YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.
"Özgürlüğün bedeli bazen kendi kalbini feda etmektir. Ama gerçek özgürlük, kendin olmaya cesaret edebildiğinde gelir." — Anonim
Isabelle
Zaman, birkaç gün boyunca herhangi bir anlam taşımadan, sıradan bir şekilde akıp gitti. Bu günler yalnızca içimdeki huzursuzluğu artırmaya yarıyordu. Tanımadığım bir adamla evlenme fikri bile midemde düğümlere neden olurken, bir de bu adamın teoride düşmanım olması… Kendi kendime, "Onunla tanışmamış olsam bile ailelerimiz düşmansa, bu da onu düşmanım yapar, değil mi?" diye soruyordum.
Ama sorun yalnızca bu değildi. Daniel’in ölüm yıl dönümü yaklaşıyordu. Karanlık bir gölge gibi üzerime çöken bu tarih, içimdeki en büyük huzursuzluktu. Suçluluğum her zamanki gibi vicdanımın karşısına dikilmişti. Hangi köşeye kaçarsam kaçayım, yakamı bırakmıyordu.
Vicdan sizi bir kez yargılamaya başladığında, geri dönüşü yoktur. Bir kere kendinizi suçlu ilan ettiğinizde, ömür boyu bu mahkûmiyeti taşımak zorunda kalırsınız. Suçunuzu çekseniz bile, o yargı kararı hep geçerlidir. Kendi ruhumu hırpalıyordum; kendime verdiğim cezaların ağırlığı altında eziliyordum. Bazen karanlık, farklı şekillerde gelirdi. Benim karanlığımın adı Daniel’dı.
Cuma sabahı, gerçek bir kabusa uyandım. Geçmişin kabusuna. O tarih, zihnime kazınmıştı: 2 Şubat. Ne yaparsam yapayım, aklımdan silemiyordum.
Sabah hazırlıklarımı tamamladım, siyah bir elbise giydim. Merdivenlerden aşağı inerken ayaklarımın titrediğini hissediyordum. Kahvaltı masasına ulaştığımda, babamın bakışları üzerime dikildi. Siyah elbisemi fark ettiği anda kaşları çatıldı. Yerime geçerken Mario, endişeli bir ifadeyle bana baktı. Anlamıyorlardı.
Artık isyan etmiyordum. Sessizdim. Ama yaşadığım acıya ve suçluluk duyguma en azından saygı göstermeliydiler. Bu kadarını yapabilirlerdi. Ama yapmadılar. Babam o sabah benimle konuşmayı bile göze aldı ki bu bana ne kadar öfkeli olduğunun bir göstergesiydi.
"Odana çık ve düzgün bir elbise giy, Isabelle Rose."
Sesi soğuktu. Adımı iki parça halinde söylemesi, içimi daha da yaralıyordu. Eskiden bana yalnızca Rose derdi. Sevildiğimi bilirdim. Kızıl saçlarım yüzünden bana bu adı o koymuştu. Ama şimdi, o küçük ayrıntı, bir zamanlar anlam taşıyan bir kelime, artık sadece bir soğukluk ifadesiydi.
"Hayır."
Sesim sakin ama kararlıydı. Babamın öfkesi bir an bile tereddüt etmedi. Bana doğru döndüğünde, annemle göz göze geldim. Yüzündeki endişe, korkuya dönüştü.
"Dediğimi yap Isabelle Rose ya da masaya oturma."
Gözlerimde biriken yaşlar, yanaklarımdan süzülmeye başlamadan önce sadece bir kelime mırıldanabildim:
"Peki, baba."
Ayağa kalktım ve odama geri döndüm. Ben geçerken yeni korumam Andrew, yüzümdeki ifadeyi görmüştü. Aldırmadım. Kapımı kapatır kapatmaz gözyaşlarıma hâkim olamadım.
Yaklaşık yarım saat sonra, kardeşim Elena odama elinde bir tepsiyle geldi. Üzerinde kahve ve bir kruvasan vardı. Sessizce yanıma geldi, tepsiyi kenara koydu ve bana sarıldı.
