Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. İki Küçük Çocuk

@krpapatyassi

Hellioooooo! Canlarım ben geldim. Kurgumuzun ilk bölümü ile sizlerleyiz. Çok fazla uzatmak istemiyorum çünkü içimden sürekli aralara kapalı spoiler vermek geçiyor.
O zaman hemen kitaba geçelim.

Piuvvvv!

__________

1. BÖLÜM: İki Küçük Çocuk

Gözlerin sadece bana gökyüzü olsun istiyorum Mavi. Seni öyle çok seviyorum ki o gökyüzü sadece benim olsun istiyorum. Ben bencil bir adam değilim ama konu sen olunca tüm bencilliğim dışa vuruyor.

İlahi Bakış Açısıyla

Yıllar Önce (İzmir)

Kader miydi insana vesile olan yoksa insan mıydı kaderi kendine bahane eden?

Gözleri annesinin üzerinde oyalanıyor bir oraya bir buraya fıldır fıldır dönmesine şahit oluyordu. Küçük Gülşah'ı koltuğun üzerine oturtmuş ayağının altında dolanmasını engellemek için de eline bir ip ve boncuklar vermişti. Daha doğrusu Gülşah annesinin odasından almıştı.

Boncukları bir yandan ipe dizerken bir yandan da bunu annesine nasıl vereceğini hayal ediyordu küçük Gülşah. Acaba mutfakta, yemek yaparken mi verseydi? Yoksa yerleri silerken mi? Belki de tüm işlerini bitirdikten sonra vermeliydi. Tek aklını kurcalayan şey buydu. Çocuk aklıydı işte.

Bir mavi boncuğu geçirdi ipten bir beyaz boncuk. "Bir mavi, bir beyaz." Ardından bir kez daha aynısını yaptı. "Bir mavi, bir beyaz." Böyle böyle yapa yapa mavili beyazlı bir bileklik oluşmuştu. Annesinin en sevdiği renk beyazdı onunsa mavi...

Çocukluğunun rengi maviydi ancak şimdi mavi onun için ölümü temsil ediyordu.

En sonunda yanındaki küçük makas ile ipi kesmişti. Kesilen iki taraftan da birer tane boncuk geçirip ipi boncuk ile bağladıktan sonra artık düşmüyorlardı. Bu taktiği ablasından öğrenmişti. Başını kaldırdığında annesi salonda değildi. Nereye gitmişti ki? Ayağa kalktığında kalan boncuklarını yeniden kutunun içine koymuştu ki ablasının odasına doğru koşmaya başlamıştı.

"Ablaaa!" Kapısını çalmadan dan diye odaya girdiğinde ablasını ders çalışırken görmüştü. Elindeki pembe tüylü kalemi dikkatini çekerken bir anlığına ders çalışmak istemişti. Henüz ikinci sınıfa gitmesine rağmen derslerinde oldukça başarılıydı.

"Ne var Mina? Yine ne var?" Ablasının ters sesi ile moralinin bozulmasını bile umursamadan yine o tatlı sesiyle, neşe saçmaya devam etmişti.

"Anneme yaptım nasıl olmuş?" Elindeki bilekliği gösterdi Gülşah. Annesinin ve kendisinin en sevdiği renkler vardı içinde. Filiz ilk önce umursamamıştı ancak sonralarında Gülşah'ın yanına yaklaşmasını isteyip bilekliği elinden almıştı.

"Çok güzel olmuş." Dedikten sonra Gülşah'ın yüzünde görülmeye değer bir gülümseme oluşmuştu. Dakikalarca uğraştığı bilekliği annesinin bileğinde görmeyi çok istiyordu ancak o an bir şey olmuştu. Filiz'in sertçe iki yana çekmesi ile bilekliğin ipi kopmuş ve tüm boncuklar etrafa saçılmıştı.

Küçük kızın gözleri dolmuştu anında. Ablasının ise gözlerinde acımasızlık vardı. İçeriden gelen ses ise annesine aitti. "Mina!" Boncuk seslerini duymuştu değil mi? Küçük kızın dolan gözleri ise yerdeki mavi ve beyaz boncuklarda dolaşıyordu.

Annesinin elinde sarı bez ile kapının eşiğinde belirmesi yalnızca birkaç saniye sürmüştü. Gülşah gözlerini boncuklarından ayırmıyordu ancak ablası annesinin gözlerinin tam içine bakıyor, suçlu olmadığını söylüyordu. O an baskın bir ses duyulmuştu. "Ben sana boncuklarla oynama demedim mi?" Annesinin sert sesi ile bakışlarını annesinin mavi gözlerine tırmandırmıştı Gülşah. Oysaki o bilekliği annesi için yapıyordu.

