YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.
"Onun gözlerinde gördüğüm öfke ve tutku beni hem korkutuyor hem de büyülüyor. Geçmişimdeki yaralar beni hâlâ acıtırken, onun karanlığında kaybolmaktan korkuyorum. Yine de, onu sevmemek için savaşmak zorundayım; çünkü içimdeki ateş onu istemekten vazgeçmiyor." — Isabelle Rose Moretti
Isabelle
Sabah gözlerimi araladığımda, Luca'nın yanımda hâlâ derin bir uykuda olduğunu fark ettim. Hareket etmeden, onun nefes alışlarını dinledim. Her nefesi, garip bir şekilde sakinleştiriciydi. Onu uyandırmamak için dikkatlice döndüm, çenemi elimin üzerine yerleştirip yüzüne baktım. Uykusunda bile hem büyüleyici hem de ürkütücüydü. Gece uykuya daldığım sırada kulağıma fısıldadığı kelimeler hâlâ zihnimde yankılanıyordu:
"Benimsin… Zamanın başlangıcından beri."
Bu sözler ruhumun derinliklerine dokunmuştu. Daha önce hiç kimseye bu kadar yakın olmamıştım. Aşkın ne olduğunu bilmiyordum ama Luca’nın yanında hissettiğim şey, tanımlayamadığım bir şeye dönüşüyordu. Kalbimin kilidini açmıştı ve bu, beni hem esir alıyor hem de özgürleştiriyordu. Fakat zihnim beni sürekli uyarıyordu:
O, Luca De Santis. Acımasız. Soğuk. Kontrolcü. Bir yırtıcı.
Eğer beni tamamen ele geçirirse, ondan bir daha kurtulamayacağımı biliyordum. Kalbim ve mantığım arasındaki savaş içimde büyüyordu. Kaçmalıydım. Mantığım kaçmam gerektiğini söylüyordu. Ancak başka bir parçam—daha karanlık ve daha derin bir parça—buna direniyordu. Kaçarsam beni bulacağını biliyordum. Geri getireceğini ve asla affetmeyeceğini bilmek… şimdiden canımı acıtıyordu.
Luca'ya teslim olmak, ruhumun her köşesini ona açmak olurdu. Tüm dünyayı bırakıp sadece ona adanmış bir yaşam seçmek, ama kaçmak da demekti. Ondan vazgeçmek, uzaklaşmak... Ne yaparsam yapayım, her bakışımda kaybolduğum o yakışıklı yüzü… Onun varlığında her şey silinip sadece o an kalıyordu.
Nefesimi kontrol altına almaya çalışarak bakışlarımı onun göğsüne kaydırdım. Dövmelerini dün gece fark etmiş ama utanıp inceleyememiştim. Şimdi, sabahın altın ışığında daha da belirgin görünüyorlardı. Göğsündeki kartal pençesi, Luca’nın gücünü ve doğasındaki kontrol saplantısını yansıtıyordu. Onunla savaşılmaması gerektiğini hatırlatıyordu. Çünkü o kaybetmezdi. Luca’nın olduğu bir savaşın galibi, her zaman Luca olurdu.
Elim, istemsizce göğsündeki pençe dövmesine dokundu. O an, dokunuşumun anlamını tam olarak bilemesem de… ona dokunmak, içimde derin bir huzur uyandırıyordu. Ama sanki bu pençeler, ruhumu sıkıca kavramış gibiydi. Onun arzusu, dövmenin altındaki derinliklerde gizliydi ve bunu hissederek nefesim kesildi. Eğer ona boyun eğip tamamen teslim olursam, kendimi kaybetme korkusu, içimi sarstı. Ama bir yandan da kaybolmak, onun kollarında olmak… belki de en büyük arzumdu.
Ama tam o anda, içimdeki küçük bir ses fısıldadı: Belki de Luca’dan kaçmak değil, ona doğru koşmak istiyorsun.
Bu düşünce beni dehşete düşürdü. Elimi hızla geri çektim. O an, Luca, hafifçe kıpırdandı ve boynunu yana çevirdi. Bu hareket, kulağının hemen arkasında küçük bir harfi açığa çıkardı: C.
Kalbim sıkıştı. Bu harf, kimin adını taşıyordu? Luca’nın geçmişine ait bir ipucu, içimde açıklanamaz bir kıskançlık ve hayal kırıklığı karışımı bir duygu uyandırdı. Onun da sırları vardı. Ve bu sırların derinliği beni ürkütüyordu. Yeniden hayal kırıklığı yaşama ihtimali ise… beni boğuyordu.
Yatağın diğer tarafına döndüm ve gözlerimi kapattım. İçimdeki kaosu dindirmek için derin bir nefes alarak, kendimi sakinleştirecek bir cümle fısıldadım:
Non è colpa mia, ma non lo dimenticherò mai. Bu benim hatam değildi ama asla unutmayacaktım.
Bu sözler, hayatımın özeti gibiydi. Ve zihnimin bir köşesinde yankılanan başka bir isim vardı: Daniel.
Gözlerimden bir damla yaş süzüldü. Ve o an, geçmişimle geleceğim arasında sıkışıp kaldığımı fark ettim. Luca’nın varlığı bir hapishaneydi; kaçış, tek özgürlüğüm. Ama ondan asla kaçamayacağımı çoktan anlamıştım. Sorun onun beni kolayca bulabilecek olması değildi, nefesimi kesen gerçek… kaçamayacağımdı.
Cümleyi tekrarladım. Kelimelerin içimde harladığı ateş ruhumu donduran bir soğukluk taşıyordu. Nefes alışlarım düzelmedi, bedenim hâlâ kaskatıydı ve nefes almak hala acı veriyordu. Zaman… tıpkı keşkeler gibi, geri alınması mümkün olmayan bir şeydi. Ve bu gerçeğin ağırlığı, zihnimde yankılanan bir cümleyle beni bir kez daha yüzleştirdi.
Cümleyi yeniden fısıldarken gözlerim kapandı. O an, geçmişin karanlığından Daniel’in yüzü belirdi. Onun iyiliği, nezaketi… Tek bir suçu olmuştu: beni sevmek. Gözlerimden süzülen bir damla yaşla birlikte, kelimeler dudaklarımdan son kez döküldü:
È colpa mia. Bu benim hatam.
Sözlerin yankısı henüz zihnimde dağılmamışken aniden, güçlü bir kol beni kendine doğru çekti. Sıcak bir nefes, kulaklarımda yankılanan derin ve kararlı bir sesle birleşti:
"Bazen dilimize çevrilemeyen kelimeler vardır, Principessa. Her dil, yaşanmışlıkların ve duyguların izlerini taşır. Litost… Çekçe bir kelime. Suçlu olmadığın bir durumdan dolayı kendine psikolojik anlamda baskı yapmayı ifade eder. Ama artık bunu yapmayacaksın. Kendini suçlamayacaksın. Buna izin vermem."
Luca’nın sesi, sarhoş edici bir melodi gibiydi. Kelimelerin anlamını çözmekte zorlanıyordum, ama ondan yayılan güç, varlığımı sarsıyordu. Kolları, bedenimi sarmalayan bir zincir gibi sıkılaştı. Nefesimi kesecek kadar güçlüydü.
"Ve bir daha asla yanımda başka bir adam için ağlama, Belle."
Sesi, titremeyen bir emir gibi yankılandı. Gözlerimi ona çevirdiğimde, bakışları beni delip geçti. Derin, karanlık, avcıya özgü bir bakıştı bu. Ardından, beni sırt üstü yatırdı ve üzerime eğildi. Gözlerimle onun derinliklerinde kaybolurken, kalbim çılgınca atmaya başladı.
