20. Bölüm

18

kitsudaphne
kitsudaphne

YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.

 

"Sana kalbimi vermek, Belle... bir kumar değil, bir kaderdi. Şimdi ne olursa olsun, seninle bir hayatı seçiyorum. Ve hiçbir şey bunu değiştiremez." — Luca De Santis

Luca

Belle’in kokusu hâlâ burnumdayken kendimi balkona attım. Serin hava, içimde yanmakta olan ateşi söndürmeye yetmiyordu. Bir elim, istemsizce dudaklarıma gitti. Onu öperken hissettiğim yoğunluk, beni altüst etmişti. Daha önce hiç bu kadar canlı hissetmemiştim.

Kalbim hâlâ çılgınca çarpıyordu ve onu görmek, yeniden kollarımın arasına almak için odasına gitme isteğime karşı koymak giderek zorlaşıyordu.

Baş edebileceğimi sanmıştım.

Onu kontrol edebileceğimi…

Ama Belle, kontrol edilemezdi. Onunla başa çıkabilecek kadar güçlü müydüm? Bilmiyordum. Onu tanıdığım andan itibaren tüm sistemime sızmış, tüm savunma mekanizmamı yerle bir etmişti. Beni ele geçirmişti.

Düşüncelerimde kaybolmuşken, öfkem içimde aç kurtlar gibi kıpırdanıyordu. Milan Marconi’yi yok etmenin yollarını aramaya başlayan zihnime engel olamıyordum. İçimdeki her bir sinir, bir tehdit karşısında tetikte bekleyen bir avcı gibi gerilmişti.

Telefonumun çalmasıyla irkildim. İçeri geçip ekrana baktım. Matteo’ydu.

"İyi misin?" diye sordu.

"Hayır."

"Yanına geleyim mi?"

"Gerek yok."

Kısa bir sessizlik oldu. Matteo, beni zorlamamak konusunda akıllıca davranıyordu.

"Peki. Bu gece eve gelebilir miyiz?"

"Gelmeyin," demek istedim, ama bu uygun olmazdı. Derin bir nefes alıp karşılık verdim: "Gelebilirsiniz. Belle çoktan odasına geçti."

"Konuştunuz mu?"

"Evet."

"Harika bir durumda olduğun için konuşmanın mükemmel geçtiğini varsayıyorum."

Sesi alaycıydı. Burnumdan soluyarak sabretmeye çalışıyordum.

"Durum anlaşıldı," dedi sonunda. "Mario’yu biraz daha oyalayacağım."

Yanıtlamadım bile.

"Sonra görüşürüz, Luca."

Cevap vermeden telefonu kapattım. Gidip balkona oturdum. Düşüncelerden kurtulmak istesem de zihnim Belle ile doluydu. Ne kadar süre oturduğumu bilmiyordum.

Telefonuma bir mesaj bildirimi geldi. Matteo’dan gelmişti.

"Mario eğlenebildiğinde iyi birine dönüşüyor. Andreas’ın evine geçeceğiz."

"Tamam," diye yazıp mesajı gönderdim. Düşüncelerim bir şekilde Belle’e yoğunlaşırken, daha fazla dayanamadım. Onu kontrol etmek, uyuyup uyumadığını görmek istiyordum. Ayrıca… bugün onu yeterince korkutmuştum. İçimdeki yoğun karanlık büyürken zihnimde tek soru belirgindi: Bana bir daha dünkü gibi bakacak mıydı?

O güzel gözler, benden etkilenmiş gibi gözlerime kilitlenmişti. Hayranlık dolu, tutku dolu, o büyülü bakışlar… O bakışlar beni esir almıştı. Kaçmaya çalışsam da nafileydi.

Sonunda ayağa kalktım ve odasına ilerledim.

Odanın kapısını sessizce açtım. Loş ışıkta nefesimi tutarak içeri adım attım. Ve gördüğüm manzara, kalbimin bir an için durmasına neden oldu.

O kızıl saçlar yastığa dağılmış, geceliğinin ince askısı hafifçe omzundan kaymıştı. Ay ışığı, beyaz teninde bir mücevher gibi parlıyordu. Gözlerimi ondan alamıyordum. Yanına yaklaştım.

