Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. Kaderimin Oyunu

@krpapatyassi

Sevda öyle bir şey ki dünyadaki en güzel his, duygu, söz hepsi içinde kalıyor. Hapsetmiyor sadece kendine çekiyor.

İnsanın en mutlu günü en berbat günü olabilir miydi? Evet olabilirdi. Çünkü benim öyleydi ve öyle olmuştu.

Arabanın içerisinde eğlenceli sevinçli bir Dinçer ailesi vardı. Biz vardık. Annemin, babamın hatta ablamın bile yüzündeki o sevinç, mutluluk besbelli ortadaydı. Kucağımda yatan kardeşim ise her zamanki gibi yine keyfini bozmadan en rahat pozisyonda gözlerini kapatmış uyumaya çalışıyordu.

Paşamız her yerde yine ve yine keyfine düşkündü.

Ablamın düğünü için Trabzon'a gidiyorduk. Babamın yanında, önde oturan ablamın yarın akşam düğünü vardı. 'Acaba benim de düğünüm böyle olur mu?' diye geçirdim içimden. Hangi kız böyle bir düşünceye kapılmazdı ki zaten. Ancak annemin davranışları bu ufacık hayalimi bile yerle yeksan ediyordu. Evet bunu yapan annemdi.

Biliyordum aslında böyle bir şeyin asla gerçek olmayacağını ama belli ettirmemeye çalışıyordum. Çünkü üzülmek istemiyor tam tersi ablam mutlu diye mutlu olmak istiyordum. Annemin bakışları bana döndüğünde gözlerinde oluşan nefret ve öfkeyi silip yerine güzel duyguları koymak istiyordum ama insan bazen her şeyi başaramıyordu işte.

"Görüyor musun Emine, kızımız nasılda büyümüş. Doğduğu günü hatırlıyorum ama şimdi düğünü için Trabzon'a gidiyoruz." Babamın sözleri her ne kadar bizi duygulandırsa da yüzlerimizdeki o mutluluğu en azından ablam için eksik etmiyorduk.

"Görmez miyim hiç. Kendimi ağlamamak için zor tutuyorum şu anda." Annemin sözlerini duyduğum gibi ona bakışlarımı çevirdim. Sarılmak geçti içimden ama mavi harelerinin içindeki o nefret beni susturuyor hatta elimi kolumu bağlıyordu.

Aradan duyulan ses ise küçük beyimizden geliyordu. "Ya ne bıdı bıdı ettiniz. Bir uyutmadınız beni." Başını benim kucağımdan kaldırdığında bakışlarını babama doğru çevirmişti. "Baba biz neredeyiz?" Babam ise başı ile denizi işaret etmişti. Evet burasıydı.

Karadeniz.

Bakışlarını hayran hayran cama çevirmişti. Dalganın sesini duyabilmek için camı açtığında babam içinden geçeni okumuş gibi arabayı durdurup arabadan inmişti ki diğerleri de peşinden inmişti. Her ne kadar içimden denize dokunmak gelse de babama söyleyememiştim ancak Ahmet sağ olsun, onun sayesinde babam arabayı durdurmuştu.

Ahmet ise arabadan indiği gibi hızlı hızlı koşarak denize kadar ulaşmıştı. Ben ise annemden bile önce inerek kardeşimin peşinden koşturuyordum. Ellerimi denize dokundurduğunda bile anlamıştım aslında, Karadeniz sadece bir deniz değildi.

Karadeniz dost canlısı değildi.

"Hırçın değil mi?" Diyen bir ses duyduğumda başımı hızla o yöne çevirmiştim. Sesten bile kim olduğu belli oluyordu aslında ama yine de ona doğru dönmüştüm. Bu babamdı. O ise başını hızlı hızlı sallamakla yetindi. "Karadeniz insan sevmez. Alır götürür, uzaklara götürür."

Sözleri neden beni bu kadar korkutmuştu ki? Haklılık payını mı düşünmüştüm o an? Yoksa içime doğan hislerin gazabına mı uğruyordum? "Karadeniz." Dudaklarımın arasından çıkan tek kelime sanki bir çok anlam içeriyordu. Oysaki tek bir kelimeydi. "İlk ismi Ahşena'ymış." Bildiğim tarih bilgilerini konuşturmak hobilerim arasındaydı. "Dost olmayan."