"Beni duydun mu?"
Sesi buz gibiydi, ama içinde bastırılmış bir fırtına taşıyordu. Korkuyla başımı salladım. O, masallardaki yırtıcıydı; kural tanımayan bir kral. Bakışları dudaklarıma kaydığında, öfkesinin bir kez daha değiştiğini hissettim. Ama bu sakinleşmek değildi. Bu, fırtınadan önce gelen sessizlikti.
Gözleri yüzümde birkaç saniye daha gezindi, ardından bakışları üzerimdeki gömleğe indi. Çene kasları gerildi. Ayağa kalkarken, sesi buz gibi bir emirle yankılandı:
"Duşa gireceğim. Gömleğimi çıkarırsın."
Bu kadar basitti. Bu kadar acımasız. Ama bir o kadar da gerçekti. Luca’nın doğası buydu—acımasız ve karanlık. Ve bu, bana ne olduğunu hatırlattı. O, benim kalbimi yok edebilecek güçte bir adamdı.
Ayağa kalkışını izlerken, içimde beliren gerçek, soğuk ve keskin bir bıçak gibi beni yaraladı: Luca’ya karşı kalbimi kaybedersem, ruhumu da kaybedecektim. Bu savaşta sadece bir galip olabilirdi.
Ve Luca’nın galip geldiği bir dünyada, benim için özgürlük yoktu.
Luca
Uyandığımda, kulağıma bir fısıltının yankılandığını sandım. Gözlerimi yavaşça açarken, Belle’in yanımda cenin pozisyonunda yattığını gördüm. Küçücük bir bedene bürünmüş, sanki dünyadan korunmaya çalışıyordu. Ama vücudu, gerilimin ve acının izlerini taşıyordu. Onu ürkütmemek için sessizce yaklaştım. Gözlerinden süzülen birkaç damla yaşı fark ettiğimde, içimdeki karanlık daha da yoğunlaştı.
Ve sonra o kelimeler…
È colpa mia. Bu benim hatam.
Bu kelimeler Belle’in dudaklarından dökülmüş, ama bir başka ismin hayaletini çağırmıştı. Daniel. Her şeyin ortasında, yine o vardı. Belle’in geçmişinin sessiz ama varlığı inkar edilemez gölgesi. Belle’in gözyaşlarının sahibi oydu ve bu içimdeki öfkenin bir volkan gibi patlamasına neden olmak üzereydi. Bir hayalete ne kadar nefret duyulabilirse, ben Daniel’e daha fazlasını hissediyordum. O, Belle’in hatıralarına zincirlenmiş bir ağırlıktı. Ve bu ağırlığı, Belle’in taşımaya devam etmesine izin veremezdim.
Kontrolümü kaybettiğim bir an oldu. Öfkem, tutkum ve Belle’e olan arzum bir araya geldi. Onu kendime çektim. Vücudu bana yaslandığında, gerildiğini hissettim. Hoşlanmadığım bir durumdu bu. Belle’in benden korkmasını istemiyordum. Asla.
Sesimi alçaltarak ve kelimeleri olabildiğince nazik bir tonda şekillendirerek fısıldadım:
"Bazen dilimize çevrilemeyen kelimeler vardır, Principessa. Her dil, yaşanmışlıkların ve duyguların izlerini taşır. Litost… Çekçe bir kelime. Suçlu olmadığın bir durumdan dolayı kendine psikolojik anlamda baskı yapmayı ifade eder. Ama artık bunu yapmayacaksın. Kendini suçlamayacaksın. Buna izin vermem."
Sözlerimle onu sarmalarken, kokusunu içime çektim. Belle’in kokusu… bir iptilaydı. Her zaman dengemi bozuyordu. Onun yanındayken kontrolümü nasıl kaybettiğimi anlamıyordum. Ama tek bir gerçek vardı: Belle her geçen an beni daha derin bir girdaba çekiyordu.
Ancak o gözyaşlarını düşünmek… Daniel’ın adıyla gelen o gözyaşları… içimdeki kıskançlığı ve öfkeyi büyütüyordu. Kollarımı onun etrafında daha sıkı sardım. Belle, bir şekilde, benden kaçabileceğini ya da geçmişine dönerek beni geride bırakabileceğini mi düşünüyordu?
Yanılıyordu.
Belle benimdi. Tamamen. Her şeyiyle. Bu bir gerçekti ve bu gerçeği kabul etmekten başka seçeneği yoktu.
Onun, bana ait olduğu bir dünyayı yok saymasına izin vermeyecektim. Belle bana aitti—ve bunu, o da çok geç olmadan anlayacaktı.
Onu nazikçe sırt üstü yatırdım. Üzerindeydim ama tamamen değil. Daha fazla korkmasını istemiyordum, ama içimdeki öfke henüz dinmemişti. Paniklediğini gördüğümde, bu öfke ile kontrol arasındaki ince çizgide yürüdüğümü fark ettim. Ve o çizgi, her geçen an daha da bulanıklaşıyordu.
Kollarımı onun etrafında biraz daha sıktım, her hareketiyle beni terk edebilecekmiş gibi bir hisle. O an, dünyadaki tek gerçek o ve bizdik. Sesim, karanlık bir fısıltı gibi, ona sadece bana ait olmasını isteyen bir şiddetle çıktı: "Ve bir daha asla yanımda bir adam için ağlama, Belle." Sözlerim havada asılı kaldı, kalbim ise her geçen saniye ona daha fazla bağlanıyordu. Bu an, ona olan tüm duygularımı hiç olmadığı kadar derin bir şekilde hissettiriyordu.
Buna rağmen… Sözlerim sertti, her bir harfi katı bir emir gibi keskin ve kararlıydı. Ama ona bakarken, gözlerinde bir şeylerin değiştiğini gördüm. Kalbim hızla çarpmaya başladı. Belle, bana ait olan her şeyin dengesini bozuyor, dünyamı altüst ediyordu. Ama bu altüst oluş, içimdeki hırsı körüklüyor, beni daha da kararlı kılıyordu.
"Beni duydun mu?" diye sordum, sesim, fısıltı ile emir arasındaki tehlikeli çizgide titreyerek. Onun ruhunda yankı bulacak her kelimeyi hissedebiliyordum. Bu, sadece bir soru değildi; ona sahip olma arzusunun en derin haliydi.
Başını hafifçe salladı, ama o hareketin ardında aradığım şeyi bulamadım. Gözlerinde bana ait olan bir şey görmek istiyordum—arzu, tutku, ve bana karşı koyamayacak bir teslimiyet. Ama o an, Belle’in gözlerinde sadece kararsızlık vardı. Bir parça korku belki de, geçmişin gölgeleri... Daniel’ın adı, hala zihninde yankı buluyor, onun etkisi her an var. O anı, o geçmişi ondan silmek, yalnızca bana ait olmasını sağlamak istiyordum. Ama her geçen saniye, içinde yaşadığı o karanlık, beni daha da derinden etkiliyordu. Belle’in bana tamamen teslim olduğunu hissetmek, bir hayal gibi görünüyordu.
Benden bir şeyler sakladığını biliyordum. Ve bu sır, göğsümde bir taş gibi oturuyordu. Gözlerim onun yüz hatlarında dolaşırken, içimde yükselen karmaşayı bastırmaya çalıştım. Bakışlarım dudaklarına indiğinde, tüm tutkular beni esir almak üzereydi. Ancak Belle, zaten yeterince korkmuştu. Ve ben, ona zarar verme düşüncesinden nefret ediyordum.
