@krpapatyassi
|
2. BÖLÜM: Deniz Kabuğu Yaşamak denilince sen, nefes delince yine sen geliyorsun aklıma Denizin Oğlu. Gülşah Mina Dinçer'den Şimdi ki Zaman (İzmir) Umarım diyordu içimdeki ses umarım rüyalarım yine doğru tutmaz. Nedense son günlerde gördüğüm tüm rüyalar tutuyordu. Elimdeki birkaç poşet ile market alışverişi yine ve yine bana kalmıştı. Evin tüm bu işlerine annem ya da babam koşacağına annem hep beni gönderiyordu. Aslında pek de şaşırmamak lazımdı çünkü ben bu tarz şeylere çocukluğumdan alıştırılmıştım. Ablam tıpkı bir leydi gibi yetiştirilirken ben annem tarafından bir savaşçı misali yetiştiştirilmiştim.Bunu çok kez duymuştum kimi kızlar savaşçı kimisi prenses olurdu. Ablam babamın prensesi bense annemin savaşçısı olmuştum. Savaşçılık diyince belki akla gelen ilk şey annem için savaşmam olurdu ancak hayır. Benim hayatım bu değildi. Tek doğru yönü annemin beni kendi için yetiştirdiğiydi ancak aynı safta değil karşı karşıya olmaktı onun istediği. Ah diyorum bazen. Ne olurdu babamın kızı olsaydım. Ölmezdim ya o zaman. Ellerimi ağrıtan cinsten olan poşet poşet meyve sebzeleri annem daha Trabzon'a gitmeden ne yapacaktı merak ediyordum doğrusu çünkü gitmemize çok fazla zaman yoktu. Ablamın düğünü için Trabzon'a gidecektik çünkü damadımızın memleketinde olmasını ablamda çok istemişti. Telefonumdan gelen ses ile dikkatim dağılmış ve tüm onca yük arasından bir de telefonu çantamdan çıkarmakla uğraşmıştım. Doğrusunu söylemem gerekiyorsa bu çok da kolay olmamış beni bir nebzede olsa zorlamıştı. Tüm poşetleri sağ elime aldıktan sonra dengem şaşmıştı ancak arayan kişinin Fırat olduğunu görünce telefonu yeniden çantama atmak gelmişti içimden. Bu çocuğun benden uzak durması için illa onu azarlamalı mıydım? Tam kapatmış çantaya atıyordum ki ikinci bir zırıldama sesi ile içimden türlü türlü küfürler türetmek gelmişti ama sakin kalıp ikinci kez kapatmıştım. Üçüncü kez ararsa engeli çakarım! Yeniden çantama atmak için hamlede bulunduğumda zırıldama sesiyle telefonu sessize alıp çantama atmıştım. Engellemeyle şimdi uğraşamazdım zaten bugün yeterince üşengeçliğimi hiçe saymıştım yeni bir vakayı daha görmek istemiyordum. Gördüğüm rüya yine takılmıştı aklıma. Tam olarak değil ama az çok aklımdaydı, anmak istemeyeceğim bir rüyaydı çünkü fazlasıyla gerçekçiydi ve beni korkutan cinstendi. Tabii beni korkutan ikinci bir diğer şeyse rüyalarımın gerçeğe çıkmasıydı. Bu hem korkutucu hem de düşündürücü bir şeydi. Hiç görmediğim kadar yeşillik vardı etrafımda ama tam olarak nasıl bir şey olduğunu hatırlamıyordum. Kıpkırmızı elbisemin eteklerini ellerimle yukarı kaldırıyor, ayaklarıma dolanmasına engel olmaya çalışıyordum. Sonra birden bir şey olmuştu. Çıplak ayaklarımın değdiği soğuk toprak yerini kor ateşe bırakmış gibiydi. Ayaklarımın altının yandığını hissediyordum ancak yine de hiçbir şey yapamıyor tam tersi hala koşmaya devam ediyordum. Acımı hissediyordum ancak buna rağmen duramıyordum. Nereye gittiğimi bile bilmez bir şekilde sadece bana açılan kollara koşuyordum ancak karşımdaki her kimse siması oldukça puslu gözüküyordu. Beklenmeyen bir an değildi benim için çünkü hayatım bile aksiyon doluyken normal bir rüya benden beklenmezdi. Daha doğrusu ben kendimden beklemezdim çünkü ben yani Gülşah Dinçer yani annesinin savaşçısı ellerinde