Moretti’nin cevap vermesini beklerken sessizlik uzadı.
Belle, bunca öfke ve kontrolün ortasında bir çiçek gibi savruluyordu. Ama bir şeyden emindim: Onu bu dikenli kafesten kurtaracaktım, ne pahasına olursa olsun.
Kalemimi parmaklarımın arasında çevirirken Belle’in bir kez daha tüm dengemi bozduğunu fark ettim. Yıllardır duygularını kontrol etmekte ustalaşmış bir adamdım, ama Belle’in adını duyduğum anda her şey altüst oluyordu. Onunla ilgili hiçbir şey beni sakin bırakmıyordu. İlk andan beri, onun çevremde yarattığı fırtınayı kontrol edememiştim.
Don Moretti’nin soğuk, otoriter sesi düşüncelerimi böldüğünde, sabrımın son noktasındaydım. "Denemeye bile kalkma," diye devam etti, sesi tehditkar bir tondaydı. "Rose benim... kızım. Ayrıca aramızdaki ilişkiyi sen nereden bileceksin de beni yargılama cüretini kendinde buluyorsun?"
Rose. Adını bu şekilde telaffuz edişi dikkatimi çekti. Bu isim, babasından gelen bir yadigârdı. Ancak konuşmasındaki ağırlık ve Belle’e olan yaklaşımı arasındaki çelişkiyi göremeyecek kadar kör değildim.
"Beni bunu yapmaya zorlamayın," dedim, sesimde kararlı bir keskinlik vardı. "Aile ilişkilerini güçlendirmeye, bir bağ kurmaya çabalarken, elimle o bağları paramparça etmeme neden olmayın. Beni tanıyorsunuz, söylediğim her şeyi yapacağımı bilecek kadar."
"Fazla oluyorsun, evlat." Don Moretti’nin sesi daha da sertleşti. "Gözü kara, korkusuz adamları severim. Etrafımda senin gibi adamlar görmek isterim. Ama sen sınırları zorluyor ve haddini aşıyorsun."
Burnundan soluyordu, öfkesi sesine yansıyordu. Yine de sözlerimi sakınmadım.
"Aranızdaki ilişkiyi yeterince gözlemledim, Don Moretti," dedim. Sözlerimi bilerek acımasız ve sert bir hale getirdim. "Kızınızı görmezden gelmeniz, onu affetmediğinizi fazlasıyla belli ediyor."
Kısa bir sessizlik oldu. Don Moretti’nin bir şeyler söylemek için kendini toparlamasını bekledim. Ama sesi yeniden duyulduğunda, öfkesi hâlâ oradaydı; yine de kırgın bir tını taşıyordu.
"Bugün evden dışarı çıkmayacak. Ve o elbise..." Duraksadı, sesi alaycı bir soğuklukla doluydu. "Onu asla üzerinde göremeyeceksin."
Telefonu kapatmadan önce, son bir cümle daha ekledim. "Bunu göreceğiz, Don Moretti."
Konuşmayı sonlandırdım. Derin bir nefes alıp masama yaslandım, öfkemi kontrol etmeye çalışıyordum. Sonunda içimdeki kararı verdim ve asistanımı odama çağırdım.
"Bugünkü tüm işleri iptal et," dedim.
Ama şaşkın bir sesle, "Efendim?" diye sordu.
"İptal et," diye tekrarladım. "Şimdi."
"Baş üstüne, Bay De Santis."
"Matteo’ya söyle, Moretti malikanesinde olacağım."
"Elbette, efendim."
Ofisten çıkıp arabama geçtiğimde, motoru çalıştırdım ve malikaneye doğru yola koyuldum. Belle’i düşünürken, öfkem her kilometrede daha da yoğunlaşıyordu.
Yolda telefonum çaldı. Hoparlörü açtım ve Matteo’nun sesini duydum.
"Sen delirdin mi? Rakov anlaşması bugün yapılacaktı."
"Onlara ailevi bir sorun olduğunu söyle," dedim, sesimde sabırsızlık vardı. "Yarın hallederiz."
"Ailevi bir sorun mu var?"
"Belle," dedim, sesim yumuşadı. "Ağlıyormuş."
"Tanrım, Luca!"
"Don Moretti ile tartıştım. Şimdi bana müsaade edecek misin?"
"Niye? Ne oldu?"
"Sonra anlatırım, Matteo. Kalan işlerin bir kısmını sen hallet. Yarın Rakov anlaşması için uygun bir saat belirle. Babama da bir şey söyleme."
Matteo kısa bir sessizlikten sonra, "Tamam, Il Predatore," dedi alayla karışık bir ciddiyetle.
"Akşam konuşuruz," dedim ve bağlantıyı kestim.
Telefonu kapatır kapatmaz hızımı artırdım. Daha fazla beklemek istemiyordum. Ancak Belle’in sevdiği o küçük pastane aklıma geldi. Bir süreliğine de olsa öfkemden uzaklaşmak ve onu mutlu edebilecek bir şey yapmak istedim. Yaban mersinli, vanilyalı kapkeklerden aldım. Tatlı her zaman işe yarardı, değil mi?
Kapkeklerle birlikte arabaya geri döndüm ve yola devam ettim. Ancak malikaneye yaklaştıkça içimdeki öfke tekrar yükselmeye başladı. Bu durum beni çileden çıkarıyordu. Belle’in yüzü gözlerimin önünden gitmiyordu. Ağlamıştı. Ve o evde bir kez daha kırılmış halde durmasına tahammül edemiyordum.
Malikaneye vardığımda Mario beni kapıda karşıladı. Her zamanki gibi o küçümseyici bakışlarıyla ve umursamaz tavrıyla.
"Her zaman beklenmeyen ve uygunsuz zamanlarda geliyorsun, Luca," dedi.
"Canımı sıkmasan iyi edersin, Mario," diye karşılık verdim.
Ama tabii ki Mario sınırlarını zorlamaktan çekinmedi. Bir adım üzerime geldiğinde, hızla yakasından tuttum.
"Sakın. Tek bir yanlış bile yapma," dedim, sesim buz gibi bir soğukluk taşıyordu. "Sana olan sabrım çoktan tükendi."
Mario’nun yüzündeki alaycı ifade değişti. Ama tabii ki dilini tutamadı.
"Sen... adi herifin tekisin Luca. Rose’u asla hak etmiyorsun."
Bu sözler, damarlarımda dolaşan öfkenin daha da büyümesine neden oldu. Çenemi sıkarak yüzüne baktım.
"Öyle mi? Peki kim hak ediyor?"
Bu soruyu sorar sormaz, içimde bir şey kıpırdandı. Cümle ağzımdan çıktığında, söylediğim sözün ağırlığını hissettim. Mario’nun söylediklerinin ardından zihnimde yankılanan düşünceler, ruhumu karanlık bir girdaba çekiyordu. Belle benimdi. Onu hak eden tek kişi bendim. Ve başka kimsenin olmasına asla izin veremezdim. Tanrım, Matteo haklıydı. Belle beni şimdiden dağıtmıştı.
Mario’nun sesi, karanlık düşüncelerimi böldü. "Daha iyi bir adam, geçmişi temiz biri."
Kaşlarımı kaldırarak alaycı bir şekilde güldüm. "Bizim dünyamızda böyle biri var mı, Mario?"
Yakası hâlâ elimdeydi. Parmaklarım arasındaki kumaşı bırakırken gömleğinin buruşmuş yakasını düzeltti. Mario’nun gözleri öfkeyle bakıyordu ama o bakışların ardında yılların kini vardı.