Çene kaslarım gerildi. Kızıl gül… Bu narin ama baştan çıkarıcı kadın, beni dizlerimin üzerine düşürebilecek tek kişiydi. Bunu bilmek, hayatım boyunca tanıdığım kontrol ve mantığa ters düşüyordu. Ama onun üzerimdeki etkisini inkar edemezdim.
Gözlerim, istemsizce üzerindeki gömleğe indi. Onu benim gömleğim içinde, benim yatağımda görmek… Tanımlayamadığım duyguları uyandırıyordu. Sahiplenme. Koruma. Ve daha fazlası. Ama ben, duygularımla yaşamayı bilmeyen bir adamdım. Sert, soğuk ve mantıklıydım.
Üzerinden kalktım, ama gözlerim bir an olsun ondan ayrılmadı. Belle’in sessizliği, odada yankılanan en gürültülü şeydi. Sonra ona arkamı döndüm.
"Duşa gireceğim," dedim. Sesim istemsizce daha sert çıkmıştı. Ardından soğukkanlı bir tonla ekledim: "Gömleğimi çıkarırsın."
Oradan uzaklaştım. Ama her adımda, ondan kaçmanın imkansız olduğunu daha çok hissettim. Belle, kontrol edemediğim tek şeydi. Zaafım. Ve zaaflar, benim dünyamda affedilmezdi.
Duşa girdim. Suyu mümkün olduğunca soğuğa çevirdim, ama içimdeki ateşi söndürebilmek için ne kadar çabalasam da olmuyordu. Zihnimle bedenim arasında bir savaş başlıyordu. Belle, adeta bir virüs gibi her hücreme nüfuz ediyor, savunma mekanizmalarımı birer birer çökertiyordu.
Ne yapacaktım?
Bir parmağımı, sağ kulağımın arkasındaki dövmemin üzerinde gezdirdim. O dövme, geçmişimin bir hatırasıydı. Sevebildiğim tek kişi küçükken ölmüştü. O günden sonra kimseyi sevememiştim. Çünkü sevdiklerimiz ölür ve kalplerimiz kırılırdı. Benim kalbim o gün kırılmamış, paramparça olmuştu. O zamandan sonra, sevgi kelimesini hayatımda tamamen yasaklamıştım. Sadece babamın sözlerine kulak vermiş, acımasız bir avcı olarak büyümüştüm.
Zamanla daha güçlü, soğuk ve katı birine dönüşmüştüm. De Santis adı her geçen gün daha da yükselirken, sevgiye değil, güç ve korkuya ihtiyacım vardı. Ve ben, kimseye ihtiyaç duymadan tek başıma yükselecek birine dönüşmüştüm. Ama sonra Belle çıkageldi. İlk bakışta güzelliği beni büyülese de, içinde bir şey vardı. O şey, tenimin altına işliyor, zihnime giriyor ve kalbimi ellerine alıp beni derinden etkiliyordu.
O bakışları… Gözlerimi kapatsam da, hala gözlerimin önündeydi. Belle, kaçamadığım bir hapishaneye dönüşüyordu. Hayatımdan çıkardığım tek kelime, bir bumerang gibi geri dönüp beni buluyordu: Sevgi.
Onunla işim zordu, ama onsuz… hiçbir şey değildi.
Suyu kapatıp kurulandım, havluyu belime sardım ve sessizce dışarı çıktım. Belle’in beni fark ettiği an, yüzündeki kırmızı tonları fark ettim. Bu, onun alışık olduğu bir şey değildi. Genellikle yanımda kimse olmazdı, ama Belle... Alışkanlıkla yaptığım bu hareketle onu utandırmıştım. Bir gün için benden yeterince korkmuş olmalıydı. Ve birden Belle’in bakışlarını gördüm. Vücudumda gezindi, sonra da dövmeme indi. O an ifadesinde bir şey değişti, sanki bir şey hatırlamış gibi… Yüzü acı dolu bir ifadeyle buruştu. Bir an ne düşündüğünü anlamadım, ama aniden hızla masaya yöneldi ve telefonunu aldı.
Belle yine kendini bana kapatmış, araya bir mesafe koymuştu. Yüzümdeki ifadenin kaybolduğunu hissedebildim. Belle’in yanımda, bana karşı bu kadar temkinli olması, kendi gibi davranmamasından nefret ediyordum.
Yatağa bıraktığı gömleğimi aldım ve banyonun yolunu tuttum. Giyinirken, gömleğimde hala ona ait bir koku vardı. O koku, içimdeki tüm siniri yeniden tetikledi. Belle. Bir şekilde, benim sonum olacaktı.
Isabelle
C harfi. Dövmesini hatırladığım an, bakışlarımı istemsizce bedeninden çekmek zorunda kaldım. Daha önce onu böyle görmemiştim. Şimdi ise herkesten sakladığı o dövmeyi fark etmiş olmak... Bu his, içimde anlamlandıramadığım bir çatışmaya yol açtı. Luca’nın sırları olduğunu tahmin etmek kolaydı, ama herkesten sır gibi sakladığı birinin olması ihtimali canımı yakıyordu. Ama bu acıyı kendime saklamak, öfkeme tutunarak kendimi kontrol etmek zorundaydım. Ona, beni incitebileceğini ya da zayıflığımı asla göstermemeliydim.
Elim bir şeylerle meşgul olma ihtiyacıyla masaya uzandı; telefonumu aldım ve ekranına bakıyormuş gibi yaptım. Arkamı dönüp bu garip durumu geride bırakmak istercesine uzaklaştım. Ayak seslerinin odadan çıkışını duyar duymaz, tekli koltuğa oturdum. Gelen mesajlarla dikkatim başka bir yere yöneldi: Elena mesaj göndermişti.
Abla iyi misin? Babam yolların kapandığını ve eve gelemeyeceğini söyledi. Seni çok merak ediyorum.
Derin bir nefes alarak cevap yazmaya başladım: Günaydın, iyiyim bellezza (güzellik). Dün akşam yazamadığım için kusura bakma. Bugün eve döneceğim.
Yaklaşan adım sesleri beni gerçekliğe geri çekti. Başımı kaldırdığımda, saatini takarken yakaladım onu. Telefonu çaldığında bakışlarımız kısa bir an karşılaştı. Gözlerinde öfke hâlâ dipdiri duruyordu; ama bir de tanımlayamadığım başka bir şey vardı. Sanki söyleyemediği bir cümlenin kırıntıları, bakışlarının ardında gizleniyordu. Telefonunu açtı.
"Söyle!" dedi, sesi sert ama kontrol altında.
Telefonun diğer ucundaki kişiyi dinlerken yüzü taş gibi hareketsizdi. "Kahvaltıdan sonra yola çıkarız."
Telefonu kapattı. Ekranı kapatmadan önce bir şeyler okudu ve ardından ceketini aldı. Hiç arkasına bakmadan kapıya doğru ilerledi. Ben de tereddüt etmeden eşyalarımı topladım ve onu takip ettim.
Dün olduğu gibi masamız yine hazırdı. Ama kahvaltı boyunca bana ne baktı ne de tek bir kelime etti. Hareketleri ilk kez bu kadar kontrolsüzdü. Sadece bir şeyler atıştırdı, ama zihninde fırtınalar koptuğu ortadaydı. Sessizce, içimde biriken gerginlikle yemek yemeye çalıştım. Sonunda çatal bıçağı kenara bıraktım ve portakal suyumdan bir yudum alarak dışarıdaki manzaraya odaklandım.