"Anne ben sana bilekli-" derken yanağında sert bir sızı hissetmişti. Uzun kahve saçları yüzünü kapatırken dengesini kaybedip yerdeki beyaz tüylü halının üzerine düşmüştü. Başını yerden bile kaldıramazken gözlerinden akan yaşlar birbiri ile yarışıyormuş gibiydi. Annesinin onu dinlememiş olması yediği tokattan daha çok acıtmıştı canını.

Aslında biliyordu. Hep böyleydi. Hiç değişmemişti ama yine de Gülşah annesine karşı hâlâ aynıydı. Annesi onu sevmezdi. Hor görürdü ancak küçük kız için öyle değildi. O annesinin kızı olabilmek için her şeyi yapıyordu. Ablasına çok fazla imreniyordu çünkü kendi saçlarını değil ablasının saçlarını okşuyordu annesi. Ablasına değil kendisine vuruyordu. Canı acıyordu ama annesi durmuyordu.

"Sus! Konuşma! Senden bir şey mi istedim! Şimdi bunların hepsini topluyorsun sonra da beni uğraştırmayıp bodruma iniyorsun!" Bodruma mı? İyi de Gülşah bodrumdan korkardı. Karanlıktan korkardı. Orada ışık yoktu ki. Orası kapkaranlıktı.

"Ama an-" derken annesi onu kolundan tutup kaldırmıştı. Kolunu fazlasıyla sıktığından dolayı olsa gerek canı yanıyordu. Kolu yüksek ihtimalle morarmıştı bile. Annesine itiraz etmek istiyordu ama yaparsa eğer daha kötüsünün olacağını biliyordu. Annesi onu kendisi bodrum katına indirmiş ardından küçük kızını içeriye kilitledikten sonra geri yukarı çıkmıştı.

Hiç kalbi acımamıştı. Yüreğinden bir şeyler kopuyormuş gibi hissetmemişti. Kızının canının yanmasını hiç umursamamıştı. Sanki kalbini, vicdanını söküp atmıştı. Nedendi ki bu nefret? Kızıydı. Kendi öz kızıydı. Nedendi ki bu kin? Küçücük bir kız çocuğu ne yapmış olabilirdi ki?

Gülşah ise kapının arkasından bir yere ayrılamamıştı çünkü karanlıkta bir yerlere çarpıp düşebilir hatta farkında olmadan kendisine zarar bile verebilirdi. Bunu yaşamıştı. Tek bir amacı vardı. O da annesini mutlu etmekti. Vereceği şey bir bileklikti ancak almış olduğu ceza fazlasıyla ağırdı onun için.

Başını kapıya yasladığı anda bir şeyler mırıldanmak istemişti. Aklına gelen ninniler, şarkılar hiçbiri ama hiçbiri o neşeli kızın neşesini geri getirmeye yetmiyordu, yetmeyecekti de. Canının yanmasını umursamıyordu. Canını yakan kişinin annesi olmasıydı onu kıran.

"Dandini dandini dastana
Danalar girmiş bostana
Kov bostancı danayı
Yemesin lahanayı nenni

E... E... E... E...
E... E... E... E...

Biner atın iyisine
Düşer yolun kıyısına
Haber verin dayısına
Şeker alsın kuzusuna nenni

E... E... E... E...
E... E... E... E..."

Gülşah hep bu zamanlarda ninni söylerdi. Hem kendisini hem geçmişini uyutmak isterdi çünkü o çocuk orada kalsın ve bir daha karşısına hiç çıkmasın isterdi. Çıkmasın ve orada kalsındı onun için. Daha küçüktü ama annesi sayesinde her şeyin acısını yavaş yavaş öğreniyordu. Bedeni küçüktü ama ruhu fazlasıyla büyümüştü.

"Bu çocuk burada kalsın. Uyusun ve bir daha hiç uyanmasın. Gülşah bu çocuğu hiç uyandırmasın." Bu odada kaç tane çocukluğunu uyutmuştu? Kaç tane küçük Mina burada uyuyordu? Uyanmak isteyip uyanamıyordu. Uyanmak isteyip kendisini uyutuyordu.

Mina ismini ona veren annesiydi ama Mina isminden nefret ettiren yine annesi olmuştu. Anlamına baktığında ilk dikkatini çeken gökyüzü olmuştu. Gökyüzünü hep sevmişti Gülşah. Hep çokça sevmişti. O bulutlara öpücükler yollayan, güneşi selamlayan, kuşları izleyen kızın adıydı Mina. Annesi onun o renkli kişiliğini yaratmış sonrada orayı karanlığa boğup onu hapsetmişti.

Küçücük bir kız çocuğuydu Gülşah. Annesine ya da her hangi birine nasıl bir zararı olmuş olabilirdi ki? Ne yapmıştı da annesi ona cezasını ismiyle vermişti? Belki bir gün severdi ismini, belki bir gün isterdi Mina'yı. Olamaz mıydı? Bu kadar imkansız olabilir miydi ki?