"Herkes senden iyidir, Luca," dedi dişlerinin arasından.
"Geçmişte yaşananları hazmedememiş olman benim suçum değil," diye karşılık verdim, sesimdeki sakinlik sadece onu daha da kızdırmak içindi.
Mario’nun çenesi kasılırken yüzü bembeyaz kesildi. Bunu izlemek, garip bir tatmin duygusu uyandırıyordu. Gerçek şu ki, aramızdaki asıl sorun Belle değildi. Yıllar boyunca bana karşı koymaya çalışan, diklenen, alaycı ifadelerle durmadan üstüme gelen Mario’ydu. Ama işin derininde, aramızdaki savaşın adı Alexia idi.
O zamanlar ailelerimiz arasında gerilim doruklardayken, Mario aynı bugünkü gibi aptal ve gözü kara biriydi. Bir akşam ona bir ders vermek istemiştim. Alexia’nın, yani Mario’nun sevgilisinin, tamamen tesadüf eseri mekanlarımdan birine gelmesi bu fırsatı ayağıma getirmişti. Kızı ilk gördüğüm anda, onun Mario’yla yalnızca para ve güç için birlikte olduğunu anlamam uzun sürmedi.
Matteo’nun Alexia’yı içki için locaya davet etmesi işleri daha da kolaylaştırmıştı. Kadın, locaya adım atar atmaz bakışları bana kilitlenmişti. Oturması için işaret ettiğimde bir an bile tereddüt etmedi. Birkaç dakika boyunca sohbet ettim, ama dürüst olmak gerekirse bu kadına olan ilgim Mario’ya verdiğim dersten öteye geçmemişti.
Matteo, yan yana çekilmiş bir fotoğrafımızı Mario’ya gönderdiğinde işim bitmişti. Alexia’ya elimi bile sürmemiştim. Ama Mario, beklediğim gibi deliye dönmüştü. O gece bana saldırmaya kalktığında aramızda çıkan kavga, Mario’nun birkaç gün boyunca insan içine çıkamayacak hale gelmesiyle sonuçlanmıştı.
Mario’nun sesi beni geçmişin karanlığından geri çekti. "Geçmişi hatırlatayım deme," dedi sertçe.
Alaycı bir şekilde gülümseyerek, "Ne istersem onu yaparım," diye karşılık verdim.
Elini yumruk yapmıştı, ama konuşacak kelimeleri bulamıyordu. Onu böyle görmek her zaman ilginçti. Mario’nun öfkesi, benim umursamazlığımı besliyordu. Bugün de farklı olmayacaktı.
"Belle nerede?" diye sordum.
Mario’nun yüzü gerildi. Bir süre sessizce bana baktıktan sonra, nihayet odasında olduğunu söyledi. Beklediğimden kolay teslim olmuştu. Oysa bana karşı koyacağını düşünmüştüm. Merdivenlere yönelmek için arkamı döndüğümde seslendi.
"Amcam seninle konuşmak istiyor."
"Onunla zaten konuştum," dedim, arkamı dönmeden. "Şu an görmek istediğim tek kişi Belle."
Bu kez adımlarımı durdurmadım. Sesini yükseltmek üzere olduğunu hissettim, ama konuşmadı. Yine de son bir uyarı yapmaktan geri durmadı.
"Kendine her zaman bu kadar güvenme, Luca. Bir gün her şey tersine dönebilir."
Haklı olabilirdi. Zaten her şey çoktan tersine dönüyordu. Luca De Santis, hiçbir kadın için yapmadığı şeyleri yapıyordu. Ağladığı için yanına gitmek gibi. Elbise seçmek gibi. Onun için kapkek almak gibi. Belle, hayatımın kurallarını ve dengelerini altüst etmişti. Ama bu kasırganın içinde ona çekilmekten başka çarem yoktu.
Odasının kapısına ulaştığımda birkaç kez çaldım. Cevap gelmedi. Cevap beklemeyi bırakıp kapıyı açtım. İçeri girdiğimde onu balkonda gördüm. Üzerinde yeşil bir elbise vardı; dizlerinin üzerinde bitiyordu. Rüzgar açık saçlarını nazikçe savuruyor, tenine usulca dokunuyordu. Odanın içini dolduran hafif gül kokusu burnuma dolarken, elimdeki kapkek paketini masanın üzerine bıraktım ve ona doğru ilerledim.
Hâlâ beni fark etmemişti. Yanına vardığımda nedenini anladım. Ne kadar dalgın olduğunu ancak bu kadar yaklaştığımda fark edebildim. Elleri balkonun mermer korkuluğunda, gözleri ise gül bahçesine dalmıştı.
Bir an için onun baktığı yere döndüm. Rose’un yetiştirdiği güllere. Bu bahçe gerçek bir sanat eseriydi. Beyaz, mavi, pembe, kırmızı, sarı, ebruli, kahverengi ve siyah güller... Her biri özenle sıralanmıştı. Manzara büyüleyiciydi. Ama gözlerim yeniden Belle’e döndü. O, bu manzarayı yaratan gerçek sanatçıydı.
Yüzüne baktığımda içimde bir şeylerin koptuğunu hissettim. Göz çevresi kızarmıştı. Bakışları donuk ve boştu. Ruhu, ışığını kaybetmiş gibiydi. Edmond’un sözleri zihnime saplanmış bir diken gibi canımı acıtıyordu. Şimdi Belle’e bakınca yalnızca kırılmış bir ruh görebiliyordum. Ve bu görüntü dayanılmazdı.
Ama yine de... Güzelliği baş döndürücüydü. Can yakıcıydı. Yüzü, elle çizilmiş bir sanat eseri gibiydi. Andreas’ın sözleri zihnimde yankılandı. Ona çarpılacaksın.
Ona bakarken ağzımdan bir kelime döküldü, istemsizce.
"Sezione aurea." (Altın oran.)
Bir an için irkildi ve hızla bana döndü.
"Luca?" dedi şaşkın bir şekilde.
"Üzgünüm, Belle," dedim, sesi yumuşak tutmaya çalışarak. "Seni korkutmak istemedim."
Nefesini düzene sokmaya çalışırken bekledim. "Kapıyı çaldım ama yanına geldiğimi bile fark etmedin."
"Sorun değil," dedi, zayıf bir gülümseme ile. "Hoş geldin."
Ama bakışlarını hemen benden kaçırdı. Onu daha fazla yalnız bırakmak istemiyordum. Bir adım atıp belini kavradım. Beni durdurmadı. Titriyordu. Çenesinden tutarak yüzünü kendime çevirdim ve gözlerine baktım.
"Üşüyor musun?" diye sordum, sesi hâlâ nazik tutarak. Sorum saçmaydı, hava buz gibiydi ve kar yağışı başlamıştı.
"Sanırım," dedi hafif bir sesle.
Ceketimi çıkarıp omuzlarına koydum. Şimdi karşımda inatçı ve asi Belle değil, sessiz ve kırılmış bir Belle vardı. Bu görüntü, içimde tanımlayamadığım bir acıyı uyandırıyordu.
"Ağladın mı, Belle?" diye sordum.
"Önemli değil," dedi hemen.
"Seninle ilgili her şey önemli," dedim. "Neden ağladın?"
Bakışlarından bir korku ve kararsızlık geçti. Bir şeyler söylemek istiyor gibiydi ama durdu.
"Önemsiz bir şey, Luca," diye mırıldandı.
Bakışlarını benden kaçırmaya çalıştığında çenesini daha sıkıca tuttum. Gözlerim onunkilere kilitlendi.