"Lütfen ağlama."
Sesi şefkat doluydu. Kollarındaki sıcaklık, içimdeki fırtınayı yatıştırıyordu. Birkaç dakika sonra Mario da içeri girdi. Sessizce yatağın kenarına oturdu. Bizi izledi, ama hiçbir şey söylemedi.
Gözyaşlarım dindiğinde, derin bir nefes alıp Elena’ya döndüm.
"Okula gitmek zorunda olmasam burada kalırdım," dedi.
Hafifçe gülümsedim. "Ben iyiyim, Elena. Lütfen geç kalma."
O, Mario’ya dönerek, "Yanında kalacak mısın?" diye sordu.
Mario’nun cevabı netti. "Evet, sen git."
Elena tereddüt etse de gitti. Mario odada yalnız kaldığımızda, sessizliği bozmadı. Varlığı, kelimelerden çok daha fazlasını ifade ediyordu.
Mario kolunu açtı ve yavaşça göğsüne yaslandım. Çocukluğumuzdan beri gerçek Isabelle’i gören ailemdeki tek kişiydi. Birbirimize her zaman tüm sırlarımızı anlatır, birbirimizi yargılamazdık. Daniel’ı anlattığım tek kişi oydu. Sırrımı saklamıştı, ama o bile yapacağım hatayı öngörememişti. Çünkü kaçacağımı ona bile söylememiştim.
Döndüğümde, bana bir süre kızgın kalmıştı. Ama Mario’nun sevgisi, kırgınlığını uzun süre sürdüremeyecek kadar büyüktü.
"Daniel’ın ölüm yıl dönümü."
Kısa ve keskin bir cümleyle hatırlattım.
Mario derin bir nefes aldı; sesi, odada yankılanan yumuşak bir yankı gibiydi. "Ah, Rose."
Bir an sustu, gözleri geçmişin hayaletleriyle doluydu. "Onu sevmiyordun."
"Ama benim yüzümden öldü, Mario. Ayrıca beni seviyordu. Sevildiğimi biliyordum. Arkadaşlığı… güzeldi. İlk defa biri beni, kim olduğumu bilemeden sevmişti."
Mario’nun yüzünde hem keder hem de sitem vardı. "Bana anlatmış olsaydın… kaçmana izin vermezdim. Sonuç böyle olmazdı."
Kelimeleri bir bıçak gibi kalbime saplandı. Gözlerimi ondan kaçırdım. "Lütfen," dedim yavaşça. "Aynı şeyleri tekrar tekrar konuşmayalım. Özellikle bugün."
Hiçbir şey söylemeden beni sıkıca sardı. Kollarındaki sıcaklık, kısa bir an için karanlığı yatıştırdı.
"Peki," dedi yavaşça. "Bugün ne yapmak istersin?"
"Hiçbir şey," diye fısıldadım. "Yeni güller gelecek. Onları ekeceğim."
Mario çenemi nazikçe tuttu, başımı kaldırarak gözlerimin içine baktı. Onun bakışları her zaman doğrudan kalbime işlerdi. "Asla konuşmuyorsun, Rose. Seninle ilgili en sevmediğim şey bu."
Konuşamıyordum. Kalbimi kimseye açamıyordum. Mario ile gençlik sırlarımızı ve hayallerimizi paylaşmıştım, ama ruhumun en karanlık odalarını hiçbir zaman ona göstermemiştim.
"Üzgünüm."
Mario’nun dudakları alnıma dokundu. "Üzülme, Rose. Ama… seni mutlu görmek istediğimi bil."
Gözlerim doldu. "Sanırım bu artık imkânsız."
Mario, kelimelerimin ağırlığını anlamaya çalıştı ama onun ifadesiz yüzünden, henüz tam olarak kavrayamadığını fark ettim. Sözlerimden kaçmaya çalışmadan devam ettim:
"Evleniyorum. Luca De Santis ile."
