18. Bölüm

14

kitsudaphne
kitsudaphne

YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.

 

"Sei il pezzo mancante del mio puzzle. Seninle tamamlanıyorum, Belle. Ne olursa olsun, seni koruyacağım."— Luca De Santis

Luca

Sabah uyandığımda, ilk kez gülümseyerek yataktan doğruldum. Seni sevmek istiyorum. Belle’in o güzel sesinden duyduğum bu cümlenin bir anda her şeyi değiştirebileceğini hiç düşünmezdim. Ama öyleydi.

İlk iş, telefonuma baktım. Andrew henüz mesaj atmamıştı. Ben de spor kıyafetlerimi giyip bodrum kattaki spor salonuna indim. Koşu bandında başladım; ardından egzersizler… Bir saatin sonunda kendimi daha iyi hissederek yukarı çıktım ve duş aldım. Giyinirken telefonuma bir bildirim düştü.

Andrew: Bayan Isabelle Rose yeni uyandı. Bugün mutlu görünüyor.

Mutlu… Gülümsedim. İlk kez, ben de öyleydim. Düne rağmen... Çünkü Belle beni sevmek istiyordu. Bu tek cümle, geri kalan her şeyi önemsizleştiriyordu. Aynada gördüğüm, mutlu bir Luca’ydı.

Hazırlıklarımı bitirip odadan çıktım. Yemek salonuna doğru ilerledim. Annem ve babam her zamanki gibi masadaydı. Onlara günaydın dedikten sonra yerime geçtim. Matteo çoğunlukla bizimle kalırdı ama dün akşam şehirdeki dairesinde kalmış olmalıydı. Oturur oturmaz kahvem geldi. Matteo’ya mesaj yazdım:

Ben: Günaydın, evde misin?

Kahvaltı, sessizlik içinde geçti. Tabaklarım temizlendiğinde babam ikinci kahvesini yudumluyor, arkasına yaslanıyordu.

"Bugün Marcello ile konuşacağım. Yanımda olmak ister misin?" diye sordu.

"Hayır," dedim, fincanımı masaya bırakırken. "Sonucu bana bildirirsin."

"Peki."

Tam o sırada telefonu çaldı. Ekrandaki ismi bana gösterdi: Anton Rakov.

"Günaydın, Anton," dedi ve telefonun hoparlöründen gelen sesi dikkatle dinledi. Ardından konuşmaya devam etti:

"Ne rahatsızlığı? Elbette istediğin zaman beni arayabilirsin."

Kısa bir duraksamadan sonra gülümsedi. "İyiyiz, siz nasılsınız?"

Cevabını dinlerken gözlerini bana çevirdi. Bakışları sakin ama dikkatliydi.

"Ben de anlaşmadan memnunum," dedi. "Her iki aile için de iyi olacak. Beraber daha büyük işler başaracağız."

Bir süre karşıdaki sesi dinledikten sonra başını salladı.

"Bu akşam mı? Elbette, iyi olur. Saat sekizde geliriz. Görüşürüz."

Telefonu kapattığında bana döndü. "Anton Rakov," dedi kısa bir açıklama yapacakmış gibi.

Babam, masada arkasına yaslanarak konuşmasına devam etti. "Birazdan Marcello’yu da arayacak. Muhtemelen kabul edecektir. Davete Isabelle ile gelmen daha uygun olur."

"Elbette," dedim.

Aklım Belle’e kaydığında ufak bir gülümsemenin yüzümde belirdiğini fark ettim. Annem bu gülümsemeyi yakalamış olmalıydı. Mutlu bir ifadeyle beni inceledikten sonra sessizce kahvesini yudumlamaya devam etti.

Telefonumu çıkardım ve mesaj yazdım:

Ben: Günaydın, Belle.

Gönder tuşuna bastığım andan itibaren sabırsızlıkla yanıt beklemeye başladım. Tam o sırada Matteo’dan bir mesaj geldi.

Matteo: Evet, evdeyim. Yarım saat sonra ofiste olurum.

Ben: Tamam, orada görüşürüz. Bu arada akşam Rakovlar’a gidiyoruz. Sen de geliyorsun.

Matteo: Olur. Mattias gelemez ama Tommaso ve Diego’yu çağırayım mı?

Tommaso ve Diego güçlü ve sadık adamlardı. Matteo’nun onları destek için çağırmak istediğinin farkındaydım.

Ben: Çağır.

Matteo: Emredersin, Il Predatore.

Telefonu cebime koyarken babama döndüm. "Ben ofise geçiyorum."

"Tamam," dedi, kahvesini bırakırken. "Akşam görüşürüz. Marcello ile görüştükten sonra seni ararım."

"Tamam. Ben Belle’i alır, direkt Rakov malikanesine geçerim."

Başını salladı. Annemin yanına ilerledim ve yanağına bir öpücük kondurdum. "Görüşürüz, anne."

"Görüşürüz, oğlum," dedi gülümseyerek.

Dışarı çıkıp arabaya ilerledim. Kontağı çevirmeden önce telefonuma bir bildirim düştü. Belle’den gelen mesajı hemen açtım.

Belle: Günaydın Luca. Nasılsın?

Hemen aradım. Telefon birkaç kez çaldıktan sonra sesi duyuldu.

"İyiyim Belle, sen?"

"Ben de iyiyim."

Ses tonu hafif heyecanlıydı ve her zamanki gibi güzeldi.

"Bu akşam Anton Rakov ve ailesiyle yemek yiyeceğiz. Onların evinde."

"Biraz önce babamı da aradı. Babam kabul etti."

"Seni yedide almaya gelirim," dedim.

"Hazır olurum," dedi nazikçe.

Bir an duraksadım. Dilimin ucuna gelen soruyu sormak istedim ama yapamadım. Milan Marconi meselesi hâlâ aklımı kurcalıyordu. Onun yerine daha basit bir şey söyledim:

"Akşam düzgün bir şey giy. Beni çıldırtmayacak bir şey olsun."

"Peki, Luca."

Sesinde kırgın bir ton vardı. Bu şekilde anlamasını istememiştim.

"Dikkatim dağılmamalı, Belle. Fazla güzelsin," dedim.

Cümlenin etkisi hemen anlaşıldı. Nefesinin bir anlığına kesildiğini fark ettim.

"Olur," dedi, sesi titrek çıkmıştı.

"Akşam görüşürüz, Principessa."

Telefonun diğer ucundan minik bir gülüş duyuldu. "Görüşürüz, Luca."

Sesi yumuşacık bir melodi gibiydi. Adım dudaklarından dökülürken hissettiğim şey tarifsizdi. Ne kadar söylese de üzerimdeki etkisi hep aynıydı: eşsiz ve büyüleyici.

Telefonu kapatırken derin bir nefes aldım. Belle... İçimde bir şeyleri harekete geçiriyordu. Bir kıvılcım, bir yangın, belki de bir kasırga… Ama asla durmuyordu. Hislerim giderek yoğunlaşıyordu.

Bir an önce akşam olmasını istiyordum. Ofise doğru ilerlerken tek düşündüğüm buydu.

