YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.
"Onu gördüğüm anda, tehlikenin birçok surette olabileceğini fark ettim. Ama kimse beni gül ve dikenleri hakkında uyarmamıştı." — Luca De Santis
Luca
Isabelle, manzarayı izlerken ben de gözlerimi etrafımda dolaştırdım, bir hizmetçi aradım. Onun gözleriyle bir an daha buluştuğumda, içimdeki huzursuzluğu bastırarak, hizmetçiye bir şal getirmesini söyledim. Şaşkındı. Isabelle’in üşüdüğünü düşündüğüm için istemiştim; ama bu basit jestin onun üzerindeki etkisini kestirememiştim. Şal gelene kadar ceketimi çıkartıp ona vermek istedim. Ceketimi omuzlarına koymak için uzandığımda, beklediğimden daha hızlı bir hareketle benden uzaklaştı. Bu ani tepkisi, içinde sakladığı korkuların bir yansımasıydı.
Tam o anda hizmetçi elinde bir şalla geri döndü. Isabelle, hiçbir şey söylemeden şalı aldı, omuzlarına yerleştirdi ve başını çevirerek yüzünü benden sakladı. O an, bu küçük savunma hareketiyle Isabelle’in ruhunda neler sakladığını ve bunların ne kadar karmaşık olabileceğini anladım.
Ceketimi tekrar üzerime alıp onu incelemeye devam ettim. Her hareketi, her mimiği ilgimi çekiyordu. Bu benim için nadir bir durumdu. Kadınlar genelde kısa süreli bir merak uyandırır, ardından ilgim hızla dağılırdı. Ama Isabelle... O tamamen farklıydı. Her saniye dikkatimi üzerine çekmeyi başarıyordu. Gözlerindeki derinlik, ürkek ama bir o kadar özgür ruhu ve o çözülmesi gereken gizemi... Hepsi, beni ona daha fazla yaklaştırıyordu.
Onun sınırlarını daha iyi anlamak için son bir deneme yapmaya karar verdim. Şalını düzeltmek bahanesiyle elimi uzattım. Yine aynı şekilde, geri çekildi. Korkusu, içimde istenmeyen bir yankı oluşturdu. O, ilerde benim soyadımı taşıyacak kadındı—eşim olacaktı. Yanımda güçlü bir şekilde durmasını istiyordum. Sadece bir isim ya da bir mirasın taşıyıcısı değil; kendine güvenen, cesur bir kadın olarak. Ama onun bu ürkekliğiyle yüzleşmek beni sabrımın sınırlarına getiriyordu.
Dayanamadım. Sessizliği, korkusu, o belirsizlik... Hepsi bana çok şey anlatıyordu, ama bu yeterli değildi. Yanıtını en çok merak ettiğim soru dudaklarımdan döküldü:
"Benden korkuyor musun, Isabelle?" dedim, ciddi bir ses tonuyla. Gözlerimi ondan ayırmadan, sabırla cevabını beklesem de içimde bir tedirginlik vardı. Isabelle’in tepkisini görmek için bakışlarım ona odaklandı.
Bir anlık duraksamanın ardından, sesi hafif bir meydan okumayla çıktı. "Korkmamalı mıyım?" diye sordu, gözlerini doğrudan gözlerime dikerek. Bu sorunun ardında hafif bir çekingenlik olsa da bakışlarındaki kararlılık aksini söylüyordu. Üzerimde, her geçen an daha etkileyici bir iz bırakıyordu.
Isabelle... Bu isim dudaklarımdan dökülürken bile bana aitmiş gibi hissediliyordu. Ama hayır—o artık sadece Isabelle değildi. Belle. Benim Belle’im. İsmini bu şekilde söylemek, içimde taşıdığı karmaşıklığa bir tezat oluşturuyordu. Zihnimde, bu kadının tamamen bana ait olacağına dair bir inanç kök salıyordu.
Dudaklarımda beliren tebessüm yavaşça büyüdü. "Belki de korkmalısın, Belle," dedim, adını fısıldarken. Sözlerimde bir meydan okuma olduğu kadar, bir davet de vardı. Gözlerinde anlık bir şaşkınlık belirdi; ama hemen ardından belirsiz bir ifade yerini aldı. Bakışlarındaki bu karanlık uçurum, keşfetmek istediğim bir başka gizemdi.
Belle, derinliklerinde sakladığı sırlarıyla bir bilmece gibiydi. Ama bu bilmecenin çözümü, düşmesiyle başlayacaktı—kendi duvarlarından, benim kollarıma.
