YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.
"Zamanın akışını o gün öğrendim; bazen saniyelerle değil, acı ve korkuyla, kimi zamansa kurşunlarla ölçüldüğünü… Belle ve Daniel’in anısı artık umudum değil, içime çöken bir lanetti. Kaçtım ama özgür olamadım; sonunda sadece yaralandım. Yaşamaktan uzak, ölmekten beter kaldım." — Isabelle Rose Moretti
(Belle ve Daniel’in Geçmişi)
1,5 Yıl Önce – Isabelle
Babam, gençliğin hafifliğini tatmam için bana sadece bir kez izin vermişti. O kısa anı düşündüğümde, hâlâ içimde hem bir mutluluk hem de buruk bir his yankılanıyor. O anın ardından, yine o soğuk ve sessiz duvarların ardında hapsolmuştum. Mario ve Nico'nun dünyasında özgürlük sınırsızdı; onların hayatı, uçsuz bucaksız bir gökyüzü gibiydi. Oysa benim dünyamda, özgürlüğün adı bile bir tabuydu.
Mario benim sırdaşımdı. Korkularımı, hayallerimi ve kalbimde taşıdığım kederi herkesten daha iyi bilirdi. Sessizlikle örülü yalnızlığımı anlayabilen tek kişiydi. O karanlık günlerde, onun varlığı içimde bir umut ışığı yakıyordu. Belki de bu yüzden, bir gün beni bir ev partisine götürmeye karar verdi.
Babamın dışarı çıkmama asla izin vermediği bir dönemde Mario’nun onu ikna etmeyi başardığını öğrendiğimde şaşkınlıktan donakalmıştım. Nasıl yapabilmişti? Babamı o katı ve değişmez tavrından döndürebilmek bir mucize gibi geliyordu. Mario’nun kararlılığı mıydı, yoksa babamın üzerimdeki baskıdan bir an olsun yorulması mı?
Her ne olursa olsun, o güne dair hissettiğim tek şey özgürlüğün tatlı esintisiydi. Kalbimde, uzun zamandır ilk kez bir umut filizlenmişti. Ama o his, belki de hayatımı sonsuza dek değiştirecek bir fırtınanın habercisiydi.
Partiye vardığımızda, Mario’nun arkadaşlarının kahkahaları ve yüksek sesli müzik tüm ortamı doldurmuştu. Kalabalık bir yandan yabancı, bir yandan da garip bir şekilde tanıdık bir huzursuzlukla içimi ısıtıyordu. Özgürlüğün bir kokusu vardı o gün. Ne kadar kırılgan olursa olsun, bu duygu bana iyi gelmişti.
Mario, hep yanımdaydı. Gözleri her hareketimi takip ediyor, beni korumaya çalışıyordu. Yine de onun nazikçe geri çekildiğini fark ettiğimde, bir süreliğine yalnız kalmama izin verdiğini anladım.
"İyi geldi mi?" diye sordu, sesi yumuşak ve nazikti.
"Evet," dedim, dudaklarımda içten bir tebessümle.
Sevinçle başını salladı ve bardağını kaldırdı. "Bir şeyler alıp dönerim."
"Git," dedim, ona gelen nazik bir kızın bakışlarını işaret ederek. "Ve bu sefer sadece benimle ilgilenmeyi bırak. Belki o kızdan hoşlanırsın."
Mario kızı süzdü ve gülümsedi. Bana döndüğünde omzunu silkti. "Belki," dedi, ardından ağır adımlarla uzaklaştı.
Yanımdan ayrıldığında, kalabalığın içindeki yalnızlığımı daha derinden hissettim. Kahkahalar atan, hayatın tadını çıkaran insanları izlerken bir anlığına da olsa bu anın akışına bırakmaya karar verdim kendimi.