"Bana her şeyi anlatacaksın, Belle. Her şeyi bilmek zorundayım. O güzel kafandan ve kalbinden geçen her şeyi," derken, ses tonum fazlasıyla sertti.
Bakışları tekrar endişeyle parladı. "Lütfen... Şu an bana emir verme ve beni korkutma."
Sesi titriyordu. Ama yine de kendini koruma içgüdüsünden vazgeçmemişti. Bu, onun ne kadar güçlü biri olduğunu hatırlatıyordu. Ve bu gücün kırılmasına izin veremezdim.
Öte yandan... Sesi öyle acıklı bir tondaydı ki, hiç bilmediğim bir yerden, kalbimin derinliklerinden bir şey titreşti. O an, ona zarar vermemek için ne kadar dikkatli olmam gerektiğini bir kez daha anladım. Ama Belle, kollarımdan sıyrılıp uzaklaşarak bakışlarını yeniden bahçeye çevirdi. Sessizlik uzadıkça, içimde sabırsızlıkla karışık bir huzursuzluk büyüyordu.
Güneş, gül bahçesinin üzerine altın ışıklar saçıyor, manzarayı bir tablo gibi boyuyordu. Dayanamadım. "Bahçe eşsiz görünüyor," dedim, sesimde yumuşak bir hayranlıkla.
Belle bana döndü ve gülümsedi. Bu gülüş... İlk akşamki kadar masum, çekici ve tamamen bana aitti. Elimi uzattım ve bu kez parmak uçlarım dudaklarına dokundu. Bir an için, sanki tüm dünya durmuş gibiydi. Onun düzensiz nefes alışlarını hissediyordum. Yaklaşmayı düşündüm, ama tam o anda durdum. Bugün yeterince korktuğunu görebiliyordum. Ona dokunarak daha fazla korkuya neden olmamalıydım.
Belle bana masumca bakarken, gözlerimi onun baktığı yöne, bahçeye çevirdim. "Hepsini sen mi diktin ve yetiştirdin?" diye sordum.
"Evet, Luca," dedi.
Adımı söyleyişindeki kadifemsi tını, gül bahçesindeki kokular kadar tatlıydı.
"Bahçeyi gezmek ister misin?" diye sordu.
"Olur," dedim, sesimin sabırsız ve gergin bir ton kazandığını fark ederek.
Ceketimi üzerinden çıkarıp bana uzattığında aldım. Ardından dolabına gidip bir palto aldı ve üzerine geçirdi. Önden yürüyerek bahçeye yöneldi. Yanımda ilerlerken güller hakkında bir şeyler anlatmaya başladı. Ama söylediklerini duyamıyordum. Tek gördüğüm şey, gözlerindeki ışığın geri dönmesi ve yanaklarına yayılan pembe canlılıktı.
Ona baktıkça yeni bir farkındalık zihnime ve kalbime yankılandı. Belle... Hayatımda ilk kez birine gerçekten kapıldığımı hissettim. Ama bu düşüncenin sonunu getiremedim. Zihnimi susturmaya çalışırken, Belle’in pembe güllerin olduğu tarafa yöneldiğini gördüm.
Bir tanesi soluyor gibiydi. Eğilip çiçeği inceledi, parmaklarını toprağa dokundurdu. O kadar dikkatli ve özenliydi ki, bu bahçenin onun gerçek dünyası olduğunu anladım. Güllere dokunuşundaki şefkat, Belle’in yüreğini görmemi sağladı.
"Bir sorun mu var, Belle?" diye sordum.
Başını kaldırıp bana baktığında dudakları hafifçe aralandı. O masum şaşkınlığı ve cazibesi, üzerimdeki etkisini bilseydi yine aynı şekilde davranır mıydı?
"Sanırım bir hastalık kapmış," dedi. "Suyu yeterli, toprağı kuru değil. Böceklenmeyi önlemek için özel bir bakım uyguluyorum ama..."
Bir an duraksadı. "Affedersin," dedi sonra, "kafanı bunlarla meşgul etmek istemedim."
Alt dudağımı ısırdım. Ona kibar ve centilmen bir cevap vermek için kendimi zorladım. Eğer içgüdülerime uysaydım, onu kendime çeker ve dudaklarını tamamen ele geçirirdim.
"Sen beni meşgul etmezsin, Belle," dedim. "Daha önce de ifade ettiğim gibi, aklından geçen en ufak, basit ya da önemsiz düşünceleri, kalbindeki her şeyi benimle paylaşmanı istiyorum."
"Neden?" diye sordu. Sesi hafifçe titriyordu.
"Çünkü sen benimsin," dedim. "Zihnin, kalbin ve ruhunla. Birbirimize karşı açık ve dürüst olmamız, saygılı davranmamız gerek."
Kirpikleri hafifçe titredi. "Bunu gerçekten istiyor musun, Luca?"
"Evet," dedim, gözlerim onunkilere kilitlenmiş halde. "Niye sordun?"
"Senin hakkında duyduklarım," dedi, sesi yeniden güç kazanmıştı. "Bunun tam tersi bir adam olduğunu gösteriyor."
İşte asi Belle geri dönmüştü. Her hali, bir şekilde hoşuma gidiyordu.
"Beni zamanla daha iyi tanırsın, Belle," dedim gülümseyerek.
Isabelle
Son cümlesi kalbimde bir kanat çırpışı gibi yankılandı. Luca De Santis... Ona karşı hissettiklerim bir girdap gibiydi—yoğun, karanlık ve kontrol edilemez. En çok da kendi duygularımdan korkuyordum. O, bizim dünyamızın en güçlü ve en tehlikeli adamıydı. Bu, hayalini kurduğum bir aşk hikayesi değildi. Ve söyledikleri... onun hakkında duyduğum her şeyle çelişiyordu. Bakışları... dudaklarımda duraksayan o yakıcı bakışları...
Kalbim hızla atarken, doğruldum ve gözlerimi güle çevirdim. Kesinlikle bir hastalık kapmıştı. Parmağımla yapraklarından birine dokunurken Luca’nın yaklaşan varlığını hissettim. Adımları ağır ama kararlıydı; etrafındaki hava bile farklıydı, daha yoğun, daha boğucu.
Tam önümde durduğunda başımı kaldırmak zorunda kaldım. Bakışları her zamanki gibi karanlıktı, ama bu sefer başka bir şey daha vardı. İçimdekileri okumaya çalışan, beni çözmek isteyen bir şey. Önce güle, ardından bana baktı.
"Bu bahçede huzur buluyorsun," dedi. Sesi her zamanki gibi derin, sarsıcı ve kontrol edilemez bir yoğunluk taşıyordu.
"Güller beni sakinleştiriyor," diye fısıldadım. "Kökleri derinlerde, ama dikenleri olan çiçekler... Onlara baktığımda, özgürlüklerini hissediyorum."
Sözlerim bir süre havada asılı kaldı. Sessizdi ama bakışlarında zihnindeki yankıyı görebiliyordum. Derinleşen ifadesiyle belimi kavradığında, beni kendine çekti. Vücudum tamamen onunkine yaslandı. Kaslı kolları arasında olmak beni hem güçsüz hem de savunmasız hissettirdi. Kalbim çılgınca atarken, onun sakin ama kararlı sesi beni esir aldı.
"Sen eşsiz bir gülsün, Belle. Güzel, tutkulu, çekici ve asi."