Sessizliğin ağırlığı omuzlarımı çökertirken, zihnimde onun sessizliğiyle yarışan sorular dönüp duruyordu. Neden bu kadar öfkeliydi? Daha önemlisi, beni nasıl böyle etkiliyordu?
Dünkü sözleri zihnimde yankılandığında o anın içine çekildim:
"Böyle bir yer ister miydin?"
"Bize ait mi olacak?"
"Bize... Evet."
"İsterdim."
"Tamam. İkimize ait bir yer yaptıracağım."
O anın hatırası, içimde susturamadığım bir arzuyu körüklüyordu. Kalbim, dünün o sıcak samimiyetine geri dönmek için çırpınıyordu. Ama Luca, şu an bambaşka biriydi. Sanki dün geceki sözleri söyleyen o değilmiş gibi, kendisi hakkında söylenen tüm olumsuz şeyleri doğrularcasına davranıyordu. Gözlerim tekrar Luca’yı bulduğunda, içimde biriken öfkeyle kendimi frenlemeye çalışıyordum. Ama kelimeler, kontrolümden sıyrılıp dudaklarımdan döküldü.
"Bu tavrına devam edecek misin, Luca?"
Sözlerim onu hazırlıksız yakaladı. Bakışlarındaki öfke aniden geri çekildi. Dudağının sol yanı, saniyelik bir tebessümle kıvrıldı, sonra hemen o tanıdık ciddiyetine büründü. Kahvesini eline alırken bakışlarını kaçırdı.
"Bilmem, senin tavrına bağlı, Principessa."
Bedenimde dolaşan asi enerji patlamaya hazırdı. Ona meydan okumak, daha fazla üzerine gitmek istiyordum, ama kendimi durduramıyordum. Derin bir nefes aldım.
"Artık kalkalım mı?" dedim soğukkanlı bir şekilde. "Sanırım bir arada kalmamız sinirlerini yeterince bozuyor."
Gözleri yüzümün her yerinde gezinirken, içimdeki meydan okumayı hissedebileceğinden emindim. Luca, her zaman içimdeki en asi tarafı ortaya çıkarmayı başarıyordu. Başka kimseye böyle karşılık vermezdim. Ama o, bambaşkaydı. İçimdeki direnişi bir kenara bırakıp ona teslim olmak istemiyor, ama bir yandan da ondan uzaklaşamıyordum. Bu dengesizlik hali, beni huzursuz ediyor, sınırlarımı zorluyordu.
Ayağa kalktığım anda o da kalktı. İki adımda aramızdaki mesafeyi kapattı. Yakınlığı beni alt üst ediyordu. Kalbim, hızla çarpan bir davul gibi göğsümde yankılanıyordu. Onun kokusu, varlığı, her şey beni yine etkisi altına almıştı. Gözlerimi kapattım, belki bu şekilde kendimi biraz toparlayabilirim diye düşündüm. Ama Luca izin vermedi.
Eli çeneme uzandı, dokunuşu kararlıydı.
"Gözlerini aç, Belle."
Reddettim. Ama tam o anda, dudaklarımda onun sıcaklığını hissettim. Öpücüğü yoğundu, cezbediciydi ve tüm savunmalarımı bir anda yerle bir etti. Zihnimde yıkım olarak gördüğüm her şey, bu öpücükle yeniden inşa ediliyordu. Dudaklarımı araladım ve ona izin verdim. Boğazından gelen hafif bir hırıltıyla, öpücüğü daha tutkulu bir hal aldı.
Öpücüğü bittiğinde geri çekilmedi. Alnını benim alnıma yasladı. Gözlerimi açtığımda onun yakıcı bakışlarıyla karşılaştım.
"Evet, fazlasıyla sinir bozucusun, Belle," diye fısıldadı, sesi derin ve samimiydi. "Özellikle de içimdeki her şeyi yerle bir ettiğinde. Yakınımda ama bir o kadar uzağımda olduğunda. Bu kadar güzel koktuğunda. Ve zihnimin her köşesine sızdığında."
Sözleri beni sersemletmişti. Geri çekildiğinde ona şaşkınlıkla baktım. Derin bir nefes aldı ve sesindeki kararlılıkla konuştu:
"Hadi gidelim."
Duygularımın karmaşası içinde, sessizce onu takip ettim. Luca bir fırtına gibiydi; beni hem yıkıp hem de yeniden inşa ediyordu. Ama ne kadar çabalasam da, kalbim onun tarafını tutuyor gibi görünüyordu. Ona çekilmekten kurtulamıyordum.
Arabaya kadar onu sessizce takip ettim. Ne bir söz, ne bir bakış, ne de bir tavır... Yüzü kadar ifadesi de buz gibiydi. Onun bu sessizliği, içimdeki gerginliği daha da artırıyordu. Arabaya bindiğimizde atmosfer, üzerime bir yük gibi çöktü. Yolculuk boyunca manzarayı izlemekten başka çarem yoktu. Başımı pencereye çevirdim ve düşüncelerim arasında kayboldum.
Bana söyledikleri ile davranışları ise çelişkiliydi. Bana sinirli olduğunu söylemişti. Ama o öpücük… Peki ya hissettirdikleri? Aklımın köşesinde dolaşan bu sorular, içimdeki huzursuzluğu derinleştiriyordu.
Eve vardığımızda, kapıyı Andrew açtı. Arabadan inmeden önce bir an Luca’ya baktım. Ama onun bakışları önümde sabitlenmişti; sanki bana bakmaya bile tahammülü yoktu. Sesime de tahammül edemeyeceğini düşünüp sessizce arabadan indim. Andrew kapıyı kapatır kapatmaz, Luca arabayı çalıştırdı ve hızla uzaklaştı. Şaşkınlıkla arkasından bakakaldım.
"Babanız sizi bekliyor, efendim," dedi Andrew.
Başımı salladım ve eve doğru yürüdüm. Babamın çalışma odasına girdiğimde, odada yalnız olmadığını gördüm. Nico ve Mario da oradaydı. Babam beni baştan aşağı süzerken, sessizce Nico’ya döndü. Her zamanki gibi, konuşmalar için bir aracıya ihtiyacı vardı.
"İyi misin?" diye sordu Nico sonunda.
"Evet," dedim kısa bir şekilde.
"Seninle yakınlaşmaya çalıştı mı?"
Nico’ya itiraz eden Mario oldu. "Nico!" diye uyardı onu sert bir sesle.
Alt dudağımı gergin bir şekilde ısırdım. Benden her zaman en kötüsünü beklerlerdi. Bu beklenti, üzerimde ağır bir baskıydı. Ama hayal kırıklığım, her zamanki gibi, bu baskıya boyun eğmedi. Kelimeler ağzımdan sert bir şekilde çıktı.
"Hayır," dedim sert bir sesle. "Şimdi odama gidebilir miyim?"
Babam başını salladı. Ancak odadan çıkmak üzereyken, Nico’nun sesi beni durdurdu.
"Ve Isabelle," dedi soğukkanlı bir tonda.
Kapıya doğru yürürken durakladım.
"Bir daha asla bizi zorlama."
Sözleri, içimdeki öfkeyi körükledi. Söylemek istediğim binlerce şey boğazıma düğümlendi. Hiçbirini dile getiremedim. Arkamı döndüm ve odadan çıktım. Merdivenlere doğru hızla ilerlerken, Andrew sessizce peşimden geldi.
