YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.
"Köklerinden kaçabilirsin, ama onlar seni her zaman geri çeker."
Vera
New York'un kalabalık sokakları her zaman beni büyülemiştir. Şehir, bir yanıyla acımasız, diğer yanıyla baştan çıkarıcıydı. Enerjisi damarlarımda dolaşan adrenalin gibi; hem besler hem de yorar, beni yavaşça hem tutar hem de özgürleştirirdi. Bu karmaşık enerji, dansıma ve sahnedeki varlığıma sızıyor, her hareketimde kendini hissettiriyordu. Bale, benim için sadece bir tutku değil, adeta varoluşumun ta kendisiydi.
Yaşıtlarım eğlenceye, partilere koşarken, ben sahneye hazırlanıyordum. Çünkü sahnede olmak, bir hikâyeyi yaşatır gibi aktarmak, başka hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar derindi. O an, tüm dünyadan ve zamanın acımasızlığından sıyrılarak, kalbimdeki her duyguyu, bedenimdeki her zerreyi sahneye aktarabildiğim o an, beni var eden her şeydi.
Henüz 22 yaşındaydım ama sahnede iki büyük prodüksiyonun baş dansçısı olarak yer almıştım. Işıltılı sahne ışıkları altında gülümsüyordum; fakat bu parıltının ardında, derin bir boşluk taşıyordum. İçimdeki yalnızlık, her adımımda beni takip ediyor, peşimi asla bırakmıyordu. Çünkü köklerimi hiç tanımamıştım. Bebekken yetim kalmış, çocukluğumun ilk yıllarını Crossgate Yetimhanesi’nin soğuk duvarları arasında geçirmiştim. Aile sevgisinden mahrum büyümek, insanda tarif edilemez bir boşluk bırakır. Ancak o boşluk bir gün, beklenmedik bir şekilde dolmuştu.
Bir karnaval gezisinde izlediğim minik bir bale gösterisi, tüm dünyamı değiştirdi. Fındıkkıran... O zarif figürler, renkler, müziğin büyüleyici melodisi... O an, hayatımın yönü belirlenmişti. Küçücük bir çocukken aldığım bu karar, bana bugünkü Vera’yı kazandıracaktı.
O günün ertesinde, en sevdiğim rahibe olan Mary’ye koştum. Ona düşüncelerimi heyecanla anlatırken, bunun mümkün olup olmadığını araştıracağını söyledi. Bale benim için bir rüya, belki de imkânsız bir hedefti. Ama Rahibe Mary, o rüyayı gerçeğe dönüştürmek için çabaladı. Bana yardım etmek isteyen, adını asla öğrenemediğim bir hayırsever sayesinde, bale okuluna yazıldım. O kişi, bana karanlığımın ortasında bir ışık bırakmıştı. Onun sayesinde bir yetimhaneden sahnelere uzanan bir hikâye yazılmaya başlamıştı.
Bale okulunun sınavına hazır olana kadar, Evangeline’in rehberliği ve cesaretlendirmesiyle durmadan çalıştım. Evangeline sadece bir öğretmen değildi; aynı zamanda bir dost, bir mentor ve beni en karanlık anlarımda bile aydınlatan bir ışık kaynağıydı.
"Yetenek daima önemlidir, Vera. Ama çalışmak, vücudunu terbiye etmek, zihnini disipline etmek her şeyden önemlidir. Sen yeteneklisin. Şimdi bu yeteneği işleyip mükemmelleştirmenin zamanı."
"Hayatın zorluklarına karşı dik durabilirsin, ama bir sahnede durmak cesaretin en saf halidir."
Bu sözleri zihnime kazınmıştı. Aylarca, hatta yıllarca onun yanında çalıştım. Yetimhanede asosyal bir çocuk olarak büyümüştüm, bu yüzden Evangeline ve Rahibe Mary dışında hayatımda kimse yoktu. Ama onların varlığı, ruhumun boşluğunu biraz olsun dolduruyordu. Her ikisi de bana destek olmuş, umudumu yeşerten iki güzel kalpti.
Dansım gelişirken, vücudum da değişiyordu. Her hareketim daha zarif, her adımım daha kendinden emin oluyordu. Beslenmeme özen gösteriyor, bedenimi bir sanat eseri gibi ince ince şekillendiriyor, her hareketimi bir melodiye dönüşen bir enstrüman gibi kullanmayı öğreniyordum. On beş yaşındayken New York’un en prestijli bale okulundan burs kazandığımda, hayatım bir anda değişti.
