YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.
Her zafer yalnızca kazanılanlarla değil, bazen kaybedilenlerle de ölçülür.
Luca
İki aile arasında düzenlenen bu gizli toplantıya doğru yola çıkarken, gerilim babamın yüzüne yansımıştı. Babamın sakinliği çoğu zaman kaya gibi sarsılmazdı, ama bugün bu dahi çatlamaya başlamış gibiydi. Henüz bir barış antlaşması imzalanmamıştı, ancak bu toplantı, bu yolda atılacak ilk adımdı.
Arabaya binerken elimdeki dosyaları inceliyor, dikkatimi iş planıma vermeye çalışıyordum. Ancak babamın derin nefesi sessizliği bozdu. Bana döndü, gözlerindeki kararlılık her zamanki kadar keskindi.
"Ortam yeterince gergin olacak, Luca," dedi, sesinde hafif bir uyarı tonu vardı. "Seni kışkırtırlarsa bir şey söylememeyi tercih et."
"Denerim," diye yanıtladım.
Tek kaşını kaldırıp beni ölçtü. Kendi bildiğimi okuyacağımı bildiğinden fazlasını söylemeye gerek duymadı. Babam beni tanıyordu; sözlerimden çok eylemlerimin konuşacağını biliyordu.
"Isabelle Rose Moretti hakkında bir dosya hazırlatıyorum," diye ekledi soğukkanlı bir şekilde.
Başımı salladım. Yolun geri kalanı sessizlik içinde geçti. Sonunda, tarafsız bölge olarak belirlenen Don Arturo Esposito’nun görkemli malikanesine ulaştık. Salonun atmosferi, barutla dolu bir varil gibiydi. İki ailenin erkekleri, düşmanlıklarının yankılarını gözleriyle dile getiriyorlardı.
Karşımda oturan Nico, gözlerini benimkine dikmiş, açık bir meydan okumayla beni izliyordu. Sessizliği bozmayan bu bakışlar bile sinirlerimi geriyordu. Matteo eğilip kulağıma fısıldadı.
"Şimdi gerilmenin sırası değil."
Haklıydı. Zamanlamayı biliyordum, ama içimdeki ilkel yanıtı kontrol etmek için mücadele etmek zorundaydım. Bakışlarımı Don Marcello ve babama çevirdim. İkisi de ortamın her an patlayabilecek gerilimini artırmaktan başka bir şey yapmıyorlardı.
Don Arturo, toplantıyı resmen başlatan yumuşak ama otoriter sesiyle konuştu. "Hepiniz hoş geldiniz."
Babam ve diğer liderler başlarını selam için hafifçe eğdiler. Arturo’nun konuşması, iki ailenin düşmanlık tarihini süpürüp atmak istercesine devam etti.
"Bugün, her iki ailenin arasında bir ittifak gerçekleştirecek olan evlilik ve ön barış şartlarından söz etmek için toplandık. Luca ile Isabelle’in evliliği... her iki aileye de hem barış hem de güç getirecek."
Kuzenim Mattias, sabırsız ve öfkeli bir kahkaha attı.
"Hangi güç?"
Babam ona keskin bir bakış fırlattı, sesi sertti. "Kapa çeneni, Mattias."
Mattias homurdanarak sustu, ama suratındaki ifade bu sessizliğin geçici olduğunu açıkça belli ediyordu. Don Arturo sözlerine devam ederken ortamın gerilimi sinsi bir elektrik gibi havada asılı kalıyordu.
"Moretti ailesi, kurucu ailelerimizdendir. De Santisler ise son on yılda, en güçlü liderlik pozisyonuna ulaşmış bir aile. Bu ittifak sadece barış getirmekle kalmayacak; konumunuzu, servetinizi ve ününüzü de artıracak."
Babam onaylar bir sesle konuştu. "Ben de öyle düşünüyorum."
Don Marcello, gururlu bir şekilde başını salladı. "Ben de," dedi, ama sesindeki hafif titreme dikkatli bir gözden kaçamazdı. O an onunla göz göze geldiğimde, nedenini anladım. Don Marcello da bir avcıydı. Tıpkı benim gibi. O bakışlarda, kendimden bir parça buldum.