Gülşah o küçük kız çocuğunu uyutmak istiyordu. Uyusun istiyordu ki hiçbir şey hatırlamasın. Uyuyup kalmalıydı, uyumalı ve bu anları hatırlamamalıydı. O esnada dedesinin ona anlattığı bir masal gelmişti aklına. Uyumadan önce masal dinlemek en güzel şeydi onun için.

Masalları genelde birebir dinleyemezdi Gülşah. Dedesinin ona anlattığı tek bir masal vardı. Ve o masalın sonu da kötü sonluydu. Dinlediği masalları kendi hayatına göre kurguluyordu Gülşah. Kötü sonlar kendi hayatının sonunu mu gösteriyordu?

Kolundaki morluğa baktı. Küçücük bir gülümseme oluşmuştu yüzünde. Canı yanmıştı ama bu o morluğa parmak basmasını engellememişti. Elini değdirdiğinde daha da gülümsedi. Gözlerinin içi güldü sanki. O masaldaydı değil miydi? Yarasına basarak kendisini uyutmuştu prenses o masalda.

"Dedeciğim." Evin içinde küçücük ayaklarıyla bir oraya, bir buraya koşup duruyordu Gülşah. Dedesinin evine gelmişlerdi. Dışarıda saatlerce Mete ile top oynamış ve şimdi de sanki saatlerce oyun oynayan çocuk o değilmiş gibi bir de evi birbirine katıyordu.

"Gülşah. Gel benim güzel kızım gel." O yüzündeki gülümseme görülmeye değerdi. Sevildiğini hissettiği her an çok güzel gülümsüyordu Gülşah. O esnada annesinin sesi duyuldu evin içinde. Hatta yankılanmıştı adeta.

"Mina! Bırak dedeni, rahatsız ediyorsun." Annesinin sesi ile bakışlarını dedesine çevirmişti Gülşah. Annesinin ona Mina diyişi bile içinde bir yerlerde canını yakıyordu. Nedenini ise şu an anlayabilmiş değildi.

"Kızımla zaman geçirmek beni rahatsız etmez kızım. Sen dert etme." Dedesinin cevabı hem annesini susturmuş hem de küçük Gülşah'ın yüzünü az da olsa güldürmüştü. Sevindirmişti onu. Gülşah dedesinin yanında gerçekten sevildiğini hissediyordu. Dedesi Gülşah'a bakıp yanını işaret etti hemencecik. "Gel kızım." Hızlı adımlarla koltuğa doğru ilerlemeye başlamıştı. "Anlat bakalım, nasıl geçti günün kızım?"

"Çok güzel." Mavi harelerini dedesine çevirdi. "Mete ile bir sürü oyun oynadık. Sonra Zeliha teyze bizi eve çağırdı. Kek verdi." Hevesli hevesli anlatırken birden aklına bir şey takılmıştı. Bunu dedesine sormaktan başka çaresi yok gibiydi çünkü sorabileceği kimse yoktu. "Dedeciğim." Durdu ve devam etti. "Benim adım ne demek?"

"Gülşah mı? Mina mı?" İsimlerin arasındaki farkı bilmiyordu Gülşah. Ama yine de hissediyordu. Birisini annesi koymuştu, birisini ise babası. Annesi ona Mina derdi babası ise Gülşah. "İkisi de." Ayırt etmedi Gülşah. İkisini de öğrenmek istedi. Bilmediği bir şeyi ayırt edemezdi. Belki de bu duyacakları isimlerine olan bakış açısını değiştirecekti. Bilemezdi.

"Sana bunu bir masalla anlatayım güzel kızım." Masal mı? Masallara bayılırdı Gülşah. Sevmesine rağmen ona anlatan yoktu ama babasının ablasına masal anlatırken ki sesini duyuyordu. Onun için birebirliğe gerek yoktu. Bunu ona ailesi öğretmişti. Başını aşağı yukarı hevesli bir şekilde sallaması ile dedesi onu sağ dizinin üzerine oturtmuş ve uydurduğu masalını ona anlatmaya başlamıştı.

"Bir varmış bir yokmuş. Bir zamanlar güzel mi güzel bir prenses yaşarmış. Yüzünden gülücük asla eksik olmazmış bir prensesin. Bu prensesin bir de çiçekleri varmış. Bir sürü her türden çiçeği varmış. Hepsiyle ayrı ayrı ilgilenirmiş. Çiçekleri çok severmiş. Babası da bu yüzden ona Gülşah ismini vermiş." Güldü Gülşah.

"Yaa ben prenses mi oldum?" Çok mutlu olmuştu. Kendisini prenses olarak hayal etmek onu çok mutlu etmişti. Dedesinin onayı ise onu daha da mutlu etmişti. "Ben çok güzel prenses oldum!" Etrafında dönerek hayali elbisesinin eteklerini eliyle iki yana çekiyordu. Bir anda durduğunda dedesine yeniden başlamasını söylemişti. "Devam edelim dede."