topladığı çiçekler yerine gözlerindeki yaşlar olan kızdım. Ben kendimden en fazla ne bekleyebilirdim ki? Döktüğüm gözyaşının bile yere düşmesine izin veremiyordum ama dik durmakta da hep en çok zorlanan ben oluyordum. Benim sorunum neydi ki? Rüyamın tesirinden kurtulup gözümün çarptığı hediyelik eşyaların satıldığı çok tatlı bir dükkanı gözüme kestirmiştim. Dışı açık yeşildi ve duvarlarını süsleyen sarmaşıklar ilgimi çekmese bile girip bakma isteğimi artıyordu. Ayaklarıma engel olamayıp evde annemin beklemesine rağmen oraya gidiyordum. Kendi yaptıklarım niye zihnimle ters orantılıydı ki? Bunları zaten ben yapmıyor muydum? Dükkana girdiğim gibi yaklaşık atmış yaşlarında olan bir kadın oturduğu yerden ayağa kalkmıştı. "Merhabalar." Diye söze başladığımda kadın da bana cevap vermişti. "Hoşgeldin kızım." Acaba burada bulabilir miydim? Deniz kabuğu var mıdır acaba? Nedensiz yere utanmıştım çünkü annem bana sevdiğim her şeyin nefretini aşılıyordu. "Şey acaba burada deniz kabuğu var mıdır?" Sesim olduğundan daha cılız çıkmıştı. Yine ve yine Gülşah Mina Dinçer kendini belli ediyordu. Kadın ise arkamdaki rafları işaret ettiğinde başımı çevirip o tarafa bakmıştım ki kimisi kolye kimisi ise bir kavanozun içinde, kar kürelerinin yanında duruyordu. Dikkat etmiştim ki kedim Gökyüzü içinde tasmaya bağlı deniz kabuğu vardı. Kendimi her yerde belli etmek hobilerim arasında. Elime bir tanesini aldığımda oldukça hoşuma gitmişti ki hemen yan tarafında tasmanın ucundaki deniz kabuğuna benzer başka bir tanesinin kolyenin ucuna takılmış halini görmüştüm. Bunların ikisini almalıydım çünkü bunlar Gökyüzü ve bendim. İkisini de elime aldıktan sonra o ablanın yanına gidip parasını ödemiştim ki aklıma saat gelmişti. Annem bu sefer cidden canıma okuyacaktı. Hemen dükkandan çıkıp telefonumu güç bela elime almıştım ki saatin oldukça geçtiğini fark etmiştim. Adımlarımı daha da hızlandırdığımda kendi kendime söylenirken bir an birşeye çarptığımda yerimde sendelemiş ve düşmemek için zor durmuştum. Tam sert bakışlarımı önüme döndürdüğümde sözlerim yarım kalmıştı. "Ya bir önüne baks-" derken gördüğüm direk ile donakalmıştım. Bir direğe suç bulamadığın kalmıştı Gülşah. Artık o da olmuştu. Daha ne olabilirdi ki? Gözlerimi etrafta dolaştırırken birinin görüp görmediğini kontrol ediyordum ki karşıdan gelen Fırat ile göz göze gelmiştik. Gerçekten şu an şaka gibi bir hayatın tam içindeydim çünkü böyle utanç verici bir anı daha hatırlamıyordum. Külliyen yalan, say say bitmez! Lanet olsun! Biraz daha bana doğru yaklaşırken fark etmiştim ki ben ciddi ciddi çok pis rezil olmuştum. Şu an yerin yarılmasını diliyordum, acilen yerin yarılması ve benim içine düşmem gerekiyordu. Yoksa başka türlü kendimi iyi hissetmeyecektim. Ya çocuğa rezil oldum çocuğa! "Gülşah?" Tam karşımda durduğunda kaşlarını belli belirsiz çatmış, kahve harelerindeki anlamsızlık ile bana bakıyordu. Bana soruyordu daha doğrusu soracaktı ama bilmediği bir şey vardı çünkü bende bilmiyordum. "Sen az önce direğe mi kızdın?" Evet tam olarak öyle olmuştu. "Şey, ben-" derken anlamıştı tabii benim daha fazla konuşmayacağımı, lafı geveleyip duracağımı o da çareyi konuyu değiştirmek de bulmuştu. Aslında çok da mantıksız değildi en azından işime geliyordu. "Tamam tamam bir şey demedim var say." Elimdeki poşetlere