YILDIZLAR HER ZAMAN PARLASIN.
Bu bölümde hafif şiddet içeren bir sahne bulunmaktadır. Ayrıntılı değildir. Kurgu gereği yazılmıştır. Rahatsız olan arkadaşlarımın okumamasını tavsiye ederim.
"Güç, ne kadar karanlık olursa olsun, her yarayı kapatmaz." — Viktor Volkov
Viktor
Arabadan indiğimde, soğuk akşam rüzgârı sanki beni test edercesine tenime değdi. Nefes alırken ciğerlerim buzla doldu, soğuk havanın keskinliği öfkemi zapt etmeye çalışıyordu. Ay ışığı, terk edilmiş depo binasının kirli pencerelerinden süzülüyor, içerideki karanlıkla oyun oynuyordu. O an, dünya sanki durakladı; her şey bir tiyatro sahnesine dönüşmüştü. Ama bu sahnenin yıldızı ben değildim. Sahne ışığı, ihanetin soğuk gölgesini aydınlatıyordu. Adımlarımı sıklaştırırken yanımdaki adamlardan yayılan sessizlik, yaklaşan fırtınanın sessiz bir uyarısı gibiydi.
Depoya adım attığımda yankılar büyüyor, odadaki ağırlık her adımda artıyordu. Gözlerim, sandalyeye sıkıca bağlanmış titreyen kişiye takıldı. Modya. Yüzü, işlediği suçun izlerini taşıyan bir korkunun resmi gibiydi. Bir gözü şişmiş ve kapanmış, soluk teni terin yansıttığı zayıf bir ışıkla parlıyordu. Titremesi, odadaki ağır sessizliği bile titretecek kadar belirgindi.
Hırsızlık, tolere edilemeyecek bir cesaretti. Ama bana, bir Pakhan’a, ihanetse affedilemez bir hataydı.
Adımlarımı yavaşlatarak ona doğru ilerledim. Herkesin gözleri üzerimdeydi. O an, yalnızca Modya’ya değil, odadaki herkese bir ders veriyordum. Bir liderin ne olduğunu ve ne olmadığını hatırlatıyordum. Pakhan olarak sadece adaleti değil, korkuyu da temsil ediyordum. Ve korku, çoğu zaman güç ve saygıyı beraberinde getirirdi.
Nefes alıp sesimi sakinleştirerek, adını fısıldadım. "Modya."
O an odadaki hava değişti. Sanki herkes nefes almayı bırakmıştı. Modya’nın gözlerindeki panik, bir dalga gibi büyüdü. Bakışlarımız birleştiğinde, bütün cesareti yok olmuştu. Önce konuşamadı. Dudakları titredi, kelimeleri boğazında düğümlendi. Nihayet, sesi bir fısıltıyı bile zayıf bırakacak kadar cılız çıktı: "Patron... Mikhail Voronin beni kandırdı."
Voronin. Bu isim, zihnimde çakan bir şimşek gibi geçmişe uzandı. Ailemin tarihine kazınmış bir düşmanın adıydı bu. O ve ailesi, bizimle nesiller boyu süren bir savaşın ardındaki gölgeydi. Ve şimdi gölgeler, karanlıklarından tekrar yükselmişti. İçimde bir fırtına patladı, ama yüzümdeki soğuk maske hiçbir çatlak vermedi.
"Mikhail mi?" Sesim sakin, ama derin bir öfke dalgasını saklayamayacak kadar sertti. "Cesaretini ondan mı buldun?"
Modya, koltuğunda daha da küçüldü. "Yalvarırım, Patron... Bu bir hataydı. Ben... paraya ihtiyacım vardı."
Sözleri havada asılı kaldı, anlamlarını kaybetmiş birer yankıya dönüştü. Bir an durdum, ona baktım. "Paraya mı ihtiyacın vardı?" dedim, sesimdeki keskinlik odanın karanlığını delip geçti. "O paranın bedelini ödeyeceksin, Modya. Ama düşündüğünden çok daha ağır bir şekilde."
