YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.
"Bazı anlar vardır ki, içimizde fırtınalar kopar ama yüzümüz hiçbir şey anlatmaz." —Isabelle Rose Moretti
Isabelle
Bazı geceler, kaderin fısıltısını kalbinizde duyarsınız; yolunuza eşlik eden bir önsezi gibi. O gece, De Santis malikanesinin kasvetli yapısı gözlerimin önünde yükselirken içimde bir ağırlık vardı. Belirsiz, uğursuz bir ağırlık… Her tuğlası, sanki geçmişin izlerini taşıyor; her gölgesi, karanlık bir sırrı saklıyordu. Arabadan indiğimiz anda, ciğerlerime dolan havanın boğuculuğu, içimdeki huzursuzluğu daha da büyüttü.
Bu, sıradan bir evlilik değildi. Aradaki düşmanlığı bitiren, kanla mühürlenmiş bir antlaşmaydı. Ve ben, istemesem de, karanlık bir dünyanın eşiğindeydim. Annemin özenle seçtiği elbise üzerimde zarif bir zırh gibi hissettiriyordu; ince işlenmiş, ama görünmez zincirlerle bağlanmış. Kalbim, göğsümdeki kafese sığmıyor, öfke ve korkuyla çırpınıyordu. Yine de bu akşam her şeyin değişeceğini biliyordum. Kaçış yoktu.
Babam, beni baştan aşağı süzerken keskin bakışlarının ağırlığını omuzlarımda hissettim. Gözlerindeki memnuniyetsizlik, sözlerden daha çok can acıtıyordu. Ardından annemin elini tutup koluna aldı. Nico, kız kardeşim Elena’ya eşlik ederken arkalarından hüzünle baktım. Adımlarının ritmi, bana geçmişte kaybettiğim her anı hatırlatıyordu; ait olduğum dünyanın ağırlığı omuzlarıma çökmüş, o boşluğun ortasında yalnız kalmıştım. Elena’nın yüzündeki masumiyet ve Nico’nun ona olan korumacı tavrı, içimde tanıdık bir acıyı uyandırdı—bir zamanlar benim de böyle korumak istediğim biri vardı. Masum biri. Ama hayat, çoğu zaman en masum ve iyi olanı çekip alır ve geriye sadece pişmanlıklar kalır.
Onları izlerken, kaderin herkes için farklı şekiller çizdiğini fark ettim. Nico’nun Elena’ya sunduğu güven, kendimi düşünmeme neden oldu. Benim hayatımda böyle bir güven var mıydı? Yoksa sadece dikenler ve fırtınalarla dolu bir yolda mı ilerliyordum? Bu düşünceler beynimde yankılanırken, farkında olmadan yumruklarımı sıktım. Her şeyin kontrolünü elinde tutmak isteyen Isabelle gitmiş, yerine duygularıyla boğuşan biri gelmişti.
Kendi içimdeki savaşı kaybettiğimi hissederken, bir kez daha anılar gözümün önüne geldi. Peki Luca bu hikayenin neresinde olacaktı? Herkesin hayatında biri vardı; o bağı kurabildiği, güvendiği biri. Benim için bu kişi Luca olabilir miydi?
"Ama gerçekten birine güvenebilir miydim?" diye sordum kendime. Çünkü geçmişim bana dikenlerin güzellikten daha kalıcı olduğunu öğretmişti. Mario’nun adımlarıyla yanımda belirdiği an, nefes almayı unutmuş gibi hissettim.
"Gel, Rose."
Bakışlarındaki anlayış, içimdeki fırtınayı anlar gibiydi. Yanağımı hafifçe okşarken, yumuşak ama kararlı bir sesle konuştu: "Üzülme. Kimseye aldırma."
"Bunu yapmak hiç kolay değil," dedim sessizce.
"Biliyorum," diye karşılık verdi. Bir an durdu, yüzümdeki ifadeyi incelercesine baktı. "Ayrıca, bu durumu ben istemedim."
Bu durum. Evlilik. Gözlerimi kaçırdım. Sözleri, içimdeki huzursuzluğun bir yansıması gibiydi. "Ben de istemedim," diye fısıldadım.