Buna rağmen, o insanlara imrenerek baktığımı fark ettim. Hayatlarının basitliği, kaygısız kahkahaları, yüzlerindeki o hafiflik… Hepsi benim ulaşamayacağım kadar uzakta görünen bir rüya gibiydi. Normal bir hayat sürmenin özlemini her an hissediyordum. Benim dünyam, canavarımın yarattığı karanlığa ve asla elimde olmayan seçimlere dayanıyordu. Kendi hapishanemin mahkûmuydum ve kurtuluşumun olmadığını biliyordum.
İçimi çektim. Bu düşünceler zihnimi ele geçirmişken, kendimi susturacak bir şeyler aradım. O anda yalnızca müzik vardı. Müziğin ritmi, düşüncelerimin karmaşasını bastıracak kadar güçlüydü. Kalp atışlarımı bile zorlayarak, beni bulunduğum ana çekiyordu.
Etrafıma bakındım. İnsanlar dans ediyordu; odanın her köşesi hayat ve enerjiyle doluydu. Kahkahalar, alkışlar, hareket eden bedenler… Bu kaotik güzelliğin içinde kaybolmayı istemekle istememek arasında kalmıştım.
Ama tam o sırada, kapıda bir hareketlenme oldu. Gözlerim istemsizce o yöne kaydı.
Uzun boylu, koyu kıvırcık saçları omuzlarına dökülmüş bir adam kapıdan içeri girdi. Varoluşunun ağırlığı, çevresindeki kalabalığın enerjisini değiştirmiş gibiydi. Yavaş ama kendinden emin adımlarla ilerlerken, insanlar farkında olmadan ona yol açıyordu. Onu izleyen gözler hayranlıkla ve merakla doluydu; ama o, bu dikkat selini önemsemiyordu.
Bakışları anında beni buldu. Kalabalığın içinde sadece beni görüyormuş gibi hissettim. Bu, garip bir memnuniyet ve aynı zamanda açıklayamadığım bir merak uyandırdı. Ama asıl değişen, onun duruşuydu. Sanki kendinden emin adımlarının ardındaki tüm özgüven, bakışlarının benim üzerimde yoğunlaşmasıyla farklı bir tını kazanmıştı.
Ben yalnızca onu takip ederken, onun beni keşfedişi sarsıcı bir yoğunluk taşıyordu. O an, beni fark etmiş olmasından kaynaklanan bir gerilim hissettim. Tüm dikkatini üzerime yoğunlaştırmıştı ve bu, sanki zamanın akışını değiştiriyordu.
Doğrudan yanıma geldi. Onunla göz göze geldiğimde, o bakışlarda cesaret, kararlılık ve içtenlik gördüm.
"Merhaba," dedi. Sesi, durgun bir göle düşen taş gibi yankılandı. Yumuşak, ama her kelimesi etkileyici bir güç taşıyordu. Dudaklarındaki gülümseme, sanki bulunduğu her yerde fırtınalar koparmak için oradaymış gibi bir his veriyordu.
"Ben Daniel," diye ekledi.
Gözlerimi kaçırmadan ona baktım. Doğal ve sevimliydi.
"O kadar güzelsin ki ışığın gözlerimi kamaştırdı," dedi. Sesi melodikti, kelimelerinde dikkat çeken bir beğeni vardı. "Yanına gelmeden duramazdım."
Sözleri havada asılı kaldı, tüm dünyayı sessizliğe boğan bir yankı gibi. Zaman durmuş gibiydi. Sadece ikimiz vardık; etrafımızdaki kalabalık, müzik, kahkahalar... her şey silinmişti.
Dudaklarımda istemsiz bir gülümseme belirdi. "Ben... Isabelle," dedim, içimde yükselen heyecanı bastırmaya çalışarak.
"Tanıştığıma memnun oldum, Isabelle," dedi.
Elini uzattı. Bir anlık tereddütten sonra elimi uzattım. Dokunuşu nazikti. Parmak uçları, bana yabancı olan bir sıcaklık ve samimiyetle doluydu.