Sözlerindeki tutku ve kararlılık beni sersemletti. "Seni elde etmem zor olacak, değil mi?" diye sordu, sesi ipek gibi yumuşak ama bir o kadar tehditkârdı.
Bu sorunun beni sarsmasına izin vermedim. Kendimi toparlayarak hafifçe gülümsedim. "Güller, Luca," dedim usulca, "istediği toprağa ekilmez. Ama kök saldıkları yerde büyümek zorundalar."
Dudakları hafifçe kıvrıldı. Cevabımdan hoşlandığını anlamak için başka bir işarete ihtiyacım yoktu. Bakışları dudaklarıma indi. "Ama her çiçek, nasıl büyüyeceğine kendisi karar verir," dedi. "Sen de öylesin Belle. Asi, inatçı ve kararlısın. Değil mi?"
Gözlerimi kıstım. Onunla her konuşmamız bir meydan okumaydı. Sözleriyle beni köşeye sıkıştırmaya çalışıyordu; sanki her kelimesi, gardımı düşürmek için tasarlanmıştı. İçimde bir isyan yükseldi. Ona karşı koymak, onun güçlü olduğunu düşündüğü kadar benim de güçlü olduğumu göstermek istedim.
O an yüzüme doğru eğildi. Panik, damarlarımda hızla dolaştı. Kollarından sıyrılmaya çalıştım ama izin vermedi. Daha da yaklaştı. Onun kokusunu duyduğumda zihnim bulanıklaştı.
Ne yapıyordu?
Bakışları gözlerimden dudaklarıma indi. Tutkusu havayı yakıcı bir hale getirmişti. Bedenim, ona olan çekimi inkâr etmeye çalışırken, zihnim bu yakınlığa direnmenin ne kadar zor olduğunu biliyordu.
Bu, bir savaştı. Ve savaşı kimin kazanacağını henüz bilmiyordum.
Luca
Güzelliği, zekası, kokusu... Her şeyiyle büyüleyiciydi. Onu bu kadar yakından görmek bir lütuftu ama aynı zamanda bir sınavdı. Dudaklarına daha fazla yaklaştığımda, aklımı ele geçiren tek düşünce o dudakları öpmekti. Geldiğimden beri zihnimde başka bir şey yoktu. Kollarımda titrediğini hissetmek bile beni geri çekilmeye ikna edemedi.
"Birlikte büyüyüp büyüyemeyeceğimizi göreceğiz, Belle," dedim usulca.
Bu sözlerimle dudaklarından kaçan küçük bir nefes havada asılı kaldı. O nefes, aramızdaki bağın görünmez bir ipliği gibiydi. Gözlerimi kapatıp o büyüleyici kokusunu son kez derin bir nefesle içime çekerken, kendimi tamamen kaybettim. Dudaklarım, onun yumuşak ve sıcak dudaklarına dokundu. Nefesini de içime hapsederek, onu daha da kendime çektim.
Bana teslim olduğunu hissettiğimde içimdeki zaferle karışık bir çılgınlık dalgası yükseldi. Bu, sadece bir öpücük değildi. İlk kez, kalbim böylesine güçlü bir şekilde çarpıyordu. Elinin göğsüme dokunuşu ise içimde yeni bir kasırga yarattı. Savunmasızdı. Onu kollarımda tutarken, narin bir gülü koruduğumun farkındaydım. Ama aynı zamanda o güle tamamen sahip olmak istiyordum. Tamamen benim olana kadar durmayacaktım.
Öpücüğü bitirip geri çekildiğimde, yüzü utangaç bir kırmızılıkla aydınlanmıştı. Gözlerini hemen açamadı. Onun cezbedici güzelliğini bir süre daha izledim. Yüzündeki altın oran... Sanatçıların bile ulaşamayacağı bir mükemmeliyetti. Yanağını hafifçe okşadım, gözleri yavaşça açıldığında hayranlığım sesime yansıdı.
"Çok güzelsin, Belle."
Bu sözlerimle, yanaklarına yayılan kızarıklık ve dudaklarında beliren hafif gülümseme, ruhumda beklenmedik bir sıcaklık yarattı. Ama bunun uzun sürmeyeceğini biliyordum. Kendimi toparlayıp keskin bir emir tonu takındım.
"Hadi hazırlan. Dışarı çıkıyoruz."
Bu cümleyle gözlerindeki panik ve korkunun nasıl da hızla yerleştiğini görmek beni öfkelendirdi. Ne kadar narin bir kadın olduğunu bir kez daha hatırladım. Ama onun gözlerinde ne korkuyu ne de endişeyi görmek istiyordum.
"Babam izin vermez," diye mırıldandı.
Sözünü kestim. "Benimsin, güzelim. Yani dışarı çıkıyoruz."
Sözlerimin ardından bakışlarındaki hayal kırıklığını gördüğümde, bu his kalbimde bir ağırlık yarattı. Onu böyle görmek istemiyordum. Ama Isabelle, kendini kolayca açacak biri değildi. Göğsüme hafifçe dokundu, sonra kollarımdan sıyrıldı.
"Ben dediklerini yapsam da bugün beni evden çıkaramazsın," dedi, sesi kırılgan ama inatçıydı. "Babam da senin kadar emirlerine uymamı bekler ve emrine itaatsizlik edersem yine cezalandırılırım."
Şimdi bu direnç ve kırgınlığın ardındaki nedeni anladım. Belle yalnızca benimle değil, dünyasıyla da savaşıyordu.
"Emir değildi, Belle. Sadece..." diye başladım ama sözümü tamamlayamadan beni susturdu.
"Seninim, değil mi Luca?" dedi, sesi keskin bir alay taşıyordu. "Yani sen ne istersen ona göre davranmalıyım. Anlaşma şartlarına aykırı davranırsam da... her şey mahvolur."
Dudaklarında beliren alaycı tebessüm, kalbindeki kırıklığı saklamıyordu. Onu incitmek istemiyordum. Yine de her kelimem, her hareketim istemeden de olsa Belle’i yaralıyordu. Ama onu tamamen anlamadan ve bütün varlığıyla bana ait olmadan duramazdım.
"Bu dünyadan nefret ediyorum. Ama en çok da kaderimden."
Sözleri canımı acıttı. Arkasını döndüğü anda, gözlerinin dolduğunu gördüm. İçimde ona uzanıp kendime çekme arzusu yükselirken, beni itti. Parmaklarının hafif ama kararlı dokunuşu içimde bir kırılmaya yol açtı.
"Lütfen bana dokunma," dedi. Sesi, bir bıçağın kalbimi delip geçtiği andaki gibi soğuk ve keskin.
Onu kendime çevirdim, tüm direncine rağmen. Başını nazikçe göğsüme yasladım, kalbimin ritmini hissetsin diye.
"Bir şeyi anlamalısın, Belle," dedim, sesim titrek ama kararlı. "Ben baban değilim. Ve gözyaşların benim yüzümden dökülse bile, bu yalnızca kollarımdayken olacak. Seni asla yalnız bırakmam."
O an, beklenmedik bir hareketle, ceketimin yakasına tutundu. Parmaklarının güçsüz ama ısrarlı dokunuşu beni hareketsiz bıraktı. Sessizce onu kollarımda tuttum, saçlarının yumuşaklığı avuçlarımda bir sığınak gibiydi. Zaman durmuştu. Ama sonra, geri çekildi. Yüzündeki o eski, tanıdık meydan okuma geri dönmüştü.
"Sen ne zaman benden vazgeçeceksin, Luca?"
Gözlerimdeki ciddiyeti görmezden gelmek imkansızdı. "Şu an sana cevap verirsem, bana inanmazsın, Belle."