"Üzgünüm Rose," dedi. Sesi sakin, ama acıyla karışmıştı. "Luca’yla evlenmeni hiç istemezdim."
Bir an duraksadım. "O kadar mı kötü biri?" Mario’nun dudaklarında hüzünlü bir gülümseme belirdi. "Senin yanında herkes kötü biri, Rose."
Sözleri yüreğime hem sıcaklık hem de ağırlık verdi. Ona sıkıca sarıldım. "İyi ki varsın, Mario."
"Sen de, Rose," dedi. Beni korumak istercesine daha da yakınımda durdu. Ardından elimi tutarak, koluna yerleştirdi.
"Hadi, içeri girelim."
Başımla onayladım ve birlikte ilerledik. Malikanenin ağır kapıları ardımıza kapanırken, içerideki boğucu atmosfer içime işledi. Uşaklar ve hizmetliler, bizleri selamlamak için hazır bekliyordu. Mario, yanımda durarak kolumu sıkıca kavradı. Küçük bir titreme yaşadığımı fark ettiğinde, bakışlarıyla beni sakinleştirmeye çalıştı.
Salonun kapısına vardığımızda, ailemin soğuk duruşuyla karşılaştım. Babam, Mario’ya dönerek sert bir sesle sordu: "Nerede kaldınız?"
"Özür dilerim, amca," diye yanıtladı Mario, itaatkar bir şekilde.
Babam kısa bir süre bakışlarını Mario’dan bana çevirdi, ardından içerideki diğer misafirlere yöneldi. Mario, bir kez daha bana döndü: "Hazır mısın?"
"Hayır."
"Ben yanındayım," dedi, kararlılıkla.
Zoraki bir gülümseme ile karşılık verdim, ama bu sözlerin ne korkumu ne de tedirginliğimi yatıştırmayacağını biliyordum. İçimde fırtınalar kopuyordu, ama bunu kimseye göstermeyecektim. Yüzüme o bildik sakin maskeyi taktım ve ileri adım attım. Çünkü bazen, yalnız düşmana değil herkese karşı tek silahınız kendiniz olurdunuz.
Kapıdan içeri ilerlediğimizde bakışlar bize yöneldi. Ve işte o anda onu gördüm. Kalabalığın arasında, diğerlerinden tamamen farklı bir varlık gibi parlıyordu. Luca De Santis. İsmi, fısıltılarla dolanan söylentilerle ve karanlık hikâyelerle çevriliydi. Şimdi, tüm o hikâyelerin gerçekliğe dönüşmüş hali karşımda duruyordu. Gerçekliği, anlatılanlardan bile daha sarsıcıydı.
Keskin yüz hatları, buz gibi soğuk bir ifade taşıyan sert çehresi, içinde bir karanlık barındırıyordu. Ama asıl dikkat çeken gözleriydi; derin ve belirsiz… Sanki dünyayı avucunun içinde tutuyor ama yine de asla tatmin olmuyordu. Onu gördüğüm anda, tüm söylentilerin neden bu kadar güçlü olduğunu anladım. Luca yalnızca bir korkulan ve saygı duyulan bir adam değil, bir güçtü. Sessiz bir fırtına.
"Her zamanki gibi," diye mırıldandı Mario, yanımda dururken.
"Ne demek istiyorsun?" dedim, ona dönerken.
"Her zamanki kadar soğuk ve kendini beğenmiş görünüyor," diye omuz silkti Mario.
Tam o anda Luca'nın bakışlarının üzerimde olduğunu hissettim. Beni baştan aşağı incelerken içimde garip bir ürperti dolaştı. Onun karşısında olmak, hem tedirgin edici hem de büyüleyiciydi. Daha önce internetten gördüğüm birkaç fotoğrafının aksine, şimdi gözlerimin önünde duran adam çok daha etkileyiciydi. Daha yakışıklı, daha çekici… Adımlarımın beni ona doğru çektiğini fark ettiğimde, içimdeki bu çekimi inkâr etmenin imkânsız olduğunu anladım. Luca’nın gözleri, sanki sadece tenime değil, ruhuma da işliyordu. O an, farkında olmadan büyük bir fırtınanın merkezine doğru ilerlediğimi hissettim.