gözünü diktiğinde elimdekileri almak için yeltenmişti ancak ben izin vermemiş, birkaç adım geriye girmişti. "Sanırım belli oldu cevapsız aramalarımın sebebi. Sen bu yükün altında nasıl yürüyorsun be kızım?" Bu da bir şey miydi ki? Taşıdığım daha çok yük vardı. Altında ezildiğim hatta yardım dilendiğim ama her şey görünmüyordu işte. Her şey görülmüyor, dokunulamıyordu. Benimde eksi yönlerimden biri de işte buydu. "Şey aradığını göremedim kusura bakma malum baya yoğun olduğumdan fark edememişim. Afedersin." Bilerek açmadığımı söylesem şurada en fazla ne olabilirdi ki diyen tarafımı diğer tarafım bir tokat sesi eşliğinde susturmayı başarmıştı. Yalan söylemeyi sevmezdim hatta yalan dinlemeyi de sevmem ama biri beni buna mecbur tuttuğunda oyunculuğumu ortaya koymaktan asla çekinmezdim zaten çekinmiyordum da. "E normal tabii." Bir kez daha elimdekileri almak için hamle de bulunduğunda bu sefer geri çekilmek yerine yoluma devam etmiştim. Gitmem gerekiyordu çünkü şu an da fazlasıyla vakit kaybetmiştim. Eve gidince annem canıma okutacaktı. "Acilen eve gitmem lazım. Annem erken gel demişti." Dediğimde önüme geçmiş ve beni durdurmuştu. Anlaşılmıştı ben annemden bu gün baya iyi azar işitecektim. Çocuk da salmıyordu ki beni. "Fırat bak ben ciddiyim. Annem erken gel dedi ve ben belki de beş altı saattir dışarıdayım." Biraz abartı olabilirdi ama bir tıkçık çok değil yani. "Peki madem araba biraz ötede eve gideceğin sürenin yarısında götürürüm seni." Bakışlarımdan bilemediğimi ona söylüyordum aslında. "Eğer amacın benden kaçmak değilse yani gerçekten eve gitmek istiyorsan kabul edersin Gülşah." Aslında asıl amacımı ben bile bilmiyordum. Belki de annem bir bahaneydi benim için. Belki de gerçekten haklıydı bu konuda. Kendim bile bilmediğim bir soruyu nasıl cevaplayabilirim ki? Ama hayır, emindim. Onunla saniyemi bile geçirmek istemiyordum. O unutmuş olabilirdi ama ben unutmamıştım ve unutmayacaktım da. Benimle çok eskiden beri tanışıyordu, belki bu bizi daha yakın yapması gerekirdi ama öyle değildi işte. Geçmişti beni ondan uzaklaştıran ve geçmişti aramızdaki bu koca duvarı ören. Belki o farkında değildi, belki gerçekten ona göre farklı sonuçları vardı. Belkide gözünün önündeki zararları göremeyecek kadar kördü ama asla bir aptal değildi. Beni ne hale getirdiğini bildiği halde bana yine de yakın davranmaya çalışıyordu. "Senden kaçmıyorum, ama seninle de gelmek istemiyorum. Önemli bir işim var ve özel bir mevzu, beni yalnız bırakır mısın Fırat?" Sesimin bu kadar soğuk çıkmasını bende beklemiyordum. Pişmanda değildim zaten. Oh olsundu ona. Sözlerim bitince arkamı dönmüş gidecekken kolumda elini hissettim. "Kaçıyorsun Gülşah Mina, hem de arkana bakmadan koşup uzaklaşmaya çalışıyorsun benden ama ne var biliyor musun? Sen benden kaçarken bana koşuyorsun." Dedikleri ile kaşlarım hafif çatılmıştı ama arkamı dönüp onunla konuşmaya devam etmek istememiştim. Geri dönmeden cevap verip uzaklaşmak en mantıklısıydı. "Aramızda bir duvar var Fırat ve senin benim karşımda olabilmen için önce o duvarı aşman lazım. Ne yazık ki o da imkansız, geçmiş olsun." Kolumu onun elleri arasından kurtardıktan sonra eski adımlarıma kıyasla daha hızlı bir şekilde yürümeye başlamıştım. Bir yandan dediklerini düşünüyordum bir yandan da dediklerimi. O mu haklıydı yoksa ben