Adını böyle söylemek, onun üzerinde garip bir yoğunluk yaratmış gibiydi. Bu tek kelimenin aramızdaki havayı ne kadar değiştirdiğini görmek, hem şaşırtıcı hem de büyüleyiciydi. Belle’in bakışları hafifçe başka yöne kaydı. İçindeki bir şey onu suskunluğa itti; ama yüzündeki o ince iz, sakladığı sırrın varlığını belli ediyordu.
Tam bir soru daha sormak üzereyken, tavrı bir anda değişti. Bir anlık tereddüt, yerini keskin bir ifadeye bıraktı. Ela gözlerindeki o sessiz değişimi görmek, içimde bir yankı uyandırdı. Bu kadın, göründüğünden çok daha fazlasını barındırıyordu.
O an, Belle’in içindeki kırıkları gördüm. Onun içinde bir şeyler kırılmıştı, ama kırılan parçaların arasında hala parlayan bir ışık vardı. O ışığı korumak ve güçlendirmek, hayatımın amacı olabilirdi.
"Seninle olan bu yolculuk," dedim, ona doğru eğilerek, sesimdeki kararlılığı gizlemeden, "ikimiz için de bir başlangıç. Korkunun yerini başka bir şeye bırakacağını göreceksin. Çünkü bu, sadece bir evlilik ya da bir anlaşma değil. Bu, seninle benim hikayemiz."
O an, onun sessizliği bile bir cevap gibiydi. Belle, konuşmadan bile kendini anlatıyordu. Ve ben, bu hikayenin her satırını yazmak için sabırsızlanıyordum.
Ama onun ne düşündüğünü bilememek… sessizliği… zihnimde ona dair var olan tüm düşünceleri yıkıyor ve her saniye yeni bir şey inşa etmek zorunda bırakıyordu. Isabelle konuşsaydı, bu kadar kendine hapsedebilir miydi beni? Emin değildim. Ama içimde bir ses, bu kızıl saçlı gülün şimdiden tüm odağım olduğunu ve daha fazlasını talep edeceğini fısıldıyordu.
Havanın üzerimize çöken ağırlığını hissettim. Bu ağırlığı bir şekilde hafifletmek, sessizliği bölmek istiyordum. Adını nazikçe telaffuz ettim: "Isabelle Rose Moretti. Kızıl saçlı gül."
Sözlerim havada yankılandı. Her hecesi içimde bir yere dokunuyordu. Sesimdeki keskinliği fark etmiş olmalıydı, çünkü az önceki gerginliği kaybolmuş gibiydi. Bakışları sakin, nefesi düzenliydi. Ama bu kadar hızlı toparlanabilmesine rağmen, az önceki tepkisinin ardındaki nedeni öğrenme arzumun daha da artmasına neden oldu.
Bir an sessizlik, ardından gelen o tek kelime... "Luca," dedi, ismimi fısıldayarak. Dudaklarından süzülen bu nazik melodi, içimde bir şeyi kırdı ve serbest bıraktı. Adımı bu şekilde söyleyişi, tonlamasındaki bilinçli ya da bilinçsiz gizem, onun diğer kadınlardan ne kadar farklı olduğunu bir kez daha gösteriyordu. Daha önce kimse, yalnızca adımı telaffuz ederek içimdeki derin duyguları uyandıramamıştı.
Ay ışığı yüzüne vurduğunda, hatları daha belirginleşti. Zarif gülümsemesi, yanağına düşen o asi dalga... Hafızam, her detayı işliyor, zihnimde bir yapbozun parçalarını birleştirmeye çalışıyordu. Onu çözmek istiyordum. Her bir parçasını anlayıp tüm sırlarına ulaşmak... Ama bu arayış, o kadar kolay olmayacaktı.
Isabelle birden, cesur bir meydan okumayla beni karşı karşıya bıraktı. "Hakkında söylenenler konusunda ne yapmalıyım?" Sesi ne kadar nazikse, sorusunun altında yatan alaycılık da bir o kadar keskindi. Bu ani sorusu, hem özgüveninin hem de beni test etme arzusunun bir göstergesiydi. Kızıl saçlı gül, beni yalnızca etkilemekle kalmıyor, beni kendine çekip bir uçurumun kenarında bırakıyordu. Tutunacak bir şey olmadan.
