Arabadan inip dükkânın kapısına doğru ilerlediler. İçeriye adım attıklarında, mekânın genişliği ve kalabalığı Barkın’ın dikkatini çekmişti. Burası, her köşesinde silahların dizildiği, müşterilerin akın ettiği bir dükkândı. Gözlerine ilk çarpan dekorları süsleyen doldurulmuş hayvanlar oldu. Ancak asıl ilgisini çeken tüfeklerin sergilendiği rafın üstünde duran ihtişamlı bir şahin figürüydü. O an, başka bir dünyaya dalmış gibiydi.
“Barkın!” diye seslendi Celal. Sesi, Barkın’ı gerçekliğe geri çekti.
Barkın bir an duraklayıp çevresine baktı, ardından hızlıca Celal’in peşinden arka tarafa doğru geçti. Ufak bir merdivenden çıktıklarında zeminin mermerle kaplandığını fark etti; koyu gri mermerler, duvarları süsleyen eski hükümdar tabloları ve büyükçe bir toplantı masası... Masanın ardında, ufak bir yazıhane görünüyordu. İçeri girdiklerinde, orada bulunanlar saygıyla ayağa kalktı. Celal hepsiyle tokalaşıp Barkın’ı tanıttı. Gözlerini bir an tanıştırdığı adamdan alamayan Barkın, “Hoca” diye bahsedilen adamın gerçekten farklı bir tip olduğunu düşündü. Yaşlı görünmemesine rağmen saçındaki aklar, yüzüne yerleşmiş derin çizgiler, yılların izini taşıyordu. Daha ince yapılıydı, omuzlarına attığı ceketi ve açık gömlek yakası, mafya dizilerinden fırlamış bir sahneyi andırıyordu.
Hoca elini Barkın’a uzattı. “Hoş gelmişsin, sefalar getirmişsin. Gardaşım, çok memnun oldum,” dedi, sıcak bir tebessümle.
Barkın, tüm samimiyetiyle elini sıkarak karşılık verdi. “Eyvallah Hocam, ben de çok memnun oldum.”
Sağ tarafına döndüğünde, Hoca’ya nazaran daha genç görünen bir adamla göz göze geldi. Bu adam, Kulaksız lakabıyla tanınıyordu. Yüzündeki ifadenin sertliği daha azdı, hatta Barkın’a yaşıt olabileceği izlenimini veriyordu. Kirli sakalı ve giydiği deri yeleğiyle Anadolu’nun kırsalından çıkıp gelmiş gibiydi.
Kulaksız elini uzattı. “Hoş geldin kardeşim, memnun oldum,” dedi.
Barkın, yine içten bir şekilde gülümseyerek elini sıktı. “Hoş buldum, ben de çok memnun oldum.”
Hoca, kollarını iki yana açarak, “Buyurun oturun bakalım yiğitler. Aç mısınız, tok musunuz? Ne yer ne içersiniz?” diye sordu. Herkes yerine geçtiğinde Celal, “Valla tokuz Hocam. Ama sen bizim orta şekerlileri söyle de dostluğumuz bir kırk yıl daha pekişsin,” dedi.
Hoca, göğsüne vurarak, “Eyvallah!” diye cevap verdi ve kahveler söylendi. Sohbet işle ilgili konulara kaymıştı ama Barkın, ne kadar dinlese de konuşulanları tam anlayamıyordu. Kahveler geldiğinde önce Hoca’nın masasına servis edilmesi, Hoca’yı sinirlendirdi.
“Görmez misin oğlum, misafir var! Önce misafire ikram edeceksin, sonra bana getir. Şu edebi bir türlü öğretemedim ya size, yazık bana!” dedi, sert bir ifadeyle.
Eleman başını eğerek özür dileyip kahveleri dağıttı ve odadan çıktı. Hoca, derin bir nefes alıp Celal’e döndü. “Celal, ne oluyor da herkes edep ve görgüden uzaklaşıyor? Eskiden böyle miydik? Sesimiz çıkmaz, elli kere düşünür, bir kere yapardık.”
