@kitsudaphne
|
YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.
"Bir çiçek toprağını seçemez, ancak ne kadar güçlü çiçek açacağına kendisi karar verebilir." — Isabelle Rose Moretti Isabelle Gece boyunca Luca’nın yanından tek bir adım bile uzaklaşmadım. Onun yanında dururken, beni değerli bir mücevher gibi gösterdiği her an, içimde büyüyen baskıyı ve kaygıyı gizlemek için savaşıyordum. Gözlerim, salonda dolanıp duran insanların üzerindeydi ama Luca’nın ellerinin hafif baskısını her an tenimde hissediyordum. Annemin, uzaktan bana yönelttiği keskin bakışlar ise içimdeki huzursuzluğu bıçak gibi kesiyordu. Fakat Luca... O, bir an olsun beni bırakmadı; sanki görünmez bir ip vardı aramızda ve her adımda o ipi çekerek beni yanında tuttu. Kuzenleri bir ara yanımızdan ayrıldığında, Luca’nın sesindeki derin ton kulaklarımda yankılandı: "Kaçmayı mı düşünüyorsun, Belle?" Belle... Bu isim ikinci kez dudaklarından dökülüyordu. Daha önce sadece bir kişi bana böyle seslenmişti. O ise bu karanlık dünyaya ait değildi; nazikti, centilmen... Kuzenimin davet edildiği bir partide tanışmıştık ve kısa süre içinde arkadaş olmuştuk. Gözlerinde, hayatım boyunca aradığım kaçışı bulmuştum. O, beni bu hayattan çekip çıkaracak tek kişiydi. O beni bu dünyadan kurtaracak beyaz atlı şövalyeydi ve ben kaçmaya kararlıydım. Kaçışımda bana eşlik ederken, her şeyi arkamda bırakarak Bronx’a kadar onunla gittim. Babamın adamları peşimize düştüğünde ise ayrılmak zorunda kaldım. Bir süre basit bir dairede saklandım, geçmişimi geride bırakabileceğimi düşünerek. Küçük bir kafede çalışarak hayatımın değişebileceğine inanmak, ne kadar saf olduğumu gösteriyordu. Ama masalların yeri gerçek hayatta yoktu. Babam beni bulduğunda, kaçışımın bir yanılsamadan ibaret olduğunu anladım. Özgürlüğü bulduğumu düşünüyordum, ama bu dünyanın gerçekleri çok daha acımasızdı. Babam beni bulduğunda, hiçbir şey eskisi gibi olmadı. İlk geri getirildiğim anlarda bile durumun ciddiyetini tam olarak kavrayamamıştım. Ancak Daniel… O gün, o masum adamın kanlar içinde evimize getirilmesi her şeyi değiştirdi. Babamın önünde diz çöküp, yalvardım: "O sadece bir arkadaş baba! Suçsuz!" Babamın gözlerimin içine bakarak soğuk ve nefret dolu bir sesle söylediği o sözler hâlâ içimde yankılanıyordu: "Bana bir daha baba deme, Isabelle Rose." İçimdeki son umut da o an söndü. Babam beni zorla yerden kaldırıp yüzümü Daniel’a çevirdi: "Şimdi sevgilinin ölümünü izleyeceksin." Daniel sevgilim değildi, ama bu artık önemsizdi. O, benim yüzümden ölecekti. Daniel son kez yüzüme baktığında dudakları oynadı: Kendini suçlama. Babam silahı ateşlediğinde, zaman sanki durmuştu. Daniel’ın hayatı sona erdiğinde, içimdeki bir parça da onunla birlikte kırıldı. "Özür dilerim, Daniel," diye fısıldadım. Ama bu özür onu geri getirmeye yetmedi. Kendimi affetmeye de. Zamanın bazen saniyelerle ya da dakikalarla değil, korku ve acıyla ölçüldüğünü o gün öğrendim. Bazen de kurşunlarla... O anın acısı günlerce, aylarca içimde yankılandı. Odama kapandım, hiçbir şey yapmadım. Annem ve kız kardeşim dışında kimse benimle konuşmadı. Onlar bile yaklaştığında, acım dinmedi, sadece derinlerde bir yere gömüldü. Günler, birbirinin aynı, sessiz bir sisin içinde kayboldu. Sanki hayat durmuş, sadece acı kalmıştı. Kendimi odama hapsetmiş, bu karanlık dünyadan soyutlanmıştım. Bir gün, o fikri bulana kadar bu sessizlik sürdü. Parfüm markam. Bu, kendimi bir şekilde bu karanlıktan çıkarma girişimiydi. Bir kaçış yolu, bir hayatta kalma planı… Bu dünyadan kaçamıyor olsam da kendi köşemi yaratabilirdim. Babamın karşısına çıkmak için randevu aldım. Birbirimize yabancılaşmış gibiydik, aramızda görünmez duvarlar vardı, ama yine de ona markamı anlattım: B’Rose ve D’Rose. Belle ve Daniel’in anısına… O an babamın yüzündeki ifade, umutsuz bir acıyla karışık küçümseme doluydu. Bana yatırım yapmayı kabul etti, ama güvenmediğini her fırsatta hissettirdi. Ne zaman onunla konuşsam, her kelimemin altında bir yetersizlik gölgesi hissediyordum. Bu marka, benim için sadece bir iş değil, bir simgeydi. Belle ve Daniel, iki zıt dünyanın bir araya gelişini