mi? Sanki üzerimdeki tüm cesaret sömürülüp beni yalnız bırakmıştı. Öyleki arkamı dönüp hala orada mı diye bakmaya bile korkuyordum. Hemen sol elindeki poşetleri de sağ elime aldıktan sonra çantamdan telefonumu çıkarmıştım. Kendi kendimin fotoğrafını çekip orada mı diye bakacaktım sadece. Saçlarımı düzeltiyormuş gibi yaparken bir fotoğrafımı çekmiştim. Üzerimdeki mavi çiçekleri olan beyaz elbisemin kollarındaki fırfır detayı ile mavi çantamın sap kısmı fotoğrafta çıkmıştı. Fotoğraf oldukça hoşuma gitmişti çünkü dudaklarımın pembeliği olsun, yanaklarımın kızarıklığı olsun hatta ve hatta koyu kahve saçlarımın dalgalığı olsun fazlasıyla şık duruyordu. Beğenmiştim. Kendimi gerçekten beğenmiştim. Sağ elimin ağrımaya başladığını hissettiğimde telefonu hızlıca kapatmış ve poşetleri yeniden elime almıştım. Birkaç adım attıktan sonra aklıma gelmişti ki ben Fırat'a bakmayı unutmuştum. Amacım dışında her şeyi yapmıştım! Bravo bana! "Aferin sana Gülşah, bravo kızıma sana. Gerçekten aferin, böyle devam et sen. Hayır nereden geliyor bu akıl anlamadım ki. Annem desem benim gibi değil, babam desem benden daha iyi, ablam desem maşallahı var. Kime çektim ben ya? Off!" Tam oflarken köşeyi dönmüş ve karşımdaki Fırat'ı görmem ile korkuyla elimdeki poşetleri yere düşürmüştüm. Bu çocuğun bana hiç mi hayrı yoktu gerçekten? Zarar için mi doğurdu annen seni Fırat? "Demek ki aramızdaki duvarı istesen geçebiliyormuşsun değil mi Gülşah Mina?" Bana ikinci kez Mina diyordu. Onu şuracıkta öldürmem için gayet iyi bir sebepti bana Mina demesi ama kendimi kontrol etmeye çalışıyordum. Bunun için üçüncüyü bekliyordum. Eğer üçüncüyü de söylerse onu büyük bir sürpriz bekliyordu. "İki!" Dedim dişlerimin arasından. Kahve hareleri 'ne diyorsun' dermişçesine çatılmıştı. O anlamazdı beni. Anlamasındı da zaten. Onun anlamasını istemiyordum. Anlamasına da ihtiyacım yoktu. Bir anda boş ellerimde bir doluluk hissetmiştim. Sıcak bile olsa soğuk hissedebildiğim ellerinin arasında benim ellerim duruyordu. Bana yalvaran gözlerle bakmaya başlamıştı. "Her insan hata yapar Gülşah ama asıl fazilet ne biliyor musun? O insanın hatalarından pişman olmasını anlamak ile affetmek. Ben sende bu erdemi görüyorum. Ne olur bana bir şans daha versen?" Ne mi olurdu? Kendi çocukluğum karşıma geçmiş kollarını bağlamıştı. Bana bile mi küsmüştü? Affedemezdim. Yapamazdım ki. Onun yüzünden bir çocuğun çocukluğu ellerinden akıp gitmişti. Kaşlarımı hafifçe çattım ardından ellerimi ellerinin arasından çektim sertçe. "Evet haklısın affetmek büyük bir erdemdir ama ne var biliyor musun Fırat? Ben affetmeyi öğrenemedim. Bana karşı bir hata bile yaparsın silinirsin ve sen o hataları aşa aşa geldin yanıma. Bundan sonra değil benden özür dilemek, çocukluğum bile bunun için ağlasa asla affetmeyeceğim. O anki yüz ifadesi hem öfkeliydi hem de aşırı üzgün duruyordu. Öfkesinin kendine değilde bana olduğuna neredeyse emindim çünkü Fırat buydu. Hatayı asla kendisinde aramaz muhakkak karşıdakinin haksız olduğunu savunurdu. Bunca zaman bununla nasıl yaşayabildim ben?! Yere düşen poşetlerime baktığımda neyseki içindekiler dökülmemişti. Hepsini yeniden ellerime aldığımda tam yoluma devam edecekken karşısına dikilip diyeceğim iki çift sözü söyleyecektim. "Ha bu arada. Mümkünse bir daha o duvarı aşmaya kalkma çok da