Gülümsedi, ama o gülüşün ardında bir kırılganlık vardı. "Haklısın," dedi alçak bir sesle. Parmaklarım nazikçe yanaklarından süzülen gözyaşlarını sildi. Dudaklarının üzerine hafif bir öpücük bıraktım, dokunuşum bir söz gibi: Asla vazgeçmeyeceğim.
"Odana çık ve hazırlan. Acelemiz yok. Ben bu sırada babanla konuşacağım. Tamam mı?"
Gözleri itaatkâr bir şekilde bana kilitlendi, ama kalbindeki fırtına hala dinmemişti. Yavaşça başını salladı ve birlikte eve doğru yürüdük.
Belle merdivenlere yöneldiğinde, ben Don Moretti’nin çalışma odasına doğru ilerledim. Kapıda bekleyen korumalardan biri içeri gireceğimi haber verdi. Odanın içinde, gergin bir sessizlik vardı.
"Luca, hoş geldin."
Don Moretti’nin sesinde bir kısır döngü gibi tekrarlanan öfke ve soğukkanlılık vardı. Selamımı başımla verdim, ama otoriter tavrımı gizlemedim. O, koltuğu işaret ederken ben sessizce oturdum. Yüzünde maske gibi duran bir ifade vardı.
"Bir şey içer misin?"
"Hayır," dedim, kelimelerim net ve keskin. "Isabelle’i almaya geldim. Ona bir yemek sözüm vardı."
Kaşlarını çattı. "Telefonda bunun mümkün olmadığı konusunda anlaştığımızı sanıyordum."
"Hayır," dedim, gözlerimi onunkinin içine dikerek. "Siz düşüncenizi söylediniz. O kadar."
Don Moretti’nin gözlerinde karanlık bir öfke vardı. "Isabelle Rose bugün dışarı çıkmayacak."
Sert bir şekilde oturduğum yerden biraz öne eğildim. "Bunu uzatacak mısınız?" dedim, sesim tehditkâr bir fısıltıya dönüşmüştü. "Kim olduğumu hatırlatmam gerekirse…"
Çene kasları gerildi, bakışlarında bir kırılma anı yakaladım. "Elimde olsaydı, kızımı asla senin gibi bir adama vermezdim."
Gülümsedim. Soğuk, kontrolsüz bir gülümseme. "Öyle mi?"
"Evet. Küstah, kibirli ve vahşi bir adamsın. Rose için uygun değilsin."
Sözlerinin ardından farkında olmadan bir kez daha "Rose" dediğini anladı. Boğazını temizlemek için hafifçe öksürdü.
"Ne düşündüğünüz umurumda değil, Don Moretti. Ben nişanlımı almaya geldim. Ve bu akşam onunla dışarı çıkacağım. Eğer zorluk çıkarırsanız…" Sesim daha da alçaldı. "Sonuçlarına da katlanırsınız."
Gözlerindeki öfke şimşek gibi çaktı, ama beni durduramayacağını biliyordu.
"9’da… evde olacaksınız," dedi sonunda, dişlerinin arasından sözcükleri sıkıştırarak.
"12’de onu eve getireceğim."
O an, öfkeden kızaran yüzüne karşı bir kez daha kendimi üstün hissettim. "Beni sevmeseniz de sözlerimi tuttuğumu bilirsiniz," dedim.
"Bir şartım var," dedi. "O elbiseyi giymeyecek."
"Tamam," diye karşılık verdim, taviz vermediğim bakışlarımla. Sonra ayağa kalktım ve ekledim: "Sadece benim için giymesini tercih ederim. Onu arkadaşlarımla tanıştıracağım; o elbise bu ortam için uygun değil. Kimsenin ona benim gözümle bakmasını istemem."
Don Moretti’nin nutku tutulmuştu.
"İyi günler, Don Moretti."
Tek bir kelime etmedi. Bakışları buz gibi soğuktu, ama içindeki öfkeyi saklamaktan çok uzaktı. Sessizlik, kelimelerden daha tehditkârdı. Kapıyı arkamdan kapatıp dışarı çıktığımda, içeriden bir camın kırılma sesi geldi. Geriye dönüp baktığımda korumalar kapıyı araladı; yerde paramparça bir vazo ve öfkeden deliye dönmüş bir adam gördüm. Onun sinirlerini kontrol etmesi beni bir an bile ilgilendirmiyordu.
Belle’in odasına yöneldiğimde, kapıyı nazikçe çaldım. Açan kişi hizmetçisiydi. Beni hemen içeri buyur etti. Adımımı atar atmaz Belle’i gördüm ve nefesim kesildi.
Üzerinde ona aldığım elbise vardı. Kumaş, vücuduna ikinci bir deri gibi oturmuştu. Her kıvrımı zarifçe ortaya çıkarıyor, onu bir sanat eseri gibi gösteriyordu. Çok güzeldi. Nefes kesiciydi.
Bakışlarımı ondan ayıramıyordum. Konuşmaya çalıştım ama kelimeler yetersizdi. İşaretimle hizmetçisini dışarı yolladım. Belle, bana doğru bir adım attığında ellerinde bir kutu vardı.
"Bana kapkek almışsın," dedi, hafif bir gülümsemeyle.
Bakışlarımı hâlâ kontrol edemiyordum, gözlerim istemsizce onun her detayını inceliyordu. Bir şekilde konuşabildiğimde ses tonumu da kontrol etmeyi başardım.
"Mutlu olmanı istedim."
Dudaklarında beliren tebessüm, bu kez farklıydı. Daha önce görmediğim bir yumuşaklık taşıyordu. "Teşekkür ederim, Luca," dedi.
Bakışlarım gözlerini bulduğunda, orada gördüğüm şey beni yerle bir etti: hayranlık.
"Bu elbiseyi çıkar," dedim aniden, sesim alçak ama buyurgandı.
Hayranlık yerini şaşkınlığa bıraktı. Kaşlarını hafifçe çatarak konuştu. "Ama sen…"
Söylediğini bitirmesine izin vermedim. Çenesini nazik ama kararlı bir şekilde kavradım. Yüzümü ona yaklaştırdım, nefesim dudaklarına karıştı.
"Çok güzelsin," dedim, kelimelerim fısıltıdan ibaretti. "Aklımı başımdan alacak kadar güzel. Ama bu şekilde dışarı çıkmana izin veremem."
"Luca…" Sesi itiraz ve teslimiyetin kusursuz bir karışımıydı.
"Arkadaşlarımla seni tanıştıracağım, Belle. Lütfen, beni çıldırtmayacak bir elbise giy."
Gözlerinde hâlâ bir meydan okuma vardı. "Ama bunu sevdim," dedi, hafifçe başını kaldırarak.
"O zaman," dedim, gözlerimi onunkilere kilitleyerek, "sadece benim için giyersin. Olur mu?"
Derin bir nefes aldı. "Sen delisin."
Hafifçe gülümsedim. "Henüz delirmiş yanımı görmedin, Principessa."
Son kelime dudaklarımdan döküldüğünde, yüzündeki ifade değişti. Hafifçe yutkundu ve bu kez sesi daha yumuşaktı. "Tamam," dedi. "Lütfen beni dışarıda bekle. Üzerimi değiştireceğim."
Başımı salladım ve odadan çıktım.
On dakika sonra yanımda belirdi. Daha sade bir elbise giymişti ama güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemişti. Ondan yayılan yoğun bir parfüm kokusu bana ilk karşılaştığımız anı hatırlattı. Derin bir nefes aldım.