İçimde, onun neden farklı olduğunu anladım. Isabelle yalnızca güzel bir kadın değildi. O bir bilmecenin, bir savaşın ve bir arzunun vücut bulmuş haliydi. Belki de bu yüzden, aramızdaki evlilik fikri mantıklıydı. Mantık ve tutku, ancak böyle birbirine zıt bir güçle çarpışabilirdi. Isabelle’de her şey mümkün görünüyordu.
Sonra, o beklenmedik kelimeleri döküldü dudaklarından: "Luca De Santis. Avcı ve canavar."
Gözlerindeki alaycı gülümseme, dudaklarında hafif bir eğriyle yankı buldu. Bu gülümseme, ona özgüydü, eşsizdi. Ama her halükârda unutulmazdı. İşte bu, gerçek Isabelle’in bir yansımasıydı. Onun daha fazlasını görmek istedim. Daha fazla ifade, daha fazla derinlik. Ama yaklaştıkça daha da fazlasını istemekten kendimi alamayacağımı biliyordum.
Bu gece Isabelle’in yalnızca küçük bir parçasını görebilmiştim. Ama o parçanın içinde bile sıradan bir şey yoktu. Isabelle’in ruhunda yalnızca güzellik değil, keşfedilmemiş bir derinlik de vardı. Onun iç dünyasını fethetmek için bir yol bulmalıydım. Çünkü Isabelle’in ellerimden kayıp gitmesine izin veremezdim.
İçimdeki düşüncelerle boğuşurken, onun melodik sesi bir kez daha konuşmayı böldü. "Sanırım bir cevabın yok," dedi, sakin ama hafif bir alayla. "O zaman duyduklarıma inanmalıyım."
Isabelle gülümserken, ben bakışlarımı o zarif gülümsemeden, dudaklarına, ardından dalgalı kızıl saçlarına kaydırdım. Ona dokunma isteği içimde büyüyordu. Ama aynı zamanda, centilmen olmaya çalışıyordum.
Bakışlarım, gamzesini ortaya çıkaran o gülüşe kaydığında, dayanamadım. Sonunda, kendime hâkim olamayarak, yalnızca kabullenmesini beklediğim bir soru sordum: "Başkasına böyle gülme, olur mu?"
Sözlerim havada asılı kalmıştı. Boşlukta yankılanan bu soru, bir itiraftı aslında. Isabelle'in gözlerindeki şaşkınlıkla karışık derin kabul, kalbimde tuhaf bir yankı bulmuştu. Dudakları hafifçe aralandı; o kadar güzeldi ki... Kalbimin bir anda sıkışıp kalmasını sağlayacak kadar.
Bu an, sanki zamanın bizi esir aldığı büyülü bir gerçeklikti. Bir adım daha attım, aramızdaki mesafe tamamen kapanırken kolumu beline sardım. Onu kendime çektiğimde, şaşkınlığı yüzünde büyüdü. Nefesi hızlandı, tıpkı benim kalbimin ritmi gibi.
Neden bu kadar doğru hissettiriyordu? Onun burada, tam da kollarımın arasında olması... Yanlış hiçbir şey yoktu. O derin bakışlar, ateş kızılı saçların oluşturduğu siluet, bu kadının sadece bana ait olması gerektiğini hissetmek... Isabelle, kalbimin varlığını hatırlatan tek gerçekti. Başlangıçtan beri ona kapılmış, kendimi kaybetmiştim.
Böyle bir şey beklemiyordum. Bu geceden tek dileğim, son bulmasıydı. Ama işte Isabelle Rose… karşımdaydı. Onu görür görmez içimde patlayan, dünyamı altüst eden bir fırtına gibi hissettirdi. Ama ben Luca De Santis’tim; kontrol her zaman bende olmalıydı, değil mi? Olmuyordu. Şimdi, burada, onun yanındayken gerçekler bulanıklaşıyor, belleğimde yankılanan tüm sınırlar siliniyordu.
Kolumla onu kendime daha sıkı bastırdım; parmaklarım belindeki ince silueti hafızama kazıyordu. Elim, yüzünü kendime döndürmek istercesine çenesine nazikçe uzandı. Göz göze geldiğimizde, onun bakışlarında gizlenen o ince değişimi fark ettim. Aramızdaki bu an, tarifsiz bir şeyin başlangıcıydı.
"Belki de önce beni tanımalısın," dedim, sesimin titremesine izin vermeden. Ama bu kolay değildi. Isabelle’in yanında, kontrolü kaybetmek bir o kadar cazipti. Kabul edilebilirdi.