sabırlı bir insan olduğum söylenemez. Gider ayak kavga etmeyelim şimdi." Nereye diye sormadı çünkü biliyordu. Ne bana cevap verdi ne de beni durdurdu. Aslında bu benim hoşuma gitmişti çünkü benim dediklerimi kabullenmişe benziyordu. İnatçılık bir yere kadar çok güzeldi aslında. Adımlarımı oldukça hızlandırmıştım. Evin yolunu tutmuş ve bir yandan da saati kontrol ediyordum. Annem bu sefer gerçekten çok kızacaktı. Tek umudum ben eve vardığımda onların hâlâ alışveriş yapıyor oluşuydu. Adımlarım bir yandan benden bağımsız bir şekilde taramalıya bağlamış gibi hızlanıyor bir yandan da elindeki poşetler nedeniyle yorgunluğumu belli ettiriyordum. Sahiden elimdekiler benim kilom kadar vardı. Hiç abartmıyordum çünkü bunlar gerçeklerdi. Kendimi evine yemek götürmek için kendisinden büyük ekmek parçaları taşıyan bir karınca gibi hissediyordum. Arabanın anahtarını istememe rağmen vermemişlerdi neymiş kendileri gidecekmiş onunla. Ablamın arabası ne güne duruyordu ki? Süs olsun diye bahçeye çiçek niyetine mi dikmiştik onu? 🌊 Ne ayaklarımı ne de ellerimi hissediyordum. Şu an sadece tek istediğim birazcık oturup dinlenmekti. Sonunda eve varabilmiştim. Anahtarı çantamdan çıkaracağım sırada evin arka tarafından sesler gelmeye başlamıştı. Nerede bela orada bendim yani! Elimdekileri de bırakmadan evin arka bahçesine doğru yürüdüğüm sırada birinin konuşma sesleri geliyordu kulağıma ama tanımadığım biri olduğuna emindim. Birazcık başımı uzatınca görmüştüm ki belinde silah duruyordu. Bizim evin bahçesinde böyle birinin ne gibi bir işi olabilirdi ki? İçimde nedensiz bir şekilde özgüven patlaması yaşamıştım. Bana neydi ki? Her kimse, babamı falan tanıyordur illaki diye düşünürken kendimi bir anda adama doğru yürürken bulmuştum. Sanki adımlarımı ben kontrol etmiyor gibiydim. "Sende kimsin?" Diye sorduğunda bende ona aynı soruyu sormak istiyordum. Benim evimde, benim bahçemde duruyordu ve bana kim olduğumu mu soruyordu? Bu adam iyi miydi yoksa tımarhaneden kaçma bir deli falan mıydı? "Ne tesadüf bende size aynı soruyu soracaktım. Siz de kimsiniz?" Adamın gözlerindeki saf nefreti görmek için kör olmak gerekirdi. Kimdi ki o? Tanımadığım birinin bile nefretini kazanmıştım. Oysaki ben benden sadece ailem nefret ediyor sanıyordum. "Göksel Yavuz." Sadece iki kelime döküldü dudaklarından ve ben bu ismi ilk kez duyduğuma neredeyse emindim. Kimdi ki? Adama direkt soruyu sormak istiyordum. Belki dan belki de şat diye. "Size isminizi değil kim olduğunuzu soruyorum. Benim evimde, benim bahçemde silahlı bir adamın olması onun için hayra alamet olamaz." Evde küçük bir çocuk varken üstelik bu benim kardeşimken üstüne üstlük onun yanında Sema varken rahat olamıyordum. "Özgüvenli küçük kız çocuklarını severim." Küçük kız çocuğu mu? Yirmi iki yaşındayım ben yirmi iki! Ayrıca onun sevgisine de ihtiyacım yoktu. Bilmiyorum belki de vardı. Belki de kim olursa olsun sevgiye ihtiyacım vardı benim. "Babanın dediği kadar varmışsın küçük kız çocuğu." Bu adam benim yirmi üç yaşımda olduğumu ne zaman anlayacaktı! "Babamın size benden bahsetmesi sorumun cevabı değil. Babamın bir tanıdığı olmanızda buna bir cevap olamaz. Üstelik size nasıl çocukları seversiniz diye sorduğumu hatırlamıyorum." Garip bir şekilde içimdeki tüm o cesaret patlamıştı. Patlamasına lanet olsundu ki