Isabelle

Başkasını bulmak kolaydır; zor olan kendini bulmaktır. Bazıları şanslıdır, kendiyle erken tanışır. Bazılarıysa bir ömür boyu bunu arar. Ama en zoru, kendini bulduğunu sanmaktır. Yabancı bir çift gözle aynadaki yansımaya bakıp, o kişinin sen olduğuna inanmak...

Bu sabah uyandığımda, uzun süredir ilk kez mutlu hissettim. İlk kez, itirafımdan ya da sonuçlarından korkmadan konuşmuştum. Ama yine de, düşününce bu utanç vericiydi. O an kendimi durduramamıştım. Seni sevmek istiyorum. Bu cümleyi kurmuştum. Onu sevmek istiyordum.

Ama zihnimde bir ses susmuyordu. Ya o beni sevmek istemiyorsa? Şimdi böyle davranıyor olsa bile, hikayemin tamamını öğrendiğinde hâlâ beni sevecek miydi?

Bu düşünceler beni tüketiyordu. Belki de bu yüzden insanlar kendi gerçeklerini saklıyordu. Çünkü gerçeklerimizi bildiklerinde, bizi terk edeceklerinden korkuyorduk. Ya da bunu biliyorduk. İşte bu yüzden bir solukta anlatılacak hikayeler bir ömür boyu dudaklarımızdan dökülmüyordu. Boğazımızda düğüm olup kalıyordu.

Yataktan kalktım, hazırlandım ve kahvaltıya inmek için aynanın karşısında kendime son bir kez baktım. Telefonumu odamda bırakarak yemek salonuna indim. Hafta sonuydu ve herkes masadaydı. Günaydın diyerek kız kardeşim Elena’nın yanına oturdum. O beni yanağımdan öptü.

Birbirimize küçük bir gülümsemeyle karşılık verdik ve kahvaltımıza başladık. Masada erkekler günlük işleri ve gelecek hafta yapılacak önemli toplantıyı konuşuyorlardı. Sessizce kahvaltımı sürdürürken babamın telefonu çaldı.

"Anton, nasılsın?" dedi babam, telefonu kulağına götürerek.

Bir süre karşı tarafı dinledi. "İyiyim, sen?" diye devam etti. Ancak yüzünde bir düşüncelilik vardı. Bakışları kısa bir an için bana döndü.

"De Santisler de gelecek, öyle mi?" dedi, sesi biraz daha ciddi bir tona bürünerek.

Bir süre daha dinledi. "Biz de geliriz," dedi ardından. "O zaman sekizde görüşürüz."

Telefonu kapattığında, bakışlarını Nico ile Mario’ya çevirdi.

"Rakovlar akşam yemeğine davet etti. De Santisler de orada olacak."

Nico’nun yüzü, babamın sözlerinden sonra bana döndü. Gözlerinde gergin bir ifade vardı.

"Marconiler de orada olacak," dedi babam. Ardından ekledi, "Leo’ya haber verin. Bu akşam bizimle gelecek."

Leo… Büyük kuzenim. Babamın en sadık ikinci adamı. Nico’dan sonra. Uzun süredir Chicago’daydı. İki gün önce dönmüştü.

"Hemen arıyorum, amca," dedi Nico.

Mario ile göz göze geldiğimizde ikimizin de zihninde aynı isim yankılanıyordu: Milan Marconi.

Korkulu rüyam. Ve bana olan saplantısı.

Milan normal bir adam değildi. Bu sevgi değildi. Çocukluğumdan beri onun takibindeydim. Sürekli canımı yakan tek kişi oydu. Küçükken bunu anlamak zordu, ama büyüdüğümüzde işler değişmişti.

Ve şimdi, bu akşam onu tekrar görecek olmam, içimdeki korkuyu körüklüyordu.

Babamın o adı söylemesinin ardından masadaki tüm sesler silindi. Sanki tüm dünya durdu, sadece o isim yankılandı kulaklarımda. Ellerimi masanın altına sakladım, ama titremelerini durduramadım. Gözlerim bir noktaya sabitlendi. Zihnim beni yıllar öncesine, çocukluğuma, gençliğime, tüm karanlık anılara sürükledi.

Beni neredeyse mahveden anılara.

Milan Marconi tehlikeli bir canavardı. Evet, Luca De Santis de tehlikeli bir adam olarak görülürdü, ama bu farklıydı. Luca’nın hikayeleri iş dünyasına, stratejiye ve güce dairdi. Milan ise hayatının her alanında bir canavardı. Çocukluğumda, her fırsatta canımı yakmanın bir yolunu bulmuştu. Beni rahatsız eden şey sadece sözleri değildi; bakışları, duruşu, varlığı bile huzurumu kaçırırdı. Ondan uzak durmaya çalıştım, ama her seferinde başarısız oldum. Çünkü Milan Marconi, her zaman benim peşimdeydi.

Babam beni asla okula göndermemişti. Ben onun gözünde özel, korunması gereken en değerli varlıktım. Bana bir şey olacağından korkar, her an üzerimde titrerdi. Annem ve Elena için bile bu kadar kaygılanmazdı. Ama bir gün, at binerken ona okulun nasıl bir yer olduğunu merak ettiğimi söyledim. Babam sessizce saçlarımı okşadı. O an hiçbir şey söylemedi. Ertesi gün beni odasına çağırdığında Mario da oradaydı.

"Bir dönem okula gitmene izin vereceğim, Rose," dedi. "Mario ile aynı liseye gideceksin. Ama istediğim an seni oradan alabileceğimi unutma."

Heyecandan sadece gülümseyebilmiştim. Ve pazartesi günü geldiğinde… ilk kez bir okulun kapısından içeri adım attım.

O koridorda, ilk karşıma çıkan kişi Milan Marconi oldu. Yanında arkadaşları vardı: Nicolo Rizzo ve Tommaso Costa. Titanlar. Onlara herkes böyle derdi. Milan güçlü bir bölge şefinin yani caponun oğluydu, geleceğin lideri olarak yetişiyordu. Ama benim için sadece bir kâbustu.

Mario, Titanlar tarafından tutulurken Milan bana doğru geldi. Beni dolaba doğru itip sıkıştırdı. Kulağıma eğildiğinde, kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu.

"La mia Rosa (benim gülüm),” dedi, sesi yılan gibi tıslayarak. "Geleceğini haber verseydin, seni kapıda bekler, özel bir karşılama yapardım."

"Yapma, Milan," dedim, ellerimle onu uzaklaştırmaya çalışarak. Ama onun tek yaptığı, bileklerimi sıkıca kavrayarak beni hareketsiz bırakmaktı.

"Benim olduğunu unutma. Her zaman peşinde olacağımı da."

Beni bıraktığında gözlerindeki karanlık bakışlar bir an bile üzerimden ayrılmadı. Geri çekilirken bana son bir kez baktı ve ardından Titanlar’la birlikte uzaklaştı.

O gün Mario’ya kulağıma fısıldadığı sözleri aktarsam da babama bir şey söylememesini istedim. Babam, Marconiler gibi güçlü bir aileye karşı koyamazdı. Yine de Milan’dan nefret ederdi. Eğer beni tehdit ettiğini bilse... durmazdım.

