9. Bölüm

6

kitsudaphne
kitsudaphne

YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.

 

"Bu dünyada en tehlikeli şey, korkunun ve cesaretin aynı kalpte birleşmesidir." — Luca De Santis

Luca

Bazen kalp aklı kandırır ve ben buna izin vermemeliydim. Kendimi toparlamak ve Isabelle’in üzerimde yarattığı bu etkiden biraz olsun uzaklaşmaya ihtiyacım vardı.

"İstersen içeri girelim, Isabelle," dedim usulca, bakışlarımı onun nazik yüzünde gezdirerek.

"Evet," dedi tereddütle. "Konuklar yokluğumuzu kabalık olarak algılayabilir."

Sesi, geçmişin ağır yükleriyle dolu bir melodi gibiydi. Beni tanımıyordu, bilmediği bir dünyanın içine çekilmiş gibiydi. Ama burada, bu ortamda, kuralları ben koyuyordum. Koluna uzanıp dokunduğumda irkildi; gözlerindeki şaşkınlıkla bana baktı.

"Ne yapmak istersen onu yapabiliriz," dedim, sesimdeki yumuşaklıkla onu rahatlatmaya çalışarak. "Eğer biraz daha kalmak istersen…"

Teşekkür edercesine başını eğdi. "Teşekkür ederim ama içeri geçelim. Babam da…"

Cümlesi havada asılı kaldı. Dudaklarının arasından çıkmaya cesaret edemeyen kelimeler ağır bir sessizlik yarattı. Ama söylemese de korkusunu hissedebiliyordum. Babasından çekiniyordu, hem de derinden.

Sonra o eşsiz ela gözlerini bana dikti; bakışları ruhumun derinliklerine işliyordu. Isabelle’in bakışlarında kaybolduğumu hissettim. Ama o an, o gözlerde sadece panik ve korku vardı. Herkese, hatta bana bile ördüğü duvarlar yükselmişti. Tekrar.

Kolumu uzattığımda, tereddütsüz bir şekilde tuttu. Koridorda ilerlerken şalını bir hizmetçiye teslim etti. Salonun büyük kapıları önümüzde açıldığında, bütün bakışlar üzerimize çevrildi. Kalabalığın arasında Matteo’nun yanında bizimkileri fark ettim: Andreas Arturo, Luigi Rinaldi ve Stefano Gallo.

Hepsi buradaydı.

"Arkadaşlarım burada," dedim Isabelle’e dönerek. "Onlarla tanışmanı istiyorum."

"Tabii," dedi, sesi o kadar inceydi ki neredeyse duyulmazdı.

Arkadaşlarımın yanına ilerlerken Andreas, keskin bakışlarını bana çevirdi. Dudaklarındaki alaycı tebessümle zihnimdekileri okumaya çalışıyordu. Yanlarına geldiğimizde Isabelle’e döndüm.

"Andreas Arturo, Luigi Rinaldi ve Stefano Gallo," dedim onlara işaret ederek. "Çocuklar, Isabelle Rose... nişanlım."

Isabelle'in bakışları bir anlığına üzerime kaydı, sonra yeniden çocuklara döndü.

"Andreas Arturo," dedim, Andreas’ın hafif alaycı gülümsemesine karşılık olarak. "Arturolar inşaat sektöründe. Aileleri, şehirdeki birçok yapıyı kontrol eder."

Andreas, gülümsemesini hafifçe bastırarak Isabelle'e başıyla selam verdi.

"Luigi Rinaldi," diye devam ettim, Luigi’ye dönerek. "Rinaldiler, otelcilik sektöründe önemli bir yere sahip. En lüks otellerin ve tatil köylerinin ardındaki isim onlardır."

Luigi elini uzattı, Isabelle de ona karşılık verdi. Elini nazikçe öptükten sonra geri çekildi.

"Eşsiz ve büyüleyicisiniz, Rose."

Isabelle'in yanakları kızarmıştı. "Teşekkür ederim," dedi zarif bir şekilde.