"Peki, Rose…" Bakışlarımı gözlerinde sabitleyerek konuştum. "Senin hakkında söylenenler için ne düşünmeliyim?"
Bedeninin anında kasıldığını fark ettim. Kaçışından, geçmişinden bahsettiğimi düşündüğünü biliyordum. Ama bu anı, bu duygulara bırakmayacaktım. Isabelle bir gün bana güvendiğinde, o yükü taşıyabileceğimiz bir noktada, her şeyi anlatacaktı. Bunu bekleyecektim.
Parmak uçlarımı hafifçe çenesinin kenarında gezdirirken gözlerimi daha da derinleştirerek sordum: "Sen de güller kadar tehlikeli misin?"
Sözlerimin üzerine, onun bedenindeki gerginlik hafifledi. Ama gözlerini, düşüncelere dalmış gibi, kısa bir an kaçırdı. O uzak bakış… Bir yandan benden uzaklaşıyor, diğer yandan her hareketiyle beni kendine daha da yaklaştırıyordu. Sonra, bakışları tekrar beni buldu ve tek bir kelimeyle kalbime bir kıvılcım daha düşürdü: "Belki."
Bir tek kelime, ama içindeki anlam ağırdı; altında yatan sırlar, beni içine çeken bir girdap gibiydi. Isabelle Rose, keşfedilmesi gereken bir muamma, tehlikeli bir güzellikti.
Daha fazla bekleyemedim. Ona doğru biraz daha eğildiğimde, gözlerini kapadı. Ancak dudaklarımın ona dokunmadığını fark ettiğinde gözlerini araladı. Hafifçe gülümsedim, dudaklarımda alaycı bir kıvrım oluştu.
"Öyleyse, asıl soru şu… Dikenlerden mi yoksa güllerden mi korkmalıyım?" diye fısıldadım. Sözlerimde, içimde yükselen arzu ve Isabelle'e duyduğum merak gizliydi.
Onun tebessümü, bakışlarımı yine dudaklarına çekti. Beni büyüleyen bir anın tam ortasındaydım. Isabelle, sakince konuştu:
"Belki ikisi de eşit derecede tehlikeli. Ama en çok hangisinin ne zaman batacağını bilmemekten korkmalısın."
Sözleri, içimde yankılandı. Zekiydi, dayanılmazdı. Gözlerimdeki arzuyu fark edip fark etmediğini bilmiyordum, ama Isabelle’in o ince gülümsemesi, bu oyunun henüz yeni başladığını hatırlatıyordu. Ve ben ne güllerin ne de dikenlerin tehlikesinden kaçmaya niyetliydim.
Isabelle’in cesur ve girişken tavrı, her an daha da hoşuma gidiyordu. Ona daha önce kimseyi izlememiş gibi bakarken, fark ettim: Isabelle düşündüğümden çok daha fazlasıydı. O ince zekânın ardında, vahşi ve başına buyruk bir yanı vardı. Sanki hayatın ona yüklediği her zorluğu, kimsenin göremediği bir zarafetle karşılamıştı. Ancak bu zarafetin altında gizli dikenler olduğunu biliyordum. Isabelle Rose… Bu kadın, bana meydan okuma cesaretini gösteren ilk kişiydi. Ve bu meydan okuma, içimdeki karanlığın uzun süredir özlediği bir şeydi.
Onu serbest bıraktığım an, zihnimi ele geçiren şüphe beni endişelendirdi. Beni tamamen sarsan bu kadın, bana aynı zamanda bir tehlike çanı gibi geliyordu. Isabelle'in, geçmişte bir kez kaçmayı seçtiğini biliyordum. Bu, onun bir daha kaçmayacağı anlamına gelmezdi. Ve ben, onu kaybetmeyi göze alamazdım.
Gözlerimi, Isabelle’in gözlerine sabitleyerek aramızdaki mesafeyi kelimelerle kapattım. "Bugün, bizden beklenen bir anlaşmaya imza atacağız," dedim, sesimi bilinçli olarak derinleştirerek. Her kelimem kararlı, tartışmaya yer bırakmayan bir tona bürünmüştü. "Ama şunu bilmen gerek—bu yalnızca bir başlangıç."