Milan’ın bakışları, o günden sonra her yerde üzerimdeydi. Sınıfta, bahçede, yemekhanede. Her adımımı takip ediyor gibiydi. Ama ona rağmen, Mario’nun arkadaşlarıyla vakit geçirmek güzeldi. Onlar normaldi. İyi, komik, eğlenceli insanlardı. Aralarından biri bana âşık olana kadar her şey iyiydi.

Milan bunu hemen fark etti. O çocuğa sadece tehditler savurmadığından emindim. Milan gibiler değişmezdi. Onlar korku salar, yalan söyler ve asla durmazdı.

Bir gece, Mario’nun bir arkadaşının ev partisine gitmiştik. Milan da oradaydı. Gözlerimle ondan uzak bir yer ararken, o beni buldu. Tenha bir yere çekmesi bir anda oldu. Bana yaklaştığında nefes alamıyordum. Her korkum yeniden tetiklenmişti.

"Senin için tek erkek benim, la mia Rosa," dedi, sesi buz gibi bir kesinlikle. "Bunu asla unutma."

Adımı bir lakap gibi kullanmasından nefret ediyordum. Gideceği sırada ona cesaretle sordum: "Ona ne yaptın?"

Gülümsemesi çirkin bir hal aldı. "Onu dövdükten sonra mı? Ah, sanırım askeri okula gitmiş olabilir. Terbiye alması gerekiyordu."

Çenemi yakaladı, yüzüme yaklaşarak o karanlık bakışlarıyla beni esir aldı.

"Benim olduğunda her şey değişecek, la mia Rosa. Babam senin için şimdiden anlaşma yapacak. O zamana kadar sana yaklaşan, sana bakan herkesin sonu aynı olacak."

Gözlerime bakıyordu, ama ben onun gözlerine bakamıyordum. Milan bir canavardı. Gerçek bir travma. Ve asla geri adım atmıyordu.

Saplantılar, onlardan kurtulamadığınızda daha da tehlikeli bir hal alır. Milan Marconi işte böyle bir saplantının adıydı, kendisiydi. Onun tehlikeli bir adama dönüşmesini izlerken, o karanlığın beni de içine çekmek istediğini hep hissederdim.

Bir gün okulda spor eğitimi sırasında koşarken bileğimi burktum. Yere düştüğümde acıdan hareket edemiyordum. O an, Milan beni hemen fark etti. Gözlerini üzerimden ayırmadan yanıma geldi, kollarını uzattı ve beni kucaklayarak revire taşıdı. Onun dokunuşlarından hep kaçmak isterdim, ama bu kez kaçamamıştım.

Revirde, hemşire ayağıma merhem sürerken Milan yanımda durdu. O an garip bir şekilde centilmendi. Hemşire, ağrı kesiciyi verip beni dinlenmem için yalnız bıraktığında Milan’ın üzerime eğildiğini fark ettim. Gözleri dudağıma kilitlenmişti, alt dudağını hafifçe ısırdı.

"Bir gün tamamen benim olmanı sabırsızlıkla bekliyorum, il mio tesoro (hazinem, bazı çevirilerde aşkım/sevgilim anlamında da kullanılmaktadır)," dedi, sesi yumuşak ama tehditkâr. "O zamana kadar sana nasıl dayanacağımı bilmiyorum."

O sandalyeye oturduğunda bile rahatlayamadım. Çünkü bir eli karnımdan belime doğru kaydı, parmak uçları yavaşça beni okşuyordu. Her hücrem bu dokunuşlara tepki verirken, nefes almakta zorlanıyordum.

"Lütfen," diye fısıldadım.

"Lütfen ne?" diye sordu, alayla karışık bir merakla.

"Bırak Milan, bana dokunma."

Gözleri kısılırken dudaklarında sinsice bir gülümseme belirdi. "Benim olduğunda durmayacağım, la mia Rosa."

O gün kararımı verdim. Babamın karşısına çıktım ve evde eğitime devam etmek istediğimi söyledim. Babam şaşırsa da bir şey sormadı. Zaten her zaman evde olmamı tercih ederdi.

Ancak Milan’dan kurtulmam mümkün değildi. Onun gölgesi her zaman üzerimdeydi. 16 yaşıma bastığım yıl, Marconi ailesi hafta sonu barbeküsü için bize geldi. Milan’ı gördüğüm an midem bulandı. Ondan uzak durmak için Mario’yla ata bindim. Babamın bana çocukken hediye ettiği, siyah tüylü atım Gece’nin sırtında, huzur bulabileceğim bir yer arıyordum.

Mario’nun telefonunun çalmasıyla yalnız kaldım. O sırada Tommaso aniden atımın önünde belirdi ve bir dakika sonra Milan atıma bindi. Arkama geçip kolunu belime doladığı an, Gece huysuzlandı. Milan, atı kontrol edebileceğini sandı ama yanıldı. Gece, yalnızca bana alışkındı. Huysuzluğu hızla şiddetlendi ve sonunda bizi üstünden attı. Başımı yere çarptığımda karanlığa gömüldüm.

Gözlerimi açtığımda, bir hemşire başucumdaydı. Bana iki gündür uyuduğumu söyledi. Aileme haber vereceğini belirttikten sonra odadan çıktı. Çok geçmeden babam, Mario ve Elena başta olmak üzere ailem yanıma geldi. Elena’nın gözleri ağlamaktan kıpkırmızıydı. Mario, yanıma yaklaşıp hüzünle gülümsedi.

Ama ardından gelen kişiler huzurumu yeniden kaçırdı: Roberto Marconi ve Milan. Milan’ın yüzünde yaralar ve morluklar vardı. Bakışları suçluluk ve üzüntü doluydu, ama onun yanımda olmasını istemiyordum.

Roberto, "Geçmiş olsun," dedi, babama dönerek. "Bu kazanın ya da bu durumun tekrarlanmaması için elimizden geleni yapacağız."

Babam ise Roberto’ya doğrudan bakarak, "Milan’ı buradan götür," dedi, sesi soğuk ve kararlı. "Bir daha asla Rose’un yanına yaklaşmayacak."

Roberto başını eğip kısa bir cevap verdi. "Onu buradan götüreceğim."

Ailem odadan çıktığında, Mario bana Milan kazadan sonra ayılır ayılmaz onu dövdüğünü söyledi. O andan itibaren Marconi ailesini bir yıl boyunca bir daha görmedim.

Ancak 17 yaşıma bastığım yaz, bu huzur sona erdi. Babam, doğum günüm için yalnızca dostlarımızın davetli olduğu bir parti düzenlemeye karar verdi. Ancak Marconi ailesinin de geleceğini öğrendiğimde tüm hevesim kaçtı. Bir yıl boyunca görmediğim Milan’ın yeniden hayatıma girmesi düşüncesi mideme oturan bir taş gibiydi.

O gün Mario bana sarılarak, "Sana dokunmasına asla izin vermem, Rose. Bana güven," dedi. Mario’ya güveniyordum. Ama Milan gibiler asla durmazdı.