Anlamı buydu. Dost olmayan. Niye insanlar böyle bir isim vermişti ki? Ahşena ilk ismiymiş ancak sonralarında aynı anlamlara gelen pek çok isim verilmişti. Karadeniz gerçekten bu kadar korkutucu muydu?

"Doğrudur. Dost canlısı değildir. Lakin seni severse seni korur. Dalgaları arasına alır ve akıp gitmene izin vermez." Babamın sözleri fazla anlamlı geliyordu kulağa ya da ben onlara anlam ekliyordum. Bilmiyorum. O esnada Ahmet'in nerede olduğunu merak etmiştim. Neden aklıma bu kadar geç gelmişti ki?

Başımı biraz çevirince suyu içmeye çalıştığını görmüştüm. "Ahmet." Seslenmeme rağmen Ahmet sadece gülümsemiş ve o suyu içmişti. Ardından yüzündeki o buruşukluk ise adeta ona ders olmuştu. Oh olsundu.

Birkaç kere dilini koluna sürdükten sonra bana dönerek konuşmaya başlamıştı. "Iyy bu denize kim tuz döktü?" Ettiği sitem bile çocukçaydı ama çocuktu işte. Hiçbir şeyden anlamayan bir çocuk.

Annem, babam hatta sürekli somurtan ablam bile gülmeye başlayınca annemden önce yanına ben gitmiştim. Onun annesi annemden çok ben olmuştum. "Yağmur sularından böyle burası." Yağmur yağdığında yağmur suyunu içmeye çalıştığından dolayı sürekli ona yağmur suyunun tuzlu olduğunu söylerdim. O yüzden buna da inanmıştı tabii ki.

"Buraya çok mu yağmur yağıyor o zaman? Sürekli mi yağıyor?" Başımı olumlu anlamda salladığımda yeniden sorularına devam etmişti. "O zaman sular herkesi alır. Denize getirir." Selden bahsediyordu. Sadece ismini bilmiyordu.

"Getiriyor zaten ablacığım. Eğer daha fazla burada kalırsak bizi de alır. Sen yüzme bilmiyorsun ki. Boğulursun." Sözlerime inat yine de kaşlarını çatmış öylece duruyordu. Ben ise kardeşimin elini tutup onu arabaya getirmiştim. Zaten söylediklerimden sonra kendi isteği ile gelmişti yamacıma. "Baba hadi artık otele geçelim. Yorulduk hepimiz dinlenelim biraz."

Babamın arabayı çalıştırıp sürmesinin üzerinden çokta geçmemişti ki otelin önüne gelmiştik. Arabanın arkasından bavulları aldıktan sonra resepsiyondan anahtarları alıp odalarımıza geçmiştik bile. Babam ile annem bir odada ve biz kardeşler olarak bir odada kalacaktık.

"Ay öldüm, bittim, mahvoldum." Sözlerinin ardından kapanan kapı sesi ile kendini yatağın üzerine bırakmıştı ablam. Ben ise elimdeki eşyaları odanın bir köşesine bıraktıktan sonra Ahmet'in üzerini değiştirmiştim. Ablam, olduğu yerde uyuyakalmışken ne kadad yorgun olduğunu az biraz anlayabiliyordum.

İlk önce ayakkabılarını ve saçlarındaki gözlüklerini çıkardıktan sonra üzerine dolaptaki pikelerden birini örtmüştüm. Ablamın ise aniden uyanması ile ayağa kalkması bir olmuştu. "Ne oldu? Sabah mı oldu? Halil mi geldi? Sabah mı oldu?" Düğünü için bu kadar heyecanlı olmasına şaşırmıyordum. O ana geç kalma telaşı vardı içinde. Onu çok iyi anlıyordum.

"Yok ablam yok. Çok yorulmuşsun bende uyandırmak istemedim. Uyusun dedim biraz daha." Kendimi açıklarken bile ablamın siniri her zaman ki gibi yerindeydi. Somurtan suratı yine ve yine aynı şekilde bana bakıyordu. Benimkiler o aratmayan mavi hareleri bana sevgiyle değil kin ve nefretle bakıyordu.

Çocukluğumuzdan beri böyleydi bu. Annem ve ablamın tavırları hep benim içindi. Sert tepkiler, yüksek sesler, şiddet bir tek bana özeldi. Ne ablam için ne de kardeşim. Onlar el üzerinde tutulurken ben hep ayrılan taraftaydım.