Celal, Hoca’nın söylediklerine hak verircesine başını salladı. “Vakit geçiyor Hoca, her şey değişiyor. İnsanlar bile… Ama elimizden geleni yapacağız.”
Hoca, Barkın’a döndü, yüzüne sıcak bir gülümseme yerleştirerek: “Neyse, lafa daldık seni unuttuk yiğidim. Anlat bakalım, nereden geldin? Nereye gidersin? Nasılsın?”
Barkın, bir an Celal’e baktı; Celal gözleriyle ona rahat olmasını işaret ediyordu. Barkın derin bir nefes alıp konuşmaya başladı. “Çok şükür Hocam, iyiyim. Zaten Celal abiyle olmak kötü olmayı mümkün kılmıyor. Onunla bir tesadüf eseri tanıştık ve kardeş olduk. Sonra da burada bulundum, burada olmaktan onur duydum. Sizleri tanımak büyük bir şeref, umarım dostluğumuz uzun sürer.”
Kulaksız, lakabına yakışır bir şekilde sessizce dinliyordu. Öyle dikkatle bakıyordu ki Barkın, nefes alışını bile sayabilecek gibiydi. Hoca, ellerini önünde kavuşturarak “İnşallah kardeşim. Celal’i çok iyi tanırım. Dostluğumuz ebedidir. Celal birini bize getirdiyse, ben o kişide yanıldığını görmedim. Artık Celal için neysen, benim için de o’sun. İçin rahat olsun, biz dört kişiyiz,” dedi.
Barkın’ın içi rahatlamıştı. Bir an gözlerini Kulaksız’a çevirdi. Celal, “Ona fazla bakma, o pek konuşmaz ama yüreği hep bizimledir,” diyerek gülümsedi. Kulaksız da hafifçe tebessüm edip, “Abilerim ne derse doğrudur Barkın kardeş. Onlar benim için çok değerlidir. Tekrar hoş geldin kardeşim,” dedi.
Hoca, kahkahasını bastırarak, “Hele gardaşlar, hadi kebap yemeye gidelim, acıktık,” dedi.
Celal, Hoca’ya dönüp, “Hocam, maalesef bizim işimiz var. Yol uzun, müsaadenizi isteyelim,” dedi.
Hoca, hafif bir sitemle, “Celal, hiç olmadı şimdi. Ama tamam, nasıl istersen öyle olsun. Yalnız bize bir kebap borcun var, unutma.”
Celal, gülümseyerek, “Başımla beraber Hocam,” dedi. Ayağa kalkıp sarıldılar, vedalaşıp mekândan çıktılar. Celal, arabayı Barkın’a bıraktı, kendisi sessizce kenara çekilip oturdu. Yolculuk, büyük buluşmaya doğru devam ediyordu. Sessizliği yine Celal bozdu.
“Nasıl? Bizimkileri sevdin mi?” diye sordu.
Barkın derin bir nefes aldı. “İyiydiler abi, bir sorun yok. Cana yakın insanlara benziyorlardı, umarım ilerleyen zamanlarda da iyi anlaşırız,” dedi.
Celal, gözlerinde bir umut ışığıyla, “Sen arada uğra, Hoca iyidir. Sert görünür ama yufka yüreklidir. Kulaksız desen, hep yanında olur. O da senin hep yanında olmanı ister,” dedi.
Barkın, kararlı bir ses tonuyla, “Elimizden geleni yapacağız abi, dostlarımıza daima sahip çıkarız,” dedi.
Bir süre daha gittikten sonra Barkın, arabayı durdurdu. “Hadi abi, inelim. Biraz yürüyelim,” dedi. İkili, arabadan inip yavaşça ilerlemeye başladılar. Barkın’ın içindeki burukluk, yüzüne yansıyordu. Adımları mezarlığa yaklaştıkça, gözleri doluyordu.