Partiye en erken gelenler Marconiler ve Milan’ın arkadaşları, Titanlar oldu. Milan’a selam vermek zorunda kaldım, ama göz teması kurmaktan kaçındım. Yine de onun bakışları her an üzerimdeydi. Tüm gece boyunca bakışlarını bir gölge gibi hissettim.

Milan söz konusu ben olduğumda geri adım atmazdı. Ve ben, onun saplantısının beni daha ne kadar takip edeceğini bilmiyordum.

Eve gelen diğer bölge şefleri ve oğulları beni baştan aşağı incelerken, Milan bir süre uzakta durdu. Bakışlarını üzerimde hissettiğimde bile onu görmezden gelmeye çalıştım. Babam da benim kadar gergindi; bunu duruşundan ve sürekli bana bakışından anlayabiliyordum. Ancak Milan’ın beni yalnız yakalamaya çalıştığını fark etmem uzun sürmedi. Ve bir an, sadece bir an, bunu başardı.

Kolumu yakaladı ve beni kimsenin göremeyeceği bir köşeye çekti. O kadar hızlı olmuştu ki bağırmaya fırsat bulamamıştım. Soluk soluğa önümde durduğunda, kalbim deli gibi atıyordu. Kendimi kilometrelerce koşmuş ve sonunda beni yok etmek isteyen bir canavara yakalanmış gibi hissediyordum.

"La mia Rosa," dedi yavaşça. "Bana bak."

Başımı çevirdim. Hayır, bakamazdım. Gözlerimi kaparsam, belki bu kâbus sona ererdi.

"Bana bak," diye tekrarladı, bu kez sesi daha sert ve keskin. Bıçak gibi keskin.

Gözlerimi yavaşça açtım. Bakışları delip geçiyordu.

"Benden korkmanı istemiyorum."

Bunun o kadar saçma bir söz olduğunu düşündüm ki bir an cevap vermeyi bile unuttum.

"Babam senin için anlaşma yapacak. Bugün." Sesindeki kararlılık beni dondurdu. "Bir yıl sonra benim olacaksın."

Alarm çanları zihnimde yankılandı. Sözleri ruhumu sarstı; içimde bir deprem etkisi yaratmıştı. Geri çekilmeye çalıştım, ama duvara çarptım. Onun gölgesinde sıkışmıştım.

Milan durmuyordu. Durmayacaktı.

Saçlarımı nazikçe tuttu ve beni bakmaya zorladı. "Neden beni sevmedin?" diye sordu, sesindeki kırılganlık beni bir an afallattı.

Öfkem ve isyanım o an içimden fışkırdı. "Çünkü sen bir canavarsın," dedim, dişlerimi sıkarak. "Gerçek bir canavar."

"Niye anlamıyorsun, Rose? Seni seviyorum."

"Sen sevemezsin, Milan."

"Seni sevdim, il mio tesoro," dedi, sesi şimdi daha yumuşak ama bir o kadar karanlık.

"Seninki sadece bir takıntı, Milan. Bu sevgi değil."

Bir süre gözlerimin içine baktı. Bakışlarımın ardında bir şey bulmaya çalışıyordu. Başaramayınca, birkaç adım geri çekildi. Alaycı bir gülümsemeyle başını salladı.

"Yanılıyorsun, la mia Rosa. Ve bunu sana ispatlayacağım. Evlendikten sonra."

Beni korkularımla baş başa bırakıp uzaklaştı. Odama kaçtım. Tüm misafirler gidene kadar dışarı çıkmadım.

Mario, beni kontrol etmek için odama geldiğinde önce hiçbir şey söylemedim. Ama bir şekilde beni konuşturmayı başardı. Titreyerek her şeyi anlattım. O sırada saçlarımı okşayıp bana sarıldı.

"Amcam buna asla izin vermez," dedi. "Ben de. Korkma, Rose. Her şeyi halledeceğim."

Ama o günden sonra Marconi ailesi gözden kayboldu. Uzun bir süre onları görmedim. Yine de Nico’dan duyduğuma göre, Milan Marconi benden asla vazgeçmemişti.

Babam, o günden sonra beni hiçbir davete götürmedi. Tek bir gün hariç. Konsey liderimizin yani padrinonun yılbaşı partisi. Tüm ailelerin katılması zorunluydu.

Leo ve Mario tüm gece yanımdan ayrılmadı. Milan’ı yalnızca uzaktan izleyebildim. Ama bakışları, sanki bir zincir gibi üzerimdeydi. Her an beni göz hapsinde tutarken, varlığını ruhumda hissettim. Eve döndüğümde nihayet rahatladığımı düşündüm, ama telefonuma gelen mesaj tüm huzurumu alt üst etti.

"Beni özledin mi, la mia Rosa?"

Mesajı silmeye çalışırken yenisi geldi: "Ben seni çok özledim. Yarın seni görmek için sabırsızlanıyorum."

Yarın mı? Telaşla misafir odasına koştum. Kapıyı çaldığımda Mario hemen açtı. Telefonu gösterdim.

"Biliyorum," dedi. "Nico’dan yeni öğrendim. Roberto Marconi, babanla iş görüşmesi yapmak için gelmek istemiş. Padrino’dan izin almış. Babanın kabul etmekten başka çaresi yokmuş. Yarın akşam yemekte davetliler."

"Mario…" dedim, ama başka bir şey diyemedim.

"Hiçbir sorun çıkmayacak," dedi. Ama çıkacağını biliyordum.

Ertesi sabah uyandığımda, her şey hâlâ karanlık bir gecenin ağırlığını taşıyordu. O zamanlar Daniel’le çoktan tanışmıştım. Daniel kim olduğumu bilmese de korkularımı biliyordu. Bana yine, "Gidelim," demişti. Ama o zaman diliminde hiçbir yere gitmeye, bir adım atmaya cesaret edemiyordum.

Kendimi meşgul etmek ve düşüncelerden uzaklaşmak için gün boyunca çiçeklerimle ilgilenerek huzur bulmaya çalıştım; nafileydi. Akşam olduğunda, en kapalı elbiselerimden birini seçip sessizce aşağı indim.

Babam, üzerimdeki elbiseye bakıp gözlerime dikkatle baktı. "İyi misin?" diye sordu.

"İyiyim," dedim. Ama sesimdeki titremeden, onun da inanmadığını biliyordum.

O sırada kapılar açıldı ve Marconi ailesi içeri girdi. Milan’ın simsiyah takım elbisesi içindeki hâli beni dondurdu. Bakışları hemen beni buldu. Beni baştan aşağı inceledi. Sonra o tanıdık, alaycı gülümseme dudaklarında belirdi.

Ve o an, tüm kaçış yollarının kapandığını bir kez daha hissettim.

Herkes yemek odasında bir şeyler konuşuyor, kahkahalar yükseliyordu. Ama benim düşüncelerim çok uzaktaydı. Derken, bir sıcaklık hissettim. Milan yanıma gelmişti. Elini belime koydu, hafifçe eğilip kulağıma fısıldadı:

"Bu zavallı giysinin içinde bile ışıldıyorsun, il mio tesoro. Gerçek bir hazinesin."

Sözleri soğuk bir demir gibi derime işledi. Bakışlarındaki anlam çok açıktı. "Benimsin," diyordu.