"Güç gelip geçicidir, akıl sonsuzdur," diye fısıldadım kendi kendime. Bu, ailemizin nesillerdir taşıdığı bir ilkeydi. Ama Luca’nın karşısında, bu cümlenin üzerimdeki etkisinin ne kadar güçsüz kaldığını görmek canımı acıtıyordu. Savunmasız kalmak gibi bir lüksüm yoktu.
Ailemle birlikte Luca’nın ailesinin önünde durduğumuzda, Mario beni nazikçe bıraktı. Luca’nın babası Don Giovanni, babamla tokalaşırken, sesi odadaki sessizliği delip geçti. "Hoş geldiniz, Marcello," dedi, dudaklarından çıkan her kelime ağırlık taşıyordu.
Babam, annem ve büyükannemle tanışma faslı bitince, Don Giovanni bana döndü. Gözlerinde bir karanlık, ama aynı zamanda rahatsız edici bir hayranlık vardı. "Rose… Güzelliğin her zamankinden daha belirgin."
Sözleri, ağır ve üzerimdeki yükü artıran bir yankı gibiydi. Bu isim, Isabelle Rose, çocukluğumdan beri benim için hep bir kalkan olmuştu. Ama şimdi, bu yabancı odada, taşımak zorunda kaldığım bir yükümlülük gibi hissediliyordu. "Teşekkür ederim, Don Giovanni," dedim, başımı hafifçe eğerek.
Sonra Luca sahneye çıktı. Don Giovanni, oğluna dönerek soğukkanlı bir sesle konuştu: "Oğlum, Luca. Daha önce tanışma fırsatınız olmamıştı."
Ve işte tam o anda, Luca benimle yüz yüze geldi. Dünya sanki yavaşladı. Gözleri gözlerime kenetlendiğinde, zamanın nasıl akıp geçtiğini unuttum. Adımlarını öyle bir güvenle atıyordu ki, bu basit bir karşılaşma değil, bir güç savaşı gibi hissediliyordu. Elimi tuttuğunda, avuçlarındaki güç ve sakinlik, onun karşısında çaresiz kalabileceğimi fısıldıyordu.
Parmak uçlarımda gezinen o hafif dokunuş, içimde daha önce bilmediğim duyguları uyandırdı. Ve sonra, elimi hafifçe öpmesi… Her şey durdu. Sessizlik bir an için odayı doldurdu. Luca, o an benimle konuşmadan bile üzerimde bir hak iddia etmiş gibiydi. Sanki herkese, o an, aramızdaki bağı ilan edercesine bir gösteri yapıyordu.
"Tanıştığımıza memnun oldum, Isabelle Rose."
Sesi, sanki doğrudan ruhuma dokunuyordu. Her kelimesi dikkatle seçilmiş, her harfi beni çözmeye çalışan bir bilmece gibiydi. Ama beni asıl tedirgin eden bakışlarıydı. Gözlerinde gördüğüm şey… bir boşluk, bir karanlık ve gizemli bir çekim gücü.
Yutkunurken, korkumu saklamaya çalıştım. Ama onun varlığı her şeyi değiştiriyordu. Luca De Santis, benim için hem bir tehdit hem de bir çekimdi. Ve bu tehlikeli denge, ayakta durmamı daha da zorlaştırıyordu.
"Ben de," dedim, sesimi olabildiğince kararlı tutmaya çalışarak.
Ama Luca’nın bakışlarındaki ufak bir kıpırtı, havadaki tüm gerilimi hissetmeme yetti. Gücünü her tavırda, her sözde hissediyor, etrafımı saran bu gücün içimdeki her savunmayı zorladığını fark ediyordum. O an, yapabileceğim tek şeyin ona yenilmemek için güçlü durmak olduğunu biliyordum. Gücün ve çekimin birleştiği bu anlarda, her geçen saniye daha da zorlaşıyordu. Luca’nın gözlerinde kaybolmaktan korkuyordum, ama bir yandan da onun yarattığı o derin çekime kapılmamak için mücadele ediyordum. Ve belki de en büyük savaşı, onunla değil, kendimle veriyordum. Kendimi tutmak, onun etkisinden kurtulmak… işte bu, içimdeki en büyük çatışmaydı.