Telefonumu komodinin üzerine bırakıp yataktaki boşluğa oturdum. Sadece izlemek istedim. Belle’in huzurlu nefes alışlarını, ay ışığının cildinde dans edişini, tüm varlığını… Ama kendimi durduramadım.

Yavaşça Belle’in yanına uzandım. Kollarıma aldığımda, vücudu hafifçe kıpırdandı. Ama gözleri hâlâ kapalıydı. Uyanıyor mu diye düşündüm, fakat yüzündeki huzurlu ifade onun derin bir uykuda olduğunu ele veriyordu. O nazlı güzelliği seyrederken, ona bir daha zarar vermeyeceğime dair kendi kendime söz verdim.

Onu kendime daha da yaklaştırdım, sırtını göğsüme dayadım ve boynunu kokladım. O an anladım; Belle beni her anlamda mahvediyordu. Güzelliğiyle, karakteriyle, narinliğiyle… ve o baş döndüren kokusuyla. Bu kızla ne yapacağımı bilmiyordum. Daha önce hiç böyle bir durumda kalmamıştım.

Bir an içini çekti ve bana döndü. Uyandı mı diye kontrol etmek istedim, ama derin bir uykudaydı. Göğsüme yaslanıp minik bir öpücük kondurduğunda, kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. Onu daha sıkı kollarıma aldım.

"Belle…"

İsmi dudaklarımdan bir fısıltı gibi kaçtı. Ama Belle, sadece dudaklarımı değil, kalbimi ve tüm benliğimi de yakıyordu.

"Kalbimi bir canavara kaptırdım."

Geri çekildim, uykusunda mırıldanan yüzünü inceledim. O sırada gözlerinden süzülen bir damla yaş gördüğümde, kalbim sızladı.

"Beni mahvedecek…"

Yüzünü göğsüme daha sıkı yasladı ve son bir kez mırıldandı: "Çoktan mahvoldum."

Bir kez daha kokumu içine çekti ve vücudu aniden kaskatı kesildi. Ona sıkıca sarıldığımda rahatladı. Kollarımda Belle’i tutmanın tarifi imkânsızdı. O, sanki hayatımdaki tüm güzellikleri yanında getirmiş gibiydi. Ama keskin dikenleri de vardı ve o dikenler bazen canımı acıtıyordu. İçimi çektim ve cümleler onlara engel olamadan dudaklarımdan döküldü: "Peki ya sen? Sen o canavara ne yaptığını biliyor musun Belle?"

Bir süre daha sessizce kaldım. Güzelliğini izledim. Ve işte o an anladım: Ona âşık oluyordum. Hayır, aslında çoktan âşık olmuştum. Kalbimi kaybettiğimi sandığım bir anda, Belle o kalbi alıp kendine bağlamıştı. İçimdeki her şeyi talan ediyordu. O kızıl, asi dalgalar tüm benliğimi ve ruhumu sarmıştı. Ondan kaçamıyordum. Kaçmak da istemiyordum. Geri dönülemez bir yola girmiştim.

O, benim çıkmaz sokağımdı.

Aniden irkildi.

"Milan!" diye haykırarak doğruldu. Eli boğazındaydı, derin bir kabusun pençesinde olduğunu anlamam uzun sürmedi. Kabusları tanırdım, kabus olanları da. Onu kendime çekmek için hamle yaptım, ama yanında olduğumu fark edemedi. Korkmuştu.

"Benim, Belle," dedim, sakin bir sesle.

Bir eli, elime dokunduğunda minik ellerinin sıcaklığı tüm içimi ısıttı.

"Buraya gel," dedim.

Tereddüt etmedi. Göğsüme yaslandı ve bir eli göğsümdeki dövmeye dokundu. Sonra hafifçe doğrulup yüzümü yana çevirdi. Parmağını, sağ kulağımın arkasındaki dövmemde gezdirdi. Dokunuşu, bir tüy kadar hafifti.

Refleksle elini tuttum. Ama bakışlarındaki sakinlik beni derin bir huzursuzluğa sürükledi.