Don Arturo, tarafların birbirine selam vermesi gerektiğini belirterek konuşmasını bitirdi. "Bu iki aile arasındaki savaşın bittiğini kabul ettiğimiz gün olacak. Şimdi, sizin için hazırlanan özel bir öğle yemeğine katılmanızı rica ediyorum. El sıkışalım ve bugünü güzel bir yemekle sonlandıralım."
Herkes zoraki bir şekilde el sıkışırken ortamın gerilimi dinmek yerine derinleşiyordu. Gözlerimin önünde bir tiyatro sahnesi vardı; her bir hareket sahte bir maskeden ibaretti.
Nico ve Mario yanıma yaklaştı ve Mario elini uzattı. Mario’nun elini sıktığımda bakışlarındaki sertlik dikkatimi çekti. Ardından Nico ile göz göze geldim, ondan taşan öfke ve meydan okuma hemen hissediliyordu. Morettilerin yüzündeki yenilmişlik maskesi bu kez yerini tutkulu bir savunmaya bırakmıştı. Beklenmedik bir kararlılık.
Mario konuştuğunda sesi soğuk ve kesindi. "Ona bir zarar verirsen, karşında bizi bulursun."
Mario’nun sözleri üzerine kaşlarımı kaldırdım, hafif bir alayla. "Şaşırdım," dedim, alttan bir tehdit taşıyan bir sakinlikle.
Nico soğuk bir şekilde gülümsedi. "Şaşırma, Luca. Rose özeldir."
Bu sadece bir başlangıçtı. Oyunun kuralları değişiyordu ve ben, bu değişime yön verecek kişiydim. O an anladım, Moretti ailesi için Isabelle Rose bir stratejik kart değildi; o, onların gururu, umutlarının son kalesiydi. Ama her şeyden öte, onların zayıflığıydı. Ve Nico ile Mario’nun sesinde sadece bir koruma içgüdüsü değil, bir tür derin bağlılık vardı. Sözlerindeki anlamın ağır olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Isabelle, Mario ve Nico için sadece kuzenleri değil, belki de onların sevgiyle bağlandığı biriydi. Rose, Moretti ailesinin kalbiydi.
Bu farkındalık, dudaklarıma ince bir gülümseme yaydı. Çünkü bir avcı için, avının zayıflığını bilmek kadar büyük bir avantaj yoktu.
Mario’nun sözlerinden sonra Nico da devreye girdi, bakışları daha da tehditkar hale geldi. "O bizim ailemizden biri. Onun canını yakmayı aklından bile geçirme, Luca."
Bu kez gülümsememi gizlemedim. Nico’nun öfkesi beni eğlendirmişti, çünkü gerçek bir avcı olmadığını biliyordum. O, duygularıyla hareket eden biriydi. Bense… ben soğukkanlı ve hesaplıydım. Isabelle üzerindeki bu tutkulu koruma içgüdüsü onların en büyük hatası olacaktı.
Elimi uzattım ve Nico’nun elini sıktım. Parmağımın ucunda hissettiğim baskı, onun bana olan nefretini ele veriyordu. "Korkmayın. Isabelle, Moretti ailesinin istediği kadar ‘özel’ kalacak."
Bu sözlerimde ince bir alay gizliydi ama Mario ya da Nico bunun farkında bile değildi. Avcı her zaman avının duygularını manipüle etme konusunda ustadır. Ben de aynen bunu yapıyordum.
Matteo, yanımda durup bana döndüğünde, yüzünde belirsiz bir rahatsızlık vardı. Sanki Moretti ailesinin Isabelle’e olan bağlılığını anlıyor ve bunun ne kadar karmaşık bir düğüm yaratabileceğini fark ediyordu.
"Bu iş bittiğinde umarım kazandıklarıma değer," dedim, sesimde alışıldık sakinliğimden farklı bir ton vardı.
Matteo kaşlarını çatarak baktı. "Yine bir savaşa hazırlanıyor gibisin."
