@kitsudaphne
|
YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.
"Köklerinden kaçabilirsin, ama onlar seni her zaman geri çeker." New York’un kalabalık sokakları beni her zaman cezbetmişti. Şehrin enerjisi, damarlarımda dolaşan adrenalin gibi dansıma ve sahne performansıma da yansıyordu. Bale, tüm hayatımdı. Yaşıtlarım eğlenceyi düşünürken ben sadece dans ediyordum. Çünkü başka hiçbir şey bana bu kadar anlamlı gelmiyordu. Dans, beni hayatta tutan, her sabah uyanmamı sağlayan tek şeydi. İyi bir balerindim. Henüz 22 yaşındaydım ama iki büyük gösteride baş dansçı olmuştum. Parıldayan ışıklar altında gülümsüyordum ama içimdeki yalnızlık peşimi asla bırakmıyordu. Yetimdim. Dans beni mutlu etse de, kimsesizliğimi unutturmuyordu. Bale okulundan beri ayrılmadığım iki arkadaşım dışında kimsem yoktu. Ama yalnızlık büyüyordu. Gözle görülmeyen, sürekli içimi kemiren bir şeydi bu. Bir ailem yoktu ve bu boşluk her geçen gün daha da hissedilir hale geliyordu. Yine de Jack ve Frannie’nin varlığı değerliydi. Onlarla tanıştığımda daha ilk dersimizde yakın arkadaş olmuştuk. Jack olgun ve mantıklıydı, Frannie ise deli dolu ve özgürdü. Üç yıldır birlikteydiler ve iki yıldır aynı evi paylaşıyorduk. Dostluk ve dans konusunda iyiydik, ama ama hayatımda aşk eksikti. Frannie ve Jack’in arasındaki güzel aşkı izlemek beni mutlu etse de her seferinde içimde o büyülü duyguya özlemimi artırıyordu. Aşk... Gerçek aşkı bekliyordum ve bu yüzden hiç kimseyle çıkmamıştım. Romantik biriydim, belki de fazlasıyla. Hayalimdeki aşka olan inancım yüzünden, sıradan biriyle vakit kaybetmek istememiştim. Jack ve Frannie ise buna hep gülüyorlardı, beni "umutsuz bir romantik" olarak görüp dalga geçiyorlardı. Ama gerçek şu ki, benim için aşk bir oyundan fazlasıydı. Eğer bir gün kalbimi biri kazanacaksa, o kişi her şeyim olmalıydı. Yine de bu romantik hayallerin arasında yalnızlık giderek büyüyordu. O gece de yine aynı hüzünle pencerenin kenarına oturdum, yıldızları izledim. Yıldızlar... Bana bu evrende yalnız olmadığımı hatırlatıyorlardı. Ama yetmiyordu. Aşkı bulabilirsem, belki kalbimdeki bu kimsesizlik hissi sona ererdi. Sabah telefonumun sesiyle uyandım. Jack ve Frannie’den gelen birçok mesaj ve çağrı vardı. Frannie beni uyandırsa da bazen tekrar uyuyordum, bu da öyle bir sabahtı. Geç kalmıştım. Hemen hazırlanıp stüdyoya gitmek için daireden çıktım. Metroya koştum, stüdyonun önüne geldiğimde ise gergindim. Kareografımız Jacque ve rejisörümüz Claudia her şeyin kusursuz olmasını isterdi. Gecikme lüksüm yoktu. Ders sırasında telefonum çaldı. Numara kayıtlı değildi. "Açsana," dedi Jack. Açtım. "Merhaba Vera, ben Yulia Kuznetsova. Senin büyükannenin arkadaşıyım." Bir an için nefesim kesildi. "Büyükannem yok ki..." "Seni uzun süredir arıyordu. Üzgünüm kızım ama, Nadia Vasilieva’yı bu sabah kaybettik. Rusya’ya gelmelisin." Ailemden geriye kalan tek kişi, bilmediğim bir kadının öyküsü. Aklımdan binlerce soru geçti. Onu neden tanımadım? Neden beni bulmaya çalıştı? "Geçmişini merak etmiyor musun, dochka (kızım)?" "Çok," diye fısıldadım, farkında bile olmadan. "Buraya gelmelisin Vera. Hem vasiyet hem de gerçekleri ancak Rusya’da bulabileceksin." Boğazımda bir düğüm hissettim. Son zamanlarda yaşadıklarım yeterince zordu, şimdi ise ailem olan son kişiyi de kaybetmiştim. Bu nasıl bir kaderdi? Yalnızdım, her zamankinden daha fazla. Jack ve Frannie'ye baktım. Yüzlerinde endişenin izleri vardı. Olan biteni anlamışlardı. Ne düşündüğümü de. Bu konuşma, her şeyi değiştirebilirdi. "Gelecek misin Vera?" Geçmişimi öğrenmeyi