"Aynı yaraları olan insanlar birbirini iyi anlasalar da, birbirlerini iyileştiremezler," dedi fısıltıyla. "Çünkü yara ya da kabuk aynı yerdedir. Ya kabuklar birbirine değer, can acıtır ya da yaraların yarattığı boşluklar asla dolmaz."

Gözleri, bakışlarımdan kaçmadı.

"Senin yaran nerede, Luca? Yaran olan kişi kim?"

Bu soru, beni donup bırakmıştı. Hikâye derinlerdeydi. Gizliydi. Ve gizli kalması gerekiyordu.

Bakışlarındaki hayal kırıklığını gördüm. Acısı, buruk bir gülümsemeyle dudaklarına yayıldı.

"Kalbini bana asla açmayacaksın, değil mi?"

Bakışlarını kaçırdı. O an söyledikleri, içime bıçak gibi saplandı.

"Bir canavardan ne bekleyebilirim ki zaten?"

Belle arkasını döndü ve yanıma sessizce uzandı. Bir süre öylece kaldım. Gözlerimi tavana dikmiş, karanlıkta yankılanan düşüncelerle savaşıyordum. Uyuyamıyordum. İçimdeki huzursuzluk, bu kederli zaman diliminin derinlerinde yankılanıyordu. Bu hikâye bir canavarla kızıl saçlı bir gülün masalı gibi görünse de, gerçekte karanlık ve gotik bir romanın sahnelerine benziyordu.

Ona yaramı göstermeye karar verdim.

"Çok eskiden..." dedim, sesim çatallı bir tınıyla yankılandı. Sırtını dikleştirdi, dikkatini tamamen bana yoğunlaştırdığından emindim. Devam ettiğimde, kelimeler boğazımdan zorlukla dökülüyordu.

"Bir bebek doğmuştu. Gözleri, gökyüzünün en berrak tonlarını andırıyordu. Babası, ona bu yüzden 'Celeste' adını verdi. Abisi de güzel kız kardeşine sonsuz bir sevgiyle bağlanmıştı. Onun neşesi, hayatının tek ışığıydı. Ama bizim dünyamız masumlara uygun bir yer değil."

Derin bir nefes alıp sustum. Belle'in derinleşen nefes alışlarını hissediyordum, devam etmemi bekliyordu ama bu hikâyeyi anlatmak... Yüreğimi yerinden sökmek gibiydi.

"Ama ailesi kötüydü," diye devam ettim. "Babası bir mafya lideriydi. Düşmanları çoktu. Celeste henüz üç yaşındayken, onu kaçırdılar. Ve onu... öldürdüler."

Belle'in nefesi hızlandı. Zihnim o anıdan kaçınmaya çalışıyordu, ama görüntüler yakamı bırakmıyordu. "Celeste’yle birlikte üç kalp daha öldü o gün. Babamla, düşmanlarımızdan intikam aldık ama... intikam hiçbir şeyi geri getirmiyor. Sadece anlık bir tatmin, ardında derinleşen bir boşluk getiriyor."

Sözlerim odada yankılandı, sessizlik her şeyi sardı. Belle bana doğru döndüğünde, gözleri yaşla doluydu. Onun bakışlarını görebiliyordum; yoğun, acıyla dolu...

"Kız kardeşin mi vardı?" diye fısıldadı.

Gözlerimi ondan kaçırdım. Yatakta doğruldum ve arkamı döndüm. Bu hikâyeyi anlatmaktan nefret ediyordum, ama daha çok bu dünyanın acımasız gerçeklerinden nefret ediyordum.

Bir dakika geçti. Sessizlik ağırlaştı. Ardından sırtıma sarılan kolların sıcaklığını hissettim. Ve kulağıma fısıldanan sözler... İçimdeki tüm acıyı dışarı çıkardı.

"Üzgünüm, Luca. Çok üzgünüm," dedi.

Omzuma düşen gözyaşları, Celeste’nin özlemini bir hançer gibi yüreğime sapladı. Çocukken sadece Celeste için ağlamış ve o günden sonra ağlamayı bırakmıştım. Ama o an, kalbimdeki baskı dayanılmaz bir hâl aldı. Bir damla yaş, sessizce yanağımdan süzüldü.