Mario’nun kaşları çatıldı. Yüzünde beliren öfkeyi saklamaya bile çalışmadı. Babamla bu konuda tartışmaya cesaret etmişti, ama onun iradesine karşı koymanın faydasız olduğunu biliyorduk.
"Keşke bir şeyleri değiştirme gücüm olsaydı."
Bir an için zoraki bir gülümseme dudaklarıma dokundu. "Ne çok şey farklı olurdu, değil mi?"
Mario’nun gözlerinde derin bir hüzün vardı. "Şimdilik gitmem gerekiyor, Rose. Bana ihtiyacın olursa mesaj at."
"Tamam."
Giderken, "Biraz dinlen, olur mu?" dedi.
Başımı salladım, ama o gittiğinde, yeni bir gözyaşı dalgasına engel olamadım.
Sara, güllerin getirildiğini haber verdiğinde, bahçeye çıktım. Andrew da sessizce beni takip etti. Günün geri kalanını bahçede gülleri ekerken geçirdim. Onlar mavi güllerdi. Ellerim toprağa her dokunduğunda, içimdeki karmaşa biraz daha yatışıyordu. Bu uğraş, karanlığın nefes almasına izin vermeyen tek şeydi.
Akşam odama çekildiğimde, sıcak bir duş aldım ve Sara’nın getirdiği yemeği sessizce yedim.
Yarın büyük gün. Akşam, Luca ile tanışacaktım. Günün bitmesini dileyerek gözlerimi kapattım. Ama gözyaşlarım, uyumama izin vermeden önce içimi yeniden yakmayı başardı.
Sabah, Elena ve annemle vakit geçirdim. Beni oyalamaya çalışıyorlardı; onların bu çabasını minnetle kabul ettim. Daha sonra, büyükannemle çay içtim. Onun öğütlerini dinlerken yüzümde nazik bir ifade tutmaya çalıştım. İyi bir eş olmanın sorumlulukları, diye söze başladı. Bu öğütler, yılların taş gibi sertleştirdiği bir sesle veriliyordu. İçimde bir şeylerin kırılmaya devam ettiğini hissederek, onu sessizce dinledim.
Hazırlıklar için odama çekildiğimde, kendi içimde bir mücadele başlamıştı. Duşa girip, suyun sıcaklığında bir anlığına da olsa huzur bulmaya çalıştım. Ama huzur, beni çoktan terk etmişti. Saçlarımı hafif dalgalı bıraktım, gözlerime derinlik katan bir makyaj yaptım. Her bir dokunuş, sadece dışarıdaki dünyaya karşı bir zırh gibiydi. Elbisemi dikkatlice giydim; kalın siyah saten kumaşın üzerimde bıraktığı ağırlığı hissedebiliyordum. Son olarak kendi imza parfümümü sıktığımda, hazırlıklarım tamamlanmıştı. Ama bu, savaşın bittiği anlamına gelmiyordu.
Aynanın karşısında durup kendimi inceledim. Orada duran kişi, bir yabancıydı. Beni izleyen yansımanın gözlerindeki ışık çoktan sönmüştü. Eskiden hayalini kurduğum hayatın yerinde, başkalarının yazdığı bir kader duruyordu. Göz kamaştırıcı bu elbise bir zamanlar mutluluğun, güzelliğin sembolü olabilirdi. Ama şimdi, sırtımda taşıdığım bir sorumluluğun, istemediğim bir geleceğin ağırlığını temsil ediyordu.
Ellerim yavaşça saten kumaşın üzerinde gezindi. "Kimim ben?" diye fısıldadım. Odayı dolduran sessizlikte, sorumun yankısı çabucak kayboldu. Bir yıl önce, umutla dolup taşan genç bir kadındım. Şimdi ise başkalarının yazdığı bir hikâyenin, kendi isteklerini feda etmiş bir kahramanıydım.