En azından onları seviyorlardı. Bu bana yetiyordu.

"Tamam." Tek bir söz söylemişti ama ben mutlu olmuştum. Bana kızmadığı için, bağırmadığı için mutlu olmuştum. Dışarıdan biri olsaydım heralde kendime yaşadığım bu hayat için acırdım ama insan içinde bulununca bir süre sonra alışıyordu. İşte o zaman eskisi kadar canı yanmıyor, ağlamıyordu.

Ablam üzerini değiştirmek için gittiğinde ben bu sırada Ahmet'i yatağa yatırmıştım. Ablamın telefonunun çaldığını duymuştum ki etrafta onu aramıştım ama yoktu. "Abla." Ses yok. "Abla." Yine ses yok. "Abla." Ve yine ses yoktu.

Telefonunun çaldığını duymuştu ama açsam kızardı, açmasam da kızardı. Aklıma gelen en uygununu uyguladım ve arayanın Halil abim olduğunu gördüğümde ablama bir kere daha seslendim. "Abla, eniştem arıyor." Bu sefer cevap gelmişti.

"Aç sen." Konuşmamı o söylemişti bu sefer. Zaten bende onu abim gibi gördüğüm için konuşmuşluğum vardı. Telefonu elime aldım ve açıp kulağıma dayadım.

"Alo, Halil abi ablam şu an üzerini değiştiriyor. O yüzden ben açtım." Karşı taraftan cevabın gelmesi pek de sürmemişti aslında.

"Ben geldunuz mi diye merak etmiştum da ondan aradum." Halil abimin bu şekilde konuşması değişik bir şekilde benim hoşuma gidiyordu. Karadeniz ağzı gerçekten bana göre çok güzeldi.

"He bende o zaman şöyle cevap vereyim. He gelduk, gelduk." Çok geçmeden içeriden gelen ablama uzatmıştım telefonu. Ardından ise bende diğerleri gibi üzerini değiştirmek için içeriye geçmiştim.

Üzerime giydiğim gecelik tarzı kıyafetler ile odanın kanepesine doğru ilerliyordum. Alışmıştım artık. Ablam yine izin vermeyecekti onlarla beraber uyumama. Kanepeye geçip oturunca fark etmiştim ki Ahmet de, ablam da uyumuştu.

Başımı koltuğun başlık kısmına yasladığında gözlerim otelin camından gözüken denize dikilmişti. Dalganın seslerini elbette ki duyamıyordum ama sanki içimden hissediyordum. Bu gerçekten çok güzel bir histi.

Aklıma bugün aldığım deniz kabuğu gelmişti. Sahilde bulmuştum ve hemen almıştım. Ayağa kalkıp sephanın üzerindeki deniz kabuğunu almış ve yeniden yerine oturmuştum. Kulağıma yasladığımda duyduğum o hırçın dalga sesi ise hem rahatlatıcı hem de mutluluk veren cinstendi. Belki de bana öyle geliyordu ama bu böyleydi ve değişmeyecekti.

Karadeniz'in hırçın dalgaları kimilerine korkunç gelebilirdi ama bana huzur veriyordu.

🌊

Sabah olmuştu ve ben koltuğun köşesinde kıvrılmış bir şekilde uyuyakalmıştım. Gözlerimi açtığımda ise elimde tuttuğum deniz kabuğunu sıktığımdan dolayı olsa gerek elim uyuşmuştu. Denizin hâlâ hırçınca dalgalandığını duyabiliyordum. Koltuktan kalkıp ablamı ve Ahmet'i uyandırmıştım. Biraz zor olmuştu ama başarmıştım. Saat daha erkendi ve şimdi bizim hemen kahvaltıya inip ardından hazırlanmamız gerekiyordu.

Üzerime giydiğim beyaz tişört ve kot tulum, uzun koyu kahve saçlarımı üstten bağlamam ile fazlasıyla hoş durmuştu. Saçlarıma taktığım mavi lastik tokanın üzerine kırmızı bir fuları dolamış ve bağlamıştım. Fuarın uçları kahverengi saçlarımın üzerinde renkli bir şekilde duruyordu.