Ona döndüm, gözlerimi devirdim. "Sence bu bir savaş değil mi?"
Matteo, Moretti erkeklerinin bize karşı nasıl bir gerilimle baktığını fark etti. Derin bir nefes aldı. "Belki de," dedi, ama ses tonu yeterince emin değildi.
Bense, savaşı çoktan kazandığımı biliyordum. Isabelle Rose Moretti onların gururuydu, ama benim için? O, yalnızca bir piyondu. Ve bu oyunda, piyonlar her zaman en önemli hamleleri yapmak için feda edilirdi.
Isabelle
"Bazı savaşlar silahlarla değil, sessizce dökülen gözyaşlarıyla kazanılır." Bu kelimeleri fısıldarken parmaklarım narin bir gül yaprağı üzerinde geziniyordu. Yaprağın altında, parmak uçlarımı hafifçe dikenler acıtıyordu. Bu küçük acı, içimdeki boğucu huzursuzluğun yanında neredeyse rahatlatıcıydı. Masanın üzerindeki solgun yaprağa bakarken, gözlerim doldu. Ama gözyaşlarıma bile izin veremiyordum. Çünkü bu dünyanın, bu yaşamın, gözyaşlarıyla hiçbir ilgisi yoktu.
Neden bu yük benim omuzlarımdaydı? Neden her şeyin ağırlığı beni ezmek için seçilmişti? Büyükannemin sesi zihnimin derinliklerinden yankılandı: "Bu kararlaştırıldı, Isabelle. Ailemiz için yapman gereken bu."
Babam… Onun sessizliği bana en ağır darbeyi vurmuştu. Neredeyse bir yıldır benimle tek kelime konuşmamıştı. Beni bu şekilde yalnız bırakması, yaprakları rüzgârın insafına terk etmek gibiydi. Evlilik hakkında da sustu. Annem ve büyükannem odama gelip, düşman aileden biriyle evlendirileceğimi söylediklerinde içimde kalan son umut da kırılıp düşmüştü. Sevilmediğimi o anda anlamıştım. Ve kimsesizliğin ne demek olduğunu.
Her şey aile içinmiş gibi görünüyordu. Her fedakârlık, her karar… Ama ya ben? Benim isteklerim, benim hayallerim? O masal kitaplarındaki gibi gerçek bir sevgi hayali bile kuramayacak kadar çaresizdim. Parmaklarımı dikenlere biraz daha bastırdım. Belki fiziksel acı, içimde büyüyen o dipsiz boşluğu bir an olsun doldurabilirdi.
Bu evlilik benim seçimim değildi. Ama benim kaderim olabilir miydi? Kader… Ne kadar korkutucu bir kelimeydi. Kalbimdeki korku büyüdü, nefes almak zorlaştı.
Kapıdan gelen hafif bir tıklama beni düşüncelerimden kopardı. Henüz cevap veremeden kapı yavaşça açıldı. Büyükannem içeri girdi. Onun yüzündeki çizgiler, hayatın ve yılların bıraktığı izlerdi. Ama gözlerinde, her zamanki o sert kararlılık parlıyordu. Hayatta kalmanın onun için her zaman bir savaş olduğunu biliyordum. Ve büyükannem hiçbir savaşı kaybetmemişti.
"Zamanı geldi," dedi, sesi soğuk ve duygusuzdu. "Luca De Santis ile hafta sonu tanışacaksın. Düğün, üç hafta sonra yapılacak."
Kalbim hızla çarpmaya başladı. Kaçmak, uzaklaşmak istedim. Geri adım attım, ama kelimeler dudaklarımdan döküldü: "Bu adil değil." Sesim titriyordu, ama susturamıyordum. "Neden hayatımı bir anlaşmaya feda ediyorum? Bunu yapmak zorunda mıyım?"
Büyükannem yüzünde en ufak bir şefkat izi olmadan bana baktı. Tereddüt bile etmedi. "Adil değil mi?" diye sordu. Gözlerinde soğuk bir ifade vardı. "Bu dünyada adalet yok, Isabelle. Aileyi korumak için fedakârlık yapacaksın. Bu sorumluluğu taşıyamayacağını mı düşünüyorsun? Bu senin kaderin."