Daniel ile tanışmamız böyle olmuştu. Basit bir selamlaşma gibi görünse de, o anda hayatımın sonsuza dek değişeceğini hissediyordum. O an, içimdeki sessizliği bozan, beni uyandıran bir fırtınanın başlangıcıydı.
Sonraki bir saat boyunca, zaman adeta su gibi aktı. Etrafımızdaki kalabalık, gürültü ve geçmişin üzerime çöken kasvetli gölgeleri bir anda silinmiş gibiydi. Sadece Daniel vardı. Onun varlığı, çevremizde görünmez bir etki ve güvenlik çemberi oluşturmuştu. İçimdeki yalnızlık, korku ve çaresizlik sanki bir anlığına kaybolmuştu. O an, yalnızca orada, Daniel’in yanında olmanın huzurunu hissettim.
Onun bakışları, varlığımı ilk kez gerçekten fark ediliyormuş gibi hissettirdi. Daniel bana kendimi güzel, güçlü ve… değerli hissettirmişti.
Doğaldı. Yüzündeki gülümseme sahici, gözlerindeki duygular dokunulabilir kadar gerçekti. Sanki uzun zamandır kaybettiğim bir şeyi bana hatırlatmaya gelmişti. Onun samimiyeti karşısında savunmasızdım, ama bu savunmasızlık korkutmuyordu.
Daniel, benim dünyamda tanıdığım erkeklerden farklıydı. Onlar kibirli, soğuk ve çoğu zaman tehlikeli figürlerdi. Daniel ise bir masal kahramanını andırıyordu. Dürüst, nazik ve güven verici… Sanki yanında her şeyin mümkün olduğu bir dünya vardı ve beni o dünyaya davet ediyordu.
Uzaktan Mario’nun bakışlarını yakaladım. Gözlerinde bir anlayış ve sessiz bir mutluluk vardı. Belki de çok iyi tanıdığı için, o an mutlu olduğumu görmüş ve bunu bozmak istememişti. Bir kez bile yanıma gelmedi.
Bunun uzun sürmeyeceğini biliyordum. Hayattan çalınmış bir an gibiydi, bu yüzden onu doya doya yaşamak istedim. Daniel ile sohbete devam ettik. Onun her kelimesi bir kapıyı açıyor, aramızdaki mesafeyi biraz daha kısaltıyordu.
Bir ara gözlerim çevrede dolaştı; yıllardır hissettiğim korkunun ve tetikte olmanın bir yansımasıydı bu. Daniel bunu fark etti. Bakışları yumuşadı, dudaklarında alayla karışık nazik bir tebessüm belirdi.
"Seni korkutuyor muyum, Belle?"
Sesi yumuşak ama derin bir yankı gibiydi; sanki sözleri içimde bir yerlere dokunmak için söylenmişti. Gözlerim şaşkınca onun yüzüne kaydı. "Belle mi?" dedim, dudaklarımda istemsiz beliren belirsiz bir gülümsemeyle.
"Isabelle…" diye tekrarladı yavaşça, her harfi bir mucizeymiş gibi dile getirerek. "Ama sana Belle diyeceğim. Güzelliğin sıradan bir kelimeyle ifade edilemeyecek kadar etkileyici. Canavarlara bile kendini sevdirecek bir güzellik… Bu yüzden Belle."
Sözleri, kalbime narin bir melodi gibi dokundu. Daha önce kimse benim hakkımda böyle konuşmamıştı; böyle düşünmüş bile olamazlardı. Gözlerimi yere indirirken, yüzümde hafif bir kızarıklığın yükseldiğini hissettim. Çekingen bir şekilde başımı salladım.
Daniel’in yüzündeki gülümseme derinleşti. Parmakları yanağıma hafifçe dokundu, bir okşama bile sayılmayacak kadar kısa bir temas. Ama dokunuşu, yanaklarımdan kalbime kadar uzanan bir sıcaklık bıraktı.
"Çok güzelsin, Belle," diye fısıldadı, sesi zarif ama kesin bir hüküm gibiydi.