"Edelim tabii kızım. Bir gün Gülşah prensesin olduğu krallığa savaş açılmış. Babası her ne kadar kızını korumak istese de olmamış. Kızı yaralanmış. Yerde yatmaya başlamış. Elini yara aldığı bölgeye, karnına getirdiğinde üzerine koymuş. Daha çok kan akmasın demiş biraz bastırmış. Uykusu gelmiş bu sırada. Uyuyakalmış olduğu yerde." O sırada Gülşah yere yatıp dedesinin anlattığı gibi hareketler yapıyordu. "Babası bir bakmış ki Gülşah yok. Annesi ile aramaya başlamışlar savaş esnasında. Sonra annesi bulmuş kızını. Sihir yapmış ona. Prenses uyanmış ama ne uyanmak. Uyandığı gibi savaşı sonlandırmış. Eski Gülşah'a göre bambaşka birisi olmuş. Asla gülmemiş. Çiçeklerine eskisi gibi bakmadığından hepsi solmuş. Hep gökyüzüne bakıyormuş. Güneş',e, Ay'a, yıldızlara... Bu yüzden de ismini Mina koymuşlar. Gökyüzü demişl-" Dedesinin sesini bastıran ses ise dışarıdan gelen Filiz'in sesi olmuştu.

"Anne! Dede! Babaanne! Yardım edin!"

Tek hatırladığı buydu. Gerisi yoktu. Bu kadardı. Gülşah ablasının niye yardım istediğini düşündü ama bulamadı. Bulamamıştı. Düşündü düşündü düşündü. Ama yoktu. Sonra yeniden kendisine baktı. Yeniden kendisini uyutmak istedi. "Mina uyusun. Gülşah uyansın. Gülşah benim, ben Mina değilim." Kulağında çınlayan annesinin sesi ona sürekli Mina diyordu. Sussun istiyordu Gülşah. Sussun ve bir daha duyulmasın istedi.

"Ben Mina olmak istemiyorum." Dedesinin anlattığı masal aklında öyle bir yer etmişti ki bir türlü silemiyordu. Gülşah gülmek istiyordu. Çiçekleri seviyordu. "Mina küçücük çocuk benim büyümem gerekiyor." Soğuktan tir tir titriyordu ama annesine yalvarmayacaktı. Kendisini boşu boşuna yormayacaktı. Değmezdi.

Uykusunun olduğunu hissetti Gülşah. Uyuması gerekiyordu zaten. O küçük çocuğun uyuması gerekiyordu. Hani derlerdi ya herkesin içinde bir çocuk vardır diye, Gülşah o çocuğu istemiyordu işte. O çocuk uyusun istiyordu, uyusun ama ölmesin. Bir çocuğun katili olmak istemiyordu.

Kendi çocukluğunun katili zaten varken kendi ismini de oraya ekleyemezdi. Bu olmazdı. "Uyu Mina." Kendi kendine konuşmaya başladı yeniden. Aslında kendi kendine değildi, Mina ve Gülşah konuşuyordu. "Uyu ki Gülşah uyansın." Gözlerinden akan yaşlar hızlandı. Karanlıktı ve o karanlıktan korkardı ama buna rağmen annesi bunu yapıyordu.

Annesi ona Mina derdi. Mina onun için karanlıktı, çocukluğuydu, kaybolan duyguları hatta geçmişiydi. Gülşah geçmişe bağlı kalmak istemiyordu. Bağlanmak ayrılırken acı çekmek demekti, bir yere gidememek ondan kopamamak demekti. Bunlar zordu hem de fazlasıyla zordu.

Gözleri kapandı Mina'nın. Gözleri kapandı ve o küçük çocuk orada uyuyup kaldı. Mina uyumuş ve Gülşah uyanmıştı onun için. Biri gül diyordu ona, biri de mavileş. Gözleri dünyayı masmavi görürken Mina'dan ne kadar kaçabilirdi ki Gülşah? Maviyi severdi ama bu çok uzun sürmeyecekti. Mavi acıydı, mavi ölümdü, mavi uçsuz bucaksız bir yoldu.

Korkular kimi zaman gün yüzüne çıkardı kimi zaman gizlenip anını beklerdi. Gülşah korkuları ile yüzleşmekten korkuyor hep sonraya erteliyordu. Korkuları ise zamanla büyüyüp daha da güçleniyordu. Bunun farkına varması gerekiyordu ki bunun için çok bir zamanı yok gibiydi.

Mavi beyaz bileklik kopmuştu, Mina uyumuş ve Gülşah uyanmıştı. Bilekliğin kopmasına nasıl güzel bir neden bulabilirdi ki? Hep kendini mutlu etmeye çalışıyordu çünkü dedesinin anlattığı masalda Gülşah hep gülerdi. Ağlamak ona göre değildi. Babası ona hep gül demişti, annesi ise gözlerine bakıp mavileri seçmişti. Her ikisi de onu bu çıkmaza sürükleyip yapayalnız bırakmıştı.