"Üzgünüm," dedim. "Planlar değişince parfümün evde kaldı. Sonra getiririm."
"Sorun değil, Luca," dedi sakin bir sesle.
Merdivenlerden inerken Mario bizi girişte bekliyordu. Gözleri beni es geçti ve Belle’e yöneldi.
"Tam 12’de evde olacaksın, Rose. Geç kalma."
"Tamam, Mario," dedi Belle, başıyla hafifçe onaylayarak.
"Sonra görüşürüz," diye ekledi Mario, bana küçümseyen bir bakış atmaktan çekinmedi. Ama bu bakışın önemi yoktu. Belle’i yanıma aldım ve arabaya yöneldik. Kapıyı açıp binmesine yardım ettim. Yola çıktığımızda, yanımda oturan kadının heyecanı neredeyse elle tutulur hale gelmişti.
Avuç içlerini elbisesine silerken gözlerim istemsizce hareketini izledi. Dudaklarımın köşesi hafifçe yukarı kalktı.
"Belle," dedim, sesim nazikti ama içinde hâlâ bir buyruk gizliydi. "Rahatla. Bu gece sadece ikimiz için."
O an gülümsedi ve başını çevirdi.
"Artık yanımda daha az gergin olmanı beklerdim," dedim, gözlerim yoldan ayrılmadan.
Sözlerim onu bir kere daha gülümsetirken, yan gözle onu inceledim. Dudaklarının kıvrılışını izlemek aklımı yerinden oynatacak kadar etkiliydi.
"Nereye gidiyoruz?" diye sordu, sesi merakla doluydu.
"Göreceksin," dedim, tonumda gizemli bir sakinlik vardı.
Dün, Andreas Arturo’nun ailesine ait Sterling Forest’taki dağ evini hazırlatmıştım. Hem gözlerden uzak hem de Belle’i büyüleyecek bir yerdi. Ormanlık alana ve çoğunlukla karla kaplanmış ağaçlara bakan bu ev, yalnızca doğanın değil, mahremiyetin de bir şaheseriydi. Şehirden uzaklaştıkça Belle’in endişesi artıyor, ama sorularını kendine saklıyordu.
Bir saatlik bir yolculuktan sonra eve vardığımızda, daha girişte gözlerindeki etkiyi görmüştüm.
"Burası arkadaşım Andreas Arturo’nun evi," dedim, onun büyülenmiş bakışlarını izlerken.
"Çok güzelmiş," diye mırıldandı, gözleri binanın taş ve ahşap mimarisinde geziniyordu.
Kapıyı açtığımızda bizi Arturo ailesinin dağ evinden sorumlu kahyası ve eşi karşıladı.
"Efendim, hoş geldiniz," dedi kahya, profesyonelce bir tebessümle.
"Hoş bulduk. Lütfen içeri geçin."
Belle’in montunu alıp kahyaya uzattım, ardından ceketimi çıkarıp verdim. Şöminenin sıcaklığı bizi karşılıyordu; odadaki her şey özenle hazırlanmıştı. Masanın konumu özellikle dikkatimi çekmişti: manzarayı kusursuz bir şekilde izleyebileceğimiz bir köşeye yerleştirilmişti.
Belle, tamamen pencere olan kısma ilerledi. Dışarıdaki ormanın dinginliğine dalmıştı. Alt dudağını ısırdığını fark ettim. Onun bu hali, beni her zamanki soğukkanlılığımın ötesine taşıyordu.
"Burası harika, Luca," dedi fısıldar gibi.
Sessizce yanına yaklaştım, bir kolumu beline doladım ve boynunun sıcaklığını hissederek hafifçe öptüm.
"Senin kadar değil," dedim, onun tepkisini izlerken.
Gözleri şaşkınlıkla açıldı, nefesi düzensizleşti. Heyecanını kontrol etmeye çalışsa da başarılı değildi. Bugün onun bu hali, üzerimde tahmin ettiğimden çok daha büyük bir etki bırakmıştı. Hele aldığım elbiseyi üzerinde gördüğüm o an...
Belle ile manzarayı izlerken, kahya yanımıza geldi.
"Yemek servisine başlayayım mı, efendim?" diye sordu nazikçe.
"Olur," dedim başımı hafifçe sallayarak.
Kahya uzaklaştıktan sonra Belle’i kendime çevirdim. Gözlerindeki yoğun ifade, söylediği her şeyin derin bir samimiyetten geldiğini anlatıyordu.
"Böyle bir yer ister miydin?" diye sordum, sesim alçak ve davetkârdı.
Bir an durakladı. Gözleriyle bir şeyler anlatmak ister gibiydi, ama kelimeleri dikkatle seçiyordu.
"Ben…" dedi hafif bir tereddütle.
"Benden her şeyi isteyebilirsin, Belle," diye ekledim, sesimden gelen kesinlik onun güvenini kazanmaya çalışıyordu. "Bana karşı her zaman açık ol."
"Bize ait mi olacak?" dedi, bakışlarını gözlerimden kaçırmadan.
"Bize…" dedim, dudaklarından çıkan kelime içimde bir kıvılcım yakmıştı. "Evet."
Yavaşça gülümsedi, yüzü o an sonsuza kadar izlemek isteyeceğim bir tablo gibiydi.
"İsterdim," dedi sessiz ama kararlı bir tonda.
Bu kadın, benim dengemi altüst ediyordu. Normalde etrafımda pervane olan kadınlar karşısında kayıtsız kalmayı başardığım bir dünyada, şimdi ben onun etrafında dönüyordum. Sadece dudaklarından çıkan bu birkaç kelimeyle bile beni büyülemeyi başarıyordu. Bakışlarımı ondan, güzel dudaklarından ya da zarif bedeninden almayı imkânsız buluyordum.
"Tamam," dedim, sesi zor duyulan bir kararlılıkla. "İkimize ait bir yer yaptıracağım."
O an, Belle’in gözlerinde gördüğüm şey mutluluğun ve güvenin bir karışımıydı. Ve ben, ilk kez bir kadının mutluluğunu hayatımın merkezine koymuştum.
Başparmağımı yavaşça Belle’in alt dudağında gezdirdim. Cildinin dokusu o kadar yumuşaktı ki, parmağımın ucunda hissedilen bu narinlik beni hareketsiz bıraktı.
"Benden düğün hediyeni istemedin," dedim, sesim neredeyse bir fısıltı kadar yumuşaktı.
Dudakları hafifçe aralandığında tüm bedenim gerildi. O küçücük hareket, beni mahvedebilecek kadar güçlüydü.
"Hiçbir şey istemiyorum," dedi, sesi kararsız bir melodi gibi yankılandı.
"İyi düşün, Belle," diye fısıldadım. "Ne istersen, onu sana vereceğim."
Gözleri, düşünceli bir ifadeyle benimkilerden kaçtı. Alt dudağını ısırdı; bu küçük alışkanlığı her zaman aklımı yerinden oynatıyordu.
"Bana biraz zaman verir misin?" diye sordu, mahcup bir şekilde.
"Tabii ki," dedim, gülümseyerek. "Ne zaman istersen, cevabını bekleyeceğim."
Yemekler getirildiğinde, onun zarif hareketlerine dalıp gitmekten neredeyse bir şey yiyemeyecektim. Her hareketi, her bakışı, içinde öyle bir incelik barındırıyordu ki, sıradan bir insan bunu fark edemezdi. Ama ben fark ediyordum. Belle’i izlemek, bir şahesere bakmak gibiydi.