Ablamı, annem ve babamı aramıştım. Hepsinin aşağıya inmesinin ardından hızlıca kahvaltımızı yapmış ve alelacele ablam ve annem ile yukarı çıkmıştım. Kuaförlükten anladığım için genelde bu tarz işleri bana bırakıyorlardı. Ablam da en özel gününde kardeşine yaptırmak istemişti saçlarını.

Eline aldığım maşa ile beraber saçlarını dalgalı yaparken her ne kadar elimi yaksamda belli etmiyordum. Yeniden hiçbir şey olmamış gibi devam ediyordum çünkü biliyordum eğer elime buz tutmak için bile olsa gidersem ablam da annem de bunu hoş karşılamazdı.

Hayır bu benim sakarlığım değildi annemin sürekli işime karışması yüzünden oluyordu.

Kimi yerleri tel toka ile tuttururken kimi yerlere küçük beyaz çiçeklerden koyup sabitliyordum. Duvağını da taktıktan sonra ablamın gelinliğini giymesi ile tamamen hazırlanmıştım. Annem ise bu sırada tam bir gelin annesi olarak hazırlanmıştı. Annem ve ablam konuşurken ben de bundan yararlanıp içeri geçmiştim. Uzun, tül, mavi elbisemi giydiğimde elime yeniden maşayı alıp saçlarımı dalgalı hale getirmiştim. Önlerden birkaç tutam alıp arkada toplamam ile hazırlığımı tamemen bitirmiştim.

Annem ise bu sırada ablama makyaj yapıyordu. Ablamın en özel günüydü ve onun yanındaydı. 'Acaba bir gün benim de yanımda olur mu?' diye geçirdim içimden ama o soruların cevabını biliyordum. Kapının tıktıklanması ile hepimiz kimin geldiğini biliyordu. Kapıyı açmam ile Halil abimin içeri girmesi bir olmuştu. "Yavaş da." Dedim aynı Halil abim gibi konuşarak.

Halil abim ise gözlerini ablamın üzerinden bile çekemiyordu. Adeta büyülenmiş gözlerle bakıyordu ona. "Allah'ım, bu ne güzellik. Bu endam, bu güzellik, bu harikalık, bu asalet bana fazla güzelim. Kalpten giderim şimdi." Ablamım ise yüzünde hiç görmediğimiz kadar güzel bir gülümseme vardı. Sadece dudakları kıvrılmamıştı gözleri de gülüyordu.

Uzun zaman sonra böyle gülmesi ablamın ne kadar mutlu olduğunu gösteriyordu zaten. Ben ise onları baş başa bırakarak oadama geri gitmiş ardından elimin sızlaması ile banyoya geçmiştim. Elimi soğuk suyun altına tutarak acısını az da olsa hafifletmeye çalışıyordum. Çakmağı yakıp elimi tuttuğumda acısını alacağımı düşünüyordum ancak bunun için o ısıya dayanabilmem gerekiyordu.

İçimden saymaya başladım belki iyi gelir diye. "Bir... İki... Üç... Dört... Beş... Altı... Yed-" artık o sıcaklığı hissedebiliyordum. Daha fazla dayanamamıştım ve o ani refleks ile elimdeki çakmak kapalı bir şekilde yere düşmüştü. Elime bir yara bandı yapıştırdığımda en azından o görüntüden kurtulmuştum ancak acısı azalacağına katlanarak daha da artmıştı. "Zaten bir kere de acısız bir işim olsa şaşardım."

Hiçbir şey olmamış gibi yeniden içeriye geçtiğimde evde kimsenin olmadığını fark etmiştim. Yüzümde acı bir tebessüm oluşmuştu o an. İnsana sevilmediğini bu kadar belli edilmezdi ya. Bu kadarı da vicdansızlık oluyordu artık. Ellerimi kulağımdaki küpelere götürdüğümde yeniden içimde o gücü hissetmiştim. O küpe beni her şeyden, tüm kötülüklerden koruyordu sanki ya da ben öyle düşünüyordum.

Aslında öylesine altın renginde halka bir küpeydi. Diğer insanlara göre hiçbir özelliği yoktu ama bana göre vardı işte.

Bir kitapta okumuştum. Ölü biri daha fazla bir şey istemez, sevgi istemez, merhamet istemez ve teselli istemez. Aynen böyle diyordu. Altını çizmiştim o zamanlar kitabı okurken. Annem ve ablam beni ölü mü sanıyordu yani? Belki de ben öyle düşünüyordum? Ama hayır öyleydi annem ve ablam beni bir ölü gibi yetiştiriyordu.