"Bu yüzden kalbimdeki saklı kalanları konuşmuyorum," dedim, sesim çatallıydı. "Benim hikâyem karanlık, Belle."

Belle, beni kendine çevirdi. Yüzündeki yaşlarla ıslanmış o üzgün bakışları gördüm ve içimdeki acı daha da büyüdü. Onu bu şekilde görmeye tahammülüm yoktu. Acı çekme ihtimaline bile.

"Ağlama, lütfen ağlama Belle," dedim.

Elleriyle yüzündeki yaşları sildi. Bana biraz daha yaklaştı ve yüzümü iki elinin arasına aldı. O anda tüm dünyanın yükü üzerimden kalkmış gibi hissettim.

"Kalbini bana açtığın ve bana güvendiğin için teşekkür ederim," dedi.

Alt dudağını gergin bir şekilde kemirdi. Gözleri gözlerime kilitlenmişti. Bir şey söyleyecek gibi olup sustu. Sonra derin bir nefes alıp devam etti.

"Senden önce kimseye karşı böyle şeyler hissetmedim, Luca De Santis."

Bir elimi alıp kalbinin üzerine koydu. Parmaklarım, ritmik bir şekilde atan kalbinin sıcaklığını hissetti. Sözleriyle bile yıkıldığımı hissediyordum, ama gözlerinde daha fazlası vardı.

"Kalbimi kimseye kaptırmadım. Ama sen... sen son hızla hayatıma girdiğinde..." Gözlerini bir anlığına kapadı, tekrar açtığında orada gördüklerime inanamadım.

"Lütfen kalbimi kırma."

Bu tam bir itiraf değildi, ama onun gözleri, sözlerinden daha fazlasını anlatıyordu. Parmaklarımı hafifçe yüzüne dokundurdum, dudağına yumuşak bir öpücük kondurdum.

"Senden önce bir kalbim olduğuna bile inanmıyordum," dedim.

Bakışları beklenti doluydu. Masumiyeti... dayanılmazdı.

"Varmış," diye ekledim. "Sen de benimkini kırma, olur mu?"

Başını içtenlikle salladı. Alt dudağını hafifçe ısırdı ve ben...

"Bana ne yapıyorsun Belle?"

O sırada telefonum çalmaya başladı. Ve o büyülü an yerle bir oldu.

Telefonu açtığımda arkadan gelen sesler kulağıma doldu. Panik dolu çığlıklar, itfaiyenin siren sesleri... Matteo'nun sesini telefonda duyduğum an, içime bir sıkıntı çökmüştü.

"Luca, bar..."

"Ne oldu?" diye sordum, sesimde yükselen bir gerginlikle.

"Yanmış."

Bir anlığına cümle kafamda bir anlam kazanmadı. Ne dediğini kavradığımda ayağa fırladım. "Ne?"

Odadaki atmosfer tamamen değişti. Matteo’nun sesi daha da telaşlıydı. "Mario hariç hepimiz buraya döndük. Tanrım! Her şey mahvolmuş halde. Hafif yaralılar var ve sevindirici tek haber ölen olmaması."

Bu cümle içimde bir nebze rahatlama yaratsa da zihnimde büyüyen endişe hemen Rose’a odaklandı.

"Ben…" diye söze başladım, ama Matteo cümleyi bitirmeme izin vermedi.

"Gelme. Rose’un yanında kalman en doğrusu olacak."

Kendi kendime düşünüyordum. Bu... Milan’ın işi miydi? Sormadan edemedim: "Milan mı yaptı?"

Matteo sessiz kaldı. Bu sessizlik, cevabın doğruluğundan daha çok canımı sıktı. Arkadan Belle’in şaşkın bakışlarını hissediyordum. Matteo sonunda konuştu. "Üzerinde M harfi olan özel yapım bir çakmak Andreas’ın kapısına bırakılmıştı."

Boğazımdan bir homurtu yükseldi. "Buna... inanamıyorum," diye fısıldadım.