"Teşekkür ederim," dedim, sesim neredeyse duyulamayacak kadar kısıktı. Gözlerimi kaçırarak konuşmamın ardında gizlenmeye çalıştım, ama o bunu fark etse de beni rahatsız etmedi.
"Telefonunu istesem verir miydin?"
Sözleriyle aniden gerçek dünyaya geri döndüm. Bir an tereddüt ettim, kalbim hızla çarparken aklımdaki şüphelerle savaştım. Ama sonunda, elimdeki telefonu ona uzattım.
Daniel bir şey yazdı, sonra bana geri verdi. "Belki bir ara bu kadar gürültülü olmayan bir yerde konuşma şansımız olur," dedi, dudaklarında samimi bir gülümsemeyle. "Belki kahve… ya da bir yemek?"
Alt dudağımı hafifçe ısırdım, gözlerimde beliren tedirginlikle ona baktım. "Seninle dışarıda buluşamayabilirim," diye itiraf ettim.
"Neden?" diye sordu, ama sesinde bir yargılama ya da acelecilik yoktu.
"Ben…" derin bir nefes aldım, kelimeleri bulmaya çalışırken ellerim titriyordu. "Öyle kolayca dışarı çıkabilen biri değilim. Ailem…" Sözlerim havada asılı kaldı, onları tamamlayacak cesareti bulamadım.
Daniel hafifçe gülümsedi, o sakinliğiyle beni bir kez daha şaşırttı. "Sorun değil, Belle. Yine de bir fırsatın olursa seni görmek isterim."
O an, hayatımda ilk kez bu kadar nazik ve centilmen biriyle karşılaştığımı fark ettim. Onunla arkadaş olmamın, en azından sohbet etmemin yanlış olamayacağını düşündüm. Belki de ihtiyacım olan şey, yalnızlığımı paylaşabileceğim biriydi.
O gece ve sonrasında, Daniel’in güven dolu gülümsemesi zihnimden silinmedi. Onunla mesajlaşmaya başladık. Saatlerce süren bu konuşmalar, sanki çevremdeki duvarların arasına dolan temiz bir hava gibiydi. Yanımda olmadığını bilsem de, varlığını hissetmek kaygılarım arasında nefes almak gibiydi.
Her kelimesinde, yalnızlığımın karanlığını dağıtan bir ışık vardı. Bu, aşk değildi, aşktan çok daha sade ve bir o kadar güçlü bir bağdı; güvenin ve samimiyetin üzerine inşa edilmiş bir dostluktu. Ve ben, ilk kez birine içimi açmaktan korkmuyordum.
Canavarım ve travmalarım yerine, Daniel’le sohbetlerin huzurunda yeni anılar biriktiriyordum.
Onun yanındayken dünya daha hafifti; sanki her şeyden kurtulup başka bir gerçekliğe adım atmış gibiydim. Daniel, ne buluşmak için ısrar ediyor ne de hislerini üzerime yüklüyordu. Romantik duygularını sezsem de, bunları yalnızca incelikle sunduğu arkadaşlığın gölgesinde saklıyordu. Hayatımdaki diğer erkeklerin aksine, hiçbir beklentiye girmeyen bu özgürlük, ona olan bağlılığımı derinleştiriyordu.
Onunla konuşmak kolaydı. Yıllardır içimde sakladığım korkuları, hayalleri ve geçmişin gölgelerini açığa vururken, yargılanmayacağımı bilmek huzur vericiydi. Her kelimesiyle kendi kabuğumdan biraz daha çıkıyor, hiç sahip olamadığım bir özgürlüğün ve masumiyetin tadını hissediyordum. Daniel’ın bana sunduğu dostluk, beni koruyan, saran bir güven bağına dönüşmüştü.