Telefonumun sesi ile daldığım yerden uyanmıştım. Elime aldığımda ise babam olduğunu görmüştüm. Hemen açıp kulağıma götürdüğümde ise konuşmaya başlamıştı babam. "Kızım hazır mısın? Annen hazır olmadığını söylemişti de geç kalma. Geliyorum şimdi seni almaya."

"Yok babam yok. Sen yorulma ben gelirim. Hem az çok biliyorum zaten Trabzon'u." Her ne kadar olmaz desem de babam tek başına gelmeme izin vermemiş ve kni evde beklememi söylemişti.

Dışarısı her ne kadar soğuksa bir o kadar da sıcaktı. Değişik bir havası vardı buraların. Boy aynasının karşısına geçtiğimde elindeki dudak parlatıcısını yavaşça sürmeye başladım. Öyle ağır makyaj yapmayı sevmiyordum ama makyaj yapmak bana kendimi iyi hissetmiyordu ve bu yüzden de genelde kalbim kırık olduğunda makyaj yapardım.

Dinçer ailesi yani biz Trabzon'a kız veriyorduk. Ablamın hayallerinden birisi gibiydi aslında Karadeniz'e gelin gitmek. Arkadaşı ise sürekli onunla "Ne yapacaksın Karadeniz de? Fındık toplamak bu kadar eğlenceli değil." Deyip aklınca alay ederdi.

Mavi gözlerimi mavi elbisem daha belirgin yaparken dudaklarıma sürdüğüm parlatıcı sanki onu daha farklı gösteriyordu. Beyaz tenimin üzerine dağılmış koyu kahve saçlarım ve çokta uzun olmayan topuklu ayakkabılarım ile fazlasıyla şık duruyordu. Ya da belki de bana öyle geliyordu.

Telefonuma gelen bildirim sesiyle hemen baktım ve babamın bana geldiğini mesaj olarak yazdığını görmüştüm. Beyaz çantamı ve telefonumu aldıktan sonra ise dışarı çıkmıştım. Babamın arabasına bindikten sonra ise düğün salonuna gidiyorduk. Ablamın yanına gitmeyecektik çünkü her ne yaparsa yapsın ablam bana sinirlenecek, bağıracak belki de vuracaktı. Bu günün mahvolmaması için ise yanına gitmemek en doğrusu gibi duruyordu.

"Kızım." Dedi babam sanki çok önemli bir şey söyleyecekmiş gibi. "Biliyorsun ben senin her zaman yanındayım ama eğer bir gün senin yanında olamazsam, olamazsak sakın kendini yalnız hissetme olur mu?" Neden böyle şeyler diyordu ki babam?

"Baba Allah korusun. Hiç öyle şeyler denir mi ya? Bugün ablamın düğünü var lütfen onun yanında da bu şekilde konuşma." Babamın yüzünde acı bir tebessüm vardı. Ama niye?

"Deniz gözlü kızım. Gök gözlü kızım. Güzel gözlü kızım. Sana küçükken anlattığım masalları hatırlıyor musun?" Evet hatırlıyordum. Hepsi ayrılıktı, hepsinin sonu kötüydü. Başımı hızlı hızlı salladım hemencecik. "Hepsi gerçek. En sonunda kötüler kazanır. Bu genelde böyle olur ama sakın bu seni yanıltmasın kızım. Kaybetsen bile o yola girme. Emin ol bir gün mükâfatını alırsın bundan emin ol."

Babam bana anlamsız bir şekilde sanki bundan sonra yanında olmayacakmış gibi konuşuyordu ama neden? Alt tarafı bir düğüne gidiyorduk. Bir düğünde en fazla ne olabilirdi ki? Bir türlü mantık bulamıyordum düşündüklerimin arasında.

"Baba şu an neden böyle konuştuğunu, niye sanki gidecekmişsin gibi bir şeyler söylediğini bilmiyorum. Hatta anlayamıyorum da ama lütfen dediğim gibi ablamın yanında bu şekilde konuşup da onu üzme. O bugün çok mutlu. Ben bunu gözlerinden bile anlayabiliyorum." Haklıydım. Ablam çok nadir gülen insanlardan biriydi ve ben bugün bunu gözlerinden bile görebiliyordum.