Benim için bu durumun gerçekliğini kavramak çoktan geçmişti. Gözlerimi sıkıca kapadım ve sakinleşmeye çalıştım. Matteo devam ettiğinde sesi donuk ve endişeli geliyordu. "Ben de inanamıyorum. Bu adam... tam olarak kim Luca? Bizi nasıl bu kadar iyi biliyor? Bunları nasıl yapabiliyor? En önemlisi, bu bilgileri nasıl bu kadar kolay elde edebiliyor? Bu evi bulması bile…"

Sözleri orada kesildi. Nefes alıp verişi hızlanmıştı. Öfkeliydi, hem de çok. Belle, derin bir endişeyle yüzüme bakarken ben de burnumdan soluyordum.

"Bu sadece korkusuzluk değil. Bu pervasızlık. Bu... bir savaş ilanı. Bunlar sadece Rose yüzünden mi oluyor?"

Bakışlarım Belle’i bulduğu anda, zihnimde cümlesi yankılandı. Onun yarası benim. Sözlerim ağzımdan kendiliğinden döküldü: "Evet, sorun Rose."

Belle derin bir nefes aldı, yüzündeki şaşkınlık yerini tedirginliğe bıraktı. Yeniden konuştuğunda, sesi daha kararlı bir tınıyla yükseldi. "Kapatmam gerekiyor. Buradaki işleri yoluna koymamız lazım. Senin yanına ekstra adam göndereceğim. Elimden geleni yapacağım."

"Burayı düşünme, Belle benim yanımdayken asla zarar görmez. Buna izin vermem. İçinden çıkamadığınız bir durum olursa beni ara. Ben de birazdan Luigi’yi ararım."

"Tamam. Görüşürüz."

"Görüşürüz."

Telefonu kapattım ve Belle’in sorgulayan bakışlarına teslim oldum.

"Bar… yanmış," dedim, içimdeki öfkeyi bastırmaya çalışarak.

Onun yüzündeki korku, içimde bir yangın gibi büyüdü. Belle, nefes almakta zorlanıyor gibiydi. "Milan… asla vazgeçmeyecek," dedi, sesi titriyordu.

"Belle, sana bir şey olmasına asla izin vermem. Seni ellerimden almasına da."

Başını iki yana salladı, bakışları boşlukta bir yere sabitlenmişti. "Anlamıyorsun," dedi. "O durmayacak."

O sırada Belle’in telefonuna bir mesaj bildirimi geldi. Telaşla telefonuna uzandı. Mesajı okuduğu an, nefesi kesildi. Gözleri büyüdü, rengi attı. Daha fazla bekleyemedim; telefonu elinden aldım.

Mesajda yazan cümle, kanımı dondurdu: "Beni yakıp kül ediyorsun, benim eşsiz gülüm."

Sabah olana dek bir daha uyuyamadım. Belle kollarımda huzurla uyuyana dek yanında kaldım. Derin nefes alışlarını dinlerken içimdeki fırtına bir nebze dindi, ama sessizlikte düşünceler daha da büyüyordu. O uyurken kalktım ve balkona çıktım. Luigi ve Matteo ile konuştum. Her şey kontrol altına alınmıştı. Sonra balkonda oturdum. Şehir yavaş yavaş uyanıyordu, ama benim zihnim gecenin karanlığına saplanmıştı.

Kafamda bir sürü hesaplama yaptım. Olasılıklar, çözümler... Ama bir sonuç bulamadım. Karşımda hakkında hiçbir şey bilmediğim bir düşman vardı. Zayıf noktasını bilsem de... o zayıf noktayı kullanamazdım. Çünkü zayıf nokta Belle’di. Ve saplantısı da oydu.

Başka bir şeye ihtiyacım vardı. Daha doğrusu, tek bir kişiye. Uzun süredir görmediğim, görmeyi dahi istemediğim tek kişiye. Beni olduğum kişiye dönüştüren adama.

Telefonu elime aldım ve numarasının üzerinde bir süre parmaklarımı gezdirdim. Ararsam... oyundaki dengeyi bozacağımı biliyordum. Ama bu iş, sıradan bir iz bulucunun ötesindeydi. Daha fazlası gerekiyordu.