Okulun ön hazırlık eğitimlerine katıldım, ardından gerçek eğitim hayatım başladı. O zamanlar her şey yolundaydı. Dans, okul, sürekli çalışmak… Hayatımı bir rutine oturtmuştum. İzin günlerimde Evangeline ve Mary’yi ziyaret ediyordum. Ama iki yıl sonra Evangeline şehir değiştirdi ve bir daha görüşemedik. Mary ise ondan bir yıl sonra, uykusunda bu dünyadan ayrıldı.
Onların hayatımdan çıktığı zaman diliminde, kalbimde yeni bir boşluk açıldı. Dansa odaklanmaya çalıştım, ama sanki ikinci kez yetim kalmış gibi hissediyordum. İkisini de özlüyordum. Özlemleri kalbimi ağırlaştırırken, ruhuma kimsesizlik yavaşça sızıyor ve ışığımı azaltıyordu.
18 yaşına geldiğimde, hayatımın en karanlık günlerinde Jack ve Frannie’yle tanıştım. Onlar, okula transfer olarak gelmişlerdi ve daha ilk dersimizde yakın arkadaş olmuştuk. Jack olgun ve sakin biriydi; güven veren bir duruşu vardı. Frannie ise enerjisiyle ortamı aydınlatan deli dolu biriydi.
Onların varlığı, hayatıma yeni renkler ve ışıklar kattı. Bir yıl sonra okuldan mezun olduğumuzda, birlikte bir eve çıktık. O sırada ilk büyük gösterimiz olan Fındıkkıran için hazırlıklar başlamıştı. Her şeyin başladığı yer… Hayatımı değiştiren o bale. Bu kez, o sahnede olacaktım. Ve sadece izleyicilere değil, o küçük kızın hayalleri için de dans edecektim.
Sahneye çıktığım o gece, kalbim kaburgalarımı delip geçecekmiş gibi atıyordu. Sanki bütün dünya durmuş, sadece kalp atışlarım duyuluyordu. Sahnede olmak, bir bale gösterisinin başrolünü taşımak, onca kişinin gözlerini üzerimde hissetmek… Tüm bunlar bir rüya gibi görünüyordu. Perde yavaşça açılırken, sahne ışıkları yüzümü aydınlattı. Müzik başladığında, kendimi bir an korkunun içinde buldum. Ama sonra…
O an, sahneye adım attığım ilk an, her şey değişti. Müzik ruhuma işledi. Kalbimdeki korku yerini, yılların emeğiyle yoğrulmuş bir özgüvene bıraktı. Tütü eteklerimin süzülüşü, sahne zeminindeki yumuşak tınılar… Her hareketimle hikâyeyi canlandırıyordum. Fındıkkıran benim geçmişime bir selamdı. Her dönüşte, her sıçrayışta, kalbimin haykırışlarını izleyicilere aktarıyordum. O sahne, o gece, benim dünyaya ilk kez gerçek anlamda adım attığım andı.
Gösteri sonunda izleyicilerin alkışları kulaklarımı doldurduğunda, gözlerim dolmuştu. Jack ve Frannie sahnede benimle birlikte seyircileri selamlarken, ortak başarımızın sevincini de paylaşıyorduk. O gece, ilk kez yalnız olmadığımı hissettim.
Artık yalnızca sahnede dans eden bir balerin değil, hayatın kendisiydim. Bir hikâye anlatan, duyguları hareketlerinde saklayan ve o an dünyayı durduran bir balerin.
Gösterilerimiz bir yıl boyunca devam etti. Fındıkkıran’ın başarısı hem bizim hayatımızı hem de kariyerimizi değiştirmişti. Baş balerin olarak sahne almak, yıllarca hayalini kurduğum bir şey olsa da bu hayal Jack ve Frannie gibi dostlarla paylaşıldığında daha da anlam kazanıyordu. Çünkü sahnede ışıldamak kadar, o ışığın ardında seni destekleyen dostların olması da bir o kadar değerliydi. Bazı hayaller, yalnızca paylaşacak eşsiz kalpler olduğunda gerçek anlamını bulurdu.
İkinci büyük prodüksiyonumuz Uyuyan Güzel oldu. Bale dünyasında her zaman bir adım öne çıkmak için, yeteneğin, doğru sponsorlarla çalışmanın ve sahnede başarılı bir izlenim bırakmanın ne kadar önemli olduğunu öğrenmiştim. Sponsorlar, ilk gösteriden sonra benim baş balerin olarak performansımdan oldukça etkilenmişti. Sunumlar yapılırken isimlerin arasından kolayca sıyrıldım ve bu yapımda da yıldız dansçı olarak seçildim.