Luca
Manhattan gecesi, şehrin üzerindeki gri bulutlar gibi ağır ve sessizdi. De Santis malikanesi, ışıkların altında adeta bir gölge gibi yükseliyor, çevresine karanlık bir güç yayıyordu. Her detay, her hareket bu gece için özenle planlanmıştı; ama bu düzenin arkasında, buz gibi soğuk bir hesaplaşma hatta bir güç savaşı yatıyordu. Bugün, bu oyunda yalnızca taşlar hareket etmeyecekti; tahtanın kuralları yeniden yazılacaktı. Ve sonra onu gördüm.
Isabelle Rose.
Adımlarını içeri atarken odanın atmosferi değişti. Gözlerim hemen onu buldu—bulmaktan başka çarem yoktu. Siyah bir elbisenin içinde, kızıl saçları omuzlarından zarifçe dökülürken, odanın tüm enerjisini kendine çekiyordu. Ela gözleri, bakışlarının ardına gizlenmiş bir dünyayı vaat ediyordu; huzursuz, ama bir o kadar da cezbedici. Onu ilk gördüğüm an anladım. Isabelle bir piyon değildi; bir kraliçeydi.
Herkes onun varlığını hissediyordu, ama yalnızca ben gerçeği görebiliyordum. Adımları kararlıydı, ama her hareketinde özgürlüğe susamış bir kadının izleri vardı. Isabelle’in gözlerinde tanıdık bir şey gördüm: savaş. Ama bu savaş başkalarına değil, kendineydi. O bakışların ardında bir güç gizleniyordu; sert, ama zarif bir güç. Isabelle’in etrafına ördüğü duvarlar yalnızca koruma amaçlı değildi. Bu duvarlar, kendini dünyaya sunma şekliydi—ulaşılmaz ve baştan çıkarıcı.
Göz göze geldiğimiz an, içimde bir fırtına koptu. O an, Isabelle’in benim için yalnızca bir müttefik ya da bir anlaşmanın parçası olmadığını, çok daha fazlası olduğunu fark ettim. Isabelle, şimdiden benimdi. Odadaki herkesin ona olan ilgisini fark edebiliyordum; kuzenlerimin bakışları, onun etrafında dönerken içimde bir öfke kabardı. Onların Isabelle’e duyduğu ilgi, sadece yüzeysel bir hayranlıktı, ama benim hissettiklerim çok daha derindi.
Kızıl saçları ve dimdik duruşuyla, her bakışında beni kendine çekip dikkatimi dağıtırken, "Rose" lakabının tam anlamıyla hak edildiğini düşündüm. O, narin ama dikenli, zarif ama tehditkâr bir çiçekti. Isabelle’in çevresindeki o belirsiz huzursuzluk, her şeyin göründüğünden çok daha karmaşık olduğunu haykırıyordu. Zarafeti bir gerçekti—ama altında ise kimseye teslim olmayan, bağımsız bir ruh vardı. Isabelle, bir gül gibiydi, dikenleriyle… ve ben, o dikenlerin bana batacağını bile bile ona daha da yaklaşmak istiyordum.
Onu izlerken odadaki her şey bulanıklaştı. Bakışlarımı ondan ayırmak imkânsızdı. Kalabalığın sesleri arka planda kaybolurken, o an yalnızca Isabelle ve ben vardık. Bir fısıltı gibi, içimde yankılandı: "Onu kimseye bırakmayacağım."
Ama babamın sert bakışlarını üzerimde hissettiğimde, düşüncelerim parçalandı. Gözlerini benden çekmeden izliyordu; her zamanki gibi, içimde olup bitenleri çözmek için uğraşıyordu. Babam, Isabelle’e olan ilgimi sezmişti. Ve o anda, bunun ne kadar tehlikeli olabileceğini fark ettim.
Babamın sesi, odayı dolduran yankısıyla beni düşüncelerimden çekip aldı. "Oğlum, Luca. Daha önce tanışma fırsatınız olmamıştı." Sözleri sert, mesafeli ve her zamanki gibi hesaplıydı. Ama Isabelle’in yüzüne baktığımda, bu kelimelerin onda bir çatlak açtığını fark ettim. Isabelle Rose Moretti. Bakışlarında belirsiz bir kararsızlık vardı, ama bunun ötesinde, içsel bir cesaretin ipuçlarını görüyordum.