Odamın kapısına geldiğimde ona döndüm. "Bir daha üzgün olduğum zamanları patronuna bildirmeyeceksiniz, Andrew."
Andrew, kafası karışmış bir halde bana baktı.
"Benim hakkımda her şeyi ona söylemekle yükümlü olduğunu biliyorum. Ama üzgün olduğum zamanlar... Beni kendi halime bırakmanızı istiyorum, Andrew."
Andrew, üzgün bir ifadeyle başını eğdi. "Bay De Santis beni mahveder, efendim. Üzgünüm, ama isteğinizi yerine getiremem."
Derin bir nefes aldım ve hayatımdaki hiçbir şeyin kontrolünün elimde olmadığını bir kere daha anladım. "Peki," dedim sonunda.
Odamın kapısını kapattım. Eşyalarımı yatağın üzerine attıktan sonra rahat bir şeyler giydim. Ardından bahçeye indim. Güller… Onlar her zaman terapim olmuştu. Yumuşak dokuları, mis kokuları... Hepsi bana iyi geliyordu.
Tüm gün bahçede çalıştım. Ellerim toprağa dokundukça, zihnimdeki karmaşa bir nebze olsun hafifliyordu. Düşünmemek… Hissetmemek… Bazen yalnızca bu, huzuru getirebiliyordu.
Luca
Arabadan indiği anda motoru yeniden çalıştırdım ve hızla oradan uzaklaştım. Daha fazla kalırsam ya onu kırardım ya da... tekrar öperdim. Sinirlerim alt üst olmuştu. Belle, kontrolümü tamamen kaybettiriyordu.
Ofise vardığımda, asistanım ve Matteo neredeyse eş zamanlı olarak odama girdiler. Asistanım, günlük programımı ve özellikle Rakov’la görüşmenin saatini söyledikten sonra odadan çıktı. Matteo ise yüzümdeki ifadeyi dikkatle inceliyordu. Kapı kapanır kapanmaz, karşımdaki koltuğa oturdu ve sorgusuna başladı.
"Ne oldu?"
Bilgisayarımı açıp bir şeylerle meşgul görünmeye çalıştım. Ancak Matteo’nun bakışlarını üzerimde hissediyordum. Mail kutumu kontrol etmeye çalışırken, bir kez daha konuştu.
"Dağıldığını zaten görüyorum. Ama seni susturacak ne yaptı? Kızdıracak değil, susturacak."
Matteo, beni belki de bu dünyada en iyi tanıyan kişiydi. Sessizliğimin her zaman aynı olmadığını bilirdi. Konuşmadığım zamanlarda genellikle bir soruna çözüm bulmuş ya da bir sorunun üstesinden gelememiş olurdum. Şu an, çözümü olmayan bir denklemde çaresizce dolanıyordum.
"Anlat," diye devam etti Matteo, sesi ciddiydi. "Yoksa dağılacaksın. Bu kez gerçek anlamda."
Bir kez, sadece bir kez o noktaya düşmüştüm. Matteo bunun farkındaydı. Bu yüzden uyarısı, içimdeki yankıyı artırıyordu. Bilgisayarımı kapadım, derin bir nefes aldım ve ona her şeyi anlattım. Olduğu gibi. Ne bir eksik, ne bir fazla. Yalın bir şekilde.
Matteo dinlerken yüz ifadesi defalarca değişti. Söylediklerimi sindirmeye çalışırken bir süre önündeki masaya bakakaldı. Sonunda başını kaldırdı ve bir tek cümleyle her şeyi özetledi: "Aşık oldun."
Gözlerimi kapattım, içimdeki karmaşayı yatıştırmaya çalışarak. Luca De Santis ve aşk… Eğer bunu başka bir zaman dile getirmiş olsaydı, muhtemelen birlikte güler ve dalga geçerdik. Ama şimdi… Gülünecek bir şey yoktu. Dalga geçilecek bir şey de. Belle, yanımda olmadığı anlarda bile tenimin ve zihnimin en derin köşelerine sızmaya devam ediyordu. Gözlerimi açtığımda şaşkın ifadesi yerini anlayışa bırakmıştı. Sonra da ciddiyete.
Tekrar konuştuğunda ses tonunda bir tedirginlik sezdim. "Bunu sana nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum ama bir şey öğrendim."
Kaşlarımı çattım. Onu cesaretlendirmek için sesimi kontrol ettim. "Dinliyorum."
Matteo bir an duraksadı, sonra yavaşça konuşmaya başladı. "Sen yokken dosyayı tekrar inceledim. 23 Aralık günü neyin değiştiğini merak ettim."
"Ne buldun?"
Matteo’nun bakışları benden kaçtı. Bu durum, işittiğim şeyin hiç hoşuma gitmeyeceğini açıkça belli ediyordu.
"Belle için anlaşma yapmak isteyen başka biri daha varmış," dedi. "Milan Marconi."
Bir an için etrafımdaki her şey sessizleşti. Ancak içimde biriken öfke, bir volkan gibi patlamaya hazırdı. Marconi ismi, zihnimde tüm alarm zillerini çaldırıyordu. Marconi ailesi, Morettilerle eski bir yakınlığa sahipti. Ama Milan... Milan, tehlikeli bir adamdı. Eylemleri ve davranışlarıyla sınır tanımayan bir manipülatör.
Matteo’ya döndüm ve göz göze geldik. Bakışlarımda hem öfke hem de kararlılık vardı. Eğer Marconi gerçekten Belle’in peşindeyse, bu durum sadece bir uyarı değil, bir savaş ilanıydı.
Gözlerim Matteo’nun yüzüne dikildi. Onun anlatmaya devam edeceğini görebiliyordum, duyacaklarımın beni daha da delirteceğini de.
"Zihnimi kurcalayan bir şey daha vardı," dedi Matteo, sesi dikkatle ölçülüydü. "Bu nedenle Mario’yu aradım."
Kaşlarımı kaldırarak sorgularcasına ona baktım.
"Rose henüz çocukken attan düşmüş ve ciddi şekilde yaralanmıştı. Sen o zamanı hatırlamazsın, çünkü baban seni Sicilya’daki aile dostlarımızdan birinin yanına göndermişti. Ama ben hatırlıyorum. Morettilere bir aile ziyareti yapmıştık. Rose o dönemde kimseye gösterilmiyordu. Milan da oradaydı ve Mario o gün Milan’a saldırmıştı."
Bakışlarım sertleşti. "Mario ne dedi?"
"Hatırlamadığını."
Alaycı bir şekilde güldüm. Mario’nun suskunluğu beni şaşırtmamıştı. Marconiler her zaman bir şekilde saklanmayı ve izlerini belli etmemeyi başarmışlardı. Olayların üzerini kapatmayı da. Matteo sözlerini sürdürdü:
"Marconiler, 22 Aralık günü Morettilere aile yemeğine davet edilmiş."
Delirmem için gereken son taş da yerine oturmuştu. Belle o yüzden mi kaçmıştı? Sorular zihnimde yankılanırken, Matteo’nun sesi beni tekrar odaya çekti.
"Bilmek isteyeceğini düşündüm," dedi ve yerinden kalktı. Yüzünde endişeli bir ifade vardı. "Rakov anlaşmasını inceledim. Kafanın bugün başka bir yerde olacağını tahmin ettiğimden, gerekli tüm detaylara hakim oldum. Ama sabah öğrendiklerim beni de dağıttı. Bu konuda daha derin bir araştırma yapacağım."
"Gerek yok," dedim kararlılıkla. "Belle’den her şeyi öğreneceğim."