O zamanlar başarı beni gururlandırıyordu, ama bununla birlikte içimde büyüyen bir sorumluluğun ağırlığını da taşıyordum. Yetenekliydim, evet. Ama bale, yalnızca yetenekle yükselen bir sanat değildi. Bale dünyasında denge ve estetik her şeydi. Ama bu, yalnızca sahnede dikkat edilmesi gereken bir kural değildi. Sahne arkasında da aynı özen gösterilmeliydi. Sponsorlar, destekçiler ve jüri üyeleri, bir performansın sanatsal başarısından fazlasını değerlendirirdi. Profesyonellik, incelik, estetik ve sahne dışındaki duruş, bir kariyerin devamlılığı için en az yetenek kadar önemliydi.
Bunun yanı sıra disiplin, özveri ve kendini her defasında yeniden aşma arzusu olmadan, bir dansçının ayak sesleri yankısız kalırdı. Her sahne, yeni bir hikâyenin perdesiydi; her hikâye ise kalbini açan bir baş kahraman. Kişiliği, duyguları ve duruşuyla izleyicilerin ruhuna dokunan biri.
‘Uyuyan Güzel’de de bunu başarmaya odaklandım. Baş balerin olarak sahnede her adımımda bambaşka birine dönüşüyor, her dönüşümde yeni bir duygu işliyordum. Her hareketimle bir yaşam yaratıyor, zamanın ve dünyanın tüm gürültüsünden uzaklaşıyordum. O anlarda her şey sessizliğe gömülüyor, hayatın tüm yükü bir sis gibi dağılıyordu. Geriye kalan tek şey, dansımın yankılarıydı. Sahne arkasında ise Vera’yı, gerçek kimliğimle yansıtıyordum.
Adımlarım, ruhumun söyleyemediği sözlere dönüşüyordu. Zarafetle harmanlanmış her hareketimde, kalbimin sakladığı sırlar gizli kalıyor. Kelimeler bedenimde kayboluyor, duygularım ritimde yeniden doğuyordu. Sahneye çıktığımda, dünya benim için kayboluyor, yalnızca hissettiğim şeyin güzelliği kalıyordu. Dans, benim suskunluğumun en saf ifadesiydi; zarafet ise sessizliğimin diliydi.
Bir gün, kariyerimin en büyük dönüm noktalarından biri karşıma çıktı. Giselle.
Teklif, prodüksiyonun sanat direktöründen gelen bir telefonla ulaştı. Heyecanla telefondaki sesi dinlerken ellerim farkında olmadan titriyordu. Onun teknik detayları hızla geçip asıl meseleye geldiği anda, ses tonundaki ciddiyet tüm dikkatimi topladı:
"Vera, bu role seni uygun gördük. Giselle’in hikâyesini dansınla ve ruhunla anlatabileceğine inanıyoruz. Bu teklif yalnızca yeteneğine değil, sana duyduğumuz güvenin de bir sonucu."
Sözler havada asılı kaldı, yavaşça içime işledi. Bir an derin bir nefes alıp duraksadım; o anın büyüsü, içimde bir fırtına gibi dalgalar yaratıyordu. Bu, yalnızca bir teklif değildi. Bu, yıllar süren emeğimin, dökülen terin ve taşıdığım sorumluluğun somut bir ödülüydü. Giselle olmak... Bu yalnızca bir rol değildi. Bir ruhu hissetmek, ona hayat vermekti. Bunun ağırlığı, ilk başta heyecanımı gölgede bıraksa da aynı anda beni güçlendiren bir enerjiye dönüşüyordu.
Giselle... Yıllardır hayalini kurduğum bir rüyanın adıydı. Bale dünyasında yalnızca tekniğin değil, duyguların da sınandığı, derin bir performans gerektiren nadir eserlerden biriydi. Bu, sahnede yalnızca adımlarını değil, ruhunun en derin köşelerini de sergilediğin bir yolculuktu. Bir dansçının bedeninin her hareketiyle konuştuğu, ruhunun ise her dönüşte yeniden doğduğu bir hikâye.
Bu rol, yalnızca bir performans değil, bir sınavdı. Ve her sınav gibi, kendi ışığını bulmak için önce karanlıkla yüzleşmeyi gerektiriyordu. Ama içimde, bu yolculuğun her zorluğuna rağmen ışığımın parlayacağına dair bir inanç vardı.