Derin bir nefes alarak arama tuşuna bastım. Bir, iki, üç çalıştan sonra telefon açıldı. Karşıdan gelen sesi duyduğumda, kalbimde eski bir yara yeniden açıldı.

"Mio caro nipote, che sorpresa è questa?" (Sevgili yeğenim, bu ne sürpriz?)

"Merhaba, amca."

Sözler dudaklarımdan döküldü, ama yılların sessizliği aramızda bir duvar gibiydi. Konuşacaklarımız çoktan tükenmişti. Celeste’nin kaçırılmasının onun suçu olduğunu öğrendiğim o gün, aramızdaki bağları koparmıştım. Ama şimdi... o bağları yeniden kurmam ya da gerekli bilgileri elde edene kadar ona katlanmam gerekiyordu.

Sessizliği o bozdu. "Beni aramak için önemli bir nedenin var."

"Evet," dedim, ama kelimeler boğazımda düğümlendi. Hayatınızdan çıkardığınız birinden nasıl yardım istersiniz? Özellikle geçmişte sizi paramparça eden birinden...

"Sorun Isabelle Rose mu?" dedi, sesinde bir bilgelik ve alay karışımıyla.

Şaşkınlıkla cevap verdim. "Sen nereden biliyorsun?"

"Onunla evleneceğini duymam senin için şaşırtıcı olmamalı."

Tabii ki şaşırmamalıydım. Çünkü amcam yani Gerardo De Santis, bu dünyada olup biten her şeyden haberdardı.

Bizi terk ettikten sonra yeni bir hayata başlamıştı. New York’ta, ismini değiştirerek bir güvenlik şirketi kurmuştu. Ama bu sıradan bir şirket değildi. Dünyanın en büyük güvenlik teknolojisi firmalarından biriydi. Yıllar içinde sadece müşterilerinin değil, düşmanlarının da adını bile anmaktan çekindiği bir imparatorluk kurmuştu.

Şirketin uzmanlık alanları, sıradan güvenlikten çok daha derine iniyordu. Teknolojik altyapıları, sadece fiziksel güvenliği değil, aynı zamanda dijital dünyayı da kapsıyordu. Şirket; biyometrik güvenlik sistemleri, izlenemez iletişim ağları, yapay zekâ destekli analiz programları ve üst düzey siber güvenlik çözümleriyle tanınıyordu. Her yıl, bu yenilikçi sistemler sayesinde hem daha ünlü hem de daha zengin müşteriler onun hizmetlerinden faydalanmaya başlamıştı.

Ama sadece teknolojisiyle değil, sahadaki insanlarıyla da biliniyordu. Amcam, kendine sadık bir uzmanlar ordusu kurmuştu. İşi, sadece koruma değil, aynı zamanda iz sürme, bilgi toplama ve gerektiğinde düşmanını en zayıf noktasından vurma üzerine kuruluydu. Öyle ki, onun şirketine giren bilgiler dünyanın en güvenilir kasasında saklanır, dışarıya sızdırılamazdı.

Amcamın bu dünyada koruyamayacağı insan, bulamayacağı kişi ve elindeki teknolojiyle yıkamayacağı bir sistem yoktu. Bu onun gücüydü. Ve bu gücü şimdi Milan'a karşı kullanmam gerekiyordu.

"Biri hakkında bilgiye ihtiyacım var."

Karşıdaki ses net ve soğuktu. "Dinliyorum."

"Milan Marconi."

Hattın diğer ucunda uzun bir sessizlik oldu. Bu sessizlik, cevabın hiç de kolay gelmeyeceğini anlatıyordu.

"O adama asla bulaşma."

Sakinliğimi korumaya çalıştım. "Ya o bana savaş ilan ettiyse?"

"Geri çekil, uzlaş. Ama ona savaş açma."

"Belle’i istiyor."

Bu kez duraksadı. Ama amcam, her zaman olduğu gibi, gerçekleri insana tokat gibi çarpmaktan çekinmezdi.

"Kız bu kadar önemli mi?"

Sesimde bir kararlılık vardı. "Çok önemli."