Bir an tereddüt etti. "Emin misin? Bu..."
Elimi kaldırıp sözünü kestim. "Halledeceğim. Çıkarken bana bir kahve söyler misin? Kafamı toparlamam gerekiyor."
Matteo bir an için duraksadı, ama ardından başını salladı. "Elbette."
Matteo odadan çıkarken telefonumu elime aldım. Andrew’dan gelen bir mesaj olup olmadığını kontrol ettim. Belle’in nerede olduğunu bilmek, şu an tek ihtiyacım olan şeydi.
"Bahçede, güllerle uğraşıyor," diyordu Andrew. Mesajın devamında yazanlar ise daha çok dikkatimi çekti. "Bir de… üzgün olduğu zamanları size bildirmememi sertçe ifade etti. Mümkün olmadığını belirttiğimde kabullenmiş görünüyordu ama size söylemek istedim."
İçimde bir şeyler geriliyordu. Bugün Belle de sınırlarımı zorlamaya kararlıydı.
"Bana onun her anını bildireceksin, Andrew."
"Emredersiniz, Il Predatore."
Telefonu masaya bıraktım ve bilgisayar ekranını açtım. Asistanım kahvemi masama bırakırken, zihnimi odaklamaya çalışarak Rakov anlaşmasını inceledim. Eklenen ve çıkarılan maddeler üzerinde dikkatlice durdum. Ama ne kadar uğraşsam da Belle’in kokusu, sesi, yüzündeki ifadeler, zihnimde yankılanıyordu.
Ruhum bir fırtınanın ortasındaydı. Belle ile karşılaşmadan önce bu tür bir kargaşanın var olduğunu bile bilmiyordum. Ama şimdi... Her şey, o fırtınanın içinde kaybolmuştu.
Toplantı saati geldiğinde Matteo’yla birlikte toplantı odasına geçtik. Çok geçmeden Roman Rakov ve adamları içeri girdiler. Hep birlikte ayağa kalktık, formalite gereği el sıkıştık.
"Merhaba, Luca."
"Merhaba, Roman."
Elimle koltukları işaret ettim ve hepimiz oturduk. Rakov ailesi, uzun süredir inşaat alanımızda sorun çıkarıyordu. Ancak Anton Rakov’un yani Roman’ın babasının itibarı ve gücü, doğrudan bir çatışmayı imkansız hale getiriyordu. Tek mantıklı çözüm stratejik bir ortaklıktı ve onlara önerdiğimiz anlaşmayı geri çeviremeyecek kadar zekiydiler. Şimdi, Rakovlar’ı yanımıza çekerek yükselişimizi hızlandıracak bir avantaj sağlamıştık.
"Babam sana selamlarını iletti," dedi Roman, alaycı bir gülümsemeyle.
"Sen de ona benim adıma selamımı söylersin," dedim, soğukkanlılığımı koruyarak.
"Gerek yok," diye devam etti, yüzünde sinsice bir ifade. "Yarın akşam bize yemeğe gelmeni istiyor. Sevimli nişanlını da yanında getirmeni."
Bu açık bir blöftü, bir nabız yoklama. Bize tam anlamıyla güvenmediklerini biliyordum. Hatta bu masada oturmaları bile kendi içlerinde büyük bir tavizdi. Yine de kontrolü ele aldım ve duygusuz surat ifademi bozmadan karşılık verdim.
"Olabilir."
Sesim ne bir tonu yükseltti ne de bir duyguyu ele verdi. Sadece net ve kontrol altındaydı.
"Şimdi, anlaşma şartlarına geçelim mi?"
Roman başını salladı. Yanındaki adamlardan biri çantasını açtı ve bir tablet çıkardı. Asistanım anlaşmayı gözden geçirmeye başlarken Matteo ve ben sessizce izledik. Yazılı metin üzerinden detaylar bir bir kontrol edilirken, anlaşmanın eksiksiz olduğundan emin oluyordum.
Bir saat kadar sonra Roman, gözlerini tabletten kaldırdı ve bana döndü.
"Eksik bir şey görünmüyor. Eklediğim maddelerin aynısı yazılmış," dedi. Sonra Matteo’ya dönerek ekledi, "Teşekkür ederiz."
"Artık imzalar atılabilir," dedim.
Asistanım bir baş işaretimle odadan çıkıp orijinal anlaşma metniyle geri döndü. Sessizlik içinde, her iki taraf anlaşmayı imzaladı. Kağıt üzerindeki imzalar, masadaki buzları bir nebze olsun eritmiş gibiydi.
"Güzel bir anlaşma oldu," dedi Roman, yüzündeki memnuniyetsizliği saklamaya çalışarak. "Yarın akşam bunu kutlayacağız. Tüm De Santis ailesini evimizde akşam yemeğine bekliyoruz."
"Babam davetlere katılmaz," diye karşılık verdim, soğukkanlılığımı koruyarak.
Roman’ın dudakları kıvrıldı, bir yılandan bekleyeceğiniz türde bir gülümsemeyle. "Babamın üzülmesini istemeyiz. Yarın akşam hepinizi yemekte görmek istiyoruz."
Tam ayrılmak üzereydi ki durup arkasına döndü. "Isabelle Rose Moretti’yi bir kez görmüştüm. Güzel nişanlını da getirmeyi unutma. Onu tanımayı çok isterim."
Beni çıldırma noktasına getirmeyi amaçlayan bu sıradan sözler zehirle doluydu.
"Nerede?" diye sordum, sesimi mümkün olduğunca sakin tutarak.
"Milan Marconi yakın dostumdur. Onunla katıldığımız bir davet esnasında onu görmüş, tanışma fırsatı bulamamıştım," dedi. Alaycı gülümsemesi daha da derinleşti.
Adını duyduğum anda elim istemsizce bıçağımın olduğu yere doğru hareket etti. Marconi’nin adı bugün sakinliğimin sınırlarını zorluyordu.
"O akşam Milan ve ailesi de yemeğe davetli olacak. Sanırım senin için bir sorun olmaz," dedi.
Elim yavaş ama hızlı bir hareketle bıçağıma ilerlediği sırada biri kolumu yakaladı. Ardından Matteo’nun sesiyle kendime geldim.
"Ben size kapıya kadar eşlik edeyim," dedi Matteo, beni sakinleştirmeye çalışan bir tonda. Bakışları, beni kontrol altında tutmaya çalışan bir uyarı taşıyordu.
Matteo, Roman’ın yanına geçti ve onunla birlikte odadan çıktı. Geriye yalnızca, içimde girdap gibi dönen bir öfke ve zihnimi kemiren düşünceler kaldı. Bu akşam, sabrımın sınandığı bir başka gün olarak hafızama kazınacaktı.
Matteo birkaç dakika sonra yanıma geldiğinde, çoktan odama geçmiş, gerginliğimle boğuşuyordum. Sessizce karşımdaki koltuğa oturdu. Gözlerimi ona diktim.
"Marconi ve Rakovlar hakkında her şeyi bilmek istiyorum" dedim. Sesimdeki kararlılık, kafamın ne kadar dolu olduğunu fazlasıyla belli ediyordu. "Kullanılabilecek tüm detayları."
Matteo sakin bir şekilde omuz silkti. "Edmond’la konuştum. Edmond Franco. Bu işte bizimle olacak."
Kaşlarımı çattım. "Edmond bizim yanımızda değil. Neden onu görevlendirdin?"
"En iyisi lazımdı, Luca. Ve burnuma iyi kokular gelmiyor. Ayrıca Edmond, para ve güç neredeyse oradadır. Bir de Marconilerle asla çalışmaz."