Yemeğe geçtiğimizde masada herkes nezaketle konuşmaya çalışıyordu. Babam her zamanki gibi ölçülüydü, ama ben sessizdim. Çatalımı elime almış, tabaktaki yemeği sadece oynatıyordum. Derken Roberto Marconi, bakışlarını bana çevirerek sözü doğrudan bana getirdi.

"Rose, giderek daha güzel bir genç kız olmuşsun."

"Teşekkür ederim, efendim," diye fısıldadım.

Roberto, babama dönüp gülümsediğinde, onun Milan’la olan benzerliğini fark ettim. İkisi de karanlık kalplerini saklama gereği duymuyordu.

"Rose için bir anlaşma yapmadığını duydum," dedi Roberto, doğrudan babama.

Babamın yüzü bir gölge gibi karardı. Ona baktığında gergin bir ifadeyle, "Lütfen Roberto, bu konu…" diye mırıldandı.

Roberto’nun yüzünde bir zafer gülümsemesi belirdi. "Padrinomuz çoktan izin verdi. Milan ile Rose’un iyi bir çift olacağını düşünüyor. Neyse…" Sandalyesini geriye itti, ayağa kalktı. "Bu işi odanda konuşalım mı, Marcello? Böylece güzel leydileri ve değerli eşlerimizi rahatsız etmeyelim."

Onlar kalkıp odadan çıkarken, dünya ayaklarımın altından kayıyordu. Bu kadardı. Hayatım, tek bir söze bağlıydı. Ve bitmişti.

Milan’la göz göze geldiğimde gülümsemesi, tüm yüzünü sardı. O gülüş… soğuk, hesaplayıcı, zafer doluydu. Yarım saat sonra telefonuma bir mesaj geldi.

"Benim olacaksın, Rose. Ömür boyu."

Annem, Bayan Martina ile konuşuyordu. Daha fazla dayanamadım. Bir bahane uydurarak izin istedim ve odama gitmek üzere merdivenlere yöneldim. Ancak, bir el bileğimi yakaladı.

Milan.

Söz söylememe fırsat vermeden beni yukarı, odama sürükledi. Kapıyı kapattı ve beni sertçe kapıya yasladı. Bakışları alev gibi yanıyordu.

"İmzalar yarın atılacak, Rose. Artık benimsin."

Sözleri ruhumu buz gibi bir soğukla sardı. Kabusların gerçekliğini o an anladım.

Milan çenemi tuttu, dudaklarına yaklaştı. Artık görmezden gelemezdim. İçimdeki korkuyu öfkeye dönüştürerek bacaklarının ortasına bir tekme attım. İnleyerek yere yığıldığında, arkamı dönüp kaçmaya çalıştım. Ama çok çabuk toparlandı.

Beni bileklerimden yakaladı, kolları arasında hapsetti. "Bu asi hâline tapıyorum," dedi alaycı bir tonla. "Ama bundan sonra asi olduğunda…" Gözleri karanlık bir gölgeye büründü. "Bunun bir karşılığı olacak, la mia Rosa."

Nefesim düzensizdi. "Bu ne demek, Milan?" diye sordum titreyerek.

"Bana itaat edilmesine alışkınım, Rose. Sen de boyun eğmek zorundasın."

Onu ittim, ama hareket etmedi. "Asla senin olmayacağım," dedim sert bir şekilde.

Milan, bakışlarıyla üzerimde bir duvar ördü. "Dene de sonuçları gör, Rose."

Gözlerim doldu. Bu anın geleceğini biliyordum. Ama bunun ne kadar yıkıcı olacağını asla hayal edemezdim. Kendi hayatımdan ve kaderimden bu kadar nefret ettiğim bir an olmamıştı.

Milan başını eğdi, dudaklarını dudaklarıma yaklaştırdı. Ancak, başımı çevirdiğimde durdu. Sinirle homurdandı ama beni öpmedi. Bunun yerine kulağıma fısıldadı:

"Sen bana aitsin, la mia Rosa. Bunu kabullensen iyi olacak."

Kapıyı açıp çıkmadan önce son bir kez bana baktı. "En kısa sürede evleneceğiz, Rose. Bir an önce gelinlik bakmaya başla."

O çıktıktan sonra bacaklarım titremeye başladı. Mantığım korkularımın altında ezildi. Telefonumu aldım ve Daniel’e bir mesaj yazdım:

"Gidelim, Daniel."

Herkes gittikten sonra, hazırladığım bavulla birlikte şansım yaver gitti ve evden kaçtım.

Sonra, geri döndüğümde, anlaşma bozulmuştu. Padrino, benim "ailemi utandıran bir kız" olduğumu söylemiş ve evliliğin yapılmaması gerektiğine karar vermişti. Milan hâlâ beni istediğini söylüyordu. Ama her şey bitmişti.

Daniel’ın yasını tutarken, ilk kez kaçışımda bir şeyden memnuniyet duydum. Hayatımın kontrolünü bir an için bile olsa ele alabilmiştim.

Nico’nun sesiyle anılardan sıyrıldım. "Sen Luca ile Rakovlar’a gelirsin, Rose."

Başımı hafifçe sallayarak müsaade istedim ve odama çıktım.

Kapıyı kapatır kapatmaz, ilk iş telefona baktım. Telefon ekranında Luca’dan gelen mesajı gördüm. Hızla yanıtladım.

"Günaydın, Luca. Nasılsın?"

Cevap mesajla değil, bir telefon aramasıyla geldi. Telefonu açtığımda sesi dingin ve kendinden emindi.

"İyiyim, Belle. Sen?"

"Ben de iyiyim."

Geçmişin ağır yükü hala kalbimi sızlatıyordu. Ama sesi, tıpkı bir sabah meltemi gibi içimdeki karanlıkları bir nebze dağıttı. Gözlerimi kapattım. Bu akşam onun yanımda olması bana güç verecekti, değil mi? Milan, bir daha bana yaklaşamayacaktı.

"Bu akşam Anton Rakov ve ailesiyle yemek yiyeceğiz," dedi Luca. "Onların evinde."

Bir an sustum. Babamın da bu planı onayladığını hatırladım. Luca devam etti:

"Seni yedide almaya gelirim."

"Hazır olurum," diye yanıtladım.

"Belle?"

Sesindeki huzursuzluğu hissetmemek mümkün değildi. Soracağı şeyi düşünürken içimde bir gerilim oluştu.

"Akşam düzgün giyin. Beni çıldırtmayacak bir şey olsun."

Bir an duraksadım. Onun kibarlığını veya incelikle söylenmiş bir iltifatı beklediğimi fark ettim. Ama o Luca De Santis’ti.

"Peki, Luca."

İçimde bir şeyler kırılmıştı. Hüzün ve hayal kırıklığı kelimelerimin arasına sızmıştı. Ama sonra sesindeki tını değişti.

"Dikkatim dağılmamalı, Belle. Fazla güzelsin."

Nefesim kesildi. Sözleri kalbimde kelebeğin kanat çırpışını andıran bir duygu yarattı.

"Olur," dedim. Sesim titriyordu.