Kapı aralandığında annem içeri girdi. Sessizce yanıma geldi ve bakışlarımız buluştu. Gözlerinde tanıdık bir hüzün vardı. Söze gerek yoktu; aramızdaki bağ, sessizlikte bile derin bir anlayışla güçleniyordu. Annem de bir zamanlar bu yükü taşımış olmalıydı. Bu yüzden, birbirimize söyleyemediğimiz her şey, odadaki sessizlikte yankılanıyordu.
Bir süre sonra Elena içeri girdi. Gözlerindeki masumiyet, içimde hem umut hem de korku uyandırıyordu. Onun da bir gün aynı yükü taşıyacağını bilmek, içimi daha da acıttı. Ama Elena benim her şeyimdi. Ona baktığımda, geçmişimin daha temiz, daha saf bir versiyonunu görüyordum. Elimi sıkıca tuttu ve usulca fısıldadı:
"Seni seviyorum, ablacığım."
Kollarımı ona doladım ve kulağına cevap verdim: "Ben de seni seviyorum, Lena. Korkma, her şey düzelecek."
Ama bu sözlerin bir yalan olduğunu biliyordum. Kendime bile inanamayacak kadar kırılmıştım.
Son kez aynaya baktım. Bu gece her şey değişecekti. Luca De Santis ile tanışacak ve istemediğim bir evliliğe doğru adım atacaktım. İsyan etsem de ağlasam da bunun bir faydası olmayacaktı. Hayatım, kontrolümden çoktan çıkmıştı. Derin bir nefes aldım ve annemle birlikte odadan çıktım.
Bahçeye çıktığımızda bizi bekleyen araca yöneldik. Arabaya bindiğimde, hava kararmaya başlamıştı. Annem sessizce yanımda oturuyor, Elena başını omzuma yaslıyordu. Yol boyunca geçen her viraj, beni kaçınılmaz sona bir adım daha yaklaştırıyordu. Gözlerimi pencereden dışarı diktim, kendi düşüncelerimden kaçmaya çalışarak. Ama içimde büyüyen kaygı, adeta fırtına gibi esiyordu.
De Santis malikanesi nihayet göründüğünde, Elena elimi sıkıca tuttu. Annem daha da gerilmişti. Ama babam… Bize bir kez bile bakmamıştı. İçimdeki boşluk, babamın kayıtsızlığıyla derinleşti. Onun için bu evlilik yalnızca bir zorunluluktu. Benim mutluluğum ise önemsenmeyecek kadar küçük bir detay. O an, babam için bir görevden ibaret olduğumu anladım. Aileyi kurtaracak bir araç… Başka hiçbir şey değil.
Malikanenin önünde durduğumuzda, uşaklar ve korumalar kapılarımızı açtı. Arabadan indiğimde soğuk hava yüzüme vurdu, gerçeğin ağırlığı omuzlarıma daha da çöktü. Zemine attığım her adım, kalbimdeki ağırlığı artırıyordu.
Bu hayat benim seçimim değildi. Geri dönüş yoktu. Derin bir nefes aldım ama içimdeki sıkışma bir an bile azalmadı. Şimdi önümde uzanan bu yolun beni nereye götüreceğini bilmeden, karanlığa doğru adım attım.
Luca
Aynamın karşısında durup gömleğimin düğmelerini iliklerken, zihnim bir kez daha Isabelle Rose’a kaydı. Onun dosyasında gördüğüm fotoğraf zihnimde yeniden canlandı. O kızıl saçlar… Kaosun ortasında bile insanın dikkatini çeken, başka bir şey düşünmesine izin vermeyen bir ışık. Ama asıl gözleri... Orada, yüzeyin hemen altında gizlenen bir sır vardı. Yumuşak, neredeyse masum bir görünüşün ardında inatçı bir kararlılık saklıydı.
Moretti isminin yükünü taşıyordu, evet. Ama soyadı onu tanımlayan şey değildi. Isabelle’i asıl tanımlayan, özgürlüğe olan tutkusu, onun o dizginlenemez ruhuydu. İnsan yaptıklarıyla tanınır ve tanımlanır. Bu dünyada, kim olduğun, hangi aileden geldiğin değil; hayatta yaptığın seçimlerdir seni belirleyen. Isabelle’in seçimleri… Onları henüz bilmiyordum, ama varlığı her şeye rağmen kendi yolunu çizmek isteyen birini işaret ediyordu.