patlamıştı. Bakışları donuk bir şekilde bana baktı. Sanki biraz sus dermişçesineydi bakışları ancak ne ben onu dinleyip susmuştum, ne de o beni dinleyip sorularıma cevap vermişti. İkimizde öylece diliyorduk bahçenin ortasında. Elimdeki poşetler yüzünden her ne kadar yorgunluğumu dibine vura vura yaşasam da Sema ve Ahmet için oraya girmemeye kararlıydım. Dudaklarımı aralayıp bir şey söyleyecek olduğum sırada babamın sert sesi aramıza bir bıçak gibi girmişti adeta. Kapının önünde olmalarını beklemiyordum. Kim beklerdi ki? "Mina! Göksel abini eve niye almıyorsun?" Abi mi? Bu adamdan olsa olsa anca olurdu. Babam yaşındaydı. "Tanımıyorum ki." Dedim omuzlarımı kaldırıp indirerek. Arka tarafa dönmemiştim ama babamın hatta annemin bile o sinir ve saf nefret dolu bakışlarını tahmin etmek hiç de zor değildi. "Sema ve Ahmet evde tek başınayken eve bir yabancıyı alamazdım." Yabancı kelimesine ayrı bir baskı yapmıştım. Omuzumun üzerinden dönüp babama baktım. "Bunu kendi kendime öğrendim." Normalde bunu senden öğrendim derlerdi insanlar ama ben ne annemden ne de babamdan güzel bir şey öğrenememiştim. Babam için Mina kızıydım, annem için karşı cephedeki bir asker... Sonuç olarak ikisi de beni karşısına alıyordu. O an ablamın sessiz kalmasına şaşırmıştım aslında, ne yalan söyleyeyim karışmadan duramaz diye düşünmüştüm ama o bunun için fazlasıyla mutluydu. Babamın ise karşımdaki adama yönelik sözlerinin altında yatan anlam bana ithafendi. "Kusura bakma Göksel, Mina fazla tedbircidir." Yalan değildi. Beni asıl kıran benim sözlerimin altındaki anlamı çıkaramamış olmasıydı. Elimdeki poşetler ile beraber daha ne kadar macera yaşayacağımı merak etmiştim şu anda. Poşetlerin dili olsaydı eğer bugünü net anlata anlata kendini rahatlatırdı. Ben bile eve gidince Sema ile bugünü konuşacaktım. Anahtarı elimden bırakmadan evin kapısını açmak için o tarafa doğru yürümeye başladığımda peşimden gelen adamın yolu ile babamın yolu çakışmıştı. Aralarında geçen konuşmayı her ne kadar dinlemek istesemde ayaklarım benden bağımsız bir şekilde beni eve doğru sürüklüyordu. Sanki bastığım her yerden fokurdayan lavların sıcaklığı beni sıcaklatıyordu. Sanki bu aslında öylesine bir şey değildi ve benim bunu öğrenmem gerekiyordu. Bir yolunu bulup onların yanına gitmeliydim. Gizli gizli gidemezdim çünkü maalesefki yalan konusunda olduğum gibi ajanlıkta iyi değildim. Aklıma gelen tek şey sadece onlara kahve götürmek olmuştu. Elimdeki poşetleri bıraktıktan sonra geri dışarı çıktığımda babam ve o adama doğru yürüyordum. Babam beni görünce bir an duraksadı, artık her ne konuşuyorlarsa benim duymamam gerekiyordu. "Bir şey oldu kızım?" Babamın bu hâlleri hiç hoşuma gitmemişti. Fazla tedirgindi. "Hiç, hiçbir şey olmadı. Yalnızca misafirimizle tanışmak ve ne içmek istediğinizi sormak istedim. Hepsi bu. Bu kadar telaşa gerek yoktu yani." Yine gelmişti o cesaret patlaması bana. İçimdeki tüm özgüven alınsa bile bir yolunu bulup bunu ortaya koyardım. Çünkü ben buydum. Bu şekilde büyümüştüm. Hep aklıma deniz kabukları geliyordu. Canlı değillerdi ama içine denizi hapsediyorlardı. Koskoca denizi kim içine sığdırabilir ki diye düşünürdü insan ama avucumuzun içi kadar bile olmayan küçücük bir deniz kabuğu hapsedebiliyordu. İşte bu bana göre onları daha vazgeçilmez yapıyordu. "Göksel Yavuz." Dedi