O günlerde, masal kahramanı Belle gibi hissediyordum; Daniel’ın yanındayken, dünyanın tüm acı gerçekleri başka bir hayata aitmiş gibi uzaklaşıyordu. Saf bir kız çocuğu gibi, canavarlara bile kendini sevdirebilecek kadar güçlü hissediyordum. Hayatımdaki tek canavar hariç… Ama artık o bile beni eskisi kadar etkileyemiyordu. Çünkü bu arkadaşlık sayesinde, beni boğan dünyamın ipleri gevşemiş, içimde solgun da olsa bir umut filizlenmişti.
Bir gün, babamın gölgesinden sıyrılıp Daniel’le buluşmayı başardım. Mario’yla tüm sırlarımı paylaştığım için bu durumu da saklamamıştım. Onun yardımıyla, gözlerden uzak ve babamın adamlarının beni fark edemeyeceği bir yerde buluştuk.
Beni görünce yüzüne yayılan mutluluk, Mario ve beraberindeki adamlarımızı fark ettiğinde bir anda bulutlandı. O an Daniel’a yüklediğim umut ve dostluk, hiç ummadığım kadar kırılgan bir çizgide yürüyordu.
"Hayatım böyle… Üzgünüm," dedim, buruk bir gülümsemeyle.
Ellerimden tutup beni kendine çekti. Kısa bir an sarıldı ve sonra kulağıma eğildi: "Belle, Bronx’a gidelim. Sadece sen ve ben."
Bu cümle, kalbimde yankılanan bir fısıltı gibiydi. Bir rüya, hem imkansız hem de çekici. Duraksadım, gözlerimi kaçırdım. "Bilmiyorum, Daniel… Bu çok riskli. Babam…"
Ellerini omuzlarıma koyarak beni susturdu. Gözlerinde keskin bir kararlılık vardı. "Seni koruyabilirim, Belle. Beni bırakmazsan, birlikte kaçabiliriz."
Kalbim hızla çarpıyordu. Onunla kaçmayı, her şeyden uzaklaşmayı istiyordum. Ama gerçeklik, bu hayalin karşısında devasa bir engel gibi duruyordu. O dünyadan gerçekten kaçabilir miydim?
Cevap belliydi. Hayır.
Yanında yalnızca bir saat kalabildim. Canavarımı, peşimdeki gölgeyi ona anlatmadım. Anlatsam bile hiçbir şey değişmezdi. Yanından ayrılırken gözlerimin içine baktı; bakışlarının altındaki anlam belirgindi: Gidelim.
Daha fazla konuşmadım. Mario’yla oradan ayrıldım.
O gün ve sonrasında Daniel durmadı. Her mesajında, her kelimesinde bu isteğini dile getirdi. Ve ben onu her seferinde reddettim. Ancak bir gün… o gün… geleceğinden korktuğum o karanlık gün geldi.
Kabusum, yaşamımı bir gecede kararttı. Tüm çıkış yolları yüzüme kapanmıştı. Geri dönüşü olmayan bir noktadaydım. Canavarımdan kaçış hakkı elimdeydi, ama bunu nasıl kullanacağımı bilmiyordum. Artık tek çarem kendimdim.
Ve bir çıkış yolu… o da Daniel tarafından bana sunulmuştu.
Daniel hayatıma girdiğinden beri, her şeyin daha kolay olabileceğini göstermişti. Elimi hiç tereddüt etmeden tuttuğunda, hayatımda yeni bir sayfa açabileceğime inanmak istedim. Belki de, onunla geçmişimi geride bırakıp yeniden başlayabilirdim.
O gece hayatımın en zor kararını verdim. Ellerim titreyerek bir mesaj yazdım: Gidelim, Daniel.
Tek bir cümle. Basit ama hayatımı değiştirecek kadar güçlü.
Gerisini sorgulamadı.
Kaçtık. Önce Bronx’a gittik. Sonrasını kararlaştıracak ve buradan çok uzağa gidecektik.