"Sen sadece benim sözlerimi unutma tamam mı deniz gözlü kızım?" Babamın bu sözleri içime kurt düşürmüştü. Niye bunları dediğini, neden şimdi, burada dediğini bir türlü anlayamıyordum.

Düğün salonuna yaklaşmıştık hatta birkaç dakika sonra ineceğimizi anlamıştım. Başımı hızlı hızlı salladığında babamın sözleri ile baş başa kalmıştı. Zihnimin içinde hepsi sürekli tekrarlanıyordu ama asla hiçbir cevap bulamıyordum.

Gözler insanın kalbidir derdi babam bana. Yalan söylersin ama yalan bakamazsın derdi ama hayır yanılıyordu. Asıl yalanı gözler söylerdi tıpkı şu an babamın her şeyi bilmesine rağmen bana sanki içinden gelen bir histen bahsediyormuş gibi bakması. Sözlerine anlam veremiyordum ama tek anladığım bu akşam ya da yarın sabah belki de başka bir gün bir şeyler olacaktı ve babam beni aklınca şimdiden hazırlamaya çalışıyordu.

Arabadan indiğimizde baba kız olarak içeriye girmiştik ve annemin yanına geçmiştik. Etraf çok fazla kalabalıktı ve bunların çoğusu damat tarafıydı bundan emindim. 'Acaba benim düğünümde böyle olur mu?' diye geçirdim içimden. Hepsinin cevabını biliyordum ama hiçbirine engel olamıyordum.

Kader değişmezdi, bende yaşayacaklarını yaşayacaktı elbette ama hayır ben olacaklardan habersiz olarak, başıma gelecekleri bilmeden geldiğim bu memlekette gelecekti başıma ne gelecekse. İçimden gelen hisler beni yanıltmazdı ama umarım bu gece yanılırdım çünkü korktuğumu hissedebiliyordum.

Ablam ve Halil abimin kol kola geldiklerini gördüğüm an tıpkı diğer insanlar gibi büyük bir mutlulukla alkışlamaya başlamıştım. Ablam adına gerçekten de fazlası ile mutluydum çünkü onun gözlerinde gerçekten mutluluk vardı. Saf sevgi taşıyordu kalbinde.

Koşarak yanıma gelen küçük kardeşimi ise sandalyeye oturtmayı da ihmal etmemiştim. Annemin yanımıza gelmesiyle yüzüme tiksintili bir bakışla bakması bir olmuştu. Üzülmüştüm ama belli etmemiştim. Artık alışmış gibiydim zaten.

İkisi de koltuklarına oturduklarında alkış sesleri bir son bulmuştu. Nikah memurunun sesi duyulmuştu o an. İkisininde evet demesi ile nikah memuru ablama evlilik cüzdanını verdiği an yeniden büyük bir alış kopmuştu.

Zaman tik tak geçiyor ve benim korkum git gide artıyordu.

🌊

Çalan kemençe ile ağırlıklı olarak erkek tarafı horona kalkmıştı. Ablamın içinde zeybek hevesi varken yine de önceliği horona vermişti. Ablamın çocukluk hayaliydi bu. Kendi düğününde zeybek oynamak. Bir İzmir kızına göre gayet yerinde bir hayaldi. Şimdiyse o gün gelmişti ve yüzünde güller açıyordu. En mutlu zamanındaydı. En güzel zamanındaydı.

Sürekli olduğu yerden omuzlarını oynatan kişiyse tabii ki bendim. En sonunda ise buna daha fazla dayanamayıp araya bir yere sıvışıvermiştim. Halk oyunları bana göre fazla eğlenceli ve güzel geliyordu. Bu yüzden de çoğu yörenin oyunu biliyordum buna horon da dahildi elbette. Herkesin eğlendiği o anlardan birisindeyken aniden gelen o silah sesi her şeyi durdurmuştu.

Kapalı ortamda da silah sıkılmazdı ki yani.

İlk önce çok da garipsemedi çoğu kişi çünkü burası Karadeniz'di. Burada kimin silah sıktığını anlamak öyle pek de kolay olmazdı. Ancak ard arda gelen sesler ve kırılan bardakların cam kırıkları kurşunların ne tarafa gittiğini belli ediyordu.