Kader. Bir kere daha karşıma çıkan o kelime zihnimde yankılanırken, içimde bir şeyler daha kırıldı. Eğer bu benim kaderimse, benim hayatımın anlamı neydi? Gözlerimdeki yaşları saklamaya çalışsam da başaramadım.
De Santis ailesinin varisiyle evlilik... Bu, yalnızca bir düğün değildi. Bu, ailemin hayatta kalması için imzalanmış soğuk, hesaplı bir anlaşmaydı. Luca'nın adını her duyduğumda içimde yankılanan korku, derin bir buz kütlesine dönüşüyordu. Onun adını düşündükçe nefes almak bile zorlaşıyordu. Isabelle Rose Moretti’nin hayatı bir anlaşmanın son maddesine dönüşmüştü. Ve ben bu anlaşmadan ne kurtuluş ne de teselli bulabiliyordum.
Ayrıca Luca De Santis’in kim olduğunu duymuştum. Soğuk, acımasız, asla bağlanmayan bir adam... Bu adamın hayatıma getireceği tek şey korkuydu. Ama en çok korktuğum şey fiziksel acı değil, yalnızlıktı. Uzun süredir o kadar çok yalnız kalmıştım ki bir yabancının beni daha da derin bir uçuruma sürüklemesinden korkuyordum.
Çenemi titreyen ellerimle bastırdım ve sesim bir fısıltıya dönüştü: "Ya bana zarar verirse?"
Büyükannem, odanın ortasında sessizce duruyordu. Sert yüz hatları her zamanki gibi bir kaya kadar katıydı, ama gözlerinde belirsiz bir yumuşaklık vardı. Bu yumuşaklık bir teselli değil, kaderimin mühürlendiğini hatırlatan bir dokunuş gibiydi.
"Luca zor bir adam olabilir," dedi, sesi dengeli ama soğuktu. "Ancak kendi kuralları var. Bu evliliği nasıl yöneteceğin senin elinde. Ona uyum sağlamayı öğrenirsen, her şey daha kolay olur."
Sözleri, bir çeşit öğüt gibi kulağıma çalındı. Ama bunlar teselli değil, emirdi. Onun sertliğine uyum sağlamak… Bu, bir mahkuma verilen hayatta kalma ipuçlarından farksızdı.
"Ben onun gibi değilim," dedim, boğazımdaki düğümü zorlayarak. Sesim bir fısıltı kadar güçsüzdü. "Bu dünyaya ait değilim. Onunla nasıl başa çıkacağım?"
Büyükannem başını hafifçe eğdi. Yüzündeki ifadenin yumuşadığını sanmak bir yanılgı olmalıydı, çünkü hemen ardından gelen bakışları buz gibiydi. "Bu senin istediğin yol olmayabilir," dedi. "Ama bu aile için. Bu ittifak, geleceğimizi güvence altına alacak. Ayrıca…" Duraksadı, bir sonraki sözlerinin ağırlığını ölçüyormuş gibi. "Baban seni ancak bu şekilde affedebilir."
Babam. İçimde bir boşluk, derinleşen bir yara gibi sızladı. Geçen kış evden kaçtığımda bana sırtını dönmüştü. Herhangi bir açıklama yapma şansı bile vermeden beni görmezden gelmişti. Şimdi ise affedilmemin tek yolu, ruhumu ve geleceğimi bir yabancıya teslim etmekti. Affedilmek için hayatımdan vazgeçmek zorunda kalmak… Bu nasıl bir adaletti?
Büyükanneme baktım, belki bir şefkat işareti görürüm diye. Ama onun yüzü bir taş kadar soğuktu. Ne bir pişmanlık, ne bir tereddüt... Yalnızca kesinlik vardı. Onun için bu bir fedakarlık değil, bir zorunluluktu.
"Onunla evlenmek istemiyorum," dedim. Sesim o kadar zayıftı ki, kendi söylediklerimi zar zor işittim. Ama bu itirazın bir anlamı olmadığını biliyordum. Bu evlilik, çoktan kararlaştırılmıştı.