Karşıdaki sessizlik, bu cevapla daha ağır bir hâl aldı. Sonunda konuştu.

"Bak Luca, bu adam sadece tehlikeli değil. Bir yıl önce bir müşterim için onun hakkında bilgi toplamak zorunda kaldım. Milan Marconi bir çeşit Baba Yaga, gerçek bir öcü. Yıkılmaz bir canavar. Zayıf bir noktası yok."

"Var."

"Ne?"

"Kim demeliydin."

Hattın diğer ucundan, amcamın sinirli bir şekilde elini masaya vurduğunu duydum.

"Isabelle Rose."

Kısa bir sessizlikten sonra yeniden konuştu. "Evet, amca."

"Bana biraz süre ver. Bu iş sandığından daha büyük olacak."

"Sadece bilgi lazım."

"Tek başına yapamazsın. Ben…"

Sözünü kestim. "Babam buna izin vermez. Ben de."

Bir iç çekiş ve ardından gelen acı bir gülüş duyuldu. "Beni asla affetmeyeceksiniz, değil mi?"

Sustum. Çünkü doğruydu. Celeste’nin ölümü ve yapılan hata... Bu gerçek, aramızda hâlâ kapanmayan bir uçurumdu. Ama şu an bir hatanın bedelinin alınmasına değil, onun yardımına ihtiyacım vardı.

"Bilgileri en kısa sürede sana göndereceğim. Ve Luca…" dedi, sesi bu kez daha ciddi bir tondaydı. "Milan gibi bir adam daha önce karşıma çıkmadı. Sinsi, tehlikeli ve acımasız adamlarla karşılaştım. Hedefini şaşmayanlarla da. Ama Milan… gerçek bir ölüm makinesi. Merhameti yok. Düşmanıysan seni yok edene kadar durmuyor. Nefes aldırmıyor, sadece saldırıyor."

Bir an durdu, sonra devam etti. "Hepimiz korkusuz olduğumuzu düşünürüz ama o farklı bir tür. Bal porsuğunu duydun mu? Dünyadaki korkusuz tek hayvandır. Çünkü korkuyu tanımaz. Milan da korkuyu tanımıyor. Sanki hiçbir duyguyu tanımıyor. Zeki, korkusuz ve çok tehlikeli."

Derin bir nefes aldı ve son sözlerini ekledi: "Beni de bu işe dahil etmeyi düşün. Bu kez yanlış bir adım atmayacağım."

Ama bu kez de cevap vermedim. Sessizliğim onun anlayacağı tek dildi.

"Bilgilere eriştiğimde tekrar konuşuruz."

"Tamam."

Telefonu kapattığımda içeri ilerledim. Belle huzursuzca uyuyordu. Yüzündeki masumiyet, tüm karanlığımı delip geçen bir ışık gibiydi.

Onu ellerimden almasına asla izin vermeyecektim. Ne Milan’a, ne de kaderin zalimliğine göz yumacaktım.

Belle benimdi.

Telefonumu çıkardım ve anneme bir mesaj attım.

"Düğün bir hafta içinde yapılacak. Hazırlıklar ona göre yapılsın."

Cevap hemen geldi: "Luca, sen çıldırdın mı? Nasıl yetişeceğiz?"

"Yetiştirmenin bir yolunu bul, anne. Lütfen."

Kısa bir süre sonra cevap yazdı: "Peki oğlum. Elimden geleni yapacağım."

Telefonu bırakıp Belle’in yanına uzandım. Başımı boynuna sakladım, o eşsiz kokusunu içime çektim. Dünyadaki her şeyi unuttum.

Fısıldadım: "Benimsin. Zamanın başlangıcından beri... Ve hep benim kalacaksın."

"Il tuo amore mi fa sentire vivo e Belle, non ti lascerò mai. Aşkın beni canlı hissettiriyor ve Belle, seni asla bırakmayacağım." — Luca De Santis

Bölüm : 04.10.2024 12:09 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
kitsudaphne / KARANLIK GÜL (ROSE) / 18
kitsudaphne
KARANLIK GÜL (ROSE)

24.98k Okunma

1.24k Oy

0 Takip
24
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...