İlk günler, bir rüyanın içinde kaybolmuş gibiydim. Babamın gölgesinden, geçmişimin pençelerinden, beni saran karanlık canavardan uzaklaşmayı başarmıştım. Daniel yanımdaydı; dostluğunu ve sevgisini hiçbir karşılık beklemeden sunmuştu. Acı, yerini hafif bir huzura bırakmıştı. İlk defa kendimi genç bir kız gibi hissediyordum. Mutlu, özgür… ve korkusuz.
Ama mutluluk, ne yazık ki, karanlığın pençelerinden daha kısa ömürlüydü.
Bir sabah, elimde kahve ve çöreklerle eve dönerken onları gördüm. Babamın adamları... beni bulmuşlardı. Zaman durdu, nefesim kesildi. O an anladım; Daniel’ı benimle birlikte bu karanlığın içine sürükleyemezdim. Onu korumalıydım—her ne pahasına olursa olsun.
Yüreğimde bir fırtına koparken, onu bırakmak zorunda olduğumu biliyordum. Sevgi, bazen fedakârlık gerektirirdi. Ve bu, Daniel için yapabileceğim en büyük fedakârlıktı.
Öyle sanmıştım. Ama onun hayatını daha büyük bir kaosa çevirdiğimi nasıl bilebilirdim ki?
Eşyalarımı toplarken Daniel yanıma geldi. Elimi tuttu, gözlerinde derin bir endişe vardı. "Ne oldu?" diye sordu, sesi fısıltı kadar narindi.
"Bizi buldular," dedim, dudaklarım titrerken. "Seni daha fazla riske atamam."
"Belle, gidemezsin," dedi ve beni sıkıca kollarına aldı. "Seni bırakmam, bırakamam."
"Daniel, lütfen…" dedim, ama sesim çaresizlikle kırılıyordu.
Oysa Daniel gözlerimdeki korkuyu gördü ve hiç tereddüt etmeden devam etti: "Anlamıyor musun, Belle? Seni deli gibi seviyorum. İlk gördüğüm andan beri… sana aşığım. Seni o hayata, seni korkutan o karanlığa geri göndermeme izin veremem."
Bu itiraf beni darmadağın etti. Kalbimin her köşesine korku yayılırken, gözlerimden yaşlar süzüldü. Daniel, elleri titreyerek onları sildi. "Ben yapamam, Daniel," diye fısıldadım. "Benim için hayatını daha fazla riske atmana izin veremem."
"Sen her şeye değersin, Belle," dedi, sesi inatçı bir kararlılıkla yankılandı. "Beni bırakma. Lütfen."
Ama o an, içimde bir şey kopmuştu. Daniel’ın sevgisi, ne kadar saf ve güçlü olursa olsun, korkularımın ağırlığını taşımaya yetmezdi. Onu koruyabilmenin tek yolu, onu geride bırakmaktı. Kalbimi paramparça ederek, hayallerimi ellerimle söndürerek, gitmek zorundaydım.
Birbirimize son bir kez baktığımızda, içimdeki boşluk her geçen saniye büyüyordu. Daniel’ın bakışları bir soru sorsa da, cevabım çoktan verilmişti. Onu terk ettim—onu ve kendimi koruduğuma inanarak. Ancak yanılmıştım. Ne onun hayatını ne de kendi ruhumu kurtaramamıştım.
Eve sürüklendiğim o an ve Daniel’ın ölümünü gördüğüm o an... Hayatımı ikiye bölen çizgilerdi. O günden sonra, iki Belle vardı: biri, Daniel’la kaçmayı hayal eden masum kız; diğeri, onu kaybedişinin yüküyle sonsuza dek lanetlenmiş bir gölge.
Zamanın ne olduğunu o gün öğrendim. Bazen saniyelerle değil, derin bir acıyla ölçüldüğünü... Kimi zaman korkuyla, kimi zaman da silahların yankısıyla akıp gittiğini... Daniel’ı kaybettiğim gün, yalnızca onu değil, kendimi de kaybetmiştim. Masumiyetimle birlikte, masallara inanmayı da yitirmiştim. Artık masal prensesi Belle yoktu; geriye sadece karanlıkta yürüyen biri kalmıştı.