"Akşam görüşürüz, Principessa."

Bu hitap, dudaklarımdan küçük bir gülümseme kaçmasına neden oldu. Luca bana böyle seslendiğinde, içimdeki tüm korkular sanki buharlaşıyordu.

"Görüşürüz, Luca."

Günün geri kalanında Elena ile vakit geçirdim, ama düşüncelerim sürekli dağınıktı. Akşam hazırlanmaya başladığımda üzerime gece mavisi, omuzları açık bir elbise giydim. Fazla dekolteli değildi, ama yeterince zarifti. Saçlarımı dağınık bir topuz yaptım ve hafif bir makyajla tamamladım.

Hazır olduğumda hizmetçi, Luca’nın geldiğini haber verdi. Merdivenlerden inerken onu gördüm. Siyah bir takım elbisenin içinde, birkaç düğmesi açık. Kartal dövmesinin kanadı biraz görünüyordu. Bakışları bana çevrildiğinde, gözlerinde keskin bir etki vardı.

Bana doğru bir adım attı. Elini boynuma koydu ve dudaklarıma hafif bir öpücük kondurdu.

"Nefes kesecek kadar güzelsin, Belle."

Geri çekildiğinde bakışlarında derin, karanlık bir şey gördüm. İçimde bir ürperti uyandıran ama aynı zamanda rahatlatan bir ifade.

"Gidelim mi?" dedi sakin bir sesle.

"Olur, Luca."

Kolunu uzattı. Koluna girdim ve arabasına geçtik.

Arabayı çalıştırmadan önce bir an bana döndü. Bir şey söyleyecek gibiydi ama sustu. Sessizliği, motorun sesiyle bozuldu. Yola çıkarken Mario’ya mesaj attım.

"Biz gidiyoruz."

Kısa süre içinde cevap geldi:

"Tamam, Rose. Birazdan yola çıkacağız. Orada görüşürüz."

Gergindim. Avuç içlerimi elbiseme silerken Luca bunu fark etti. Bakışları beni sorguluyordu.

"Sorun ne, Belle?" diye sordu, sesi sakin ama kararlıydı.

Ona bakarken, içimdeki mücadele büyüdü. Milan’ı ona söylesem ne yapardı? Onun tepkisini hayal etmek bile cesaret gerektiriyordu. Luca De Santis, Milan’dan daha güçlüydü. Ama bu bir savaşı tetiklerse, Luca zarar görür müydü?

Tüm bu düşünceler arasında kaybolmuşken, sonunda sadece başımı iki yana salladım. "Sadece gerginim, Luca. Büyük davetlere alışkın değilim."

Bakışlarıyla yalanımı okuduğunu hissettim, ama bir şey söylemedi. Elimi tuttu, dudaklarına götürüp zarifçe öptü.

"Yanında olacağım, Belle. Sakın kendini yalnız hissetme."

Sözleri, kalbimdeki düğümleri gevşetti. Rakovların evine ulaştığımızda kolumu tuttu ve arabadan inmeden önce çenemi nazikçe kaldırdı. Gözlerimin içine baktı, sesi keskin bir ciddiyetle doluydu.

"Eğer canın sıkılırsa ya da bunalırsan bana söyle. Seni hemen buradan götüreceğim."

"Bu mümkün olmayabilir," dedim hafif bir gülümsemeyle.

Beni kendine daha da yaklaştırdı.

"Benim yanımda, Belle, sadece sen değerlisin. Yalnızca senin düşüncelerin ve isteklerin önemli olacak. Ama unutma, benden hiçbir şey saklamamanı bekliyorum. Kalbini tamamen bana açmanı, kendini bana teslim etmeni."

O an, korkularımı anlatabileceğim en doğru andı. Dudaklarımı araladım, bir şeyler söylemek üzereydim.

"Luca…"

Ama kapı açıldı. Rakovların adamlarından biri eğilip selam verdi. Luca, bir bakışıyla beni inceledi. Sonra geri çekildi ve soğukkanlı bir şekilde kolumu bıraktı.

"Haydi, Belle."

O an, ilk kez Luca’ya güvenebileceğimi ve her şeyi ona açıklayabileceğimi anladım. Ve bunu yapacaktım. Uygun zamanda.

"Hoş geldiniz efendim."

Yutkundum. Arabadan inmem için elini uzatan adamın yardımını kabul ederken Luca çoktan yanıma gelmiş ve belimi sıkıca kavramıştı. Onun dokunuşu sakinleştirici olabilirdi, ama içimdeki karmaşayı bastırmaya yetmiyordu. Rakov ailesi bizi kapıda karşılıyordu. Ve tam karşımda, hayatımın karanlık gölgesi, Milan Marconi duruyordu.

Kabuslarımdaki öcü. Gerçek hayatta karşıma çıkan bir canavar.

Beni gördüğünde bakışları değişti. Bir anlığına durdu, sonra gözleri Luca’ya ve belimdeki eline kaydı. İfadesi hemen karardı.

Luca, Rakov ailesiyle selamlaştıktan sonra onların yanına ilerlediğimizde, Milan’ın bakışlarını çoktan fark etmişti. Milan, Luca’nın varlığından rahatsız olduğunu gizlemiyor, hatta açıkça meydan okuyordu.

Luca tam karşısında durdu ve elini uzattı. "Luca De Santis."

"Milan Marconi. Sizi de bu davette göreceğimi düşünmemiştim."

"Roman yakın dostumdur."

Milan’ın bakışları tekrar bana döndü. Gözlerim kaçmak istercesine başka bir noktaya kayarken, vücudumda gezinen o keskin bakışları hissettim.

"Bu gece eşsiz bir güzelliğin var, il mio tesoro."

Nefesim düzensizleşti. Söylediklerini anlamlandırmaya çalışıyordum. Birinin nişanlısına böyle hitap edemezdi. Hele ki nişanlısı Luca De Santis gibi biriyse...

"Affedersin Luca, Luca dememde bir sakınca yoktur umarım."

Luca’nın yanımda giderek gerildiğini hissedebiliyordum. Yine de başını hafifçe salladı.

"Rose ile çocukluğumuzdan beri arkadaşız. Ondan bu şekilde konuşma cesareti buluyorum. Umarım sorun değildir."

Luca bir adım öne çıktı. Bakışları Milan’ınkilerle çarpıştı. Sesi bir fırtına kadar sakindi, ama altında yatan tehdit buz gibi soğuktu.

"Sorun, Milan Marconi. Nişanlıma benden başka kimse iltifat edemez. Ve şu kahrolası bakışlarını ondan çek. Bu akşamı farklı bir şekilde bitirmek istemiyorsan tabii."

Milan, alaycı bir gülümsemeyle cevap verdi. "Rose’u fazla sahiplenmiş görünüyorsun."

Bakışları bir kez daha üzerimde dolandı. İğneleyici, tehlikeli bir tavırla ekledi: "Anlaşmalara güvenme, Luca De Santis. Ve unutma, Rose herkesi geride bırakabilir."

Daha fazla bir şey söylemeden geri çekildi. Bana dönüp son bir kez baktı.

"Öyle değil mi, la mia Rosa?"