"Stefano Gallo," dedim, bakışlarımı Luigi'den Stefano’ya çevirerek. "Gallolar, uluslararası nakliye ve lojistik işinde uzman. Yasal ve... diğer işlerde mükemmeldirler."

Stefano kibarca başını eğdi. "Sizinle tanıştığıma memnun oldum, Rose."

Isabelle, Stefano’ya nazik bir gülümsemeyle karşılık verdi. "Ben de memnun oldum."

Gözlerim bir anlığına Luigi’ye takıldı. Isabelle’e dokunması canımı sıkmıştı. Andreas, Luigi’ye ters bir bakış attığımı fark etmiş olmalıydı ki gülümsemesini bastırmaya çalıştı. Ama çok geçmeden Isabelle’e yaklaştı.

"Güzelliğiniz hakkında çok şey duymuştum, Rose," dedi, sesinde alaycı bir pürüz olmadan. "Sizi daha önce bir kere görme şansım olmuştu. O zaman tanışamadık ama güzelliğinizin anlatılanlardan fazlasını hak ettiğine karar vermiştim."

Elini tuttu ve öpmek için eğilirken bana bakış attı. Beni sınadığını anlamam uzun sürmedi. İçimde büyüyen öfkenin beni ele geçirdiğini hissettim. Tek istediğim, suratına bir yumruk atmaktı. Ama bakışlarım ona yetmiş olmalı ki Isabelle’in elini nazikçe öptükten sonra saygıyla geri çekildi.

"Gerçekten çok güzelsiniz ve tanıştığıma memnun oldum."

Isabelle başını hafifçe eğdi. "Ben de memnun oldum, ayrıca güzel iltifatlarınız için teşekkür ederim."

Matteo uzaktan bakışlarıyla beni izliyordu. Ne kadar öfkeli olduğumu biliyordu. Ama uyarılarını görmezden geldim. Isabelle’i kendime çektim ve belini sıkıca kavradım.

Bir süre ayaküstü sohbet ettik. İşlerin sıradanlığına dair konuşmalar arasında Isabelle’in huzursuzca kıpırdandığını fark ettim. Yanıma biraz daha yaklaştığında, kulağına eğildim.

"Ne oldu, Belle?" dedim, sesimdeki endişeyi saklamaya çalışmadan.

"Sırtım çok ağrıdı. Biraz oturamaz mıyım?" diye fısıldadı. Sesindeki acı dolu ton kalbime bıçak gibi saplandı.

Gözlerim hızla salonda bir oturma yeri aradı. O sırada kız kardeşi Elena’nın bir masada tek başına oturduğunu fark ettim.

"İstersen seni kız kardeşinin yanına götüreyim," dedim.

Başını hafifçe salladı, ama beni reddeden bir nezaketle. "Gerek yok, Luca. Lütfen sen arkadaşlarınla kal."

Daha fazla ısrar etmemin onu rahatsız edeceğini anlayarak sessizce kabul ettim. Isabelle, zarif bir şekilde diğerlerine döndü.

"Biraz kız kardeşimin yanında olacağım," dedi, yumuşak ama net bir sesle. "Hepinizle tanıştığım için mutluyum."

Luigi, alaycı bir tebessümle konuştu. "Bu tam olarak tanışma sayılmaz. Bir akşam Luca ile ikinizi Flechazo’ya bekliyorum."

Isabelle, ona içtenlikle gülümsedi. "Olur, sevinirim. İzninizle."

Zarif bir şekilde masaya yöneldi. Yanımdan ayrılışına bile tahammül edemeyecek kadar rahatsız hissettim. Tüm bu hisler bana yabancıydı, ama ilk andan Belle gibi bu hisler de bir parçam olmuştu. Bakışlarım onu takip etti; salondaki diğer herkes gibi. O, kız kardeşinin yanına oturduğunda bile, başka erkeklerin bakışlarının üzerinde gezinmesi öfkemi ateşliyordu.