Teklifi kabul ettiğim an, içimdeki heyecan doruk noktasına ulaştı. Ancak bu heyecan, beraberinde büyük bir sorumluluğun ağırlığını da getirdi. "Bu role layık olabilecek miyim? Giselle’in acısını, aşkını ve bağışlayışını gerçekten sahneye taşıyabilecek miyim?" Bu sorular, zihnimde yankılanıyordu. Ama korkunun beni geriye çekmesine izin vermedim. Çünkü o an, hayalime adım atma zamanının geldiğini biliyordum.
Provalar başladığında, her şey ciddi bir düzene oturdu. Giselle’in zarif, naif adımları ve trajik dönüşümünü yansıtan hareketlerini öğrenmek, yalnızca teknik bir meydan okuma değil, aynı zamanda duygusal bir sınavdı. Her günüm stüdyoda, aynanın karşısında kendimi daha ileriye taşımak için çalışarak geçiyordu. Yoruluyor, ama yılmıyordum. Çünkü bu rol, yalnızca bir performans değil, bir parçamı sahneye bırakmak demekti.
Giselle’in hikâyesi, yalnızca bir balerin olarak değil, bir insan olarak da beni derinden etkiliyordu. Her prova, onun dünyasına biraz daha dalmamı sağlıyordu. Ve bu rol için kendimi hazırlarken, yalnızca bir dansçı değil, bir hikâye anlatıcısı olmak istediğimi fark ettim. Çünkü sahnede olmak, izleyicilere yalnızca adımları göstermek değil, onların ruhlarına dokunmaktı.
Her gün daha iyi anlıyordum. Giselle, benim için her açıdan bir dönüm noktasıydı. Hem hayallerime ulaşmanın bir kanıtı hem de kendimi sınamanın bir fırsatıydı. Her şeyimi bu role adıyordum. Çok çalışıyor, kendimi zorluyordum. Çünkü gerçek sanat, yalnızca ruhunu ortaya koyduğun anlarda doğardı. Ve ben, ruhumdaki her detayı paylaşmaya hazırdım.
Ama bu süreç kolay olmadı. Yorgunluk, yoğun provalar ve sponsorların bazı performanslarımı beğenmemesi üzerine birkaç zor hafta geçirdim. Üstelik içimdeki yalnızlık hissi geri dönmüştü. Dostlarım hep yanımdaydı, kariyerim iyi gidiyordu, ama yine de kalbimde eksik olan bir şey vardı: aşk.
Jack ve Frannie’nin arasındaki tatlı, samimi aşka tanıklık etmek beni her zaman mutlu ederdi. Onların birbirine olan bağlılığı, sevgi dolu bakışları kalbimi ısıtıyordu. Ama aynı zamanda içimde derin bir özlem bırakıyordu. Bir gün aynı duyguları yaşayabileceğimi umuyor ve bu yüzden aşka olan inancımı diri tutuyordum. Fakat şimdiye kadar kimseyle çıkmamıştım bile. Çünkü sıradan bir ilişki benim için hiçbir zaman bir seçenek değildi.
Ben romantiktim. Belki de fazlasıyla. Hayalimdeki aşk, bir masaldan fırlamış gibiydi. Gerçekten âşık olacağım birini bekliyordum. Öyle biri olmalıydı ki, varlığı tüm dünyamı değiştirsin. Jack ve Frannie, bu hayallerimle sık sık dalga geçiyordu. Beni "umutsuz bir romantik" olarak adlandırıyorlardı. Ama gerçek şu ki, benim için aşk bir oyun değildi. Eğer bir gün kalbimi biri kazanacaksa, o kişi her şeyim olmalıydı.
Yine de beklemek... Beklemek, bazen ruhun derinliklerinde büyük bir boşluk yaratıyordu. Özellikle geceler... Yalnızlık, en çok o anlarda üzerime çöküyordu. Geceler, kalbimizdeki gizli duyguları ve bastırılmış gerçekleri gün yüzüne çıkarırdı. Onlardan asla saklanamazdık. Gece, bizi en savunmasız anımızda yakalar ve oyun sona ererdi.
O gece de, her zamanki gibi pencerenin önünde oturmuş, yıldızları izliyordum. Yıldızlar... Onlara bakarken, evrende yalnız olmadığımı hissediyordum. Ama bu his, içimdeki özlemi bir türlü dindirmeye yetmiyordu. Eğer gerçek aşkı bulabilseydim, belki de kalbimdeki tarifsiz kimsesizlik son bulurdu.