"Yemekler harika," dedi, nazik bir tebessümle.
"Beğenmene sevindim," dedim, bir an bile gözlerimi ondan ayırmadan.
"Luca?" diye sordu, tereddütlü bir tonla.
"Efendim, Belle?"
"Bana neden bu kadar iyi davranıyorsun?"
Sorusu beni hazırlıksız yakalamıştı. Bakışlarımı masadan kaldırdım, onun hüzünlü bakışlarıyla karşılaştım.
"Kötü davranmamı mı isterdin?" dedim, alaycı bir tebessümle.
Başını öne eğdi, gözleri tabaktaki yemeklere odaklandı.
"Geçen yıl kaçtığımı bildiğinden eminim," dedi, sesi titriyordu. "Bana hiç soru sormadın. Ve şu anki tavırların… Neden böyle?"
İçeceğimden bir yudum aldım, o sırada gözlerimi ondan ayırmadım.
"Bilmem gerekenleri öğrendim," dedim nihayet. "Geri kalanı da… senden öğreneceğim."
Bakışları benimkilere kilitlendiğinde, gözlerindeki çekingenlik ve korkunun yerini cesarete bıraktığını görebiliyordum.
"Peki, anlatsam inanacak mısın?" diye sordu, sesinde gizli bir meydan okuma vardı.
"Bana yalan söylemezsen, inanırım," dedim, tonum kararlıydı.
Ayağa kalktım. İçimdeki avcı hep tetikteydi, şimdi de bu tarafım tamamen açığa çıkmıştı. Yanına yürüyüp çenesini nazikçe tuttum, başını bana çevirdim. Yüzüne doğru eğildim, sözlerimin ağırlığını hissettirmek istiyordum.
"Ama bana yalan söylediğini anlarsam… seni affetmem, Belle."
Yutkundu. Gözleri benimkilere kilitlenmişti; ürkek ama meydan okuyan bir ışık taşıyordu. Daha fazlasını söylemeden geri çekildim ve yerime geçtim, ağır adımlarla.
Tam o sırada adamlarımdan biri yukarı çıktı.
"Il Predatore, kar fırtınası başladı. Hemen yola çıkmamız gerekiyor."
"Tamam," dedim, Belle’in yanında endişeyle gerildiğini hissediyordum.
Bir diğer adamım da yukarı çıktı.
"Efendim, yeni bir haber aldık, yol kapanmış."
Belle’in nefesi hızlandı. Elim, omzuna nazikçe dokundu ve adamlarıma döndüm.
"Yolu açmak için bir şeyler yapın," dedim.
"Arturolar’ı aradılar efendim. Ama en iyi ihtimalle sabaha kadar burada kalmamız daha güvenli görünüyor."
O sırada telefonum çaldı. Belle’i bıraktım ve cama doğru ilerleyip telefonu açtım.
"Andreas?"
"İyi misiniz, Luca?" diye sordu dostum, sesi telaşlıydı.
"İyiyiz ama yol nasıl kapandı anlamıyorum. Gelirken sadece hafif bir yağış vardı."
"Bölgenin doğal yapısı böyle," dedi sakin bir şekilde. "Ama bu gece orada kalmanız en iyisi olur. Yola çıkmak riskli."
Arkamı döndüğümde, Belle’in gergin bir şekilde eteğiyle oynadığını fark ettim. Ona sırtımı döndüm ve sesimi alçaltarak konuşmaya devam ettim.
"Bilerek yaptığımı düşünecekler," dedim, ciddi bir ifadeyle.
"Saçmalama. Bu planlanacak bir şey değil, Luca," dedi Andreas. "Evin güvenlik sistemi kusursuz ve adamlarım orada. Yarın sabah yollar açılacak. Rahat ol."
"Peki."
Andreas bir kahkaha attı.
"Ne oldu?" diye sordum, sabrım tükenmişti.
"Rose ile yalnız kalmaktan mı korkuyorsun?" dedi, sesi alaycıydı.
"Andreas!"
"Doğruyu söyle, etkilendin mi?"
"Kapa çeneni!" dedim, yüzüne telefonu kapatırken. Ama Andreas’ın kahkahası, zihnimde yankılanmaya devam ediyordu.
Bu gece uzun olacaktı.
Telefonu kapattığımda ekrana düşen grup mesajları öfkemi körükledi. Sadece Andreas ve onun şakacı doğası değil, grubun geri kalanı da bu geceyi benim için bir tür eğlenceye dönüştürmüştü.
A. A.: Luca... Kızıl saçlı bir güle kapıldı. Herkese duyurulur.
S. G.: İnanmıyorum.
L. R.: Bekliyordum.
L. D. S.: Kapayın çenenizi!
S. G.: Bence Luca’ya gül yollarsak bizi affeder.
L. R.: Güzel fikir.
L. D. S.: Sizinle uğraşamam.
A. A.: Haklı beyler, ikisine biraz mahremiyet tanıyalım.
L. D. S. Gruptan ayrıldı.
Hemen ardından: L. D. S., A. A. tarafından gruba yeniden eklendi.
A. A.: İyi geceler, Luca. Kızıl saçlı rüyalar.
L. D. S.: Hepinizden bıktım.
S. G.: Biz de senden.
Telefonu masanın üzerine bırakıp Belle’e döndüğümde, yüzündeki korkulu ifadeyi fark ettim. Gözleri endişeyle doluydu, parmakları hala eteğinin kenarını sıkıca tutuyordu. O an her şeyden önce onun yanında olmanın, onu rahatlatmam gerektiğini biliyordum.
Yanına birkaç adımda gittim, elimi nazikçe onun elinin üzerine koydum. "Bu ev oldukça korunaklı, Belle," dedim. Sesim, sakin bir melodi gibi doluydu. "Ben de yanındayım. Sana bir şey olmasına asla izin vermem."
Gözleri yavaşça bana döndü. O masum bakışların ardında daha büyük bir korkunun yattığını hissediyordum.
"Babam…" dedi sonunda. Kelime tek başına havayı doldurdu, bir korku fısıltısı gibi.
Hayattaki en büyük korkusuydu. Babasının inatçı doğası ve ona dayattığı kuralların ağır yükü, Belle’in üzerinde kalıcı izler bırakmıştı.
"Bana yine inanmayacaklar," diye fısıldadı. Başını yere eğdi. İçinde bir şeyler kırılmış gibi görünüyordu.
Aramızdaki mesafeyi kapattım ve ona sarıldım. Bir an tereddüt etti, sonra başını göğsüme yasladı. O narin hareketin ardında bir teslimiyet vardı; kendini korumasızca bana bırakıyordu.
"Ben halledeceğim," dedim, sesim kesin ve güven doluydu. "Bana güven."
Sonra onu şöminenin önündeki koltuklara götürdüm. Şöminenin sıcaklığı, dışarıdaki fırtınanın korkutucu soğukluğunu uzaklaştırıyordu. Belle’in yüzündeki gerginlik biraz olsun azalmıştı.
Bir süre öylece oturduk. Kahve ve tatlılarımız gelene kadar havadan sudan konuşmaya çalıştım. Ancak her kelimenin ardında, onun yaşadığı korkunun gölgesi vardı.
Kısa bir ara verip durumdan ailesini haberdar etmek için telefonumu aldım. Don Moretti telefonda hoşnutsuz bir ses tonuyla konuştu.
"Yolların kapandığını haberlerde duydum," dedi. Ama sesinde, sadece durumdan hoşlanmayan bir babanın öfkesi değil, kontrolü kaybetme korkusu da vardı. "Ona dikkat et, Luca. Ve sakın... ona yaklaşma."