Tamam, Luca. O senin. Kendine gel.

Andreas’ın alaycı bir ifadeyle beni izlediğini fark ettim. Ona dönüp bir şey söylemek üzereydim ki Stefano benden önce davrandı.

"Rose onun nişanlısı, Andreas. Elbette korumacı bir tavır takınması normal," dedi, sesi bilgece bir ton taşıyordu. Sonra bana döndü ve gülümseyerek başını salladı. "Tabii bu kadarını ben de beklemiyordum."

Bir anda hepsi gülmeye başladı.

"Komik değil," dedim, kaşlarımı çatarak.

"Komik," dedi Luigi, kahkahasını bastırmaya bile çalışmadan.

Matteo, gözlerini devirdi. "Kızıl saçlı gül, seni dağıtacak ve mahvedecek, Luca."

Kaşlarımı çatarak omuzlarımı geriye attım. "Sizi buraya niye çağırdığımı bile bilmiyorum," dedim. Gömleğimi düzelttim. "Aptallar."

Luigi, sahte bir üzüntüyle elini göğsüne koydu. "Bu kalbimi kırdı, dostum."

Andreas alaycı bir gülümseme ile konuştu. "Gerçekleri duymak ağır geldi, onu hoş görmeliyiz beyler."

"Luca," dedi Stefano, yüzünde keskin bir ifadeyle. "Cidden onu bir akşam Flechazo’ya getir."

Flechazo. Luigi’nin lüks bar restoran konsept zincirinin adı. İspanyolca'da "ilk görüşte aşk" anlamına geliyordu. Hep bu isimle dalga geçmiştik, ama Luigi, mekan için yer bakarken okyanusa bakan Astoria Park yakınlarındaki araziye aşık olmuş ve ismi koymuştu. İronik bir romantizm, Luigi’nin tarzını tam olarak yansıtmıyordu ama mekan onun favorisi olmuştu.

"Bakarız," dedim umursamaz bir tonla ve yanlarından ayrıldım.

Salondaki önemli iş adamları ve üst düzey görevlilerle birkaç kısa konuşma yaptım. Babam da bir ara Morenolarla birlikte konuşmalara dahil oldu. Ama zihnim Isabelle’den uzakta duramıyordu.

Gözlerim kalabalığı taradı. Sonunda onu bulduğumda, Isabelle’in bakışlarının üzerimde olduğunu gördüm. Göz göze geldiğimizde, bakışlarını hızla kaçırdı. Ama o kısa anda, o gözlerde beni yakan bir şeyler vardı.

Aklından neler geçiyor, Belle?

O sırada yanına Mario’nun oturduğunu ve sohbet etmeye başladıklarını gördüm. Öfkem geri dönüyordu. Ama ne kadar kendimi tutmaya çalışsam da Isabelle üzerimdeki etkisini inkar edemezdim.

Isabelle

Elena’nın yanına geçtiğimde yüzüne yayılan mutlu gülümseme, içimdeki huzursuzluğu kısa bir an için dindirdi. Beni gördüğü için gerçekten mutluydu. Sarıldı, kollarındaki sıcaklığı hissetmek güzel bir teselliydi. Geri çekildiğinde gözlerimi dikkatlice inceledi. Daha 13 yaşında olmasına rağmen, duyguları anlamakta inanılmaz bir yeteneğe sahipti. Öyle bir gözlemciydi ki, ruh halimi kelimelere dökmeme gerek bile kalmıyordu.

"İyi misin, ablacım?" diye sordu, elini nazikçe elimin üzerine koyarak.

"İyiyim, Lena," dedim, sesi fazla alçak bir tonda çıkmıştı.

Kaşlarını hafifçe çattı. "Yanıma gelemeyeceksin sandım," dedi, sesi biraz kırgın, biraz endişeliydi.

"Ben de."

Derin bir nefes aldı, bakışlarını yere indirerek konuşmaya devam etti. "Sıkıldım, ablacım. Sence daha ne kadar burada kalacağız?"