Modya ağlamaya başladı. Gözyaşlarının çaresizliği, sessizliğe meydan okuyarak odayı doldurdu. "Lütfen! Bana bir şans daha verin. Hatalarımı telafi edeceğim. Yemin ederim, Patron! Yalvarırım!"
Bir an için gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım. O an, onun çaresizliğini dinlerken içimde merhametten bir iz bile yoktu. "İkinci şanslar zayıflar içindir," diye fısıldadım. "Benim dünyamda affın yeri yoktur, Modya."
Gölgelerden Ony öne çıktı. Sessizliği, acımasız bir soğuklukla yarıyordu. Yüzü ifadesizdi; hislerini insanlıkla bağlarını yitirdiği yerde bırakmış gibiydi. Onunla aynı kanı taşıyordum, ama karanlığı benimkinden bile daha derindi. Ona sadece gözlerimle bir işaret verdim.
Ony harekete geçerken bir an için Modya’nın gözlerine baktım. O bakış, bir hikâyenin asla unutulmayacak son cümlesi gibiydi.
Arkamı döndüm, depodan çıktım. İçeride bıraktığım soğuk hava, sanki benimle birlikte dışarı sürükleniyordu. Her adımımda, ihanetin izleri arkamda siliniyordu. Geceye karışırken, rüzgâr bir kez daha tenime dokundu. Ama bu sefer soğuk yalnızca dışarıda değildi. İçimde, yıllardır büyüyen bir buzdağı vardı.
Andrei ve Armen, her zamanki sessiz sadakatleriyle arkamdaydılar. Andrei, hafifçe öne eğilerek saygılı bir ses tonuyla konuştu: "Patron, bu gece bale gösterisine gidecek miyiz? Bayan Alina’dan davetiye geldi."
Adımlarım yavaşladı. Düşünceli bir şekilde durup Andrei’ye baktım. Alina Sokolova’nın ismi zihnimde yankılandı. Boryenk’in kızı. Sadık Soldat liderim olan Boryenk, Bratva’nın temellerini sağlamlaştıran cesur ve güvenilir bir adamdı. Alina, onun en değerli varlığıydı. Çocukluğumuzdan beri birbirimizi tanıyorduk. Alina, bana olan hayranlığını asla gizlememişti; bana olan hisleri derin ve umutsuz bir aşka dönüşmüştü. Ama benim ona verebileceğim hiçbir şey yoktu. Kalbim çoktan karanlığın ve görevlerin zincirleriyle bağlanmıştı.
Yine de, Alina’nın balerin olma hayalini biliyordum. Onun bu tutkusunu, babasına duyduğum saygı ve minnettarlık nedeniyle desteklemeye karar vermiştim. Bazen gösterilerine gidiyor, varlığımla ona güç verdiğimi düşünüyordum. Ama hiçbir zaman bir adım daha öteye geçmedim. Bu, mümkün değildi.
"Bakarız," dedim, sesimde ilgisiz bir ton vardı.
Arabaya bindiğimde, elimin üstünde yer alan kurt pençesi dövmesini inceledim. Sol kolumda da bir kurt dövmesi vardı. Volkov. Ailemizin ismi ve sembolü. Kurt, gücün, sadakatin ve kararlılığın temsiliydi. Ailemin çoğu, bu özellikleri taşırdı; dışarıdan bakıldığında soğuk, acımasız, ama içeride derin bir bağ ve görev bilinciyle yanıp tutuşan insanlar. Ancak, bizi şekillendiren şey sadece genetik mirasımız değil, yaşadığımız trajediler ve taşıdığımız yüklerdi.
Bu dünya, beni daha nefes aldığım ilk andan itibaren içine çekmişti. Henüz beş yaşındayken eğitime başlamıştım. Bir Pakhan olarak büyümek, yalnızca bir liderin sahip olması gereken yetenekleri öğrenmek değil, aynı zamanda her anı bu hayata adamak demekti. Bratva’nın bir varise ihtiyacı vardı; bu, her tür kaosun önüne geçmek için gerekliydi. Ve benim kaderim, daha o yaşlarda belli olmuştu.