ikinci kez kendini tanıtmak isterken. Bu adamın kendini tanıtmayla ilgili nasıl bir sorunu vardı merak ediyordum doğrusu. Adını soyadını ne yapabilirdim ki bana kim olduğunu söylemesi gerekiyordu. Kimsin? Necisin? "Memnun oldum Göksel Bey de bana kim olduğunuzu söyler misiniz artık? Yoksa iletişim problemlerinizin olduğunu düşüneceğim." Gerçekten öyleydi. Hatta şimdiden düşünmeye başlamıştım. "Mina! Biraz saygılı mı olsan Göksel abine karşı." Babam niye bu adamın abim olduğunu söylüyordu ki. Onunla yaşıttı neredeyse. Ya babam kördü ya da benim gözlerimde sorun vardı. Ya da bilmiyorum belki de ben öyle anlamıştım. Bilmiyordum. "Tabii babacığım. Sen nasıl istersen." İğneleyici sözlerim ve ses tonum ile beraber her ikisininde tuhaf bakışları beni bulmuştu. "Her neyse. Ne içmek istediğinizi öğrenmek için gelmiştim sadece. Yaş ilerledikçe akılla ilgili sorun çıkacağını bilmiyordum. Kusura bakmayın." Birinin gelip beni susturması gerekiyordu galiba çünkü benim bu ayarsızlıklarım yeniden başlamıştı. "Mina!" Babamın sert sesi ile yerimde irkilmiştim. Ne demiştim ki sanki. Doğruları söylemek bu kadar kötü bir şey miydi? Hem adamın yaşını hem de sözlerimi bir türlü anlamayışını dile getirmek bu kadar da kızılacak bir şey değildi bence. Ya da bilmiyorum, öyle miydi? Babama karşı başımı aşağı yukarı salladıktan sonra sesimi oldukça yumuşak bir tona geçirip sorumu yineledim. "Ne içmek istersiniz?" Sesimin yumuşaklığının aksine karşımdaki adama olan bakışlarım tıpkı bana bakışı gibi semsertti. Ne babamdan ne de o adamdan cevap gelmeyince bende kendi yöntemlerimle konuşturmayı seçmiştim. "Kahve, limonata, latte,, meyve suyu, soda, gazoz, yeşilçay, bitki çayı, vişne suyu, ça-" derken bir anda cevabını vermişti. Benimle konuşmazlarsa ben kendi yöntemlerimle dize getirmesini bilirdim. "Su!" Adam artık sus der gibi bir sesle, tek bir kelimeyi o kadar içten söylemişti ki gülmemek için yanaklarımın içini dişlemek zorunda kalmıştım. Bunlar niye bu kadar komikti ki? "Soğuk su yeterli olacaktır." Adam her konuşup bana baktığında benim daha da gülesim geliyordu. Bu normal miydi? "Tabii." Babama başımı çevirdiğimde bana artık git der gibi bakıyordu. Ne vardı ki yani iki dakika sohbet ettik şurada. Sinirlerimi bozmuşlardı cidden de. Sanırsın kelimelerim onları boğuyordu oysaki ne demiştim ki. Hepsinde de haklıydım. Haksızsın diyemezlerdi öyle değil mi? Adımlarımı eve doğru döndürdüğümde geri de kalan iki adamında rahat bir nefes aldıklarını duymuştum. Adımlarım o kadar yavaştı ki neredeyse bir kaplumbağa hızında ilerliyordum. O esnada evden gelen annemin sesi ile adımlarım mecburen hızlanmıştı. Evet beni sorguya çekecekti ama bugün birazcık haketmiştim sanki. "Mina! Çabuk yanıma gel! Mina! Neredesin!" Fazla mı sinirliydi o yoksa bana mı öyle geliyordu? Ayvayı yemiştim. "Geldim anne." Eve doğru koşar adımlarım ile giderken bahçenin o çimen yüzeyinden yerde taş bir yüzeyin olduğu kısıma geçiş yaptığım anda ayaklarım birbirine takılmıştı. Bir anda kendimi yerde bulmam ile beraber dizlerim ve avuçlarımda ki derin sızı ile yer düştüğümü ancak anlayabilmiştim. Bu zaten çok sık oluyordu artık canım o kadar da yanmıyordu. Ben yere düşmeyi annem tarafından oraya buraya sürüklenirken öğrenmiştim. Dizlerim acımıştı, avuçlarımın içi acımıştı. Kendimi yeniden