"Neden?"
Matteo derin bir nefes aldı. "Nişanlısı onlar yüzünden hayatını kaybetti."
Bunu bilmiyordum. "Yani görevi seve seve kabul etti," dedim düşünceli bir şekilde.
"Tam olarak öyle," diye ekledi Matteo.
Bir süre sustuk. Düşüncelerimi toparlamaya çalışırken konuşmaya devam etti.
"Kalan işleri yarın hallederiz. Hadi, Andreas ve diğerleri Luigi’nin evinde. Biz de gidelim, kafan dağılır."
Başımı salladım ve ofisten çıktık. Şehrin biraz dışındaki özel bir mülk olan Rinaldiler’in evine vardığımızda Luigi, Stefano ve Andreas bizi kapıda karşıladı. Kötü olduğumu biliyor olmalıydılar; Luigi’nin bir parti düzenlememesi bu durumu açıkça gösteriyordu. Luigi bir etkinlik yapmıyorsa, bu her zaman sorun anlamına gelirdi.
Herkes oturduğunda Andreas bana döndü. "Neler oluyor?"
Matteo’nun söze girmesini el işaretiyle durdurdum. Bu benim meselemdi ve açıklamayı ben yapacaktım. Bugün öğrendiklerimi onlarla da paylaştım.
"Milan Marconi hakkında ne biliyorsanız anlatın ya da bulun," dedim. Sesim tehlikeli derecede sertti.
Stefano genellikle konuşkan biri değildi; güçlü, otoriter ve her zaman sessizliğini koruyan bir adamdı. Ancak söylediklerimi duyduktan sonra ayağa kalktı, telefonunu aldı ve yanımızdan ayrıldı. Herkes kendi çapında bir şekilde hareketlenmişti, ama Andreas’ın sessizliği dikkatimi çekti.
"Andreas, ne düşünüyorsun?" diye sordum. Sesim bu kez daha doğrudan ve sorgulayıcıydı.
Andreas sessizliğini bozarken kaşlarını çatmıştı. "Milan, normal bir adam değil, Luca. Anlattıkların da... Rose ile aralarında ne geçtiğini merak ediyorum."
Bu sözlerin üzerine hepimiz bir süre düşüncelere daldık. Stefano, yanımıza geri döndüğünde yüzündeki gerginlik her halinden belliydi. Yerine oturup bana döndü. "Yarın elimizdeki tüm bilgiler bir dosya halinde sana ulaştırılacak."
"Teşekkür ederim," dedim, ama içimdeki huzursuzluk zerre kadar azalmamıştı.
"İşine yararsa sevinirim, dostum," dedi Stefano. "Ek bir araştırma da başlattık. Yeni öğrendiklerimi de seninle paylaşırım."
Başımı salladım. Dışarıdan ne kadar sakin görünsem de içim bir volkan gibi kaynıyordu. O akşam, herkesle birlikte yemeği zor da olsa bitirdim. Eve dönmek ise başlı başına bir çabaydı.
Andrew’dan gelen mesajları kontrol ettiğimde Belle’in çoktan odasına geçtiğini öğrendim. Bahçeden sonra içeri girmiş, kendini tamamen soyutlamıştı. Onu görmek istiyordum. Yanına gitmek. O yatakta, onunla uyumak. Ancak bu kadar basit bir arzunun bile ne denli karmaşık hale geldiğini görmek, içimdeki her şeyi çözülmez bir hale getiriyordu.
Odama çıkmadan önce annemle karşılaştım. Normalde bu saatlerde kendi odasında olurdu; bu bir şeylerin farklı olduğunun bir göstergesiydi.
"Merhaba anne," dedim, sesimde yorgun bir tonla.
"Merhaba Luca," dedi ve yanıma gelip yanağımdan öptü. Gözlerimin içine bakarken, yüzünde alışıldık şefkat dolu ama dikkatli bir ifade vardı.
"İyi misin?"
Ona çocukluğumdan beri yalan söyleyememiştim. Gerçekleri saklamaya çalışmanın hiçbir anlamı yoktu.
"İyi değilim," diye itiraf ettim.
"İşle mi ilgili, yoksa sorun Rose mu?"
"Rose."
"Anlatmak ister misin?"
Başımı olumsuz anlamda salladım. Bu konuda yeterince konuşmuştum, daha fazlasına tahammülüm yoktu. Annem biraz daha bekledi, sanki söyleyecek başka bir şeyi olduğunu düşünüyormuş gibi. Sonunda sessizliği bozdu.
"Isabelle’in babası bugün babanı aradı. Düğünü geciktirmek istediğini söylemiş."
Beynim bir saniyeliğine durdu, ardından bugün peşimi bırakmayan hırçın öfke damarlarımdan aktı.
"Ne?" dedim sert bir şekilde.
"İşlerle alakalı olduğunu söylemiş," diye devam etti annem sakin bir tonda. "Baban da düşüneceğini söylemiş."
"Bana sormadan mı?"
Annem boynunu bükerek yüzüme baktı. Babamın bana bir şey sorduğu bir anı hatırlamaya çalıştım, ama nafile. O, emirler veren bir adamdı. Uzun süredir işleri ben yönetiyor olsam da, onun sözü hâlâ tartışmasız bir şekilde kanundu.
"Onunla konuşmam gerekiyor," dedim kararlı bir şekilde.
"Çalışma odasında," dedi annem, kolumu tutarak beni durdurmadan önce.
"Sorun her neyse, çözüleceğinden eminim. Ama seni tanıyorum Luca. Onu da kendini de üzmeden bu sorunu çözmelisin. İleride ilişkiniz için bu çok önemli olacak."
Her zamanki gibi haklıydı. Derin bir nefes aldım.
"Elimden geleni yaparım," dedim, bu kez daha yumuşak bir ses tonuyla.
"İyi geceler oğlum," dedi ve bana gülümsedi.
"İyi geceler anne."
Annem odasına giderken, ben çalışma odasına ilerledim. Babam bu saatlerde genellikle gazetesini okur, arka planda sevdiği eski şarkılar çalarken dinlenirdi. Odaya girdiğimde beni fark etti ve başıyla oturmamı işaret etti.
Karşısına geçip oturdum. Konuşmaya o başladı.
"Rakov anlaşmasını imzaladınız mı?"
"Evet. Yarın akşam bizi yemeğe bekliyorlar."
"Gideriz."
Hiç düşünmeden kabul etmesine şaşırsam da konuşmamı sürdürdüm.
"Isabelle Rose’u da görmek istiyorlar," dedim.
"Büyük ihtimalle Morettileri de davet ederler."
"Marconiler ile dost olduklarını bilmiyordum."
Babam gazetesini indirerek zekice parlayan gözlerini bana dikti.
"Marconiler ne zamandan beri bizi ilgilendiriyor?"
"Isabelle Rose’la anlaşma yapmayı istediklerinden beri."
Milan’la ilgili diğer detayları paylaşmamaya karar verdim. Şimdilik bu kadarı yeterliydi.
"Milan, bir ara Rose ile evlenmek istiyordu, hatırladım," dedi babam.
"Yemeğe onlar da davetlilermiş," dediğimde babam, alaycı bir şekilde başını salladı. "Anton işleri her zaman karıştırmanın bir yolunu bulur. Roman’ın da ondan aşağı kalır yanı yok."
"Unuttukları tek şey var. Hiçbiri benim gerçek yüzümle tanışmadı."