Ona doğru bir adım attım ve elini nazikçe tuttum. Parmak uçlarındaki sıcaklık beni olduğum yere mıhladı. Öne eğilip elini öptüğümde, hafif bir ürperti tüm bedenimi sardı. Gözlerimi onun gözlerinden bir an olsun ayırmadan, yavaşça konuştum. "Tanıştığımıza memnun oldum, Isabelle Rose."
Adını telaffuz ederken, dilimde dönen her harf ruhuma işliyordu. Isabelle Rose. Zarif, ama tehlikeli bir melodi gibi. Onun etrafındaki hava, ilk başta neredeyse fark edilmeyen bir gül kokusuyla doldu. Baş döndürücü, ama derin bir anlam taşıyan bir izdi bu.
Isabelle, "Ben de," diye cevap verdiğinde, sesi o kadar ince bir titremeyle doluydu ki, bu titremeyi hissetmemek mümkün değildi. Ama onun zayıf olmadığının farkındaydım. Kırılgan gibi görünen, ama aslında çelik kadar sağlam bir duruş sergileyen bir kadın vardı karşımda. Bakışlarındaki o ürkek ışıltı, bir yandan sahiplenme duygumu körüklerken, diğer yandan onu keşfetme arzusunu daha da derinleştiriyordu.
Bir adım ona daha yaklaştım. "Bu oyunun kurallarını seninle ben belirleyeceğiz, Isabelle," diye fısıldadım, kimse bizi duymadan. Sözlerimdeki meydan okuma, tamamen bilinçliydi. Onun ne tepki vereceğini görmek istiyordum. Ancak Isabelle’in gözlerinde gördüğüm şey, beklediğimden çok daha fazlasıydı. Orada bir kıvılcım vardı—parlak, tehlikeli ve son derece canlı.
O an, Isabelle’in hayatımdaki rolünün daha farklı olabileceğini anladım. O, bu oyunun dengelerini sonsuza dek değiştirebilecek bir güçtü. Diğerlerinin göremediği bir şeydi bu. Isabelle asla bir piyon değildi. O, tahtanın her köşesine hükmedecek bir kraliçeydi.
Elini tuttuğumda, onun narin duruşunun ardındaki kararlılığı hissettim. İnce ama sarsılmaz bir iplik gibi etrafını saran korkuyu sezebiliyordum. Fakat Isabelle, o korkuyu bir kalkan gibi kuşanmış, etrafını saran dikenlerle dünyaya meydan okuyordu.
Gerçek savaşlar sessizlikte kazanılır; insanın kalbiyle yaptığı sessiz, amansız savaşlar en zor olanlardır. Ve o gece Isabelle Rose, içimde böyle bir savaşı başlatmıştı. Onunla yalnızca yürümek değil, savaşmak da isteyeceğimi biliyordum. Bu oyunda yalnızca müttefik olmayacaktık. Isabelle Rose ile birbirimize meydan okuyacaktık.
Etrafa bakmadan, yalnızca ona odaklandım. Bu kadın, geçmişte karşılaştığım kimseye benzemiyordu. Bakışları, kelimelere ihtiyaç duymadan çok şey söylüyordu. Bir adım geri çekilse de yanımda durmayı sürdürüyordu. O gül kokusu... yavaşça havayı doldururken zihnimi bulandırıyor, duygularımı körüklüyordu. Herkes etrafında bir şeyler konuşuyordu, ama benim dikkatimin tek odağı Isabelle’di.
Dışarıdan masum bir prenses gibi görünen bu kızıl saçlı gülün, asi ruhunu şimdiden görebiliyordum. O, gözlerinde taşıdığı çelişkilerle, içinde hem itaatkâr bir yan, hem de isyan eden bir ruh barındırıyordu. Kaçmak istese bile, bir şekilde yanımda kalmak zorundaydı. İçindeki karmaşa, her bakışında kendini belli ediyordu. Bir insanın ruh gücü, gözlerinde ortaya çıkar; Isabelle Rose’un bakışlarında ise o güç, adeta bir yıldız gibi parlıyordu. Onun ruh gücü yüksek, derin ve kudretliydi, ve bu, onu daha da büyüleyici kılıyordu.