"Hiçbir fikrim yok," dedim dürüstçe. Sonra bir an duraksadım. "Kitaplarından birini getirmedin mi?"

Elena, kitaplarına âşıktı. Her zorunlu davette çantasına sevdiği bir kitabı koyar, sessiz bir köşe bulur ve kimse fark etmeden saatlerce okurdu. Bunu yapmasına alışkındım, bu yüzden yanında kitabının olmaması şaşırtıcıydı.

"Bu gece getiremezdim," dedi, omuzlarını silkerken yüzünde tuhaf bir ciddiyet belirdi.

"Anlamadım?"

Bakışlarını bana kaldırdı, kararlı bir şekilde. "Luca De Santis’i izlemem gerekiyordu. Sana iyi davranıp davranmayacağından emin olmalıyım."

Sözleri karşısında hem şaşırdım hem de gülümsemeden edemedim. Büyüse de o gözümde hala küçük bir çocuktu, ama içindeki koruma güdüsü öyle güçlüydü ki, sevgisi bir anda tüm soğukluğu dağıtıverdi. Yanağını okşadım.

"Şimdiye kadar neler gözlemledin?"

Bu, yıllardır oynadığımız bir oyunun başlangıcı gibiydi. Eğer bir davette yalnız kalmayı başarırsak, gözümüze birini kestirir ve hakkında tahminlerde bulunurduk. Daha sonra Mario’ya tahminlerimizin doğruluğunu sorar, doğruysak gururlanırdık. Elena, benim sorum üzerine gülümsedi ama hemen ardından yüzü ciddileşti.

"Söylentilerdeki gibi," dedi, sesi fısıltıya dönmüştü. "Acımasız, vahşi bir yanı var." Kısa bir duraksama. "Ama çok yakışıklı. Yan yana durduğunuzda gerçekten rüya çift gibi görünüyorsunuz."

Cümlesinin sonundaki sıcak ton beni hem utandırdı hem de huzursuz etti. Gözlerini benden kaçırıp ellerine bakmaya başladı, sanki söylemekte tereddüt ettiği bir şey vardı.

"Bir de…" dedi ve sustu.

"Bir de ne?" diye sordum, sabırsızlığımı saklayamadan.

"Sana farklı bakıyor."

Kaşlarımı kaldırdım, onun bakışlarına odaklandım. "Nasıl?"

"Senden şimdiden etkilenmiş gibi."

Bu mümkün olamazdı. Aklım hemen balkondaki anımıza döndü; nefesim istemsizce hızlandı. Hayır, bu bir hataydı. Henüz çok erkendi. Luca’nın benden etkilendiğini düşünmek… Saçmalıktı.

Elena’nın sesi beni düşüncelerimden çekip aldı. "Özellikle arkadaşlarının yanına gittiğinizde sizi izledim. Çok gergindi. Bunun tek bir açıklaması var. Seni kıskandı."

Başımı iki yana salladım. "Bu imkânsız, Lena."

Elena’nın dudaklarında hafif bir tebessüm belirdi. "Belki her söylenti doğru değildir, Rose."

Birbirimize kısa bir an bakakaldık. Gözlerindeki inanç beni bir an tereddüde düşürdü.

"Belki de onun gibi birinin bile bir kalbi vardır."

Canavar ve bir kalp. Luca De Santis’in bir kalbi olması bir hayaldi. Ama o hayalin varlığı bile içimde bir şeyleri hareketlendirmeye başlamıştı.