Kimisi masaların altına sığınırken kimisi de sevdiklerini korumak için oraya buraya koşuşturuyordu. Şok bakışlarla etrafıma bakınırken dudaklarımın üzerindeki el ile ne kadar bağırmaya çalışsam da sesim çıkmıyordu. Mavi gözlerimin irileştiğini tahmin edebiliyordum. Bir yandan ondan kurtulmaya çalışırken bir yandan da onunla gitmemek için direniyordum ama nafileydi. Çünkü benim gücüm ile onun gücü kıyaslanamazdı bile.

Evet, korkuyordum ama kendim için miydi yoksa oradaki diğer insanlar için miydi bilinmezdi. Onunla beraber düğün salonundan çıktığımızda bir arabaya binmiştik ve oturduğum gibi başıma bir silah doğrultulmuştu. Dudaklarımın üzerindeki o el kalkmıştı. Tam çığlık atmak üzereyken bakışları beni bulmuştu. Yine de durmamıştım. Avazım çıktığı kadar bağırırken başıma dayalı olan silah bile umurumda değildi.

Az önce dudaklarımın üzerinden kalkan o el şimdi yeniden sesimi kesmişti. Nefes almamı bile engellerken boğulacakmış gibi hissediyordum. Fısıltıyla bana bir şeyler söylediğinde onu onaylamıştım. "Şimdi elimi çekeceğim ama eğer bir daha bağırırsan bu silahtaki tüm mermileri beynine boşaltırım." Korkmuştum ama yapamayacağını da anlamıştım.

Elini dudaklarımdan çektiğinde korkusuzca sözlerimi söylemiştim. "Öncelikle eğer beni öldürmek gibi bir amacınız olsaydı orada ölmeme izin verirdiniz zaten. O saldırıyıda sizin yaptığınızı anlamayan yoktur zaten. Şimdi benimle adam akıllı konuşun." Suskunluk arabanın içini sarmıştı. Ölüm sessizliği hakimdi. "Siz kimsiniz? Niye onlara zarar verdiniz? Benden, bizden ne istiyorsunuz?" Soruları peş peşe sıralamam adamı bir hayli sinirlendirmişti. İçimden gelen ağlama isteğimi bastırmam beni bir hayli zorluyordu.

Hayır ağlamamam gerekiyordu. Şu an olmamalıydı. Güçsüzlüğümü ona göstermemem gerekiyordu. Ama gözlerimden akan yaşlar benden bağımsız hareket ediyordu gibiydi. Kendime de ağlamıyordum ki içeriden gelen sesler hala kulaklarımı dolduruyordu. İnsanların çığlıkları, bağırışları, sevdiklerinin yanına gitmeye çalışmaları... Hiçbirini unutabileceğimi sanmıyordum.

"Eh. Yeter be. Kes artık sesini yoksa ben kesmesini çok iyi bilirim." Gür sesi beni daha da korkutuyordu ama bunu ona belli ettirmemek için elimden gelen her şeyi yapıyordum. Bana göre zordu ama yapamayacağım bir şeyde değildi.

Korku tüm bedenime hükmederken bile başımı öne eğmemiştim. Kararlıydım kendi kaderini kendi yazan o nadir insanlardan biri olmak istiyordum. Ne kadar geçmişti bilinmezdi. Karşımdaki siyah kar maskeli adamın gözlerine bakıyordum sadece. Ondan korkuyordum ama gözlerinin içine bakıyordum.

Korktuğumu belli etmemek için başka bir şey gelmiyordu ki aklıma.

Gözleri koyu kahve olması ile beraber arada açılan bir renkti. Gözlerinin rengi değişebiliyordu. Bukalemun!

Arabanın durması ile yeniden iki kollarımdan tutup aşağıya indirmişlerdi beni. Ayaklarım sürekli uzun elbisesinin eteklerine takılması ile düşecek gibi oluyordum ama öyle sıkı tutuyorlardı ki beni, düşmem imkansız gibi bir şeydi. Hava karardığından hiçbir yeri göremiyordum. Öyle bir yere getirmişlerdi ki beni burada tuttukları telefon ışıkları hariç hiçbir ışık kaynağı yoktu. Kapının açılması ile sertçe yere itilmem ve düşmem bir olmuştu.