Sesi keskin bir bıçak gibi içimde yankılandı. Luca’nın delirdiğini görmemek mümkün değildi. Bana bakarken gözleri her şeyi soruyordu. Ama ailesi ve Rakovlar içeri girerken, bu konuşmayı başka bir zamana bırakmak zorunda kaldı.

Yemek salonuna geçtiğimizde Leo bir yanımda, Luca diğer yanımda oturuyordu. Ama Milan’ın varlığı nefesimi daraltıyordu. Korku, boğazıma düğüm atmış gibiydi. Tabağıma boş gözlerle bakarken, hiçbir şey yiyebilecek halde değildim.

Bir noktada tuvalete gitmek için yerimden kalkmaya çalıştım. Luca hareketimi fark eder etmez bileğimi tuttu.

"Nereye?" diye sordu.

"Tuvalete gitmem lazım."

"Seni ben götürürüm."

Başımı salladım ve ayağa kalktığımızda Leo da bizimle birlikte kalktı. Luca’nın şaşkın bakışlarını görmezden gelen Leo, sessizce peşimizden geldi. Tuvalete girmeden önce Leo, beni durdurup kulağıma eğildi.

"Daha fazla gerilme. Ben yanındayım."

Sesi sakinleştirici bir tını taşıyordu, ama Luca’nın gözlerinde sabırsız bir öfke vardı. Leo’nun söylediği her şeyi anlamaya çalışıyordu. Bakışlarımız buluştuğunda ona anlatmam gerektiğini biliyordum. Ama şimdi değil.

Tuvalete girip biraz oyalandım. Boynuma ve enseme soğuk su koyarak sakinleşmeye çalıştım. Çıkarken, dışarıda sadece Luca’nın olduğunu gördüm. Elimden tutup beni çalışma odasına benzeyen bir yere götürdü. Kapıyı kapattığında yalnız kalmıştık.

"Şimdi bana her şeyi anlat, Belle. Neler oluyor? Milan ile aranızda ne var?"

Ne diyeceğimi bilmiyordum. Gözlerinin içine bakarak kaçamak bir cevap verdim:
"Luca, bunu sonra konuşsak olur mu? Bu gece... fazla gerginim."

"Neden?"

Sesi yükselmişti. Kolumu yakaladı ve biraz sertçe sıktı.

"Canım acıyor," dedim hafif bir iniltiyle.

Bunu duyunca elini gevşetti. Ama bakışları hâlâ üzerimdeydi.

"Delirmemem için bana tek bir şey söyle, Isabelle Rose."

Bu şekilde konuşmasını hak etmediğimi biliyordum, ama anlatamazdım. Luca öfkeyle karışık bir sabırsızlıkla beklerken, aklımın bir köşesinde başka bir çözüm parladı. Parmak uçlarımda yükselip yüzümü onun yüzüne yaklaştırdım.

"Beni öper misin?"

Söylediğim şeyle afallamıştı. Ama ikinci bir soru sormadı. Ensemdeki ve belimdeki elleri beni kendine çekti. Dudakları benimkilerle buluştuğunda, aklımda hiçbir şey kalmadı. Sadece Luca vardı. Öpücüğü nefesimi kesiyordu. Kendimi tamamen kaybettim. Bu, başka bir şeydi—daha derin, daha tutkulu, daha kontrolsüz.

Geri çekildiğinde nefesi kesikti. Gözleri karanlık bir okyanus gibiydi.

"Beni deli ediyorsun, Belle."

"Bu sadece benim suçum değil, Luca. Sen zaten delisin. En azından anlatılanlar öyle."

İfadesi değişti. Hafifçe gülümsedi.

"Gözlerinde artık korku yok."

"Sen korkularımı yok ediyorsun."

Başımı göğsüne yasladım. Onun sıcaklığı her şeyi daha kolay hale getiriyordu.

"İstediğimiz zaman gidebileceğimizi söyledin. Artık eve dönebilir miyiz, Luca?"

Beni biraz geri çekti, yüzüme dikkatle baktı.

"Neler olduğunu anlatacak mısın?"

"Evet, ama bu gece değil. Lütfen."

Bir an duraksadı, sonra başını salladı.

"Peki. Hadi gidelim."

Elimden tutup beni dışarı çektiğinde, ilk kez korkularımın gerçekten hafiflediğini hissettim. İçeri girdiğimizde, Luca kalkmamız gerektiğini söylediğinde, sadece Rakovlar değil, ailem ve Luca’nın ailesi de şaşkındı. Ama kimse sesini çıkarmaya cesaret edemedi. Milan’ın karanlık bakışları beni delip geçerken, ben istemsizce bakışlarımı kaçırdım. Herkesle vedalaşırken, Milan son bir kez, kısa bir anlığına beni yalnız yakaladı. Ardından fısıldadı.

"Masallar neyi öğretmek için vardır biliyor musun, la mia Rosa? Asla gerçek olamayacaklarını bildirmek için. Masal prensesi prensini bulduğunu sanıyor, ama canavarlar her zaman masalın gidişatını değiştirir. Ben senin canavarınım. Ve daha önce de söyledim, hazinem, senin için tek erkek benim."

Kalbim tekledi.

"Seni kimseye bırakmayacağım Rose."

Son cümlesi, boğazımda bir düğüm oluşturdu. O karanlık, tüm hızıyla geri döndü. Milan Marconi. Canavarım yeniden hayatıma girmişti.

Arabaya bindiğimizde ve sonrasında da bir kelime bile etmeden sustum. Luca beni odama bıraktığında da sessizdim. Beni öptüğünde de. Farkındaydı. Gözlerimdeki yok oluşu, kalbimdeki baskıyı anlıyordu. Beni bir şekilde görebiliyordu, ama ben konuşamıyordum.

Gitmeden önce, beni bir an için sarıldı. Başımı göğsüne yasladım, kokusunu içime çektim. Beni bırakmadan kulağıma eğildi.

"Yarın seni sabahtan almaya geleceğim Belle. Birlikte biraz zaman geçirelim ve her şeyi konuşalım. Olur mu?"

Korkuyordum. Yine de başımı salladım. Ona karşı dürüst olmalıydım. Ama ya her şey mahvolursa?

Gidecekken, kolunu yakaladım.

"Peki ya anlattıklarımdan sonra beni istemezsen?"

Bakışları değişti. Beni kapıya yasladığında, aramızdaki her şeyin değiştiğini hissettim.

"Seni her zaman isterim Belle. Her an. Baban evlilik tarihini geciktirmeye çalışsa da, hatta bu işi zorlasa da seni alacağım. Çünkü benimsin. Hem de ilk gördüğüm andan beri."

Burnumun ucundan öptü.

"Seni asla bırakmam. Ve ben, benim olanı korurum Belle. Sana bunu daha önce de söyledim."

Boynuma indiğinde, ağzımdan çaresiz bir ses çıktı. Beni kokladı ve öptüğünde, tamamen dağıldım. Artık doğru düzgün düşünemiyordum bile.

"Şimdi bana Milan Marconi’nin kim olduğunu söyle. Onun kim olduğunu anlat bana."