"Rose." İsim bile onunla bir bütün gibi görünüyordu. Güzel, narin, ama dokunduğunuzda kanatacak kadar keskin bir çiçek. Isabelle'in bir gül gibi yumuşak görünüşünün ardında, kimsenin görmediği güçlü dikenler olduğunu biliyordum.
Düşüncelerimin ağırlığıyla aynadaki yansıma bir an için uzaklaştı. Derin bir nefes aldım, gömleğimin kollarını düzelttim. Kapı nazikçe aralandığında annem içeri girdi. Onun varlığı, düşüncelerimi yarıda kesti. Gözlerimdeki karmaşayı fark etmiş gibi bakışlarını üzerimde gezdirdi.
"Hazır mısın, oğlum?" diye sordu. Sesi her zamanki gibi yumuşak, ama bir o kadar da temkinliydi.
"Neredeyse," diye cevapladım. Bakışlarımız buluştuğunda onun da bu evlilikle ilgili çekinceleri olduğunu görebiliyordum. Fakat annem, duygu ve düşüncelerini ustalıkla gizlemeyi öğrenmiş bir kadındı.
"Isabelle ve ailesi ne zaman gelir?" diye sordum, sesimde farkında olmadan bir gerginlik vardı.
"Daha vakit var," dedi. Bana doğru ilerleyerek kravatımı düzeltti. Ellerinin hareketleri özenliydi; bakışlarıysa düşünceliydi. "Bu evliliği istemediğini biliyorum, Luca. Ama bazen hayat bize beklemediğimiz şeyler sunar. Isabelle’i tanımak için kendine bir şans ver. Onu geçmişiyle yargılama. Herkesin kendine ait savaşları vardır."
"Anlıyorum, anne," dedim. Sesimde bir kararlılık vardı. "Ama hislerimi tamamen bastıramam. Isabelle konusunda düşüncelerim... Onları göz ardı edemem."
Kravatımı düzeltmeyi bitirdiğinde, gözlerini yeniden benimkilerle buluşturdu. Bakışlarında annelere özgü bir karışım vardı: sabır, sevgi ve biraz da endişe.
"Senin güçlü ve onurlu bir adam olman her zaman benim gurur kaynağım oldu, Luca. Ama unutma, gerçek güç bazen başkalarının duygularını anlamaktan ve onlara saygı göstermekten gelir," dedi.
Bu sözleri, onun bana duyduğu inancı bir kez daha hatırlattı. Hayatımı belirleyen pek çok şey vardı ama annemin sözleri her zaman bir mihenk taşı olmuştu.
"Elimden geleni yapacağım, anne," dedim, sesim neredeyse bir fısıltı kadar yumuşaktı.
Annem yanağıma hafif bir öpücük kondurdu. Gözleri, duymak istediği cevabı almış gibi huzurluydu. "Sana güveniyorum, oğlum," dedi ve odadan sessizce çıktı.
O kapı arkamdan kapandığında, aynadaki yansımama tekrar baktım. Gölgeler ve ışık arasında sıkışmış bir adam... Kaderin bir araya getirdiği iki yabancı arasında köprü kurabilecek tek şeyin ne olduğunu bilmiyordum. Fakat bu gece, yalnızca Isabelle’in değil, kendi geleceğimin de yön değiştireceğini hissediyordum.
Derin bir nefes aldım. Düğmeleri tamamladım ve kravatımı düzelttim. Ne olursa olsun, kararlılıkla karşılamaya hazırdım. Ama hazır olmak, kabul etmekle aynı şey değildi.
Babamın çalışma odasına doğru ilerlerken koridorun sessizliği, içimdeki huzursuzluğu daha da büyütüyordu. Kapının önünde kısa bir an durakladım, derin bir nefes alıp tokmağı çevirdim. İçeri girdiğimde babam ve Matteo ciddi bir konuşmanın ortasındaydılar. Babam beni fark edince başını kaldırdı ve bakışları anında beni değerlendirmeye başladı.