Ama kader, kendi bedelini istiyordu. Yaşamım, erken yaşta yaşadığım trajedilerin ve kayıpların sert darbeleriyle şekillendi. Büyükbabam öldüğünde on yaşındaydım. Babamı kaybettiğimde ise henüz on beşime basmıştım.
O geceyi hatırlıyorum. Babam saldırıya uğradığında, gece yarısına doğru hastaneye yetiştirilmişti. Onun ameliyathanedeki son nefesini verdiği an, benim liderlik yolculuğumun başladığı andı. Daha çocuk denilecek yaştaydım, ama üzerime bir Pakhan’ın sorumlulukları yüklendi. Acı, öfke ve görev bilinci, ruhumda geri dönüşü olmayan bir iz bıraktı.
Liderlik, yalnızca gücü göstermek değil, aynı zamanda adalet dağıtmak anlamına da geliyordu. Babam, bana bunu öğretmişti. İlk yıllarımda, hem güçlü hem de adaletli olmaya çalıştım. Bu dengeyi korumak, benim için kutsal bir görevdi. Ancak her şey 17 yaşıma geldiğimde değişti.
Romanovlar, annemi kaçırdığında…
Bu olay, içimde kalan her şeyin yerle bir olmasına neden oldu. Onu koruyamadığım gerçeği, içimdeki çocuğu tamamen yok etti. O andan itibaren, karanlık benim bir parçam oldu. Bir liderin asla tereddüt etmemesi gerektiğini öğrendim. Merhamet, yalnızca düşmanların elindeki bir silahtı.
Ve böylece, gerçek bir kurda dönüştüm. Volkov ismi, yalnızca gücü değil, sadakati, dayanıklılığı ve gerektiğinde soğukkanlı bir şekilde önemli kararlar alabilmeyi de temsil ediyordu. Bu dünyanın kurallarını artık kabul ettim. Çünkü benim için başka bir seçenek yoktu.
Adaletin değerini babamdan öğrenmiş olsam da onu sağlamanın neredeyse imkânsız olduğunu da annemin öldüğü zaman kavramıştım. İçimdeki karanlık büyüdü.
İntikamımı alsam da içim asla soğumadı.
Biz Volkovlar’dık. Güçlüydük, göz önündeydik, korkulan ve hayranlık duyulan bir aileydik. Bu yüzden çok düşmanımız vardı. Yaşadığım bu trajedi, beni ve değerlerimi değiştirdi. Onun yerine güce tutundum. O andan itibaren hedefim, yalnızca bir lider olmak değil, en tepedeki adamın yerine geçmekti. Ama bir şeyin farkındaydım: Henüz yeterince güçlü değildim.
Bu yüzden bu dünyanın kralına gittim. Vladimir Vikhrov.
Vladimir... O, bu dünyanın en tepesindeki isimdi. Cesaretimden ve kararlılığımdan etkilenmişti. Bana yardım etti. Daha doğrusu beni yeniden inşa etti. Kendi elleriyle. Beni oğlu gibi sevdi ve bana varisi olarak davrandı. Öyle ki, çevremizdeki pek çok kişi onun gerçek oğlu olduğuma inanıyordu. Karakterlerimiz ve kalplerimiz öylesine benzerdi ki bu yanlış bir inanç gibi görünmüyordu.
Onun sayesinde yükseldim. Onun desteğiyle güçlendim. İçimdeki karanlığı kontrol etmeyi öğrendim. Ama iyileşmeyi hiçbir zaman başaramadım. Çünkü iyileşmek… yalnızca naif bir hayaldi.
O dönem hayatım, işim ve tüm kararlarım kendi düzenime uygun şekilde ilerliyordu. Her şey planlanmış, sıkıntısız ve kusursuzdu. Tüm kontrol bende gibiydi. Ama sonra… Anna’yı gördüm.
Anna, hayatıma bir fırtına gibi girdi. Karanlık dünyamın ortasında bir ışık gibi parladı. Beni iyileştirebileceğine inandığım tek kişi o oldu. Zarif, masum ve Bratva'nın karanlık dünyasının dışında bir kadındı.