Yalnızlık güç değildi asıl güç olan insanın kendisini bile yalnız bırakmasıydı.

🌊

Yıllar Önce (Trabzon)

Çocuklar her zaman güzellikten yana olurdu. Peki bu daha hiçbir şey yaşamadığından, görmediklerinden dolayı olabilir miydi? Çocuklara göre kötülük yoktu ki. Onlara göre dünya toz pembeydi.

"Ulan Yağiz ulan Yağiz!" Söylene söylene gelen Uğur tam da seranderin yanındaydı. Kardeşini bekliyordu. O sırada kapıdan elindeki lastiklerini ayağına sokmaya çalışan Özgür belirmişti. "Hade da! Kiz gidecek!"

Ağustos olmasına rağmen hava o kadar da sıcak değildi hatta ara ara yağan yağmur sanki yazın ortasında değil de bahardaymış hissiyatı veriyordu. Tabii bu sıralarda neredeyse herkesin işi fındıklıktaydı.

"Yazin ortasinda seninle gelmek için evden gaçayrım ama senun deduklerune bak! Ayiptur!" Özgür'ün farkında olmadan çıkan sert sesi ile Uğur onu daha fazla dinlemeden elinden tutmuş ve peşinden sürüklemeye başlamıştı. "Nereye gideyruk? Onu de bare."

Uğur'un cevabı yalnızca iki kelimeden ibaretti. "Talih Kuşina." Özgür hemen anlamıştı. Abisinin Talih Kuşu dediği kişi Hüma'ydı. Daha doğrusu gelecekteki yengesiydi. "Hade Yağiz hızli ol bilama!" Uğur'un sabırsız sesi Hüma'yı göreceği içindi ve bunu anlamak hiç de zor değildi.

"Talih Kuşi'nun haberi var mi?" Olmadığını bile bile soruyordu Özgür abisine. Çünkü ne zaman böyle bir şey olsa habersiz olduğundan ya kovulurlardı ya da kaçmak zorunda kalırlardı. Abisinin cevapsız kalması ise aslında haklı olduğunu söylemişti. "E demeyecekler mi sizun finduklukta ne işuz var diye?" Haklıydı. Bunda da haklıydı.

"Ben oni düşünmedum." Dedi Uğur sanki yeni farkına varmış gibi. Özgür söylemese hala bunu düşünmek aklına gelmeyecekti, belliydi. Şu çocuk yaşlarına rağmen Uğur, Hüma'yı fazlasıyla seviyordu. Aralarında yalnızca iki yaş vardı. Hüma, Uğur'a iki ismini birlikte söylerdi hep. Uğur Taha derdi ona. Ne Taha derdi tek başına ne de Uğur. Bu Uğur'a fazla resmi gelirdi, o biraz daha samimi olmak istiyordu.

Hüma içinse bir insanın ismi onun ruhunu yansıtıyor anlamına gelirdi. Eğer tek bir ismini kullanırsa onun yarım kalacağını düşünürdü. Garip bir yaklaşımdı ama bu da onun düşüncesi ve inancıydı.

"Sen garişma ben halledecem orasini." Abisi olmasına rağmen sanki Uğur, Özgür'ün kardeşi gibiydi. İkisini de annelerinden çok babaları yetiştirmişti. İkisini de birbirinden ayırt etmez, ikisini de göz bebeği gibi büyütmüştü.

İkisini de sarsan şeylerden biri de babalarının vefat edişi olmuştu. Annelerinin o çığlığı hala kulaklarındaydı. Feride daha minicik bir kız çocuğuyken babasıyla doya doya vakit bile geçirememişti.

Ama biliyorlardı eğer babaları yaşasaydı Feride'ye çok güzel bir babalık yapardı.

Babalarının yokluğunu ne annelerine ne de kardeşlerine hissettirmek istememişlerdi. Zaten Karadeniz gibi bir yerde ekstra bir işe gerek kalmazdı. Fındık toplamak yapılması gereken işlerin başında geliyordu. Nefes nefese kalmıştı ikisi de. Uğur'un acele etmesi yüzünden Özgür de koşmak zorunda kalıyordu. Uğur'un hevesli kocaman adımlarının yanında Özgür zorunlu yürüyordu.

"Ula uşak ben senunle gelirken ha boyle mi ediyrım? Ağabeyien karşi biraz daha saygili ol." Uğur'un alaylı sözlerine aldırış etmeden yavaşça yürümeye devam etmişti Özgür.

Çok garip geliyordu ona. Aşk mı demeliydi yoksa sevgi mi? Abisi sürekli Hüma'ya aşık değil sevdalı olduğunu söylerdi. Nedenini bilmezdi ama aklında sürekli bu dönerdi.

Talih Kuşi derdi ona abisi. Belki de onu bu uçurumdan çekip kurtarandı Hüma. Uğur'un, Özgür'ün hatta babalarını hiç göremeyen kardeşleri Feride'nin bile düştüğü bu uçsuz bucaksız yerden abilerini kurtaran kişi Hüma olmuştu. Özgür kendisini bilirdi, aşka inanmazdı ama bir gün birine sevdalanmak isterdi. Aşk değişebilirdi ama sevda değişmezdi hep aynı kalırdı. Aşk heveslikti, oyuncaktı ama sevda nefesti, hayattı.

Dalgın dalgın yürürken yerdeki parlayan şey dikkatini çekmişti. Gözlerini kısıp bakarken ne olduğunu anlamaya çalışıyordu ancak görememiyordu. Birkaç adım attıktan sonra önünde eğilmiş ve o parlayan şeyin aslında bir kolye olduğunu anlamıştı.

Kolyenin ucunda gerçek bir deniz kabuğu vardı. Arkasını çevirdiğinde deniz kabuğunun arkasında bir yazı yazdığını görmüştü. Fazla okunmaz değildi ancak italik ve özensiz yazılmıştı.

Yaralar geçer, izleri kalır; kanlar silinir, lekeleri kalır. Gün doğar ve ışığı söner.

Kimindi bu kolye? Yazıyı niye yazmıştı ve bu yazının anlamı neydi? Buralardaki herkesi tanırdı Özgür, böyle bir kolyeyi takacak kadın buralarda olsa olsa kardeşi olurdu. Kimindi? Gelen misafirlerden biri düşürmüş olabilir miydi? Niye bu kadar düşünüyordu ki?

"Ne halt yeysun haurda?" Abisinin sesini duymuştu Özgür ancak ne elindeki kolyeyi bırakabilmişti ne de yerinden kalkabilmişti. Bu cümle ona bir yerden tanıdık geliyordu ama sanki asırlar öncesine aitmiş gibi hiçbir şey hatırlamıyordu.

Deniz kabuğu... Döndü dolaştı zihninde. Ardından dalgalar geldi aklına. Dalgaların sesleri doluştu kulaklarına. Babası ile gittiği zamanlar geldi gözlerinin önüne.

Karadeniz'de babasıyla yaptıkları su savaşları, fındık ve çay toplama anıları geldikçe ister istemez sol tarafı ağırmaya başlıyordu. Hemen unutamazdı ki insan sadece unutmuş gibi yaparlardı. Bu yalnızca bir taklitten ibaret kalırdı başkası mümkün değildi.

Kendisini geçmişe bağlamak istemiyordu ama ne yapabilirdi ki? Onu bu zamana bağlayacak değil kalmasına neden olacak insanlar vardı. Babası geçmişindeydi. Anılarının içerisindeydi. Hep güzel değildi tabii ki bu anılar ancak babası için hepsini geri getirmeye razıydı Özgür. Bu denli bağlıydı babasına.

"Ula uşak." Uğur'un bilmem kaçıncı seslenişi ile sonunda Özgür kendine gelebilmişti. Uğur ise gözleriyle elindeki kolyeyi gösterip ona 'bu ne?' dermiş gibi bakıyor, Özgür'den bir cevap bekliyordu. Ama hayırdı şu anda aradığı Özgür'e ulaşılamıyordu.

Sonunda kendisine gelebilmişti Özgür. Uğur ikinci kez ona aynı soruyu sorduğunda başta kendini yeniden birkaç saniyeliğine zorlamış ve nereden hatırladığını bulmaya çalışmıştı ancak yine ve yine hiçbir şey hatırlayamamış ve başını abisine çevirmişti. Ayağa kalkıp elindeki kolyenin ucunda yazan yazıyı abisine gösterdiğinde ona aklından geçen soruyu sormuştu. "Hatırlay misun habu sözi?"

Uğur ise bakışlarını kolyeye çevirmişti. "Yaralar geçer, izleri kalur; kanlar silinur, lekeleri kalur. Gün doğar ve ışıği soner." Sesli bir şekilde yazılanları okuduğunda kaşlarını hafif bir şekilde çatmıştı. Ona da fazlasıyla tanıdık gelmişti. Demek ki Özgür doğru hatırlıyordu. Bu cümle ilk değildi. "Neydi lan bu? Hatırlayrım ama hatrima gelmiyi." Buna hatırlanmak denmezdi ki!

"Neysa yörü hayde." Bunu söyleyen Özgür'dü. Bununla ilgili daha fazla düşünmek istemiyordu. Aklını her ne kadar buna yorarsa bir o kadar şeyi daha hatırlamak zorunda kalıyordu ve Özgür babası için buna katlansa da bu duyguyu yeniden tatmak istemiyordu.

"Abi!" Evin içindeki küçücük sert sesin sahibi tabii ki Özgür'dü. Uğur'un peşinden koşuyor, onunla beraber babasıyla gitmek istiyordu. Genelde hep böyle olurdu, Uğur giderdi ancak Özgür gidemezdi. Annesi onun hep çok küçük olduğunu söylerdi ama asla yollamazdı.

Nereye mi? Ormana. Babası ormana gitmeyi orada yürümeyi hatta piknik yapmayı bile çok severdi. Bu ona babasından yani Özgür'ün dedesinden kalmış bir alışkanlıktı. Özgür'ün dedesi de böyleydi. Orman deyince akan sular dururdu onun için.

"Ana bende gideym mi?" Annesine döndü Özgür. Aslında cevabını biliyordu, elbette ki hayırdı. Başını bile kaldırmadı annesi. İstemedi. Sustu. Bu onun için hayır demekti. O esnada babasının sesini duydu Özgür.

"Yağız gel uşağum gel." Babasının sözü ile gözlerini kocaman açtı Özgür. Şaşırmıştı, çünkü bunu ilk defa yaşıyordu. Genelde hep hayır cevabını alırdı sonraysa odasına gider abisi ve babası gelene kadar oradan çıkmazdı.

"Vallahi mi diysın? Geleym mi?" Babası tebbessüm etmişti küçük oğluna. Eliyle 'gel' işareti yaptığı an aslında onun için tüm her şey bitmişti. Sanki yeni bir galibiyet almış gibi sevinmişti Özgür. Kocaman gülümseyerek odasına koştu ardından ise lastiklerini ayağına giyerek seranderin oraya, babasının yanına gitti.

Babası elleriyle saçlarını karıştırdıktan sonra oğlunun mutluluğuna baktı. Onu sevindireceğini bilseydi daha önceden yapardı bunu. O esnada Uğur gözüktü tavukların arasından çıkmaya çalışırken. "Pirakmayler beni!" Abisinin yardım isteği üzerine babası ile beraber gülmeye başlamışlardı.

Babası Uğur'un yanına gidip onu oradan alınca bile hala gülüyordu küçük Özgür. Abisinin delici bakışları bile onu susturamazken babasının tek bir sözü onu susturmuştu. "Kavga edersaaz eve geri döneruk, bilun." Biliyordu Özgür. Biraz daha devam etseydi abisi direkt üzerine atlayacaktı ve sonrasında derin bir kavga başlayacaktı.

Böyle bir fırsat ayağına kadar gelmişken geri tepmek ahmaklık olurdu. Yapmazdı, o kadar akıllıydı. Ellerini arkada birleştirip tıpkı babası ve abisi gibi yürümeye çalışıyordu. Dışarıdan biri görse net kahkahayı basardı ancak ne babası ne de abisi onunla dalga geçmemişti.

Sonunda gelmişlerdi. Şükürdü yani. Özgür derin bir nefes aldı ve Uğur ile beraber Hüma'nın yanına doğru ilerlemeye başlamışlardı. Hüma ise onları gördüğü kaş göz işaretiyle onu evin önünde beklemeleri söylemişti.

Doldurduğu sepetini boşaltma bahanesiyle evin önündeki fındık yığınına doğru yol alırken Özgür ve Uğur'da onu bekliyordu. Aslında Özgür orada ne işi olduğunu sorguluyor, Uğur ise kendini mutlu etmenin peşindeydi.

Örülü kumral saçlarının üzerinde tıpkı bir örtü örtülmüş gibi duran bir keşan vardı. Keşanın kenar kısımlarında duran nazar boncukları bulunuyordu. Üzerindeki siyahlı kırmızılı kıyafetler ise onu tam bir Karadeniz kızı yapıyordu. "Sizun ne işiuz var haburada?"

"Bende onu sorayrum ne işimuz var haburada?" Uğur ise arkasını Özgür'e döndüğündeki attığı bakış ile kardeşini susturmayı başarmıştı. Özgür ağzına fermuar çekiyormuş gibi yaptıktan sonra kollarını bağlayıp birkaç adım geriye gitmişti.

"Ben sana şey diyecektum." 'Ne' der gibi bir bakışı vardı Hüma'nın. Sahiden ne diyecekti ki Uğur? Seni görmeye geldim mi? Seni özledim mi? Saçmalıktı. "Heh senun yaninda bir uşak vardi geçende, kimdur o? İlk defa gördum oni haburalarda." Bunu bile kendi çıkarı uğruna bir koza dönüştürebiliyordu Uğur. O da böyleydi işte. Babasından kalmıştı ona bu huyu.