Büyükannem başını eğdi, sessiz bir onay verir gibi. "Ailemizin geleceği sensin, Isabelle. Bu bir görev. Hayatta kalmamızın tek şansı bu ve başka bir seçenek yok."
"Görev, hayatta kalmak…" diye tekrarladım içimden, kelimenin ağırlığı içimde yankılanırken. Bir zamanlar gücün ve ihtişamın sembolü olan Moretti ailesi, şimdi sadece hayatta kalma mücadelesi veren bir gölgeydi.
Büyükannem odadan çıktığında dizlerim beni taşıyamadı. Koltuğa oturdum, başımı ellerimin arasına aldım. Gözlerimden yaşlar süzüldü, ama bu, içimdeki boşluğu doldurmaya yetmedi.
Bir umut kırıntısı aramıştım. Babamın sevgisini, büyükannemin şefkatini, özgürlüğümün bir parçasını… Ama bulduğum tek şey karanlıktı.
Zaferin gerçekte ne olduğunu bir kez daha sorguluyordum. Zaferler kayıplarla ölçülürdü, öyle derlerdi. Ama ya kayıplar çoksa? O zaman kazanılan zaferin anlamı kalır mıydı? Zafer, gözyaşlarıyla, kırık dökük bir kalp ve kaybolan hayallerle yoğrulursa, ne olurdu? Gözlerimden süzülen yaşlar, içimdeki bu sorulara bir cevap arıyordu. Talihime ağlarken, sadece kaybolan seçimlerime değil, onları bulmam için sahip olamadığım şansa da ağlıyordum. Ama artık bir seçenek yoktu.
Zaman, bir sis perdesi gibi geçip gidiyordu. Luca'nın adı, yemek sofralarında daha çok duyulmaya başlamıştı. O adı her duyduğumda içimi kaplayan karanlık, üzerime ağır bir gölge gibi çökmeye devam ediyordu. Sadece adını duymak bile, kalbimi bir köşeye sıkıştırıyor gibiydi. Onun dünyasına girmek zorunda olduğumu biliyordum, ama bu karanlığın içinde kaybolmak, nefes alamamak gibiydi. Hangi yolu seçsem, boğulacaktım sanki.
Derin bir endişe, her gün daha da büyüyordu. Bahçemdeki güllerle ilgilenmek, en azından birkaç dakika huzur bulmak için bir çaba gibiydi. Ama onlar bile artık kalbimi yatıştırmıyordu. İçimdeki savaş her geçen gün daha da derinleşiyordu. Zihnimdeki gürültü, ruhumun sancılarıyla birleşerek beni eziyordu. Bu evlilik, bana yalnızca bir anlaşma olarak sunulsa da, ruhumda bir devrim yaratıyordu. Anlaşmalar yıkabilir, kırabilir ve yeniden şekillendirebilir… ama ya kalbim ve ruhum?
Luca, karanlıkta yaşayan bir adamdı. Biz asla bir araya gelemeyecek iki yabancıydık. Bir avcı ve av. Soğuk bakışları, bana zarar verebilecek kadar keskin ve sertti. Ona direnmek, onun dünyasından kaçmak… Bunu istemek en doğal refleksim gibiydi. Ama kaçabilir miydim? Bunu bile bilmiyordum. Zaten kimse buna izin vermezdi.
O, bana zarar verebilecek kadar güçlüydü. Bir zamanlar özgürlüğümü her şeyden değerli tutarken, şimdi, bu anlaşmanın içinde her şeyimi ona teslim etme zorunluluğu hissediyordum.
Ve Luca’nın karanlığı, beni çoktan içine çekmeye başlamıştı.
Luca
Andrew, yani Isabelle Rose’u koruyacak olan yakın korumayı, bizzat ben seçmiştim. Eski bir askerdi; yıllardır sadakatinden ve bağlılığından emin olduğum adamlarımdan biriydi. Daha şimdiden Moretti konağına yerleşmişti. Don Marcello Moretti’nin bu konuda itiraz etmemesi, hatta isteğimizi makul bir şekilde kabul etmesi oldukça şaşırtıcıydı.