On dokuz yaşındaydım. Babamdan daha fazla güce ve servete ulaşmış, Bratva’nın en korkulan isimlerinden biri olmuştum. İş bağlantılarım ve stratejik dostluklarım sayesinde, pek çoklarının hayalini kurduğu bir yere gelmiştim. Ama o gece, bir bale gösterisinde Belov ailesiyle tanıştırıldığımda, tüm gücüm ve soğukkanlılığım bir anda anlamını yitirdi.
Anna Belova'yı ilk gördüğüm an, içimde sanki bir şeyler yerinden oynadı. Zarafeti, güzelliği ve masumiyeti beni derinden etkiledi. O an, her şey başka bir anlam kazandı; zamanın ne kadar yavaş aktığını hissettim. O da benden etkilenmişti, gözlerindeki o derinlik ve gizem her şeyin farkındalığını yansıtıyordu.
O gece Anna bale gösterisini izlerken, ben sadece onu seyrediyordum. Bir dünya vardı onun etrafında, bir masal gibi. Gösteri boyunca kaçamak bakışlarını fark ettim, adeta bizim aramızda var olan bir bağın izlerini taşıyor gibiydi. O anlar, başka bir gerçekliğe ait gibiydi; ikimiz arasında sözcüklerin ötesinde bir şey vardı.
Gösteri sona erdiğinde, Anna'nın babası Ivan Belova ile baş başa bir görüşme yapma fırsatı buldum. Anna'ya, onun izni olmadan yaklaşmak, içimde hala var olan değerlerle ters düşerdi. Ivan başlangıçta beni reddedecek gibi oldu. Fakat Ivan’ın korkuları ne kadar derinse, ben de hislerimin samimiyetini o kadar emindim.
Ivan, işlerimle ilgili çekincelerine rağmen, duygularımın dürüstlüğüne inanmayı seçti. Ve bana, kızını tanımam için izin verdi.
Kalbimin taştan yapıldığını düşünmüştüm. Travmaların ve acıların beni soğuk, yalnız ve duygusuz bir insana dönüştürdüğüne inanıyordum. Ama Anna… Onun varlığı, kalbimin hâlâ atabiliyor olduğunu bana gösterdi. O, karanlık dünyama girdiğinde, hayatta kalmaya devam ettiğimi fark ettim. Beni yeniden hayata döndürdü.
Karanlığımda bir ışık olmuştu ve bu ışığı kaybetmemek için her şeyi yapmaya hazırdım. Bir yıl içinde nişanlandık, ardından büyüleyici bir düğünle evlendik. Hayat, hayallerimin çok ötesine geçmişti. Mutluyduk. Anna, her şeyin gri ve belirsiz olduğu zamanlarda, bana hayatın renklerini gösteriyordu. Onun en büyük korkusu, işimin tehlikesiydi— bir gün yaralanmam ya da ölmem. Bazen, iş yoğunluğum yüzünden yalnız kaldığından da bahsederdi. Ama kötü giden başka hiçbir şey yoktu; ikimize ait dünyamızda her şey kusursuzdu.
Evliliğimizin ilk yılını kutladığımız günlerde, Anna hamile olduğunu öğrendiğinde mutluluğumuz katlandı. Hayat, karanlıkta kaybolmuş bir ruh için bile, bir mucizeye dönüşebilirdi. Ve bazen, tıpkı benim gibi kaybolmuş ve geçmişiyle hapsolmuş adamlara, beklenmedik mucizeler sunulurdu. Ama bu mutluluk, öylesine kırılgan ve geçiciydi ki.
O gece… Her şeyin dönüp bambaşka bir yöne savrulduğu o geceyi, zihnimden silip atmam asla mümkün olmayacaktı. Hayat, kendi oyununda hamlelerini yenilmemiz üzerine kuran usta bir oyuncuydu. Ve ben yenilmek üzereydim.