Özgürlüğün bedeli, hayal ettiğimden çok daha ağırdı.
Daniel’ın hatırası, şimdi içimde yankılanan bir lanetten başka bir şey değil. Kaçtım, ama asla özgür olamadım. Sevgiye dokundum, ama onu koruyamadım. Şimdi sadece geçmişin gölgeleriyle baş başayım. Ve o gölgeler, geriye kalan tek gerçekliğim.
Mario beni odama götürürken, ruhum her adımda daha da uzaklaşıyor, bedenim bu dünyada var olsa da içim bambaşka bir yerdeydi.
"Özgürlük, ellerimden kayıp giderken bana sadece pişmanlığı ve eksikliği miras bıraktı. Özgür değilim ve kaybettiğim her şeyle daha da yalnızım."
Bu düşünceler zihnimde yankılanırken, odamın karanlığında sessizce oturuyordum. Gözlerim boşluğa dalmıştı, hissettiğim acı kelimelere sığmayacak kadar derindi. Babamın adamları beni geri getirmiş, Daniel’ı ise geride bırakmıştım. O an, hayatımda bir dönemin tamamen sona erdiğini biliyordum.
Mario, yanımda duruyordu. Hiçbir şey sormamıştı, hiçbir açıklama beklememişti. Onun varlığı, bir soru yerine sığınılacak bir liman gibiydi. Gözlerimi ona çevirdiğimde, sadece sessizce yanıma oturdu. Elini omzuma koyarken, yıllardır tanıdığım o sakinlik ve güveni hissettim. Mario, her zaman öyleydi—kelimelere ihtiyaç duymadan anlayan biri.
Bir süre, ikimiz de sessizliğe teslim olduk. Gecenin karanlığı üzerimize çökerken, kendimi daha fazla tutamadım. Sonunda dayanamayarak Mario’nun omzuna yaslandım ve hıçkırıklarım sessizce vücudumu sarsmaya başladı. O ise sadece kollarını etrafıma sardı, beni sıkıca tuttu. Beni anlamaya çalışmadı, beni değiştirmeye çalışmadı. Sadece yanımda kaldı.
Gece boyunca öylece kaldık. Mario'nun sakin nefes alıp verişi, karanlık düşüncelerimi biraz olsun dağıtıyordu. Ama sabaha karşı, zihnimde yankılanan o sahneyle sıçrayarak uyandım. Daniel’ın sesi, gülümsemesi ve ardından gelen o korkunç sessizlik... Hepsi bir kabus gibi zihnimi ele geçirmişti.
Mario’nun kollarında nefes nefese uyanırken, dudaklarımdan tek bir cümle döküldü: "È colpa mia. Bu benim hatam."
Mario, derin bir anlayış ve içten bir şefkatle bana sarıldı.
"Bu senin hatan değildi, Rose."
Dudaklarımdan karşılık olarak başka bir söz çıkmadı.
Çünkü kalp mahkememde kendimi yargılamış ve suçlu bulmuştum. Her şeyin sorumluluğu üzerimdeydi, bir şekilde acıyı taşımanın yolunu bulacaktım ama bu acı asla kaybolmayacaktı. Göğsümde, en derin köşemde, bir bıçak yarası gibi onu her zaman taşıyacaktım.
Pişmanlıktan daha ağır bir yük yoktu.
Hayır, vardı. Ölüm.
Ve ölümün acısı ile pişmanlık, içimde birbirine sarılmış, her nefeste daha da derinleşmişti.
Peki, bunu nasıl kaldıracaktım?
"Bazı yaralar zamanla kapanır derler, ama bazıları vardır ki yalnızca derinleşir. Benim yaralarım, kaybettiklerimin anısıyla yaşamayı öğrenmek zorunda kaldığım bir hatırlatma. Ne affetmek mümkün, ne de unutmak, asla." — Isabelle Rose Moretti
Okur Yorumları | Yorum Ekle |