O gece... Tüm düşüncelerim ve duygusal yoğunluk, üzerime çökmüştü. Her bir düşünce, içimde birikmiş duygularla birleşerek, ruhumu derin bir boşluğa çekiyordu. Zamanın nasıl geçtiğini fark etmemiştim. Sabah, telefonun ısrarlı sesiyle uyandım. Gözlerim yarı kapalı bir hâlde ekrana baktım. Jack ve Frannie’den gelen onlarca mesaj ve cevapsız arama… Bir de saate bakınca, neden bu kadar çok arandığımı hemen anladım. Geç kalmıştım.
Frannie’ye aceleyle bir mesaj attım ve panikle yataktan fırladım. Çantamı toparlayıp daireden çıktığımda hâlâ üzerimdeki mahmurluğu atamamıştım. Metroya koşarken kalbim delicesine atıyordu; sadece aceleden değil, aynı zamanda gecikmiş olmanın verdiği suçluluk duygusundan.
Stüdyonun önüne vardığımda nefes nefeseydim. İçeri girdiğimde Jacque’nin yüzünde beliren ifade, beni fazlasıyla tedirgin etti. Kareografımız, disipline her şeyden çok önem verirdi. Sanat yönetmenimiz Claudia ise detaylara takıntılıydı. Bu ikili için, bir dakikalık gecikme bile affedilmez bir kusurdu. Jacque başını hafifçe eğerek yerime geçmemi işaret etti. Derin bir nefes alıp çantamı kenara bıraktım ve hemen çalışmaya başladım.
Antrenmanın ilk saati zorluydu. Gecikmenin üzerimde bıraktığı utanç hissi, adımlarımın doğruluğunu sorgulamama neden oluyordu. Hareketlerimi Jacque’nin gözlerinin altındaki keskin bakışlardan kaçırarak yapmaya çalışıyordum. Ara verildiğinde, Jack ve Frannie yanıma geldi.
"Niye geciktin?" diye sordu Jack, kaşlarını çatarak. Sesi, endişeyle karışık bir merak taşıyordu. "Seni uyandırmıştım, hatırlıyorsun, değil mi?"
"Biliyorum," dedim, derin bir nefes alarak. "Ama sanırım tekrar uyuyakalmışım. Gece pek iyi uyuyamadım. Bu ara kendimi çok yorgun hissediyorum."
"Bir dahaki sefere uyandığından emin olacağız," dedi Frannie, yumuşak bir gülümsemeyle. Şefkat dolu bakışları, üzerimdeki gerginliği bir nebze olsun hafifletti.
Ara boyunca stüdyonun alt katındaki kafede oturduk. Bir şişe su ve kahve alıp biraz sohbet ettik. Kafamı toparlamaya çalışıyordum. Suyumu çantama koyarken, telefonum aniden çalmaya başladı. Numara kayıtlı değildi. Ekrana boş boş bakakaldım.
"Kim?" diye sordu Frannie, merakla.
"Bilmiyorum," dedim tereddütle.
"Hadi açsana," dedi Jack, omzuma hafifçe dokunarak.
Numaraya bakarken içimde bir huzursuzluk hissettim, ama merak galip geldi. Telefonu açtım. "Alo?" Sesim farkında olmadan titriyordu.
O an, hayatımın değişeceğini henüz bilmiyordum.
"Merhaba Vera," dedi karşıdaki kadın. Sesi yabancıydı, ama içinde derin bir hüzün vardı. "Ben Yulia Kuznetsova. Büyükannenin arkadaşıyım."
Bir an nefesim kesildi. Sanki çevremdeki dünya durmuştu. "Büyükannem mi?" diye tekrarladım, kelimeleri anlamlandırmaya çalışarak.
Karşıdan gelen sessizlik, içimde bir fırtına kopardı. Sonunda Yulia’nın sesi tekrar duyuldu; yumuşak ama kararlı bir tonla. "Büyükanneni, yani Nadia Vasilieva’yı bu sabah kaybettik. Üzgünüm, kızım. Seni uzun süredir arıyordu. Bir an önce Rusya’ya gelmelisin."