"Geldin, Luca," dedi, sesi her zamanki gibi otoriterdi. "Akşam için hazırlıklar nasıl gidiyor?"
"Her şey hazır, baba," diye cevap verdim, sesim sakin ama temkinliydi. "Ama Isabelle konusunda endişeliyim."
Bu sözlerimle, odada neredeyse elle tutulur bir sessizlik oluştu. Babam kısa bir an duraksadı, sonra yanındaki Matteo’ya göz ucuyla bakarak tekrar bana döndü.
"Onunla başa çıkmak zorundasın, Luca," dedi. Sesi, herhangi bir tartışmaya yer bırakmayacak kadar kesindi. "Mantığını kullan, duygularını değil. Isabelle güçlü biri, ama senin de öyle olduğunu unutma."
Sözleri, yükümü hafifletmek yerine daha da ağırlaştırdı. Babamın bakışlarındaki kararlılık ve Matteo’nun sessiz gözlemleri, üzerimdeki baskıyı iyice hissetmeme neden oldu. Matteo, her zamanki gibi sessiz bir taş gibi duruyordu; hiçbir şey söylemese de varlığı bile baskı yaratıyordu.
Babam sandalyesinde biraz geriye yaslanarak konuşmaya devam etti: "Isabelle’in geçmişteki kaçışı, onun özgürlüğüne olan düşkünlüğünü gösteriyor olabilir. Ama bu gece nasıl bir tavır sergileyeceğin her şeyi belirleyecek. Onun yanımızda olmasını sağlamak, artık senin sorumluluğun."
Sözleri, omuzlarıma daha fazla yük bindirdi. Isabelle’in yalnızca bir eş değil, bir müttefik olarak bizim tarafımızda olması gerektiğini vurguluyordu. Bu evlilik yalnızca bir aile ittifakı değildi; onun getireceği dengeyi korumak, ailemizin geleceği için hayati bir öneme sahipti.
Matteo, babamın söylediklerini destekler gibi sakin ve dikkatli bir ifadeyle bana baktı. Sanki tek bir bakışla içimdeki karmaşayı çözebilecekmiş gibi, ama bir şey söylemiyordu. Onun sessizliği, babamın sertliği kadar zorlayıcıydı.
Babamın son cümleleri zihnimde yankılanırken, durumu ne kadar hassas bir şekilde ele almam gerektiğini fark ettim. Isabelle Rose yalnızca benim nişanlım olmayacaktı; o, yeni bir denge ve güç sembolü olacaktı. Ama bu gece... Bu gece, her şeyin bir dönüm noktası olacağı kesindi.
İçimde büyüyen belirsizlik ve beklenti, her zamanki gibi bir gölge gibi peşimdeydi. Yine de kararlıydım. Bu yalnızca bir yük değildi; aynı zamanda bir sınavdı. Isabelle ile karşılaştığımda, güçlü bir lider olarak davranmam gerekiyordu. Duygularımı bastırmalı, mantığımın rehberliğinde hareket etmeliydim.
Babamın gözlerinin içine bakarak başımı hafifçe eğdim. "Anladım," dedim, sesimdeki kararlılığı vurgulamaya çalışarak. O ise, cevabımı onaylayan bir bakış attı.
Odadan çıktığımda, içimde karanlık bir gölge gibi duran belirsizliğin, bu gece sona ereceğini biliyordum. Ama aynı zamanda, bu gecenin yalnızca bir başlangıç olduğunu da hissediyordum. Kendi dünyamın, hatta belki de Isabelle’in dünyasının, bu gece yeniden şekilleneceği kesindi.
"Isabelle Rose Moretti… Bir gülün güzelliği kadar keskin, bir sırrın ağırlığı kadar derindi. Bu gece, kaderimiz ilk kez aynı masada yazılacaktı." — Luca De Santis
Okur Yorumları | Yorum Ekle |