Göz ucuyla Matteo’ya baktım ve onun da Isabelle’in üzerimde yarattığı etkinin farkında olduğunu anladım. Yüzündeki hafif gülümseme, niyetini açık ediyordu. Yanıma yaklaşıp kulağıma eğildi. "Onunla biraz yalnız kal," dedi. "Birbirinizi daha yakından tanımalısınız."
Onunla baş başa kalmak... Bu düşünce bile kalbimin hızla çarpmasına yetti. Isabelle’in gerçekte kim olduğunu görmek, maskelerinin ardında saklamak zorunda kaldığı kadını tanımak için bir fırsattı. Ona döndüm ve koluna hafifçe dokunduğumda irkilerek bana döndü. Ela gözleri bir an gözlerime kenetlendi. O bakışlarda derin bir göl vardı ve ben bu derinliğin gizemini keşfetme arzusuyla doluyordum.
"Biraz dışarı çıkalım mı, Isabelle?" dedim, sesimdeki sahiplenme tonunu gizlemeye çalışarak.
O anda Isabelle, babasına kısa bir bakış attı. İçimde ani bir huzursuzluk belirdi. Babasına olan bağlılığı, onun bağımsız ruhuyla tezat oluşturuyordu. Ama Isabelle’in bir gün sadece kendisi için seçimler yapmasını istiyordum. Ve o gün geldiğinde, onun yanında olabilecek tek kişi ben olacaktım. Kimseden izin almaya ihtiyacı kalmayacaktı.
Babası bakışlarını ondan kaçırdı ve Nico’ya döndü. Nico başıyla hafifçe onay verdiğinde Isabelle yeniden bana döndü. "Olur, Luca," dedi. İsmi ağzından dökülürken sesi hafifçe titriyordu. Hiçbir kadın adımı bu şekilde söylememişti. Onun dudaklarından dökülen ismim, içimde yankılanarak ruhuma işliyordu. O an, bu sesi sonsuza dek duymak istediğimi fark ettim.
Kolumu uzattım ve onu ağır taş korkuluklarla çevrili balkona yönlendirdim. Dışarı çıktığımızda, serin akşam havası bizi karşıladı. Ağaçların oluşturduğu karanlık bir deniz, malikanenin arka bahçesini dolduruyordu. Isabelle yanımda, sessiz ve dingin görünüyordu. Ama onun içinde bir fırtına estiğini hissedebiliyordum. O sessizliği bile, içimde duygusal dalgalanmalara sebep oluyordu.
Bir süre sessizlik içinde kaldık. Manzarayı izler gibi yapıyordum, ama gözlerim sık sık ona kayıyordu. Kızıl saçlarının zarif dalgaları, omuzlarına dökülüyor, her hareketiyle havayı dolduran o baş döndürücü gül kokusu daha da belirginleşiyordu. Isabelle’in varlığı, yalnızca bulunduğu ortamı değil, benim dünyamı da aydınlatıyordu.
Başka biri onu yalnızca dış güzelliğiyle yargılayabilirdi. Ama o güzelliğin ve zarafetin altında, henüz tam anlamıyla keşfedilmemiş bir direnç yatıyordu. Ve bu direnç, beni Isabelle’i daha da çekici kılıyordu.
Onu izlerken, kendime bir söz verdim: Isabelle Rose yalnızca bir anlaşmanın parçası ya da bir piyondan ibaret olmayacaktı. O benim oyun tahtamdaki en güçlü taş olacaktı. Ve onun yanındaki yerim, ne pahasına olursa olsun, hep en yakınında olacaktı.
"Bu gece burada olmak zor olmalı senin için," dedim, sesimdeki tonu yumuşatarak. Sözlerim, onun yüzeyde tuttuğu maskeyi delip geçmek ve ruhunun derinliklerine ulaşmak için atılmış bir adımdı. Cevabının ardında yatan duygulara ulaşmayı istiyordum; belki de gerçekte kim olduğunu anlamanın bir yoluydu bu.