Sözleri, zihnime ağır bir darbe gibi indi. Nadia Vasilieva… Onu tanımıyordum. Bu ismi hiç duymamıştım. Ama kan bağıyla bağlı olduğum belki de hayattaki tek yakınımı kaybetmek, içimde tarifsiz bir boşluk yarattı. Kalbimde bir kapı aniden kapanmış gibiydi. Bu nasıl bir kaderdi? Niye onu tanımıyordum? En önemlisi… Neden bu kadar geç beni aramaya çalışmıştı? Sorular zihnimde yankılanırken, gözlerim Frannie ve Jack’e kaydı.
Yulia’nın sesi, düşüncelerimi böldü. "Geçmişini merak etmiyor musun, dochka (kızım)?"
Bu soru, içimde derin bir yankı bıraktı. Merak ediyordum. Her zaman etmiştim. Ama yüzleşmekten kaçınmıştım. Şimdi bu kadar ani bir çağrıyla geçmişimle yüzleşmek… Bu cesareti gösterebilir miydim?
"Geleceksin, değil mi Vera?" dedi Yulia, kararlılığı hissedilen bir tonla.
Jack ve Frannie’nin gözlerindeki endişeyi artmıştı. Her ikisi de bir şey söylemeden bile kararsızlığımı anlıyordu. Bir an için gözlerimi kapattım. Kalbim ve mantığım arasında sıkışmıştım. Geçmişimi öğrenmek istiyordum, ama burada, bu şehirde bırakacağım her şey… Gösterim, kariyerim, dostlarım.
Boğazımda bir düğüm hissettim, ama bu düğümle yıllardır bir şekilde yaşamayı öğrenmiştim. Yine de şimdi, o düğüm sanki her an daha da sıkılıyordu ve içimde hem hüzün hem de derin bir merak yükseliyordu. Geçmişin ağırlığıyla yüzleşmenin getirdiği korku ve belirsizlik, beni hem yakalıyor hem de bir adım daha atmam için itiyordu. O düğüm, hem eski yaralarımı hem de yeni soruları çağırıyordu. Gerçekten gitmeli miydim? Yulia’nın sesi zihnimde yankılanmaya devam etti; sakin, ama sanki her kelimesi beni sarıp çekiyordu. "Kader karşına bir fırsat çıkardığında, onu kabul etmelisin. Çünkü hayat her zaman ikinci bir şans sunmaz."
O an, her şey ağırlaştı. İçimde bir şey kırıldı; belki de bu, özgürlüğümü engelleyen zincirlerimdi. Kalbim, derin bir sessizlik içinde, bana bir gerçeği fısıldıyordu: Tesadüflere inanıyordum. Aşka inandığım gibi. İçimden bir ses, "Bunu kabul etmelisin," dedi. Uzun zamandır kaybettiğim bir parçayı bulmuş gibi hissederken, geçmişim, kim olduğum ve bu yolculuğa çıkma gerekliliğim hepsi bir araya gelerek bir anlam kazandı. Sanki tüm hayatım, bir araya gelmesi gereken bir bulmacanın parçaları gibi tamamlanıyordu.
"Tamam, geliyorum." Bu sözler dudaklarımdan dökülüverdi; aceleci, ama kesin bir kararla. O anda, boğazımdaki düğüm biraz olsun gevşedi ve içimdeki karmaşayı hafifçe yatıştırdı. Bir nefes aldım, derin ve huzurlu. Kararımı vermiştim; bir daha geri adım atmayacaktım. İçimdeki korku, yerini kararlılığa bırakmıştı. Artık ne olursa olsun, bu yolu izlemekten başka bir seçeneğim yoktu.
"O zaman senden haber bekleyeceğim, dochka (kızım). Da svidaniya (görüşürüz)."
Telefonu kapattığımda, Yulia’nın sesi hâlâ zihnimde yankılanıyordu. Titreyen ellerimden telefonu bıraktım ve derin bir nefes aldım. Kalbim, normalden çok daha hızlı atıyordu, sanki her şeyin ardında bir anlam vardı. Ama o an, bu anlamı çözmek benim için imkansızdı.
Bir yanda geçmişimi öğrenme arzusu, diğer yanda aldığım kararın doğurduğu korku... Her ikisi de beni içsel bir çatışmanın ortasında bırakıyordu. Ama bir şey kesindi: Rusya’ya gitmek zorundaydım.
Jack ve Frannie aynı anda bana sarıldığında, içimdeki karışıklık biraz daha yatıştı. Her ikisinin de yüzünde aynı ifadeyi gördüm—şaşkınlık ve endişe karışımı.
"Neler oldu?" diye sordu Frannie, bakışlarını gözlerime dikerek.