temsil ediyordu. Ancak zamanla fark ettim ki, bu uyum sadece bir yanılsamaydı. Yaratmaya çalıştığım bu parfüm markası bile, içimdeki derin çatışmayı yansıtıyordu. B ve D harfleri bir araya geldiğinde, "bad" kelimesini oluşturuyordu; kötü. Bu tesadüf değildi. Masum bir adamın ölümüne neden olmuştum ve bu vicdani yük, asla kaçamayacağım, her gün peşimde sürüklenen bir gerçekti. Daniel'ın ölümünün gölgesi, içimde yerleşmişti ve oradan hiçbir yere gitmeyecekti. Luca’nın sesi beni gerçekliğe geri çekti, ama içimde Daniel’in anısı hâlâ sıcak ve tazeydi. Luca’nın gözleri üzerimdeydi; yüzündeki karanlık ifade, gizli bir uyarıyla doluydu. Yine de sesi sakin, neredeyse tehlikeli bir yumuşaklıkla geldi kulağıma. "Belle." Bu isim beni mahvediyordu. Daniel'in sesinde duyduğum şefkati, Luca’nın dudaklarından dökülen bu tek kelimede hissedemiyordum. Parmakları çenemi kavrayarak gözlerimi ona dikmeye zorladı. Bakışları karanlıktı, içinde tehlikeli bir hükmetme arzusu vardı. "Kaçışın olmadığını artık biliyorsun, değil mi?" Sözleri bir kelepçe gibi üzerime kapanıyordu, kaçışın imkânsız olduğunu bir kez daha hatırlatarak. Yutkundum, ama ona karşı koymadım. Ona baktığımda, içimdeki o soğuk ve ağır gerçeği inkâr edemiyordum. Daniel’i kaybettim. O, masumiyetiyle birlikte gitti ve geride yalnız ben kaldım. "Ben… kaçmaya çalışmıyorum," dedim, ama sesim bana bile yabancı geliyordu. Yalan söylediğimi ikimiz de biliyorduk. Luca ise dudaklarını hafifçe kıvırdı, neredeyse alaycı bir tebessümle bana baktı. "Elbette." Parmağı hafifçe yanaklarımda gezindi, ardından boynuma indi. Dokunuşu yumuşaktı ama altında gizlenen uyarı çok netti. "Ama hep bir kaçış yolu arıyor gibisin, Isabelle. Senin gibi biri, özgürlüğün tadını bir kez aldı mı, ona tekrar ulaşmak için her şeyi yapar." İçimdeki hava dondu, göğsümdeki soğukluk bir an tüm vücuduma yayıldı. Kalbim hızla atmaya başladı. Luca, zayıflıklarımı bilmiyordu, ama sezgileri güçlüydü. Bu yüzden beni bu kadar kolay okuyabiliyordu; yüzeyde gördükleriyle, içimde taşıdığım savaşı anlayabiliyordu. Hep bir çıkış aradığımı, kaçmak istediğimi fark etmişti. Ama geçmişimi, Daniel’i bilseydi... Bana böyle yaklaşır mıydı? Ya da daha da acımasız olur muydu? Kaçmak, her zaman en büyük arzum olmuştu. Daniel’in yanındayken, bunu başarabileceğime inanmıştım; onun yanında özgürlüğe uzanan bir kapı açılmıştı. Ama şimdi Luca’nın beni bırakmayacağını, kaçışın olmadığını biliyordum. Aramızdaki bağ, beni sıkıca sarmış görünmez zincirler gibiydi. Fakat bu bağ bir kurtuluş değildi; aksine her an daralan bir tutsaklık, kaçış ihtimalini sonsuza dek kapatan bir anlaşmaydı. Luca, bir elini belime dolayarak beni kendine çekti. "Benden kaçamayacaksın, Belle. Buna asla izin vermem." Bu sözler beynimde yankılanırken, içimde bir şeyler kırıldı. Nefes almak zorlaştı; göğsümde bir ağırlık hissettim, sanki her nefesle boğuluyordum. Başım dönmeye başladı, odadaki her şey bulanıklaştı. Nefesim düzensizleşti, derin ve kesik kesik almaya çalışıyordum, ama sanki etrafımdaki hava yetmiyordu. İçimde büyüyen bu karanlık, beni her an daha da ele geçiriyordu. Bu salonda, tüm gözleri üzerimdeyken, bulunduğum mekân anlamını yitirmişti. Tek gerçek olan şey, acıydı. Nefesim hızlandı, başım dönmeye başladı. Tüm oda üzerime kapanıyor gibiydi, duvarlar daralıyor, göğsümdeki ağırlık daha da baskın hale geliyordu. Bir yere tutunmam gerektiğini biliyordum, ama başım o kadar dönüyordu ki neyi aradığımı bile fark edemiyordum. O an, gözlerim önünde yalnızca bulanık şekiller ve soyut hatlar vardı. Bedenim titremeye başlamıştı. Zayıflığımı kimseye göstermemem gerektiğini biliyordum, ama bu kez kendimi daha fazla tutamadım. Ellerimle bir yerlere tutunmaya çalıştım, ama parmaklarım havada kaldı. Her şey hızla karardı. Daniel’ın yüzü, o son bakışı gözlerimin önüne geldi. Dudakları sessiz bir şekilde hareket ediyordu: "Kendini suçlama." Ama suçlu olduğumu biliyordum. Artık ne Daniel’ın o anki bakışını, ne de babamın soğuk sözlerini duyabiliyordum. Sesler uzaklaşmış, yalnızca içimde büyüyen boşluk kalmıştı. Sonrasında ne olduğunu hatırlamıyordum. |
0% |