çocukluğumda bulmuştum. Aklım yine oraya gitmişti ve ben kendimi daha da kötü hissetmiştim. Ne annemle ne babamla ne de ablamla bana Mina dememeleri konusunda anlaşamamıştım. Onlara kaç kere beni sürükledikleri o maziden bahsetmeme rağmen asla beni dinlemiyorlardı. Ben düşmeye alışmamıştım alıştırılmıştım. Beni sürükledikleri o maziydi canımı yakan ve bunu bilmelerine rağmen susup oturmaları canımı daha da yakıyordu. Ben gerçekten bu kadar berbat biri miydim? Uğruna bir isimden bile vazgeçilemeyecek kadar mı kötüydüm yani? Kendimi bu kadar kötü gösterecek kadar ne yapmıştım ki? Ablam babamın prensesiydi bense annemin karşı cephesindeki bir düşman askeri... 🌊 İlahi Bakış Açısıyla Şimdi ki Zaman (Trabzon) Anılar... Her biri insanı kendisine çekerdi. Her birisinde ayrı bir olay, duygu, his ve daha nicesi yatardı. Bunları ölümsüzleştirmek ise dünya üzerinde yapılabilecek en güzel şeydi. Elindeki albüme baktı Feride bir yandan da abisini ne kadar özlediğini fark etmişti. Birkaç resim vardı sadece ancak her birisi onu ayrı duygulandırıyordu. Ne zamandan kalma olduklarını bile hatırlamıyordu ama o zamandaki yaşananlar hep zihninde canlanıyordu. Bunu başarıyordu. Hafif dolan gözlerini sildiğinde gözleri masanın üzerinde duran telefonuna gitmişti. Abisini arasa açar mıydı? Neden açmasındı ki? Ayağa kalktığında masanın üzerindeki telefonunu almış ve hemen abisini aramıştı. Telefonu kulağına götürdüğünde açar mı açmaz mı telaşı vardı. Bilmem kaçıncı çalışında yorgun ve uykulu sesini duymuştu. "Efendim abiciğim?" Abisinin sesini duymak bile yüzünde gülümseme oluşmasına neden oluyordu. "Abiciğum. Uyandırdum mi? Özur dilerum." Yeni uyanmış olmalıydı yani en azından Tranzon'dayken böyleydi. Öğleyin saatlerinde uyanıyordu. "Yok abim yok. Uyuyamadım bile. İşim vardı." Ne işiydiki bu? Uykusundan edecek kadar hem de. Abisinin uyku aşkını bilmeyen yoktu. Öğleye kadar uyurdu. Annesi bu huyundan dolayı ona az kızmamıştı ancak Özgür yine kendi bildiğini yapmaya devam etmişti.
"Hüma yengem yetmiyor mu sana?" "Yok yetmiyi." "Gelince görürsün o zaman yengeni." "Nasi?" Feride'nin şaşkın çıkan sesiyle beraber telefonun diğer tarafından gelen gülme sesi işi daha da çıkmaza sokuyor gibiydi. "Şaka ediysın demi?" "Ne şakası kızım? Evlenemez miyim ben Allah Allah." "Evlenirsun da sen neysa ya." Devam ettirmedi. Eski zamanlara değinmek istemedi. Bu sadece abisini üzerdi. Özgür o zamanlarda sadece abisi, yengesi ve kardeşine doğruları anlatabilmişti. Başka kimse hiçbir şey bilmiyordu. Geçmişi geçmişte bırakma çabası içindeydiler. "Bence de neysa da kalsın Feride." Çok uzun sürmemişti konuşmaları. Bir yandan geçmiş vardı bir yandan da gelecek. Bugün dediğimiz ikisinin arasında sıkışıp kalmamış mıydı? Ölüm finaldi. Doğumsa başlangıç. Her oyunun bir başlangıcı ve bir sonu olurdu. Doğumla başlayan bir oyun ölümle sonuçlanıyordu. Her final mutlu olmazdı. Her final yüz gülümsetmezdi. Asıl final buydu. Asıl final ölümdü. Asıl son mutsuzdu. Asıl final ölümken mutlu son denilen şey neydi? __________ Öncelikle sizden başlayalım. Nasılsınız efenimm? Sizlerle yepyeni kurgularda, yepyeni karakterlerle buluşmak bana kendimi çok iyi hissettiriyor. Yepyeni bir maceraya hazır mıyız canlarım? O zaman kitabımızın birinci bölümünde görüşmek dileğiyle hoşçakalınnnn🤍
|
0% |