Isabelle hafif bir nefes aldı, bakışlarını bana çevirdi. "Zor," dedi, sesi neredeyse fısıltı kadar hafifti. Ama bu tek kelime, taşıdığı ağırlıkla sakladığı gerçeklerin bir habercisiydi. Konuşmalarında bir kısıtlılık vardı; kendini benden saklıyordu.
"Konuşmayı sevmiyorsun," dedim, cümlem bir soru gibi havada asılı kalsa da bir yanıta ihtiyaç duymuyordum. Onun sessizliği bile konuşuyordu; bu, onun için bir tür savunma mekanizmasıydı. Yine de karşılık verdi. Dudaklarının kenarında hafif bir gamze belirirken, zarif bir gülümseme yüzüne yayıldı.
"Kolay konuşabilen biri değilim," dedi.
Sözleri alt metinlerle doluydu: kalbimi kimseye kolayca açmam. İşte bu, onun özüydü. Fakat Isabelle’in suskunluğu bile bir davet gibiydi. Onu keşfedecektim. Bir şekilde.
"Madem konuşmuyorsun," dedim, biraz meydan okuyan bir tonda. "O zaman sorulara geçelim. Bana soracağın bir şeyler vardır belki."
Bir anlık tereddütle yüzüme baktı, sonra gözlerini kaçırmadan, yavaşça konuştu. "Aslında bir sorum var," dedi. Derin bir nefes aldı; belli ki söyleyeceği şey onu zorluyordu.
"Luca De Santis," dedi, sesi güçlü ama dikkatliydi, "neden benimle evlenmeyi kabul ettin?"
Sorusu beklediğimden daha keskin ve doğrudandı. Isabelle, çoğu erkeğin yapamayacağı kadar cesur bir duruş sergiliyordu. Onun bu cesareti, daha derin bir hayranlık uyandırdı içimde.
Bir adım ona yaklaştım. Aramızdaki mesafeyi kapatmak, onun korkusunu ya da gerginliğini dindirmek istiyordum. Ama Isabelle, bakışlarını panikle benden uzaklaştırdı. Bu hali beni rahatsız etti. Onun korkmasına katlanamıyordum; Isabelle yanımda korkusuzca durmalıydı.
"Bunu zamanla deneyimleyeceğiz, değil mi Isabelle?" dedim. Sözlerim bir açıklamadan çok bir vaatti.
O an yüzünde beliren hafif gülümseme, sadece ona ait bir işaretti—zarif, ama içinde bir kıvılcım taşıyan bir ifade. "Oyunun kurallarını biz belirleyecektik, değil mi Luca?" dedi.
O kıvılcım, bir ateşe dönüşmek üzereydi. Kızıl saçlarından yayılan bir ateşe. Isabelle, beni yakıp küle çevirebilecek kadar özeldi. Ama işin garibi, bu ateşte yanmayı istiyordum.
Ona baktığımda, gözlerinde bir anlık ürperti belirdi. "Hava serin, üşüyor musun?" diye sordum, sesimdeki endişeyi gizlemeyerek.
"Serin havayı severim aslında," dedi. Sesi yumuşak ama dikkatliydi.
Yanımdayken bile, onun mesafeli duruşu beni çılgına çeviriyordu. Sabırsızlanıyordum; Isabelle’in gerçeğine ulaşma isteği, her an daha da büyüyordu.
"En büyük sır," dedim kendi kendime, ama kelimeler ona da ulaşsın ister gibi, "kalbin derinliklerinde saklanan ve keşfedilmeyi bekleyen o kıvılcımı fark etmektir. Çünkü bazı ruhlar, kendini buldukça başkalarını kaybeder; bazılarıysa kaybettikçe kendini bulur."
Peki benim adımım ne olacaktı? O an Isabelle’e baktım ve kalbimde bir karar verdim. Isabelle’in etrafında kurduğu tüm duvarları, ne pahasına olursa olsun, aşacaktım.
"Bazen en derin sessizlikler, en yüksek çığlıklardan daha fazla şey anlatır. Senin suskunluğun bile, Isabelle, beni sana daha da yaklaştırıyor." — Luca De Santis
Okur Yorumları | Yorum Ekle |