Sandalyeme yaslandım ve Luca’yı izledim. Onun güçlü duruşu, çevresindekileri etkisi altına alışı beni hem büyüledi hem de irkiltti. İş adamları ve üst düzey yetkililerle konuşurken sanki her şeye hâkim gibiydi. Onun karizması ve otoritesi odadaki her detayı şekillendiriyordu. Ancak Luca’nın asıl farkı, onu çevreleyen kadınların gözlerindeki hayranlıktı. Eşler, sevgililer, hatta daha genç kadınlar… Hepsi ona gizli hayranlık dolu bakışlar atıyordu. Luca ise hepsini görmezden geliyordu. Sarsılmaz bir avcı soğukkanlılığıyla…

Buradan baktığımda Luca, yıkılması imkânsız bir kale gibi görünüyordu. Elena’nın dediği gibi, hem yakışıklı hem de güçlüydü. Bu yönleri cazibesini artırıyor, insanları kendine çekiyordu. Ancak bu sadece yüzeydeydi. Luca De Santis gibi adamlar kadınların kalbini kırardı. Göz kamaştırıcı cazibelerinin altında, sizi ele geçiren ve ardından kalbinizi mahveden bir zehir saklıydı.

Ve ben, tam olarak böyle bir adamla evleniyordum.

Derin bir nefes aldım. Hayatımın yönü, tam anlamıyla bu adamın kontrolündeydi. Tek hayalim, içine doğduğum karanlık dünyadan uzaklaşmaktı. Ama şimdi o dünyaya zincirlenmiştim. Hem de bir evlilik bağıyla… Bir De Santis olarak.

Ama tüm bu karamsar düşüncelere rağmen, ona bakmanın güzel olduğunu kendime itiraf etmekten kaçamıyordum. Sei dolorosamente bello. Acı verecek kadar güzeldi. Ve o kesinlikle acı verecekti. Kalbimde bir sızı hissettim; derin, keskin bir acı. Tam o anda gözlerimiz buluştu. Luca’nın gözlerindeki karanlık beni içine çekiyor, nefesimi kesiyordu. Nefesimi kontrol etmeye çalıştım ama boşunaydı. Gözlerim onun gözlerine kilitlenmişti.

Dayanamadım. Başımı çevirdim. Ve o an Mario’nun yanımıza geldiğini fark ettim. Ne kadar da doğru bir zamanda…

"Nasılsınız, güzellerim? Sıkıldınız mı?" diye sordu neşeli bir sesle.

Elena hemen yakındı. "Evet Mario abi, ben çok sıkıldım. Ne zaman eve döneceğiz?"

Mario gülümsedi ve başını salladı. "Henüz değil, ma belle (güzelim). Biraz daha sabret."

Elena, dudaklarını büzerek somurttu. O tatlı serzenişine ikimiz de güldük. Mario, elini masanın altından uzatıp elimi tuttu.

"İyi misin?" diye sordu, sesi bu kez ciddiydi.

Başımı salladım.

"Benimle konuşmamandan nefret ediyorum," dedi sitemle.

Bu sözleri, döndüğümden beri defalarca söylemişti. Ve her defasında kalbime dokunuyordu.

"Bana artık güvenmediğini ve beni eskisi gibi sevmediğini hissettiriyor."

Başımı kaldırıp ona baktım. "Değil, Mario. Öyle olmadığını biliyorsun."

Mario, yüzünde acı bir ifadeyle konuştu. "O zaman bana bir kez doğruyu söyle, Rose. Şu an ne hissediyorsun?"

O kadar çok şey vardı ki… Korku. Panik. Gerginlik. Bir daha asla özgür olamayacağım hissi. Ve en çok da çelişki. Bakışlarımı önüme indirdim.

"Bundan sonra neler olacağını bilememekten dolayı endişeliyim," diye fısıldadım. Derin bir nefes aldım ve içimdeki ağırlığı dile getirdim. "Ondan korkuyorum. Evlilikten."

Bu sözler, havadaki tüm dengeleri değiştirdi. Tam o anda, derin ve soğuk bir ses beni yerime mıhladı.

"Öyle mi, Isabelle?"

Başımı kaldırdığımda, Luca karşımdaydı. Gözlerinde kıvılcımlar vardı; öfke ve karanlık dalga dalga yayılıyordu. Bu, zamanlamanın mükemmel ya da korkunç olduğu anlardan biriydi.

"Nişanlımı alabilir miyim, Mario?"