"Benim canavarım."

Aniden durdu, ve geri çekildi. Beklemediği kesindi.

"Ne?"

Nefesim hâlâ düzensizdi, hâlâ kollarındaydım. Başımı öne eğdim.

"O benim kabuslarım Luca."

"Onu sevdin mi?"

"Asla."

Son bir kere yüzüme yaklaştı, eğildi.

"22 Aralık gecesi ne oldu?"

Her şeyi bildiğini ifade eden cümleydi. Saklamak gereksizdi.

"Milan Marconi’den kaçtım."

"Tüm bilmek istediğim buydu."

Geri çekildiğinde, şaşırdım.

"Daha fazlasını bilmek istemiyor musun?"

"Kalanı nasıl olsa anlatırsın Belle."

Araba sesleri duyduğumuzda, Luca yüzümü inceledi.

"Sanırım sizinkiler geldi. Artık gidebilirim."

Çıkmadan, onu son bir kez durdurdum. "Bana kızdın mı?"

Gülümsediğinde, şaşkınlıkla bakakaldım. "Hayır, aksine bana güvenmen hoşuma gitti."

"Peki ne yapacaksın?"

"Gerekeni."

"Luca… O sandığın gibi biri değil. Gerçekten kötü…"

"Sana zarar vermesine asla izin vermem, Principessa."

"Sana zarar vermesine de izin verme."

Onun için korktuğumu anlamıştı. Bir eliyle yanağımı okşadı ve beni kendine çekti.

"Korkma, yanında ben varken hiçbir şeyden korkma Principessa. Şimdi sadece uyu ve güzel bir rüya gör."

Alnımdan öptü ve geri çekildi.

"Yarın sabah seni almaya geleceğim. Çıkmadan babanla konuşurum."

"Tamam Luca. İyi geceler."

"İyi geceler Belle."

O gittiğinde yalnızdım. Ve ben, ilk kez o gece Luca’nın kollarında olmayı diledim.

Luca

Tüm gece gergindi. Milan gözlerini ondan bir an bile ayırmadı. O karanlık bakışlar, her hareketini takip eden, bir yırtıcı gibi Belle’i izleyen gözler… Bir saniye bile onu rahat bırakmadı. Matteo da durumun farkındaydı. Ve Chicago’dan kısa süre önce gelen Leo Moretti’nin aramızda olması ilginçti. Durumun kısa bir özetiydi. Belle, ailesindeki tüm erkeklerin – özellikle de Leo gibi – herkesin korktuğu birinin gözetimindeydi. Bu iki anlama geliyordu. Ya Milan geçmişte önemli biriydi ya da korkulan bir figürdü. Ben ise oyumu ikincisinden yana kullanmıştım. Bu yüzden gidelim dediğinde, bir an bile düşünmedim.

Odasında yaşadığımız o an ve onun benim için korkması… Bunu hissetmek, olağanüstüydü. Belle’in kalbinin kapıları ilk kez bu gece bana açılmış gibiydi. Ama bir şey vardı ki, canımı sıkıyordu. Milan Marconi. Onun için "canavarım" demişti. Belle ondan korkuyordu. Merdivenlerden indiğimde, Moretti erkekleri karşımdaydı.

"Konuşalım mı?" dedi Marcello Moretti, yüzü düşünceli ve gergindi. Onun arkasından geldiklerinde kapı kapandı.

Don Marcello, çalışma masasına oturdu ve sessizliğe büründü. Bir süre sonra o bozdu.

"Rose ile hemen evlenebilirsin," dedi.

"Hemen evlenmek?" diyebildim. Ne olduğunu henüz anlamamıştım, ama birazdan her şeyin açıklığa kavuşacağından emindim.

Mario ile Don Marcello arasında bir bakışma oldu. Sonra Mario derin bir nefes aldı ve her şeyi baştan sona anlatmaya başladı. Bitirdiğinde, içimde karanlık, yapışkan bir öfke vardı. Her bir hücreme sızan bir öfke.

Ayaklandım, öfkemin yoğunluğu beni hareket etmeye zorladı.

"Yarın Belle’i bir yere götüreceğim," dedim.

"Nereye?" diye sordu Marcello.

"Ailemin yazlığına. Los Angeles’daki özel mülkümüze."

"Olmaz," dedi Marcello.

"Bu durumu daha fazla sürdürmeyelim, Don Marcello. Belle benim. Ayrıca onunla hiç yalnız kalmadık. Birbirimizi tanımamız lazım."

Don Marcello dişlerini sıkıyordu.

"Endişelenmeyin, ona dokunmayacağım," dedim.

"Elbette dokunmayacaksın," dedi, sesinde gizli bir uyarı vardı.

"Onu ne zaman geri getireceğimi söylerim."

"Bu ne demek?" diye sordu Marcello, gözleri dikkatli.

"Belle, bana her şeyi anlatana kadar orada kalacağız demek."

"Neden bunu yapıyorsun?"

"Bana güvendiğini anlamalıyım. O da bunu fark etmeli."

"Marconi konusu…" dedim, sesim sertleşti. "Onu bana bırakın."

"Nasıl bir adım atacaksın Luca?" diye sordu, bu kez ismimle hitap ediyordu. Alaycı bir şekilde ona baktım.

"Siz böyle bir durumda ne yapardınız?"

"Gerekeni," dedi Don Marcello.

Gülümsemem tüm yüzüme yayıldı.

"Ben de gerekeni yapacağım," dedim.

Don Marcello, ilk kez gülümsedi. Ardından diğerlerine baş selamı verip odadan çıktı. Matteo dışarıdaydı.

"Los Angeles’a gidiyoruz," dedim. "Buradaki işleri Mattias’a delege edelim. Tommaso ve Diego ona yardım eder. Ayrıca Milan Marconi’yi nasıl bitireceğime dair bir şeyler bul."

"Derhal," diye yanıtladı.

Milan, bana ait olanı tehdit etmişti. Ve bu bir savaşsa, Milan’ın kim olduğunu görecekti. Çünkü Belle yalnızca benim değildi. O, kalbimin kayıp parçasıydı. Onunla şimdiden tamamlanmış bir yapboz gibiydim.

Bu yüzden gerekirse onun için savaşırdım. Çıkaracaktım.

Arabaya geçtiğimde, kendime güldüm.

Kızıl saçlı gül. Düşmanımın kızı. Bir anda hayatımın en değerli parçasına dönüşmüştü. Yutkundum. Onun için yapabileceklerimden korkuyordum. Çünkü sanırım bunun sınırı yoktu.

Ve bu umurumda bile değildi. Belle benimdi ve öyle kalacaktı. Bunu tehdit eden herkesi aradan çekerdim.

"Kalbimde taşıdığım o korku, geçmişin hayaletleri… Her adımda beni geriye çeken bu karanlık, bir gün sustuğunda geriye ne kalacak, bilemiyorum." — Isabelle Rose Moretti

Bölüm : 28.09.2024 23:15 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
kitsudaphne / KARANLIK GÜL (ROSE) / 14
kitsudaphne
KARANLIK GÜL (ROSE)

18.08k Okunma

850 Oy

0 Takip
20
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...