Her şeyi anlattım. Kelimelerim düşüncelerimle yarışıyordu. Hikâyemi bitirdiğimde ikisi de sessizdi. Frannie, şaşkınlıkla başını salladı. "Bir büyükannen olduğuna inanamıyorum."
"Ben de," dedim, gözlerimi yere indirerek.
Jack kaşlarını çatmıştı. Ciddiyetle sordu, "Yani, gidiyor musun?"
"Vasiyet umurumda değil," dedim, derin bir nefes alarak. "Ama geçmişim... Onu öğrenmek istiyorum."
Jack elini omzuma koydu. Gözlerindeki kararlılık beni şaşırtmıştı. "Gitmelisin, Vera. Ve unutma, biz her zaman yanındayız. Hatta istersen, seninle geliriz."
Frannie, ellerimi kendi avuçlarının içine aldı. Gözlerindeki sıcaklık içimde bir nebze huzur bıraktı. "Ne yaparsan yap, yanındayız, V. Seni seviyoruz."
Onlara zoraki bir gülümseme sundum. "İkiniz de harikasınız. Ama bu benim yolculuğum. Bu sefer yalnız yapmalıyım."
Başlarını salladılar, sessizce onayladılar. Desteklerinin tam olduğunu bilmek, içimde garip bir rahatlama hissettirdi. Ama yine de... Bu kararı vermek, uygulamak kadar kolay olmayacaktı.
O gün Jacque ve Claudia ile ciddi bir konuşma yaptım. Beklediğimden daha anlayışlı olmaları beni şaşırttı. Gösteriden ayrılacağımı söyledim ve yerime Frannie’nin geçeceğini duyurduk. Herkesin yüzünde şaşkınlık vardı, ama hiçbiri bir şey demedi.
Akşamüstü, stüdyodakiler benim için bir veda yemeği düzenledi. Masada kahkahalar, anılar ve bitmek bilmeyen şakalar yankı buluyordu. Ama içimde her şey, yoğun bir sisin içinde kaybolmuş gibiydi. O an, bir bitişin ve aynı zamanda bir başlangıcın işaretiydi. Her şey, bir şekilde yerli yerine oturuyor gibiydi ama yine de her şey belirsizdi. Gelecek, önümdeki bulanık bir yolu andırıyordu ve ne kadar ilerlesem de o yolu tam anlamıyla göremiyordum.
O gece yatağıma uzandığımda, yolculuğun ağırlığı omuzlarıma çökmüştü. Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. Artık geri dönüş yoktu. Vedalar zordu, ama onları geride bırakmak gerekiyordu. Çünkü bazen, geçmişinle yüzleşmek, geleceğe giden tek yoldu.
Jack ertesi gün uçak biletimi almıştı bile. Yarın gece yola çıkacaktım. Her şey o kadar hızlı gelişiyordu ki, bu hız gerçekliğe meydan okuyordu. Zamanın bir şekilde beni içine çekip, kendimle yüzleşmek zorunda bıraktığını hissediyordum.
O sabah, Jack ve Frannie ile geçirdiğim son gün, anıların ve hislerin birleştiği bir mozaik gibiydi. Kahvaltı masasında otururken, hayatımızdaki en önemli anları birbirimizle paylaşıyor, kahkahalar havada dans ederken, içimde dalgalanan hüzünle baş etmeye çalışıyordum. Her gülüş, bir yanda neşeyle parlıyordu, diğer yanda ise vedaların acısı gizliydi. Bu, bir başlangıçtı. Ama yine de kalbimde derin bir boşluk vardı; bir eksiklik, sanki eksik bir parça gibi, ne yaparsam yapayım hep yanı başımda kalıyordu.
Dışarı çıkacaktık. Odama dönüp son hazırlıklarımı yaparken, birden telefonum çaldı. Arayan Bayan Kuznetsova’ydı. Yumuşak ama otoriter bir ses tonuyla beni havalimanından aldıracağını ve evinde misafir edeceğini söyledi. Moskova’yı tanımıyordum; her şey gözümde yabancı, karmaşık ve biraz da ürkütücü görünüyordu. Onun yardım teklifini kabul etmekten başka çarem yoktu. Üstelik büyükannemi tanıyan da yalnızca oydu.