Sesi, kibar bir sorunun maskesini takmış bir emir gibiydi. Mario’nun gözleri Luca’ya meydan okurcasına daraldı ama beni bırakmak zorunda kaldı.

"Sorun değil, Mario," dedim, sesim kısık bir fısıltıydı. Ayağa kalktım ve Luca’ya doğru yürüdüm.

Luca’nın bakışlarındaki karanlık, ruhumu sarıyordu. Öfke, soğukkanlı bir acımasızlıkla birleşmişti. Kolumdan sertçe tuttu ve beni salondan çıkardı. Nereye gittiğimizi sormadım. Onunla birlikte, adeta sürükleniyordum.

Bir odaya girdik. Kapıyı kapattığında loş ışıkla aydınlanan bir çalışma odasında olduğumuzu fark ettim. Luca beni masaya doğru itti. Bir adım geri çekildim ama arkamdaki masa hareketimi durdurdu. O ise bir adım daha yaklaştı, bakışları üzerimdeydi. Nefesim sıklaştı. Bu anın içinde sıkışıp kalmıştım.

Ve ikimiz de bunun farkındaydık.

Luca

Ondan korkuyorum. Evlilikten.

Bu sözler içimdeki her duyguyu harekete geçirmişti; öfke, hayal kırıklığı, hatta... acı. Benden korkuyordu. Oysa ona korkacak bir sebep vermemiştim. Vermeyi asla düşünmezdim. Isabelle benim olacaktı. Bana saygı duymasını beklerdim, bunu talep ederdim. Ama korkusunu değil. Korku, bizim aramızda olmamalıydı. Aramızdaki bu bağın adı korku olamazdı.

Ama o, şimdiden benden korkuyordu. Neden?

Onun bakışlarında, meydan okumadan çok derinlerde saklı bir merak ve ürkek bir cesaret vardı. Gözlerindeki bu çelişki, beni etkisiz hale getiriyordu. Hiç kimse, hiçbir şey beni böyle alt üst etmemişti. Ama Belle... o, içimdeki her duyguyu karmakarışık hale getiriyordu.

Bir adım daha yaklaştım. Ellerimi masanın iki yanına koydum, onun için alanı daralttım. Nefesi hızlandı. Yanağındaki hafif kızarıklık, varlığımın onu ne kadar etkilediğini gösteriyordu. Gözlerini kapadı.

"Isabelle..."

Adını söylemek, dudaklarımdan bir sır dökülüyormuş gibi hissettirdi. O tek kelimeye sahip olduğum her anlamı yüklemiştim.

"Gözlerini aç ve bana bak."

Sesim sakindi, ama bu bir ricadan çok bir emirdi. Daha fazlasını öğrenmek istiyordum. Onun içindeki gerçek duyguları görmek... Kalbindeki en derin korkulara ulaşmak ve o korkuları ortadan kaldırmak istiyordum.

Gözlerini açtı. O anda bana meydan okur gibi baksa da gözlerinin derinliklerinde saklanmaya çalışan bir titreme gördüm. Cesaret ve çekingenlik, o an Isabelle’in bakışlarında savaşıyordu.

"Benden bu kadar mı korkuyorsun, Isabelle?"

Sözlerim yumuşak bir fısıltıydı, ama onların altında gizli bir meydan okuma vardı. "Beni tanımaya bile çalışmadan mı? Gerçekte kim olduğumu bilmeden mi?"

Bir an bakışlarını kaçırdı. Tereddüdünü açıkça görebiliyordum. Ama sonra tekrar bana baktı. Bu kez gözlerinde daha fazla kararlılık vardı. "Belki her ikisi de..." diye fısıldadı.

Bu kelimeler içimde bir şeyleri yerinden oynattı. Öfkemi bastırmaya çalıştım, ama içimdeki bu karmaşa Isabelle’in çenesine dokunduğumda biraz hafifledi. Teninin yumuşaklığı, öfkemin keskinliğini yumuşatıyordu.