istiyordum, ama ya buradaki hayatım? Gösterim? Kariyerim? Yulia’nın sesi zihnimde yankılandı: "Kader karşına bir fırsat çıkardığında, onu kabul etmelisin. Çünkü hayat her zaman ikinci bir şans sunmaz." O an, içimde bir şey koptu. Belki de gerçekten kabul etmeliydim. Tesadüflere inanan biriydim. Aşka inandığım kadar. "Tamam, geliyorum." Kelimeler dudaklarımdan döküldü. İnanamadım. Kalbimde hissettiklerimi söylemekse imkansızdı. "O zaman senden haber bekleyeceğim, dochka (kızım). Da svidaniya (görüşürüz)." Telefonu kapattığım an derin bir sessizlik çöktü. Kısa bir duraksamanın ardından Jack ve Frannie bana sarıldılar. Jack, geri çekildiğinde yüzünde şaşkınlık vardı. "Neler konuştunuz?" Her şeyi anlattım. Sözcükler dudaklarımdan döküldüğünde ikisi de en az benim kadar şaşkındı. "Bir büyükannen olduğunu bile bilmiyordun, öyle mi?" "Anlamıyorum... Ama evet, bilmiyordum." "Yani gideceksin?" "Vasiyet umurumda değil, ama geçmişim..." İkisi de beni çok iyi tanırdı. Dostluktan fazlasıydı bu, yıllardır paylaştığımız bağlar bizi bir aile yapmıştı. "Gitmelisin Vera," dedi Jack, elini hafifçe omzuma koyarak. "Her zaman yanında olduğumuzu unutma. Hatta istersen, biz de seninle geliriz." Frannie elimi tuttu. Gözlerinde bana destek veren bir ışık vardı. "Yanındayız, V. Seni seviyoruz." "İkiniz de harikasınız." Zoraki bir gülümseme yüzüme yerleşti. İkisine sarıldım, ama içimdeki bu belirsizlik, kalbime ağır bir yük olarak çökmeye devam ediyordu. Hem çok istiyordum hem de korkuyordum. Bu his karmaşıktı, ürkütücüydü. Ama biliyordum ki, bu hayatımda yeni bir kapının açılmasıydı. Derin bir nefes aldım. "Gideceğim," dedim, gözlerimi kararlılıkla dikerek. İkisinin de ellerini tuttum. "Yalnız bunu tek başıma yapmalıyım." Başlarını salladılar. Destekleri her zamanki gibiydi. "Bize ihtiyacın olursa araman yeter," dedi Frannie. Her zaman yanımda olduklarını biliyordum. Ama bu yolculuk bana aitti, benim yolumdu. Artık harekete geçmenin zamanı gelmişti. Kararlı adımlarla Jacque ve Claudia’nın yanına gittim. Ciddi bir konuşma yaptık. Kalbim, bir gök gürültüsü gibi patlıyor, zihnimdeki düşünceler birbiriyle savaşıyordu. İlk kez, bu kadar anlayışlı davranmalarına şaşırdım. Sonra herkese gösteriden ayrıldığımı duyurduk, yerime Frannie’nin geçtiğini de. O akşam benim için bir veda yemeği düzenlediler. Masadaki gülüşmelere ve neşeye rağmen, ruhumun derinlerinde bir veda olduğunu bilmenin ağırlığı vardı. Eve döndüğümüzde, Frannie hüzünlü bir şekilde bana yardım etti. Eşyalarımı toplarken Jack ertesi gece için uçak biletimi ayarlamıştı bile. Her şey o kadar hızlı gelişiyordu ki, bir kısmım bunun gerçek olup olmadığını bile sorguluyordu. Ertesi gün onların izin günüydü ve son bir kez hep beraber vakit geçirdik. Ama o günün ardından vedalaşma vakti geldiğinde, havalimanına benimle gelmelerini istemedim. Ağlayacağımı biliyordum, zayıf yanımı göstermenin zamanı değildi. Vedalar her zaman zordu; insanı içeriden kemirirdi, buna rağmen bazen gitmek gerekir. Ağır bir son gibi görünse de aslında bu sadece bir başlangıçtı. Öyle olmalıydı. Onları öptüm, özlem şimdiden içime işledi, sanki son kezmiş gibi onlara sarıldım. Taksiye bindim ve gözlerim sokaklara dalmışken, kararımın ne kadar doğru olduğunu sorguluyordum. Havalimanına vardığımda, içimdeki tüm karmaşa yerini güçlü bir kararlılığa bıraktı. Bu kez her şeyden emindim. Yarın, geçmişim ve geleceğimle yüzleşeceğim bir gün olacaktı. Kalbimde bir umut vardı; yeşermeye çalışan bir filiz gibi. Belki de her sürpriz kötü olmayacaktı, belki bu kez farklıydı. Kim bilir? |
0% |