Depodan gelen haber, hemen hareket etmem gerektiğini bildiriyordu. Sevkiyata büyük bir baskın yapılması söz konusuydu. Arabaya atlayıp olay yerine doğru ilerlerken, yolda gelen bir başka haberle içime tarifsiz bir korku düştü. Evim… hedef alınmıştı. Anna… Bebeğim…
Dönüp yola koyulduğumda bunun basit bir saldırı olmadığını anlamam uzun sürmedi. Bu bir tuzaktı. Uzun zamandır gücüm, servetim ve Vladimir Vikhrov ile olan yakınlığım birçoklarının kıskançlık ve nefretini üzerime çekmişti. Ama en çok da mutluluğum. Bu dünyada, benim gibiler için mutluluk bir zayıflıktı. Ve düşmanlarım bu zayıflığımı kullanmıştı.
Ancak Anna... O ve bebeğim zarar görmüş olamazdı. Olamazlardı. Bunu düşünmek bile dayanılmazdı.
Eve vardığımda, gördüğüm manzara kalbimi bir bıçak gibi deldi. Adamlarım, savunma yapmaya bile fırsat bulamadan yere serilmişti. Yerde hareketsiz yatıyorlardı, hayatlarının son anlarını yaşarken, her biri birer gölge gibi solmuştu. Andrei, Armen ve Ony ile birlikte üst kata koştuk, ama o an, dünyamın çöküşünü hissettim. Anna yoktu. Bebeğim de…
Biri onları alıp götürmüştü.
Vikhrovlar, yanımda bulunan Bratva liderleri ve güvenilir dostlarım… Hepsine haber gönderdim. Anna ve bebeğimi bulmak için sabaha kadar her yeri köşe bucak aradık. Şehirde, ülkede her bölgeyi taradık, ancak sabahın ilk ışıklarıyla birlikte gelen telefonun tiz sesi, beklediğimden çok daha kötü bir haberin işaretiydi. Bir korku, bilinmeyen bir karanlık, içimi sardı…
Telefonu açtım. Arayan Vladimir’di. Sesi titrekti, ama bir şey söylemesine gerek yoktu. Kelimelerinin ötesinde, hissettiğim acı gerçeği anlatmaya yetiyordu.
"Nerede?" diye sordum. Sesim taş gibi donuktu.
"Kuzey sınırı. Dağ yolu."
Telefonu kapattığımda, dünyamın alt üst olduğunu anladım. Yeryüzündeki tüm ışık, tüm umut, Anna ve doğmamış bebeğimizle birlikte yok olmuştu.
Onları bulduğumda, son kez ağladım. Anna… Dokunmaya bile kıyamadığım kadın artık yoktu. Bebeğimiz de… İkisini de sonsuza dek kaybetmiştim. O an, içimdeki tüm sıcaklık bir daha asla geri gelmeyecek şekilde söndü.
Yirmi iki yaşında, hayatımın en büyük kaybını yaşarken, kalbim sonsuza dek buz tuttu.
Onları yitirdiğimde, bir daha asla aynı insan olmayacağımı biliyordum. O günden sonra buz tutmuş kalbime tezat bir korla yaşamaya başladım. Her bir düşmanımı teker teker bulup intikamımı aldım.
Ama intikam… bana hiçbir şey kazandırmadı. İçimdeki ateşi söndürmedi, buzlarımı eritmedi. Şimdi, geriye kalan yalnızca bir acıdan ibaret hayat. Anılarım bile artık birer işkence. Çünkü her güzel hatıra, Anna’nın yokluğunu daha da hissedilir kılıyor.
Onlarsız bir yaşam, sadece karanlık bir hücre. Ve o hücrede yalnızım.
Düşünmek… Yine beni o dipsiz çukura sürüklemişti. İçimde bir bataklık gibi büyüyen karanlıktan nefret ediyordum. En çok da anılarla çevrili bu çıkmazdan. Anna’yı ve bebeğimizi kaybettiğim o zamandan beri… Hiçbir şey geçmiyordu. Acı ve kayıp, içimde bir yara gibi değil, zihnime ve kalbime kazınmış bir lanet gibi kalıcıydı.