Ona nasıl bu kadar kolay yeniliyordum? Sadece varlığıyla beni nasıl böyle etkisiz hale getirebiliyordu?

Elimi yüzünde yavaşça gezdirdim, ona güven vermek istercesine. Yine de gözlerim, onun içinde devam eden savaşı izliyordu. Isabelle’in bana karşı olan önyargısını kırmalıydım.

Ama nasıl?

Yüzümde belli belirsiz bir gülümseme belirdi, ama bu sıradan bir gülümseme değildi. Daha derin bir şeydi, anlam yüklenmiş bir ifade. "Korku ve güven," dedim, sesim alçak ama içten bir güvenle doluydu, "bazen aynı yolda yürür. Ama bil ki, Isabelle, benim yanımda her zaman güvende olacaksın. Sana bunun sözünü veriyorum."

Parmağımla yanağını okşadım. Dokunuşumda bir yumuşaklık, bir hassasiyet vardı, ama aynı zamanda bir sahipleniş. Teninin o ipeksi dokusu beni cezbetse de bu dokunuş yalnızca fiziksel değildi. Onunla aramızdaki bağı pekiştiriyordu. Yanağındaki hafif gerilim, bir şeylere direnmeye çalıştığını gösteriyordu. Ama ben duramadım. Dokunuşum, sessiz bir iddia gibiydi: Sen benimsin.

"Luca…" dedi, sesi yumuşak ama içinde hafif bir titreme taşıyordu. "Özür dilerim. Öyle söylememeliydim."

Bunun için özür dilemesi gerekmiyordu. Söylemişti, çünkü böyle hissetmişti. Ve bu, gerçekti.

Gözlerimi onun derinliklerinde gezdirirken bir karar aldım. Son bir adım daha atacaktım. Onu bana çekecektim. Ve çektim.

Dudaklarımız neredeyse birbirine değiyordu. Öpecek kadar yakındı. Onun sıcak nefesi benimkine karışıyordu. Gözlerini kapattığında hafifçe başını yana eğdi. O anda burnumu yanağına dokundurdum. Hafif, neredeyse fark edilmeyen bir hareketle kokusunu içime çektim. Vanilya ve gülün o narin karışımı beni hipnotize etmişti.

"Biliyor musun, Isabelle?" diye fısıldadım, dudaklarım kulağına tehlikeli bir yakınlıkta.

Sözlerim ağzından istemsiz bir ses çıkarmasına neden oldu. Vücudunun hafifçe titrediğini hissettim ve bu beni delirtecek kadar hoşuma gitti. Çünkü o anda korkmadığını biliyordum. Bu gerginlikti, belki bir tür teslimiyet. Ama korku değildi.

"Ben benim olanı korurum, değerli kılarım."

Bu kelimeler, bir vaat kadar kesin, bir uyarı kadar kararlıydı. Geri çekildim, ama o gözlerini hemen açamadı. Bu beni memnun etti. Belle’nin dengesini sarsmak benim için alışılmadık bir zevk haline geliyordu.

"Bana güvenmeni sağlayacağım, Isabelle."

O güzel ela gözleri sonunda açıldığında, bakışlarında yumuşak ama aynı zamanda sorgulayıcı bir sıcaklık vardı. Gözlerimiz buluştu, ama aramızdaki mesafeyi korudum. Bir adım daha geri çekildim.

"Ama yanımda durmazsan... karşımda olmayı seçersen... işte o zaman benden korkmalısın."

Sözlerim odanın içinde yankılanan sessiz bir fırtına gibiydi. O kadar alçak sesle konuşmuştum ki, kelimelerimin ağırlığı daha derinden hissediliyordu.

"Herkesin benden korkması için sebepleri olabilir, Isabelle. Ama o sebepleri ben onlara sunduğumda her şey değişir. Çünkü genelde düşmanlarımı ben seçerim. Ve herkes düşmanım olabilecek kadar değerli değildir."

Bakışlarım onun üzerinde bir süre daha kaldı. "Beni sınama, Isabelle. Bunları şimdiden bil. Ve beni asla sınama."