"Sakin ol. Adımlarını her zaman sessiz ve derinden at Luca. Bir sorun varsa hallederiz. Ama bunu öfkeyle değil, planlı ve stratejik bir şekilde halledeceğiz. Anlaşıldı mı? Hele de bu kadar kârlı bir anlaşma yapmışken, yapacağın herhangi bir hatayı affetmem."
Uyarıları şu an umurumda değildi. Milan Marconi ve Belle ile olan durum beni ilgilendiriyordu. Düşüncelerim tek bir noktada toplandığı için konuşmanın seyri değişti.
"Bugün Marconiler’i araştırmaya başladık," dedim.
"Rakov için de birilerini görevlendir. Daha önce onlarla ilgili hazırlanan dosya yüzeyseldi. Görünür olanları değil, detayları öğrenelim."
"Anlaşıldı."
Esas meseleye geçtim. "Evlilik tarihiyle ilgili sorun ne?"
"İş anlaşmalarından biri bozulmuş. Karşı tarafla ilgili tüm sorunları ortadan kaldırmadan önce evliliğin yapılmamasını talep etti. Bir güvenlik önlemi olduğunu belirtti. Ben de düşüneceğimi söyledim. Yarın öğlen onlarla toplantımız var. Nihai kararımı ileteceğim."
Sinirle önüme baktım.
"Tartıştınız mı?" diye sordu.
Anlamadığımı belli eden bir ifadeyle ona baktım.
"Marcello ile tartıştınız mı?"
"Evet."
"Aferin Luca. Karşılığında güzel misilleme yaptı. Bir kere daha canını sıkarsan anlaşmadan da bizden de kurtulmanın bir yolunu bulur."
"Bu asla olmayacak," dedim sert bir şekilde. "Belle benim."
Babam gazetesini bırakıp tüm dikkatini bana verdi.
"Fevri davranışların yüzünden elde ettiklerini bir gün kaybedebilirsin Luca. O yüzden bir an önce sakinleş ve adına yaraşır şekilde davran."
Derin bir nefes aldı. "Yarın bu durumu halledeceğim. Ama beni dinlemeyecek kadar inatçı bir adam o. En azından kafasındaki tarihi öğrenip süreyi kısaltmaya çalışacağım."
Çene kaslarım sıkmaktan ağrıyordu. Bugün, hayatımın en kötü günlerinden biriydi ve bitmek bilmiyordu.
"Şimdi git ve biraz dinlen."
"Peki baba."
Kapıdan çıkmak üzereydim ki, babam arkamdan seslendi.
"Rose dengeni bozmuş. Bir an önce toparlan yoksa bu anlaşmayı ben bozarım."
Onu kışkırtmamam gerektiğini bilirdim. Ama bugün kontrolümü kaybettiğim gündü. Geri dönüp kararlı bir sesle, "Dene de gör baba," dedim.
Şaşkın bakışlarını geride bırakarak odadan çıktım.
Odama çıktığımda telefonuma gelen mesajla tüm yorgunluğuma rağmen şaşkına döndüm.
Dün üzerindeki kokunun içinde ne vardı Luca?
Gün boyunca yaşadığım tüm kaosun ardından beni gülümsetebilen tek şey bu mesajdı. Belle. Başka kim olabilirdi ki? Telefonu elime alıp onu aradım. Hemen açtı.
"Merhaba Belle."
"Merhaba Luca."
"Uyumamışsın."
"Çalışırken bazen zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyorum."
"Soru ne içindi?"
"Parfümündeki baskın koku çok hoşuma gitti. Notalarını öğrenmek istiyorum."
"Neden?"
"Bu bir sürpriz olsa daha iyi olmaz mı?"
Sesi her zamanki gibi yumuşak ve rahattı ama bu tavrı beni rahatsız etmek yerine eğlendiriyordu. Hafif bir gülümseme dudaklarımda belirdi.
"Berbat bir gün geçirdim, Principessa. Bu akşam beni daha fazla zorlamasan olmaz mı?"
"Ne oldu? İşle mi ilgili?"
"Gerçekten ilgilendiğinde bu soruyu sormalısın."
"İlgilenmediğimi nereden biliyorsun?"
Sesi, inatçı ve meydan okuyan bir tondaydı. İşte o an, Belle’in gerçekliğini bir an sorguladım. Bu kadar saf, bu kadar güçlü ve aynı zamanda böylesine esrarengiz bir varlık gerçek olabilir miydi?
"Seni tanıyorum," dedim nihayet.
"Ben sana kalbimi açmadan beni tanıyabileceğini sanman komik, Luca."
Her inatçı cevabında, her dik duruşunda zihnimde aynı imge beliriyordu: Güller. Güzel, büyüleyici ama dikenli. Tıpkı Belle gibi.
"Henüz kalbimi sana açmadım."
"Farkındayım."
Sesinde bir şey vardı; ince, derin bir sızı gibi. Bugün yaşadığımız gerginliği belki de henüz üzerinden atamamıştı. Ama o konuşmak istemiyor gibiydi, ben de ona uygun davranıyordum. Bir süre sessizlik oldu. Ardından içini çekti.
"Lütfen bir ara notalarını bana gönderir misin? İncelemem lazım."
"Yarın bir yemeğe katılmamız gerekebilir," dedim. "Belki ailen de orada olur, emin değilim. Orada konuşuruz."
"O zaman yarın söylersin."
"Olur, Principessa."
"Luca?"
"Efendim?"
"Güller benim için her zaman terapi gibidir. Kalbine iyi gelen şeyi bulmalısın ve böyle zamanlarda ona tutunmalısın."
Kalbime iyi gelen… İçimde alaycı bir yanıt yükselmek üzereydi: Benim bir kalbim yok. Ama işin aslı şu ki, Belle konuşurken kalbim tam bir hain gibi atıyordu. Her bir vuruşunda onun adını haykırıyordu.
"Belki bana sen iyi gelirsin, Belle," dedim.
Sessizlik. Ama bu sessizlik içinde onun düzensizleşen nefesini duyabiliyordum. Söylediğim sözlerin onda bir yankı bulduğunu hissettim.
"Seninle tartışmak ya da kavga etmek istemiyorum Luca," dedi sonunda. "Bundan sonra birbirimizi kırmayalım olur mu? Senden korkmak istemiyorum. Seni sevmek istiyorum."
Bütün dünya durmuş gibiydi. Kalbim atmayı bıraktı. Zaman akmayı bıraktı. Tek bir cümle havada asılı kaldı. Seni sevmek istiyorum.
"Yarın görüşürüz Luca."
Ağzımdan tek bir kelime çıkmadı. Çünkü düşüncelerim bile kontrolümden çıkmıştı. O üç kelime, zihnimde yankılanıp duruyordu: Seni sevmek istiyorum.
Telefonu kapattım ve yatağıma doğru ilerledim. Yığılırcasına uzandım. Bugün yaşadığım her şey; öfke, kaos, yorgunluk… hepsi Belle’in sesiyle silinmişti.
Kalp atışlarım yeniden başladı. Gözlerimi kapatırken, o sözler dudaklarımda bir fısıltı gibi yankılandı: Seni sevmek istiyorum.
"Bazen, kalbin her vuruşunda, birinin adını duymak istersin. Benim için o ad, Belle... Onu düşündüğümde, dünya daha parlak, zaman daha yavaş akar gibi hissediyorum. Belki de bu, bir kalbim olduğunu fark ettiğim andı. Kim bilir, belki de onu sevmenin, onu bulmanın anlamı budur." — Luca De Santis
Okur Yorumları | Yorum Ekle |