Bunlar, ömrüm boyunca taşıyacağım zincirlerimdi.
Zihnimdeki yankılar sustuğunda geriye yalnızca bir gerçek kalıyordu: Hayatta kalmak istiyorsan güçlü olmalısın. Bende o andan sonra yapabileceğim tek şeyi yaptım. Kendimi işe verdim. Acıya, boşluğa ve en önemlisi anılara karşı tek sığınağım işimdi. Bu süreç beni sadece daha güçlü değil, daha acımasız biri haline getirdi.
Volkovlar, artık sadece bir aile değildi; bir efsaneye dönüşmüştü. Adımız, korku içinde fısıldanıyor, düşmanlarımız gölgelerde saklanıyordu. Ama bu gölge… İçimdeki boşluk, içimdeki kaybolmuşluk hissi… O, her zaman benimleydi. O, yalnızca bir his değil, kimliğimin en derin katmanlarına işleyen bir gerçeklikti. Artık ben, bu boşlukla var oluyordum; bir bütünün parçası gibi.
Düşüncelere dalmış şekilde direksiyonun başındaydım. Kulübe geldiğimi ancak arabamı otoparka park ettiğimde fark ettim. "Volk"… Kurt. Mekânımıza uygun bir isim. Sadık, kararlı, güçlü ve yalnız.
Kapıdan içeri girdiğimde, alışılmış düzen beni bir süreliğine o dipsiz kuyudan kurtardı. İşlere daldım. Muhasebeciyle kısa bir toplantı yaptım, talimatlar verdim, eksikleri inceledim. Ancak o da gittiğinde… düşünceler yeniden beni esir aldı. Bu gece kaçacak hiçbir yerim yoktu. Geçmişim, yüzleşmek zorunda olduğum bir hayalet gibi peşimdeydi.
Karanlık ve acılar, nefesimi kesercesine ağırdı.
Andrei’yi odaya çağırdığımda, "Bugün erken çıkacağız," dedim, sesim derin ve soğuktu, tıpkı içimdeki boşluk gibi. "Gösteriye gidiyoruz. Ve Voronin’in hamlesine de karşılık vereceğiz. Yakında."
Andrei hafifçe gülümsedi, yüzündeki ifade bir savaşçının güvenini yansıtıyordu. "Da, chyornyy volk," dedi. Kara kurt.
Telefonumu elime aldım ve kuzenimi aradım. Savaşın planı artık netleşmeliydi, her şey yerli yerine oturmalıydı. "Yarın toplantı yapacağız," dedim, sesimdeki derinlik, karanlık bir okyanus gibi tüm kelimeleri yutuyordu. Voronin, benimle alay etmenin ne anlama geldiğini öğrenecekti. Bu dünyada her hareketin, her sözün bir bedeli vardı. Ve o bedel, her zaman ödenirdi. Çünkü hayat, ödenmemiş borçlara izin vermezdi.
Her Volkov’un bildiği bir gerçek vardı. Babamın bana öğrettiği ve lider olduğumda aileme tekrar hatırlattığım bir gerçek: 'Volkovlar her zaman avcıdır. Bizi avlamaya çalışanlar ise, er ya da geç av olur.' Bu, bizim yasamızdı. Onurumuzdu.
Ve bu yasa, beni bugün olduğum kişi yaptı. Karanlık, acı, kayıplar... hiçbir şey beni bu yoldan çeviremezdi. Düşmanlarım bu gerçeği kabul edene kadar, savaş bitmeyecekti.
Ben Viktor Volkov’um. Ne unuturum, ne de affederim. Bu savaşın galibi, başından beri belliydi: Volkovlar.
Ama bu galibiyet, yalnızca bir zafer olmayacak. Bu, bizim mirasımız. Ve o miras, Volkov adını sonsuza dek yaşatacak.
"Bir Volkov asla diz çökmez, asla unutmaz, asla affetmez. Bizim soyumuzda zayıflığa yer yoktur. Bu, bizim lanetimiz ve aynı zamanda gücümüzdür." — Viktor Volkov
Okur Yorumları | Yorum Ekle |