Isabelle’in her hareketi dikkatle izleniyordu. Babasının izni olmadan evden adım atamasa da evde de ne yaptığını bilmek istiyordum. Günlerini daha çok odasında kitap okuyarak, parfüm markasının yeni tasarımlarıyla ilgilenerek ve gül bahçesinde oyalanarak geçiriyordu. Akşamları, kız kardeşiyle film izlediğini öğrenmiştim. En çok sevdikleri filmler romantik komedi ve fantastik tarzındaydı. Ancak Andrew’un birkaç gün önce verdiği rapor, beni düşüncelere sevk etmişti: Isabelle giderek daha fazla endişeli görünüyordu. Bu endişe, yaşadıklarının doğal bir sonucuydu belki, ama yine de...
Bir tepki vermiyordu. Oysa onun bir tepki vermesini bekliyordum. Mevcut hali, Isabelle Rose Moretti’nin gerçek yüzü gibi gelmiyordu. Öğrendiklerim, onun yalnızca kırılgan bir genç kadın olmadığını, derinlerde çok daha fazlasını sakladığını gösteriyordu. İçinde bir direnç vardı—susturulmuş, ama canlı bir direnç. Önümüzdeki yol zorlu olacaktı, ancak Isabelle’in korkusunu istemiyordum.
Asıl istediğim, onun saygısını kazanmaktı. Bu evlilik, yalnızca bir ittifaktan ibaret olmamalıydı. Isabelle’in zihnine ve ruhuna ulaşmak... işte bu, anlaşmamızın gerçek özü olmalıydı. Sevgi ya da merhamet aramıyordum. Bu, romantizme dair bir mesele değildi. Aradığım şey, karşılıklı bir anlayış ve beraberliğin doğurduğu hakiki bir zaferdi.
Ofisimde, derin düşüncelerle boğuşurken buldum kendimi. Kaç gündür Isabelle’i düşünmeden tek bir an geçiremediğimi fark ettiğimde, bu beni sarsmıştı. Kafamdaki sorular, sürekli onun etrafında dönüyordu. Ne düşündüğünü her an bilmek istiyordum. Beni en çok düşündüren bu evliliği bir formalite ya da görev olarak görüp görmediğiydi. Kaçma girişimini düşündükçe, böyle bir ihtimal şaşırtıcı olmazdı.
Ama Isabelle’in kaçış planlarını gölgede bırakacak kadar büyük bir gerçek vardı: Bu ittifak, iki aile için de çok derin anlamlar taşıyordu. Benim içinse bu anlaşma, yalnızca politik bir zafer değildi. Isabelle Rose Moretti’yi, yalnızca adıyla değil, tamamen elde etmek istiyordum. Ve onun da bu evlilik için çabalamasını bekliyordum.
Güvenini kazanmadan, gerçek bir evlilik mümkün değildi. Ve bu dünyada, kader bize seçim hakkı tanımasa da, elimi tutacak kişinin bana güvenmesini istiyordum. Isabelle’e bu güveni vermeyi planlıyordum. O benim yalnızca eşim değil, ortağım da olmalıydı. Bunun için onun kalbini ve ruhunu fethetmem gerekecekse bunu da yapacaktım. Belki bu şekilde kalbindeki ve zihnindeki şüpheleri dindirebilir, bu evliliği hakiki bir birlikteliğe dönüştürebilirdim.
Zaman... her şeyin anahtarıydı. Onun korkularını dindirebilmek ve bu evliliği bir anlaşma olmaktan çıkarıp gerçek bir beraberlik haline getirmek için ne gerekiyorsa yapacaktım. Çünkü Isabelle Rose, bana her anlamda bir zafer sağlayacaktı. Bu nedenle Isabelle Rose’un direncine dokunacak, onun kalbini açacak bir yol bulacaktım. Ve o gün geldiğinde, bu evliliğin ne anlama geldiğini ikimiz de öğrenecektik.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |