@krpapatyassi
|
🎶Ayfer Vardar- Dayan Yüreğim🎶 __________ 10. BÖLÜM: Gök Gözlü Kız Ben gökyüzünü değil denizi istiyorum. Ben Gök Gözlü Kız değil Deniz Gözlü Kız olmak istiyordum. Ama bana hep Gök Gözlü Gök derlerdi. İsmim bile gökyüzüyken denizden çok uzaktım. Gök gözlü kız gökyüzüne çıkmak istemiyor. İlahi Bakış Açısıyla (Bir Saat Sonra) Beklenen her an. Beklenen her dakika ve her gün bir bir gerçek oluyordu. Bir zamanlar intikam ateşiyle yanıp tutuşan bir çalışandı Özgür ama şimdi o intikam ateşinde istediği kişiyi yakabilecek düzeydeydi. Hatta öyle ki bir zamanlar boyun eğdiği adam şimdi benden sonra sensin diyordu. Özgür Satana'ya karşı fazlasıyla sert konuşmuştu. Bir başkası olsaydı şu an parçalara ayrılmış olması gerekirken şu an ikiside arabadaydı. Bir yere gitmiyorlardı ama burada kalmak onlara daha iyi geliyor olmalıydı. "Gerçekten yürek yemiş gibisin. Bir kız uğruna, bir plan uğruna kimi karşına aldığının farkındasındır umarım." Sinan yine aynı Sinan'dı. Özgür'ün ihtiyacı olmayan akıl hocalığını yapıyordu ve tabii hiçbir işe yaramıyordu. Çünkü Özgür onu dinlemiyordu. "Ne yapabilirim Bolat? Sana da sordum bön bön baktın yüzüme kardeşim. Bir plan kurduk ve başladık şimdi geri mi dönelim yani, bunu mu istiyorsun?" Özgür sustuğunda Sinan'dan de ses gelmemişti. "Bu plan en azından o kızı koruyor. Belki söylesem o da istemez ama başka bir şey gelmiyor aklıma." Fazlasıyla haklı bir isyandı. "Gülşah'a ailesinin öldüğünü söylemek istemenin nedeni ne?" Böyle bir düşüncesi vardı yani bu da plan dahilindeydi ama yapma nedenini ne Sinan anlayabilmişti ne de Özgür mantıklı bir açıklama yapabilmişti. "Kızı ailesinden uzaklaştırınca eline ne geçecek?" Haklıydı. Sinan bu sefer fazlasıyla haklıydı. Özgür'ün böyle bir şeyi düşünmesi saçmayken plan dahilinde olması fazlasıyla can yakıyordu. Zaten az çok Gülşah'ın ailesine olan bağlılığını fark etmesi gerekiyordu belki de farkındaydı ama yine de bunu düşünüyordu. İnsan düşündüğü birisini neden üzmek isterdi ki? Tam bir saçmalıktı. "Çünkü." Dedi ve kaldı Özgür başka hiçbir şey söyleyememişti. Ne diyebilirdi ki? Daha kendisini bile doğru düzgün açıklayamıyorken bunu yapmaya karar vermesi ne kadar doğruydu ki? Sonuçta eninde sonunda Gülşah gerçekleri öğrenecekti, Özgür bunu hesap edemiyor muydu? Ona güven verip güvenini mi kırmak istiyordu? Ne istiyordu? Ne istediğini kendisi de bilmiyordu ki. "Çünkü ne Karlı? Kızın nasıl bir durumda olduğunu görmek bu kadar zor mu gerçekten?" Özgür hiçbir şey söyleyememişti. Öylesine, boş boş bakıyordu sadece. "Bak şimdiye kadar yaptığın, aldığın her kararda arkadandaydım ancak şimdi bana mantıklı bir açıklama yapmadığın müddetçe bu konuda karşındayım bilmiş ol." Karşısında olmakta haklıydı. İçinden ne geliyorsa söylemeye karar vermişti Özgür o an. İçindeki tüm her şeyi Sinan'a anlatacaktı. "Bilmiyorum. İçimde o kıza karşı farklı hisler var. Yanımda kalsın istiyorum. Sanırım fazla bencilce ama yanımda kalmasını istediğim için ona bu yalanı söyleyeceğim." Aslında nedenini farkında olmadan söylemişti. Kendisinin bile farkında olmadığı nedeni Sinan sonunda anlamıştı. Oldukça yerinde bir soru sordu Sinan. "Peki yalnız olduğunu öğrendiğinde-" derken Özgür kesti sözlerini. "Yalnız falan değilim. Ben varım. Onu asla yalnız bırakmam." Özgür bunları neden dediğine bile bir anlam verememişti. İçinden bir ses bunları söylüyordu. "Tamam. Ailesinin olmadığını öğrendiğinde burada kalacağını düşündüren ne? Karlı emin olmadan adım falan atmayalım. Yanında tutmak isterken daha da koparma kendinden." Haklı olduğunu düşündü Özgür ancak başında olması gereken bir şey vardı. "Şimdi anladım." Sanki jeton yeni düşmüş gibi bir tepki verdi Sinan. Gözleri açılmış ve şok bakışlarla bakıyordu. Özgür ise ona 'ne anladın' bakışı atıyordu. "Bu kız senin zaafın olmuş." "Yuh. Atma be oğlum." Nasreddin hoca misali ya tutarsa mı yapmıştı Sinan de? Yoksa bu gerçek miydi? Aslında bakıldığında haklıydı. Özgür belki farkında değildi ama Gülşah'a verdiği değer bunu resmen haykırıyordu. "Aynen Karlı aynen. Bende yedim bunu salağım çünkü değil mi?" Özgür kaşlarını çatmış bir şekilde bakıyordu Sinan'a. "Hiç öyle bakma bana Karlı. Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar diye boşuna dememişler." "Bolat. Bak doğrunda yanlışında sende kalsın sakın ama sakın bu salak saçma düşüncelerini ona söyleme. Boğarım seni." Özgür için 'seni boğarım' kalıplaşmış bir söz haline gelmişti. Herkes ölüm ile tehdit ederken o boğmak ile tehdit ediyordu. Her yerde farklılığını gösteriyordu. "Tamam tamam. Şimdi ciddiliğini üzerine al ve soracak olduğum soruyu cevapla." Özgür bu tarz emir cümlelerinden hoşlanmazdı ancak Sinan ile konuşurken bu konuları görmezden gelebiliyordu. Sonuçta herkesi aynı kefeye koyamazdı. "Bu konuyla ilgili değilse hatta mantıklı bir konuyla neden olmasın." Özgür'ün cevabı üzerine Sinan sırıtmaya başlamıştı bile. "Yakında yengemiz olu-" derken Özgür ne demek istediğini anlamış olacak ki sert bakışlarını Sinan'a çevirmişti. "Tamam tamam şaka yaptım. Ben şey diyecektim." Dedi tüm ciddiyetini üzerine alarak. "Sen bu kız hakkında bir şeyler öğrenebildin mi? Ben hala araştırıyorum ama yok. Gizli saklı her şey." Özgür'ün anlam veremediği bir diğer nokta da burasıydı zaten. Niye gizliydi ki? Niye babası ya da annesi onu gizliyordu? Bilinmeyen bir şey mi vardı? Öğrenecekti. Öğrenmeliydi. "Yok. Ufak tefek şeyler öğrenebildim sadece." Cümlesi biter bitmez arabanın yanından geçen bir başka arabanın içinden gelen kemençe sesini duymak için asla çaba sarf etmeye gerek dahil kalmıyordu. Sinan'a baktığında yüzünde farklı bir ifade vardı. Burayı böyle beklemiyor olacaktı. Şehre indiklerinden beri bu kaçıncıydı, yeterdi artık. "Alışırsın zamanla. Buranın insanı böyledir." "Belli oluyor." Haklıydı, belli oluyordu. 🌊 Gülşah Mina Dinçer'den Gecenin karanlığı kadar siyahtım ve geceyi aydınlatmak isteyen ama buna gücü yetmeyen yıldızlar gibiydim. Son zamanlarda tüm olaylar üst üste geliyor sanıyordum ama bu daha fragman bile değildi bundan haberim vardı. Başıma daha ne gelebilirdi ki? Bu da artık fazla dedikleri hep onu mu bulurdu? Bu bir çeşit simülasyon falan mıydı? Bu kadar tesadüf de fazlaydı artık. Biliyordum. Sanki gelecekten gelmişim gibi başıma gelecek her şeyi biliyordum. Daha doğrusu tahmin ediyordum. Bu içimdeki korku tohumu bana en fazla ne verebilirdi ki zaten? Hayatın her zaman insan için planları olurdu ancak benim hayatıma yön veren her ne kadar kendim olmak istesem de öyle olmuyordu. Sanki benim hayatımın ipleri bambaşka birindeydi ve ben ne kadar ondan almak için çabalarsam ömrüm o kadar azalıyordu. Ne kadar saçma olduğunun farkındaydım ama bunlar benim hislerimdi. Hep mi acı çekmeliydi insan? Hep mi mutsuzluktu hayat? Hiç mi gülmeyecekti yüzüm? Beklemek. Sabretmek. Azmetmek. Niye bu kadar kolay gibi görünse de zorlayıcıydı? "Gülşah." Mavi bakışlarımı Feride'ye döndürmüştüm bile. "Daha iyisin değil mi?" Sadece gülümsemiştim ama bunda bir sahtelik yoktu. Gerçekten gülümsemiştim. Birini beni düşünmesi hoşuma gitmişti, çokta alıştığım bir şey değildi aslında. Güzel bir his olduğunu şimdi anlamıştım "İyiyim." O konuşmanın üzerinden bir saatten fazla geçmişti. Ardından yemeklerimizi yemiştik. Şu an ise ikimiz de oturuyorduk. Yeniden mavi bakışlarımı pencereye yöneltmiştim ki o esnada Feride'nin sesini duymuştum. "Abimleri mi bekliyorsun?" Ses vermedim. Ne diyebilirdim ki zaten? Benim yüzümden başlarına bir şey gelir diye mi korkuyordum? Yoksa beklememin, endişelenmemin benim bile bilmediğim başka bir nedeni var mıydı? "Korkma. Bir şey olmaz onlara." Neden bu kadar güveniyordu ki? Nereden geliyordu bu güven? Yeniden bakışlarımı Feride'ye döndürdüm. "Nerede olduklarını biliyor musun?" Yalvarır gibi baktım ona. Bu elimde değildi. Gözlerim öyle bakıyordu, ben ne yapabilirdim ki? Ardından yeniden devam ettim sözlerime. "Biliyorsan lütfen söyle. Yalvarırım." Feride de bilmiyordu ki, bunu bakışlarından anlayabiliyordum ama şu an bunu bana söylerse yani bilmediğini söylerse endişemin artacağına emindi. Ki acısı şuydu ki bende emindim. Çareyi ise yalan söylemekte bulmuştu. "Annem aradı evden. Oraya gittiler. Abim daha yeni geldi ya İstanbul'dan annem ayrı kalmak istemiyor." Yalan söylüyordu. Bana bakmıyordu. O an nedense bana mantıklı gelmişti bu duyduklarım. Yalan olduğunu bilmek istemiyordum çünkü yalan olduğunu bilip inanmak daha zordu. Hak vermiştim daha doğrusu zorlanmıştım kendimi ve bakışlarımı pencereden uzaklaştırmıştım. Feride ise gülüp bakmıştı mavi harelerime. Beklenmedik bir anda kapı çalmıştı. Belki de hayatlarımızın dönüm noktası haline gelecek olan şey sadece iki tık tık sesi olmuştu ama hayır benim esas dönüm noktası buraya gelmekti. Bunu en içten, derinlerde bir yerlerde hissedebiliyordum. "Birini mi bekliyordunuz?" Feride'nin sorusu üzerine başımı hayır anlamında iki yana salladığımda ela harelerine tedirginlik hakim olmuştu. Kim gelebilirdi ki? "Belki abimler gelmiştir." Bu dediğine Feride bile inanmıyordu çünkü gidişlerinin üzerinden hepi topu kırk beş, elli dakika geçmişti. Kapıya bakmak için kalkmıştım ki Feride benden önce davranıp kapıyı açmıştı. Karşımızda hiç tanımadığımız bir adam duruyordu. "Buyrun." Hiçbir ses gelmeden önce silahın ucunu görmüştü Feride. Hemen kapıyı üzerine kapatmak istediğinde ise karşısındaki adam ayağını kapı arasına koyup kapanmasını engellemişti. "Gülşah odaya kaç!" Feride'yi dinlememiştim tam tersi ona yardım etmek için yanına gelmiştim. Adamın ayağına kuzineye atılmak üzere hazırlanan odunlardan birini sertçe atmıştım ki karşımızdaki adam iniltili bir ses çıkararak ayağını geri çekmişti ve bizde bunu fırsat bilerek kapıyı üzerine kapatmıştık. Feride hemen elimden tutup eline masanın üzerindeki telefonunu da alıp odaya giderken bir silah sesi duyulmuştu. Kapının açıldığını duymuştuk her ikimiz de korkuyorduk ancak belli etmemeye çalışıyorduk. Odaya girdiklerinde Feride orayı da kilitlemişti ki ben pencereyi açmaya çalışıyordum. Feride ise daha hızlı olması için komodinin üzerindeki bibloyu cama fırlatmıştı. Aklına o an kaçtığı kulübe gelmişti. Orada da camdan kaçabilmiştim. Tuzla buz olmuz cam parçalarında gezindi gözlerim ardından ikimiz de dikkatli bir şekilde dışarı çıkmıştık. Nereye gidebileceğimizi hiç düşünmeden koşuyorduk. Peşimizden gelen adamı çok rahat bir şekilde görebiliyorduk. "Koş." Feride beni adeta çekeleyerek götürüyordu. Ne kadar hızlı olursak o kadar iyi olurdu. Ormanlık alana girdiğimizde gidebilecek en uygun yer burası gibiydi. Kısa bir süre daha koştuğumuzda uzaklardan gelen yaprak hışırtıları dışında başka hiçbir ses gelmiyordu ki bir ağacın arkasına saklanmıştık. Feride elimi bırakmış elini cebine atmıştı. Yüksek ihtimalle abisini aramak üzere telefonunu çıkarmıştı ki ben ona fark ettirmeden sessizce oradan uzaklaşmaya başlamıştım. Bunu onlar için yapıyordum. Hayır, bunun adı ihanet değildi. 🌊 İlahi Bakış Açısıyla Gülşah gitmişti Feride ise bunu ne duymuş ne de hissetmişti. Abisini arayıp olanları anlatmak isterken anlamıştı ki Gülşah yoktu. Çalan telefonu abisi açmadan direkt kapatmıştı ardından ağaçların arasına dalmıştı bile. Cebinde titreyen telefondan abisinin onu aradığını tahmin edebiliyordu ancak çıkarıp bakmıyordu. Peşindeki adamları umursamadan seslenmişti Gülşah'a. "Gülşah!" Başına bir şey gelmiş olma düşüncesi aklında dolanıp dolanıp duruyordu. Başka başka yerlere gidiyordu Feride ama Gülşah'a dair en ufak bir ize bile rastlayamamıştı. Hiç yoksa on, on beş dakika aralıksız Gülşah'ı aramıştı ama elde ne vardı ki? Hiçbir şey. En sonunda dayanamamıştı cebinde titreyen telefona ve açıp kulağına götürmüştü. "A-alo." Titreyen sesi karşısında Özgür daha da endişelenmişti. "Feride. Ne oldu? Bir aradın açamadan kapattın. Geri de arıyorum açmıyorsun." Nasıl diyebilirdi ki Feride Gülşah'ın olmadığını? Onu kaybettiğini nasıl söyleyebilirdi? Uzun süre sessiz kaldı Feride ancak gözleri hala etrafta geziniyordu. "Kızım cevap versene." Abisini daha da meraklandırıyordu bunun farkında değil miydi? "A-abi. B-ben, yani b-biz." Hâlâ sesi titriyordu. Korku gerçekten ses tellerine kadar işlemişti. Özgür ise sabırla kardeşinin diyeceklerini bekliyordu. Tüm cesaretini topladı Feride ve yeniden telefona döndü. "G-Gülşah yok." Nefesini tuttu Özgür. Kardeşinin ne demek istediğini anlamaya çalıştı önce. Gülşah mı yoktu? Nasıl yoktu? Bu ne demekti? Aklı almıyordu. "Nasıl yok?" Ses gelmemişti Feride'den. Özgür ise sesini daha da yükselterek konuşmuştu bu sefer. "Feride sana söylüyorum. Ne demek yok?" Korkuyordu Feride. Şu an gerçekten de korkuyordu. Gülşah'ın başına bir şey gelmiş olabilir miydi? Evet olabilirdi ve Feride'yi esas korkutan da buydu. "A-abi. Çabuk gel l-lütfen. Ben ne yapacağım b-bilmiyorum. Eve de gidemiyorum. Ne olur çabuk gel b-ben ç-çok korkuyorum." Gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı bile. Elinin tersiyle iki gözünden de akan gözyaşlarını sildikten sonra yeniden ilerlemeye başlamıştı. "Ne? Neredesin? Feride bak korkma abiciğim. Bana sakince anlat yoldayız, geliyoruz. Her neredeysen bir yere otur ve nefes alış verişini düzene koymaya çalış. Bu sana iyi gelecek. Hadi dediklerimi yap ve bana olanları anlat." Gördüğü ilk ağacın dibine oturmuştu Feride. Nefes alış verişini düzene koymaya çalışıyordu. Elinden geldiğince kendini sakinleştirmeye çalışmak şu an için tek çaresi gibi gözüküyordu. "Daha iyi misin şimdi?" Diyen sesini duymuştu abisinin. "Evet abi iyiyim." Ardından olanları anlatmaya başlamıştı. "Siz gittikten bir saati geçik bir süre sonra kapı çaldı. Sizin geldiğinizi düşündük kapıyı açınca başka bir adamı görü-" derken sözü yarım kalmıştı. "Ben sana kapıyı kimseye açma demedim mi?" Feride nereden bilebilirdi ki? Müneccim değildi ki sonuçta. Daha fazla ses gelmeyince devam etti Feride. "Ona kim olduğunu sorduğumda belinden bir silah çıkardı ben kapıyı geri üzerine kapatmak isterken Gülşah geldi ve büyük bir odunu adamın ayağına attı." Karşı taraftan gelen sesi Feride duymuştu ama yinede devam etmişti. "İşte benim kızım." Demişti Özgür. Feride'nin duymadığını umut etmişti ama duymuştu işte. Her şey sessiz sedasız olmuyordu işte. Özgür bu sefer yakalanmıştı sadece zamanı değildi. "Bende kapıyı üzerine kapattım ama silahla açtı kapıyı bizde odanın camından çıktık dışarı. Ormanlık alana doğru gittik. Sonra gizlendiğimiz yerde ben seni aradım ama o an fark ettim ki Gülşah yok." Sustu Feride ve abisinin tepkisini dinlemeye başladı. Kızacaktı bu bir kesindi ama esas kime kızacağı belli değildi. Feride'ye mi kızmalıydı kapıyı açtığı için? Yoksa Gülşah'a mı kızmalıydı kendine dikkat etmediği için? Özgür yine ikilemde kalmıştı. "Hata bendeki ikinizi evde yalnız bıraktım. İki deli, iki birbirinden ruh hastasını aynı evde yayla da bırakılır mı hiç? Hata bende!" İçten içe de biliyordu Özgür Gülşah'ın neden gittiğini. Bunu anlamak o kadar da zor değildi. Hatta hiç düşünmeye bile gerek kalmıyordu. Evet o kadar emindi ki kendisinin gittiğine. Zaten her fırsatta kaçmaya çalışan biri böyle bir fırsatı geri çevirmezdi. Kendini fazla akıllı sanıyordu ama kimle dans ettiğini henüz fark edemeyecek kadaf kör ve saftı. "Abi azarlaman bittiyse acele mi etsen. Hani kızın başına bir şey gelmiş olabilir ya. Dakikalardır arıyorum ama yok. Hiçbir yerde yok. Umarım bir şey olmaz ya." Feride vicdan azabı çekiyordu. Kendi kendine daha dikkatli olması gerektiğini söylüyordu sürekli. "Siz durun bir geleyim azarın âlâsını yiyeceksiniz. Sen dua et o zamana kadar size olan sinirim geçsin Feride yoksa çok fena olacak." Özgür ikisine de oldukça sinirlenmişti. Haksız mıydı yoksa haklı mıydı belirsizdi ama yine de ne yapacağını bir tek kendisi biliyordu. Tıpkı küçük çocuklar gibiydi şu an Feride. Gözlerini yere dikmişti ve boynunu bükmüştü. Uzun zamandır böyle bir şey ile karşı karşıya gelmiyordu sanki elinin, kolunun hatta ayaklarının bile bağlandığını hissetti. Görünmez bir ipti bu. İkisi de telefonu kapatmamıştı ama birbiri ile de konuşmuyorlardı. Sadece Özgür'ün yakınmalarını duyuyordu Feride onun dışında hiçbir şey yoktu. Yaprak hışırtıları bile yoktu artık. Evden mi fazla uzaklaşmıştı yoksa adam mı peşlerini bırakmıştı? Yinede o yaprak hışırtılarını duymak istediğini fark etti Feride. Bu onu daha sakin kılacaktı çünkü o zaman Gülşah'ın güvende olduğunu hissedebilirdi. Aradan ne kadar geçti bilinmezdi ama Feride, ikisinin arasında geçen konuşmayı duyuyordu. "Ne yapacağız şimdi?" Sinan'ın sorusu sanki Özgür'ün dakikalardır düşündüğü şeydi. Telefona doğru döndü ve Feride'ye seslendi Özgür. "Feride. Bolat'ı gönderiyorum şimdi olduğun yerden kalk ve evin yolunu bulmaya çalış." Buraları avucunun içi gibi bildiğini bilmeyen yoktu. Feride'den onaylayan bir ses çıktığında arabanın kapı açılıp kapanma sesi gelmişti. Gelmişler miydi? "Bende gidip şu mavi kaçağı bulacağım." Sahiden bulabilecek miydi? Başına bir şey gelmeden, sağ salim bulabilecek miydi? Olduğu yerden yavaşça kalktı Feride ardından eve doğru yürümeye başladı. Kafasının içinde dönen o trilyon tane sorunun hiçbirini umursamadan sadece Gülşah'ı düşünerek ilerliyordu. İkiside telefonu kapatmıştı. Çocukken buralarda az saklambaç oynamamışlardı, her yeri karış karış biliyordu ikisi de. Kaybolmaları ya da yolu bulamamaları olanaksız gibi görünüyordu. İlerledikçe endişesi artıyordu çünkü Gülşah dan uzaklaştığını düşünüyordu. Sanki kendisini kurtarırken onu ateşin ortasında bırakıp kaçıyormuş gibi hissediyordu. Aslında bir bakımdan öyleydi ancak şimdi Özgür vardı ve Feride abisine kesinlikle güveniyordu. Sinan'ın sesini duyduğunda derin bir cesaret dolmuştu içine. Daha da ilerlediğinde onu görmüştü. İçinden sadece abisinin Gülşah'ı bulması için dua etmek kaldığını kendine hatırlatıyordu. 🌊 Gülşah Mina Dinçer'den Düşe kalka ilerliyordum. Tam anlamıyla düşe kalka. Benim en acilinden yürümeyi öğrenmem gerekiyordu. Yoksa benim kendim ile fazlasıyla işim vardı. "Off off. Yürümeyi bile beceremiyorsun Gülşah. Gerçektende harika. Süper." Haklıydım. Kesinlikle sonuna kadar haklı bir isyandı bu. İnsanı ayakta tutan değerler olurdu. Onlara sarılarak, onlardan destek alarak ayakta dururlardı olmadığı zamanda işte böyle sürekli bir o yana bir bu yana sallanıp düşerlerdi. İnsanın elinden birisi tutmalıydı, ona destek olmalıydı herkesin olmasa bile çoğu kişinin buna ihtiyacı vardı. Doğduğumdan beri ellerimden biri tutmamasına rağmen yine de ayakta durmayı başaramıyordum. Hayatta iki türlü öğrenirdi insan. Ya isteyerek öğrenilirdi ya da zorunlu. Kimisi unutulmayacak bir andan kimisi de yaşanılmaması gerekilen bir andan akıldan çıkmazdı. Ağaçlara tutunmak, çiçeklerle sohbet etmek, kendi kendine kızmak... Belki bunlar insana fazlasıyla normal gelebilirdi ancak hepsi yalnızlıktan olurdu. Hepsinin sebebi yalnızlıktı ve düzelmesi asla imkansız olmadığı halde imkansız gözüyle bakılırdı. İnsanlar o kadar çok imkansızlığı benimsemişlerdi ki artık olanakların bile üzerini çiziyorlardı. Oysaki o çiziklerin altında sorunlarına çare, dertlerine derman vardı. Daha fazla dayanamadım. Fazlasıyla uzaklaştığımı düşünüyordum. Bu kadar yeterdi bence. Bir ağacın dibine çömelip oturdum. Yaprak sesleri gelmiyordu, bu beni rahatlatıyordu. Aklım Feride de kalmıştı. Onu orada öylece bırakmakta hata mı etmiştim? Belki o adamın peşimden gelmediğini görseydim geri bile dönerdim ama öyle olmamıştı. Her şey planladığım gibi gidiyordu. O adamı oradan uzaklaştırmıştım yani Feride güvendeydi en azından o öyle düşünmek istiyordum. Başka türlüsünü düşünmek istemiyordum çünkü başka türlüsünü düşünmek beni delirtirdi. Bana ne olduğuyla ilgilenmiyordum. Onun abisi benim hayatımı kurtarmışken, bana umut olmuşken benim kardeşi üzerinden ona ihanet etmem gururumu ayaklarım altına almak demekti. Yanımdaki papatyalar dikkatimi çekti bir anda. Elimi uzatıp yapraklarını sevmeye başladım. "Ne kadar da güzelsiniz." Gerçekten de çok güzellerdi. Çiçekler bana güzelliği, sevgiyi, mutluluğu hatırlatıyordu. Bu bile yeterliydi aslında onları sevmem için. Sahiden daha fazlasına gerek var mıydı ki? "Gülşah ben. Ailemi çok merak ediyorum. Onları orada öyle bırakmak içimi bir tuhaf yapıyor. Şu an daha farklı bir durumda olduklarına eminim ama ya bir şeyler oluyorsa? Orası ölümdü. Çok korkunçtu. Başlarına bir şey gelmez değil mi?" Hiç tartışmasız en çaresiz anlarımdı bunlar. Ses gelmeyeceğini, konuşmayacağını bile bile onlara soruyordum. Başka kime sorabilirdim ki zaten. Benim buradaki tek dostum onlardı. Denize uzaktım ve gece değildi bu da demek oluyordu ki çiçekler benim buradaki tek dostumdu. Aklıma Özgür geldi bir anlığına. "Bana çok yardım etti. Sizce yanlış mı yapıyorum? Ben genelde yanlış olanı yapar başıma bela alırım ama şimdi en doğrusunu yaptığımı düşünüyorum. Benim yüzümden o masum insanların acı çekmesine izin veremezdim ki. Siz söyleyin ne yapabilirdim?" Akıla başka bir şey gelir miydi ki o an? Çaresizliğin dibiydi bu. Çaresizliğin çaresizliği vardı üzerimde. Bakışlarım mavi gökyüzüne dikildi. Aklıma babamın bana söylediği sözler geldi. Babam beni sevmiyordu, seviyormuş gibi yapıyordu çünkü hiç kimse sevdiği birisini ateşin ortasında bırakmazdı. "Deniz kızı." "Mavişim." "Mavi prenses." "Mavi boncuk." "Deniz gözlü kız." "Gök gözlü kız." Annem ise ismimi bile nadiren söylerdi. Ben hiçbir zaman o evdeki değersizliğimin nedenini anlayamayacağımı düşünüyordum. Aslında haksız bir düşünce de değildi ama fazla hızlı pes eden türdendi bu sözler. "Gök gözlü kız, gökyüzüne çıkmak ister." Mırlıtı tonundaki sözlerim küçükken dinlediğim yani kendi kendime söylediğim masallardan birinin sonuydu. Ben kendi masallarıma kendi umutlarımı sıkıştırıyordum aslında. Belki de bu yüzden seviyordum masal uydurmayı. Umutlarım benden uzaklaşmamalıydı ve bunun en güzel yolu onları evlerine göndermekti. Derken yaprak sesleri gelmeye başlamıştı. Peşimden mi geliyordu? Bulmuş muydu beni? Gözlerime ve içime korku hakim oldu. Hemen ayaklandım ve ses gelen tarafın tersi yönüne koşmaya başladım. Saklanacak bir yer bulabilsem aslında çok daha iyi olurdu ama yoktu işte. Ağaçlardan ve çiçeklerden başka hiçbir şey yoktu ki bu lanet yerde! İçimden dualar ediyordum. Tek çarem buymuş gibi geliyordu. Korkuyordum ve bunu kendimden bile gizlemeye çalıştığım halde başarısız oluyordum. Elimden gelen tek şey kaçmaktı. Kaçmak ve yakalanmamak başka ne yapabilirdim ki zaten? Bilmediğim bir memlekette, bilmediği bir yerde, kendimi bile kaybetmişken nasıl doğru yolu bulabilirdim? Kayıpların arasında bile kaybolmuşken nasıl yol haritasını çizebilirdim ki? Her insanın gidebileceği bir yol olurdu. Kimisi bunu kendi çizerken kimisi ailesinin ona çizdiği haritada yürürdü. Benim gibiler ise o haritayı çizmek için bile olsa kendini bulamazdı. Kaybolan ben değildi bendim bunu anlamam daha doğrusu yedirmem ne kadar süreceği ise merak konusu haline gelmişti. Nefes nefeseydim ve garip bir şekilde sesi duyduğumdan beri hiç düşmemiştim. Aklıma getirmemeye çalışıp devam ettim yoluma. Bir yandan arkama bakıyor bir yandan da güvenli bir sığınak arıyordum kendime. Ne burktuğum bileğimin acısını hissediyordum ne de düşmemek için ağaçlara tutunurken ki acıyan elimi. Sadece koşuyordum, sadece kaçıyordum, sadece yakalanmak istemiyordum. Ben hızla ilerlerken bir anda beklemediğim bir şey olmuştu. Küçük de olsa bir yokuş vardı ve ben bunu görememiştim. İki ayağımın birbirine dolanması ile o yokuştan aşağıya yuvarlanmıştım. Başımın döndüğünü, midemin bulandığını hissettim. Belki de o gün içinde vücudumdaki ağrı ve acıları en yoğun hissettiğim zaman dilimi bile olabilirdi. Ayağa kalkmak için kendimi zorladım ama hiçbir işe yaramamıştı bu. Yerimden bile kıpırdayamamıştım. Tekrar tekrar denerken canımın daha da acıdığını hissettim. Öyle bir yanıyordu ki canım sanki ben değildim bu başkasıydı çünkü bedenimi hissetmiyordum ama canımın acısını en derinden hissedebiliyordum. Bedenim kendi kendine derin bir uykuya dalmışken ruhum bana o acıyı tattırmak istermişçesine uykuya karşı direniyordu. Gözlerimden boşalan yaşlar ise sanki benim o anki durumum değildi, bendim. Kendi halime ağlamıyordum, kendime ağlıyordu. Gözlerimden akan yaşlar bile banaydı. Kimse bana acımazken ben kendime acıyordum. Bir anda aklıma bir şey geldi. Nereye kadar kaçabilirdim ki? Nereye kadar koşabilirdim? Eninde sonunda yakalanacaktım. Birinin yardım etmesine bile izin vermiyordum ki. Kimsenin başına bela olmak da istemiyordum. Kendi elimden de başka bir şey gelmiyordu. Kaderime razı gelmek niye bu kadar mantıklı geliyordu şu an kulağıma? Gözlerimin kararması ile bu dediklerim daha da anlamlaşmıştı ama yinede direniyordum. Bu beni ben yapandı zaten, kabul etmezdim ki ben direnirdim. Kabuk etmek zayıfların işiydi ve ben zayıf olamazdım. Ben hep direnmiştim. Hep savaşmıştım ama eninde sonunda o güç bitecekti ve yanımda güç alabileceğim kimse olmadığından çaresizlik bile bana çare olacaktı. Son zamanlarımın olduğunu düşündüm. Öyle hissettim. İçimden bir ses bunu haykırıyordu. Son nefes, son görüş, her şeyin sonu... Sonlar acı verirdi. Bende de öyle olmuştu zaten. Aklıma gelenler gözümün önünde canlanmıştı. İlk gördüğüm şey ise mavi gözlerim olmuştu. Küçük bir kız çocuğu vardı bahçede. Elinde çiçeklerden oluşan bir demet vardı. Annesi için topluyordu bunları. Bugün annesinin doğum günüydü. Bugün yıllar önce annesi doğmuştu. Onun için bahçedeki her türden çiçek almıştım. Her çocuk annesine çiçek toplamıştır zaten. Bende toplamıştım. Elimdeki çiçekleri anneme göstermeden odama gittiğimde renkli kâğıda sarıp ucuna da kurdale bağlamıştım. Kurdalenin beyaz olmasına ayrıca dikkat ederken ucuna da fiyonk atmak yerine çiçek şeklinde bir bağlama çeşidi uydurmuştum. Geçen seferde anneme götürdüğüm çiçeklerin ucunda fiyonk vardı ve yere attığında hepsi dağılmıştı. Bu sefer dağılmaz diye düşünmüştüm. Dağılmazdı değil mi? İçimde büyük bir heves vardı. Gözlerimin içinin güldüğüne yemin bile edebilirdim. "Gök gözlü kız gökyüzüne çıkmak istemiyor." Kendi masalımın sonunu yaşamak istemiyordum. Kendi masalıma yazdığım son benim kaderim olamazdı, olmamalıydı. Ve beklediğim gibi olmuştu. Tüm gücüm bitmişti. Kararan gözlerim ile maviliklerim kapanmıştı. Gök gözlü kız gökyüzüne çıkmak istemiyordu ve kimse bana istemediği bir şeyi yaptıramazdı. Bu benim kaderim bile olsa böyleydi. Gök gözlü kızın sadece gözleri göğe benzese yeterdi. Gökyüzü benden mahrum kalabilirdi.
|
0% |