Sözlerim, bir emirden çok, bir gerçekliğin beyanıydı. O an odada sessizlik hakim oldu. Ama bu sessizlik, bizim aramızdaki görünmez bağın güçlendiğini hissettiren bir sessizlikti.

Bakışları değişti. Derinlerinde bir yerde, söylediklerimde haklı olduğumu kabul etmiş gibiydi. Ama bu kabullenme, beraberinde incinmişliği de getirmişti. Bu incinmişlik, bir hançer gibi saplandı içime.

"Peki, Luca. Şimdi kardeşimin yanına gidebilir miyim?" dedi, sesi sakin ama kontrol altında. "Korkmuştur."

Hayır. İzin veremezdim. Onun yanımda durması gerekiyordu. Beni temsil etmesi gerekiyordu. "Hayır, Isabelle. Yanımda durup misafirlerle ilgilenmek zorundasın. Bu davet ikimiz için verildi. Unutmadın, değil mi?"

Sözlerim keskin bir kesinlik taşıyordu. Ama onun tepkisi... işte o an, beni asıl şaşırtan o oldu.

Derin bir nefes aldı. Ve sonra, o kadar hızlı toparlandı ki, neredeyse bir maske takıyor gibi görünüyordu. Zarif, vakur, ama bir o kadar da güçlü bir duruş. Karşımda, Isabelle Rose Moretti vardı: güller kadar zarif, ama dikenler kadar keskin ve acımasız.

Bu haliyle, beni hem şaşırtıyor hem de savunmasız bırakıyordu. Öyle bir zarafet ve kararlılıkla kendini kapattı ki, ona ulaşmanın bir yolunu bulmam gerektiğini daha o an anladım. Onun bu maskesi, beni ona daha da yaklaştırıyordu. Çünkü bu maskenin ardında yatanları görmek istiyordum. Onun derinliklerini keşfetmek istiyordum.

İçimde büyüyen bir tutku vardı; yavaş ama kaçınılmaz bir şekilde büyüyen, beni saran ve Isabelle’e bağlayan bir tutku. Isabelle, farkında olmadan, hayatımın merkezine yerleşiyordu. Gözleri, bakışları, duruşu... her şeyi, beni kendine çekiyordu.

Onun sırlarını bu nedenle öğrenmek için can atıyordum. Görünüşte savunmasız gibi duran bu kadın, içinde inanılmaz bir güç barındırıyordu. Ve bu güç, beni hem korkutuyor hem de kendine çekiyordu. Isabelle Rose, farkında olmadan, beni en zayıf olduğum yerden vuruyordu: kontrol ihtiyacım. Onun üzerinde tam bir kontrole sahip olamamak, içimdeki arzuyu daha da ateşliyordu.

Ona duyduğum bu his, sadece bir arzu değildi. Bu, bir kaderdi. Isabelle’i bırakmak, kendimi bırakmak anlamına geliyordu. Ve Isabelle Rose Moretti’yi bırakmak... imkânsızdı.

Kendi içimde bir yemin ettim. Isabelle’in beni ne kadar iterse itsin, ne kadar uzak durmaya çalışırsa çalışsın, ona ulaşacaktım. Her maskenin ardındaki gerçeği görecek, onun karanlıklarını aydınlatacak, gizli dünyasına erişecektim.

Çünkü o benimdi. Ve bir De Santis, sahip olduklarından asla vazgeçmezdi.

"Gerçek güç, yalnızca görünenin ardında saklı olandır; onu bulmak, kalbe derinlerden ulaşabilmeyi gerektirir." — Luca De Santis

Bölüm : 21.12.2024 20:08 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
kitsudaphne / KARANLIK GÜL (GÜL SERİSİ 1. KİTABI) / 6
kitsudaphne
KARANLIK GÜL (GÜL SERİSİ 1. KİTABI)

17.78k Okunma

932 Oy

1.2k Takip
21
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...