Ayrıntılar için tekrar arayacağını söyledikten sonra telefonu kapattım. Ama göğsümde garip bir ağırlık hissettim. Yardımı kabul etmenin getirdiği rahatlama, yeni bir şehrin belirsizliğiyle karışıyor, içimde çözülmesi zor bir düğüm oluşturuyordu. Hızlıca toparlandım, birkaç derin nefes alarak kendimi sakinleştirdim. Bugün arkadaşlarımla son günüm olacaktı. "Son gün" kelimesi zihnimde yankılanıyor, sanki sıradan bir vedanın ötesinde bir ağırlık taşıyordu. Odayı terk ederken, içimde büyüyen bu garip hisle, hayatımın bir daha eskisi gibi olmayacağına dair inatçı bir düşünce belirdi.
Frannie ile son kez alışverişe çıktık ve kahve içtik. Konuşmalarımız yüzeyseldi, derin mevzulardan uzak duruyorduk. Çünkü hiçbirimiz vedalaşmaya hazır değildik. Bu ayrılığın ağırlığını kelimelere dökmek zordu. Jack ise sessizce arkamızda yürüyordu. İçindeki duyguları saklamaya çalışsa da, gözlerindeki hüzün her şeyi açık ediyordu. Akşam olunca, ikisi de yanımda oturdu.
"Vera, bizi her gün arayacaksın, tamam mı?" dedi Frannie, bana sıkıca sarılarak. Sesi titriyordu. "Kendini özletme."
Gözyaşları yanaklarından süzülüyordu ve bu görüntü beni derinden etkiliyordu. Onun gözyaşları, benim içimde tuttuğum hıçkırıkların bir yansıması gibiydi. Jack ise sakinliğini korumaya çalışıyordu. Bana sarıldığında, sesindeki kararlılık dikkatimi çekti. "Zor olacak biliyorum, ama unutma, biz her zaman yanındayız. Ve bu yolculuk seni daha güçlü yapacak."
O anın ağırlığı bir ömür gibi hissettirdi. Vedalaşma vakti geldiğinde, havalimanına yalnız gitmek istediğimi söyledim. Ağlamaktan ve duygularımı ele vermekten korkuyordum. Taksiye bindiğimde, sokaklar hüzünlü bir ışıkla aydınlanıyordu. Camdan dışarı bakarken, aldığım kararın doğruluğunu her geçen saniye sorguluyordum. Kalbimde bir fırtına vardı; ne kadar derin bir nefes alırsam alayım, bu fırtına dinmiyordu.
Havalimanına ulaştığımda, içimdeki boşluk biraz daha belirginleşti. Frannie ve Jack ile geçirdiğim o son anların yankıları hâlâ zihnimdeydi. Onları geride bırakmak... Bu, şimdiye kadar yaşadığım en zor anlardan biriydi.
Uçağa bindiğimde, düşüncelerimin ağırlığı omuzlarıma bindi. Geçmişimle yüzleşmek istiyordum, ama belirsizlik korkusu tüm benliğimi sarmıştı. Yolcuların sessizliği, havaalanından bu uçak koltuğuna kadar olan geçişi daha da yalnızlaştırıyordu. Gözlerim camdan dışarı kaydı; dışarıdaki sonsuz karanlık, içimdeki huzursuzluğun bir yansıması gibiydi.
Uçak kalktığında, içimdeki baskı daha da arttı. Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. Ama bulutların arasında süzülmek bile içimdeki korkuyu hafifletmeye yetmedi. Kendime "Bunu yapmalıyım," diyordum, ama diğer yandan zihnim durmadan sorular soruyordu. "Ya her şey daha kötü olursa?"
Camdan bakarken, içimde sadece bir şey kalmıştı: umut. Tıpkı hava durumunun bir anda değişmesi gibi, belki hayatımda da bir şey değişebilirdi. Bu yolculuk bana ne getirecekti? Kim bilebilirdi?
Gözlerimi kapattım. Yolculuğun sonunda beni ne beklese de, artık geri dönüş yoktu. Geçmişimle ve kaderimle yüzleşmeye karar vermiştim. Bu, bir kapanıştı, ama aynı zamanda bana hiç bilmediğim bir yola açılan bir kapıydı. İçimde yeniden yeşermeye başlayan o küçük umut kıvılcımı, tıpkı karanlıkta bir ışık gibi parlıyordu. Belki de bu kez, hayat bana uzun zamandır beklediğim o güzel sürprizi sunacaktı.
"Bazı yollar yalnız yürünür, çünkü geçmişle yüzleşmek cesaret ister. Ancak bilirim ki, geçmişini anlamadan geleceğini inşa edemezsin. Ve belki de en büyük keşif, bilinmeyenin içine atılan o ilk adımdadır." — Vera Vasiliev
Okur Yorumları | Yorum Ekle |