Sözleri beni güldürdü. Bu adamın beni kontrol edebileceğini düşünmesi komikti. "Yarın görüşürüz, Don Moretti."
"En kısa sürede burada olmanızı bekliyorum," dedi ve telefonu suratıma kapattı.
Telefonu bırakıp Belle’in yanına geri döndüm. Ona bakarken daha önce konuştuğumuz şeylerin önemli kısımlarını nazikçe aktardım. Onu rahatlatmak için elimden geleni yapıyordum.
"Endişelenme," dedim, sesim yumuşaktı ama bir güvence taşıyordu. "Her şey kontrolüm altında."
Belle’in yüzüne yayılan hafif bir rahatlama, içimdeki gerginliği biraz olsun azalttı. Ama yine de o gece fırtına sadece dışarıda değil, aramızdaki havada da esiyordu.
Kahya gelip odamızın hazır olduğunu belirttiğinde, Belle ile göz göze geldik. Gözlerindeki korku, sessiz bir çağrı gibiydi. Ayağa kalktım, ardından elini nazikçe tuttum ve onu da ayağa kaldırdım.
"Odada sen kalırsın, Belle. Hadi gidelim ve biraz dinlen," dedim, sesim sakin bir güvenle doluydu.
Başını salladı ve kahyayı takip ettik. Bizim için misafir odasını hazırlamıştı, sade ama sıcak bir atmosferi vardı. Belle, odayı incelerken pencereden görünen fırtınalı manzaraya takılıp kaldı.
"Ben Andreas’ın odasında kalırım," dedim. Ama Belle’in gözlerindeki huzursuzluk dikkatimi çekti. Fırtınanın dışarıda kopardığı öfke, içeride onun kalbinde de yankılanıyordu.
Kahya, nazikçe eğilerek, "Bir ihtiyacınız olursa zile basmanız yeter, efendim. Hemen gelirim," dedi.
"Teşekkürler," dedim. Kahya odadan çıkarken Belle’in yanına yaklaştım.
"Bir şey mi oldu?" diye sordum, sesimdeki yumuşak ton onu cesaretlendirmek içindi.
"Bu gece yanımda kalamaz mısın?" dedi aniden. Sesi o kadar kırılgandı ki, bir an için onu reddetmeyi düşünemezdim bile.
Kaşlarımı kaldırdım. "Neden?"
"Fırtınadan her zaman korkarım." Sesi o kadar alçaktı ki, neredeyse duyamayacaktım.
"Dosyada yazmayan bir bilgi," dedim, hafifçe gülümseyerek. "Elbette."
Bakışlarında bir minnet ışığı belirdi. "Teşekkür ederim."
"Hadi hazırlan," dedim, onun üzerindeki ağır elbiseye işaret ederek.
Belle, ne yapacağını bilemez bir şekilde elbisesine bakarken, ceketimi çıkardım ve koltuğa attım. Ardından gömleğimi çıkarıp ona uzattım.
"Elbisenden daha rahat olur. Giyebilirsin."
Bakışları bir süre göğsümde dolaştı, gözleri dövmelerimde takılı kaldı. Sağ göğsümde, keskin hatlarla işlenmiş bir kartal pençesi vardı; her bir çizgisi, bir avcının gücünü ve ölümcül kararlılığını yansıtan detaylarla doluydu. Pençenin ucundaki izler, sanki bir deriyi yırtmış gibi derin ve belirgindi. Bu pençe, sağ kolumdan göğsüme doğru uzanan bir kartal figürüyle birleşiyordu.
Kartal, gökyüzüne yükselirken çizilmiş gibiydi; kanatları güçlü bir şekilde açık, pençeleri ise bir sonraki avına hazırdı. Tüylerinin ince ince işlendiği dövme, neredeyse derimden fırlayacak kadar gerçekçiydi. Kartalın keskin gözleri, karanlık bir altın tonuyla renklendirilmiş ve avını asla kaçırmayan bir avcının odaklanmış bakışlarını yansıtıyordu. Sağ göğsümdeki pençe, kartalın gövdesiyle birleşerek dövmenin bütünlüğünü tamamlıyordu.
Sol göğsümde ise sade ama anlamlı bir yazı vardı: "Fortis et liber." Yazının her harfi, ince ve zarif bir işçilikle kazınmış, ama aynı zamanda taşıdığı anlam kadar sağlam ve sarsılmaz görünüyordu. "Güçlü ve özgür" olan bir adamın, asla boyun eğmeyen ruhunu simgeliyordu.
Gömleği almadan önce, parmakları pençenin üstünde hafifçe gezindi. Dokunuşu nazik ama merak doluydu, parmak uçları neredeyse her bir detayı hisseder gibi yavaşça ilerledi. Gözleri bir an için büyülenmiş gibi görünse de, ansızın farkına vararak elini geri çekti. Yanaklarına hızla yayılan kırmızılığa rağmen, bakışlarımdan kaçamayacağını anladığı için gözlerini kaçırdı. Ardından gömleği kavradı ve tek kelime etmeden banyoya gitti.
Bakışlarım onun ardından kayarken, dövmelerimin, benden uzak durmasına yetmediğini görmek tuhaf bir şekilde hoşuma gitmişti. Ve sonra bir farkındalık anı beni sarstı.
Şimdiye kadar hiçbir kadına kıyafetlerimi ödünç vermemiştim. Ancak Belle’in gömleğimi giyecek olması, içimde tuhaf bir memnuniyet yaratıyordu. Onun, bana ait bir şeyler taşımasını istemem... açıklayamadığım bir duyguydu.
Banyodan çıktığında, gömleğimin ona hafifçe bol geldiğini görmek, beni şaşırtıcı bir şekilde etkiledi. Bakışlarım bir an vücudunda gezindi, ama onu rahatsız etmek istemedim. Banyonun yolunu tutarken, arkamda onun yatağa ilerlediğini duydum.
Odaya geri döndüğümde, Belle çoktan yatağın bir kenarına kıvrılmıştı. Sessizce yanına uzandım, ama aramızda bir mesafe bıraktım. Belle huzursuzca kıpırdanıp duruyordu, bu durum beni çileden çıkarıyordu.
Sonunda sabrım tükendi. Onun arkasına geçtim, bir kolumu dikkatlice karnına doladım ve onu kendime çektim. Gözyaşları kadar narin bir an, aynı zamanda sonsuz bir sahiplenmenin başlangıcı gibiydi.
"Uyu, Belle," diye fısıldadım kulağına. "Ben yanındayken hiçbir şeyden korkma."
İlk başta dokunuşumla irkilse de, kısa süre sonra gergin kasları gevşedi. Nefesi sakinleşti ve sonunda uyudu. Kokusu, tenime işlenirken, onun nefes alışını izlemek tuhaf bir huzur verdi.
Gözlerimi kapatmadan önce ona biraz daha sıkı sarıldım. Dudaklarım kulağının hemen yanında fısıldadı:
"Benimsin, Belle. Sanırım bu eskiden beri böyleydi. Belki de zamanın başlangıcından beri…"
"Aşk, gökyüzünde çakan bir yıldırım gibidir; kontrol edemezsin, saklanamazsın. Ve bir kez vurduğunda, seni sonsuza dek değiştirir. Belle, benim yıldırımımdı. Ve artık hiçbir fırtına beni ondan uzaklaştıramazdı." — Luca De Santis
Okur Yorumları | Yorum Ekle |