"Hee sen oni diysın." Derin bir sessizlik oluşmuştu. Ne Uğur Hüma'yı doğrulamıştı ne de Hüma ona cevap vermişti. Öylece kalakalmıştı ikisi de. Neyse ki aralarında suskunluğa tahammülü olmayan biri vardı. Evet o Özgür'ün ta kendisiydi.

"E biz buraya bakişun diye mi gelduk? Gidelim artuk da. Anam haşlayacak bizi zaden." Haklıydı. Hemde fazlasıyla haklıydı ama bu Uğur için aynı şeyleri ifade etmiyordu. Delici bakışları yeniden kardeşini bulmuştu ki Hüma başladı sözlerine.

"Ne yapacasun sen benim yanımdaki uşağu? Saa ne ki?" Hüma'nın terslemesi ile Uğur kendini oldukça garip hissetmişti. Aslında bunun nedeni Uğur'un arkasındaki Hüma'nın babasıydı. Pencerenin önündeki suyu Özgür'e uzattı bir anda. Özgür ise ne olduğunu anlayamamıştı. "İçtiysenız suyuuzi hayde."

"Noliyi?" Babasının sesi ile Uğur'da Özgür'de ne olduğunu anlamıştı aslında. Bu kızdan korkulurdu. Söylediği yalana kendisi bile inanarak söylüyordu, böylesi türünün ilk ve son örneği gibiydi.

Hüma Uluöz gerçektende bir dünya markasıydı.

🌊

İki çocuğunda canı yanıyordu. Her ikisi de kendisine bir merhem istiyordu. Her ikisi de çocuktu ama kendilerine göre çocuk olmuşlardı. Çocuk demek sadece küçük demek değildi. Çocuk demek sadece yaşı ifade etmezdi. Çocuk demek saflık demekti. Çocuk demek iyilik demekti. Bir çocukta kötülük aranmazdı. Acı, kan, gözyaşı aranmazdı. Aranmamalıydı.

Bir gün gelecekti her ikisi de ilacını bulacaktı. Buna herkes emindi. Biliyorlardı ama bilmedikleri bir şey vardı ki kendi ilacını arayanlar birilerine ilaç olabiliyordu. Hayır bu cahillik değildi. Bu yalnızca kendi dünyasında sıkışıp kalmaktı. Ve her ikisi de kendi dünyalarında sıkışıp kalmışlardı. Buna ne saflıkları ne de yaşadıkları engel olamamış tam tersi etrafına zincirler çekmişti

Hayatın her ikisi içinde oldukça farklı planları vardı. Çocukluk sadece başlangıçları olmuştu. Gelecekte yaşanacaklardan habersizlerdi ancak canlarının yanacaklarını biliyorlardı. Bir insanın acıya alışması kadar acı bir şey olamazdı. Sevgi, aşk, tutku, merhamet, şefkat... O kadar çok alışılması gerekilen duygu varken acı bu listenin sonunda bile yer almamalıydı.

Her ikisi de çocuktu. Her ikisi de masumdu ama acı çekiyordu. İki çocuğun geleceğinde de kan vardı. Her ikisi de gözyaşı dökecekti ve kader onları bir gün bir araya getirecekti. Çünkü sevilmeyen çocuklar bir gün o sevgiyi birbirine gösterirdi. Çünkü sevgisizlik insanı eksik bırakır, tamamlanmamaya iterdi.

Kader iki mavinin arasına sıkışıp kalmıştı. Ve bu iki mavi hangi çocuğu vuracaksa diğerinden de bir o kadar gözyaşı dökecekti.

Gözlerin gördükleri aklın alamadığı pek çok duygu vardı. Kalbin hissettiği ama aklın onaylamadığı... Her onaylanan doğru olmazdı, her reddedilen de yanlış sayılmazdı.

Korku, tüm bedeni esir almışken bir insan birilerini düşünebilir miydi? Bunu gelecek gösterecekti.

Aşk insana en fazla ne yaptırabilirdi? Bunu gelecek yaşatacaktı.

Sevda, insanı nasıl değiştirebilirdi? Hepsini tek bir kelime gösterecekti.

Gelecek...

__________

Benim Findukilerum nasılsınızz? Bölüm nasıldı? Evettt. Bu bölümümüzde başrollerimizin çocukluğuna değindik. Açıkçası Özgür'den bahsetmeyi düşünmüyordum bölümde ama gözüme çok kısa geldi.

Yani gördüğünüz gibi iki başrolde çocukluğundan yaralı ama kıyaslama yapmayacağım çünkü ikisi de benim evlatlarım. İleri ki bölümde ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Ve evet bölümlerin arasında öyle eskisi gibi aylar olmayacak korkmayın.

Ben hem yazarken hemde düzenlemek için okurken aşırı keyif alıyorum umarım sizde beğenirsiniz. O zaman sonraki bölümlerde görüşmek dileğiyle hoşça kalın. Seviliyorsunuz 🫶🏻🤍

 

Loading...
0%