Sözlerim havada yankılanırken, Isabelle'in gözlerinde anlık bir şaşkınlık belirdi. Yine de bana korkusuz bir ifadeyle bakmaya devam etti. Isabelle, o kısa sessizlikte bir şeyler arar gibi gözlerimi süzdü. İçimdeki karmaşaya ulaşıp ulaşmadığını bilmiyordum, ama onu gören tek kişi benmişim gibi hissettim. Aynı şekilde o da, benim karanlığımı fark etmişti.
Başını çevirip manzaraya döndüğünde, sözleri yumuşak ama kararlı bir tonla geldi: "Biliyorum. Ama bana kimse ne olacağımı söyleyemez."
Bu sözleriyle, bir kez daha bana meydan okudu. Ama bu oyunda beni yenebileceğini düşünüyorsa… yanılıyordu. Hafifçe gülümseyerek karşılık verdim.
"Göreceğiz, Isabelle. Bunu zamanla göreceğiz."
Bu oyunda kazanan kim olursa olsun, Isabelle'in en güçlü silahı her zaman özgürlüğü olacaktı ve bu düğün sadece bir başlangıçtı. Isabelle Rose Moretti'nin benim dünyama katılması, sadece bir formaliteden ibaret değildi. Onu tanıdıkça, derinliklerinde bir şeylerin beni beklediğini hissediyordum. Onu hayatımda istiyordum. Her yönüyle. Yaralarıyla, kırık kalbiyle, her şeyiyle... O, güzelliğiyle bir gül gibi baş döndüren, ama aynı zamanda bir adım bile yaklaşınca kanatacak kadar keskin dikenlere sahipti. Ve ben, bu dikenlerden kaçmak yerine, onlara doğru çekildiğimi fark ediyordum; her an, onun tehlikelerine daha da yakınlaşıyordum.
Matteo’nun sesi, zihnimde yankılandı: "Onunla başa çıkabilecek misin?"
Bu sorunun cevabını bilmiyordum. Isabelle’in bende uyandırdığı hisler, kontrolü tamamen kaybetme noktasına taşıyordu. Belki de bu kaderdi; Isabelle sadece benim kaderimi değil, ben de onun kaderini değiştirecektim. Aramızdaki çekim, beni şimdiden ele geçirse de Isabelle’den uzaklaşmak gibi bir ihtimalim yoktu.
Ona doğru hafifçe eğilerek, bakışlarımı tekrar dudaklarına kaydırdım. Sesim bu kez daha yumuşaktı, ama ardında sakladığım duygularımı ele verecek kadar yoğundu: "Gülleri de, dikenleri de severim, Isabelle. Ama severken, hangisinin beni mahvedeceğini asla bilemem."
Sözlerim havayı bir anda ağırlaştırırken, Isabelle’in gözleri benimkilere kilitlendi. O gözler, sanki kalbimin en karanlık köşelerine ulaşıp her şeyi görüyordu. Bu bakışlar, beni Isabelle'e daha da bağlayan bir zincire dönüşüyordu. Onun ne hissettiğini, cümlemden daha fazlasını anladığını biliyordum. Ve bir gün, tüm kalbiyle bana ait olmasını ümit ediyordum. Bu, basit bir arzu değildi—daha çok içimde yankılanan bir kaderin fısıltısıydı. Bu bir zaferden bile fazlasıydı.
Kollarımda tuttuğum bu kadın, hayatımı ikiye bölüyordu—eski ben ve Isabelle ile yeniden doğacak olan ben.
Ve biliyordum ki Isabelle’in gizlediği dikenler, sonunda beni yok edebilirdi. Ama yine de onun yanında olmaktan, bu oyunun içine çekilmekten vazgeçmeyecektim. Çünkü Isabelle Rose, her şeye rağmen benimdi. Ve bir gül ne kadar keskin olursa olsun, o güzelliği uğruna yaralanmayı göze almıştım. Derinden bir yara alabileceğimi tahmin etsem de.
Bu gece, Isabelle ile olan hikâyemin yalnızca ilk adımıydı. Ama ona baktığımda, geleceğin ne kadar tehlikeli, ne kadar cezbedici olabileceğini görebiliyordum. Isabelle Rose, benim kaderimdi. Ve ben, kendi kaderimi yazmaya hazırdım.
"Güllerin güzelliğine hayran kalırsın, ama dikenleriyle tanıştığında ne kadar tehlikeli olduklarını fark edersin. Seninle tanışmak, Isabelle, bu tehlikeyi kucaklamak gibi... Ve ben bu tehlikeden asla kaçmayacağım." — Luca De Santis
Okur Yorumları | Yorum Ekle |