Ayak bileğim acımaya başlamıştı. Yüksek ihtimalle ayakkabılarım yüzünden bileğimi burkmuştum. Baş ucumda eğilen biri vardı. Başımı biraz kaldırınca bunun o gözleri değişen adam olduğunu anlamıştım. Ardından bir kaç mırıltı döküldü dudaklarından. "Gülşah Dinçer sen misin?" Dedi tane tane. Bilmem ben miydim? Arkadaşımdan ne istiyorlardı?

Bunun belki de tek şansım olabileceğini düşünüyordum o yüzden de gözlerime anlamsız bir ifade yerleştirmiştim. Oyunculuğumu kullanmak istemiyordum ama belki de burada canım söz konusuydu. "Arkadaşımdan ne istiyorsunuz?" Evet yalan söylemiştim ama hem kendi hem oradaki diğer insanların hayatı içindi bu yalan.

"SENİ YALANCI!" Çenemi baş ve işaret parmaklarının arasında ezmeye çalışırken bundan oldukça zevk aldığını anlayabiliyordum ancak asıl zevki alacak olan bendim. İlk defa yalan söylemiyordum ya. "UMDUĞUN BURADAN ÇIKMAK İSE O FINDIK BEYNİNE SÖYLE BENİM ELİMDEN KİMSE KAÇAMADI!"

İlki yaşatırız o zaman Gülşah.

"S-siz ne istiyorsunuz Gülşah'tan? O-o sadece bir psikoloji öğrencisi. B-başka b-biri değil." Sesimi öyle bir titretmiştim ki içimde sanki uyuyan başka biriydi bu. Kendimi fazlasıyla başka birisi hissediyordum. Ben asla böyle birisi değildim. Duygularımı içten yaşardım ama asla karşı tarafa belli ettirmezdim.

Başka birisi değil Gülşah sensin o.

"Bakın ciddi-yim ben." Arada burnumu çekiyordum. Buğulu, mavi gözlerimi ona gösteriyordum. "Ne istiyorsunuz ondan? Gülşah sadece bir öğrenci." Kaşlarını çattığını görmüştüm. İşe mi yarıyordu bu oyunum? Oyunculuğum iyiydi ancak bu gaddar adama işleyeceğini düşünmemiştim ne yalan söyleyeyim. "O benim tek dostum. Ben çekerim cezasını." Umarım bu söylediklerime kanardı yoksa başka bir çıkış yolu bulmak beni bu halimle baya bir zorlayacakmış gibi hissettiriyordu.

"EĞER YALAN SÖYLÜYORSAN İŞİN HEMEN BİTER!" Hâlâ bağırıyordu ve ben korkmama rağmen ona belli ettirmemeye çalışmak yerine kendimi daha da titretiyordum. Öyle ki ben bile kendime inanmaya başlamıştım. Gözlerimden akan yaşları bana bağırdığında daha da hızlı akıtırken titremelerimi de o sıra arttırıyordum.

Biraz oyun oynalayalım. Çocuklar da mutlu olsun.

"Hayır, hayır bırakın onu." Bana zarar vermeyeceklerdi çünkü onun arkadaşı olduğuma inanmıştı. Bakışlarından bunu anlayabiliyordum. Sanki yüzyılların savaşçıymışım gibi bunları biliyordum ama nereden bildiğimi ben bile bilmiyordum.

"Arkadaş mı?" Sert sesinin ardından hemen diğer adamların üzerine dikti gözlerini. "Bir işi de becerin lan! Ya kıza bir şey olduysa! Gidin bana onu bulun!" Ne istiyordu ki benden? Nasıl bir amacı vardı?

"Bırakın beni gideyim." Adam bakışlarını bana döndürdüğünde ve öyle soğuk baktı ki neredeyse üşümeye başlamıştım.

"Sen hiçbir yere gitmiyorsun. İlk önce doğru söyleyip söylemediğini anlamam gerekiyor eğer doğruysa dediklerin işte o zaman gidersin ama şimdi olmaz." Bakışlarını adamlarına yöneltti. "Bağlayın kızı sonrada birkaçınız burada kalın geri kalanlar benimle gelsin."

Ellerimi ve ayaklarımı bağlandıktan sonra dudaklarımın üzerine bir bant çekmeyi de ihmal etmemişlerdi. İstesem bunları açabilirdim ancak ilk önce gitmelerini beklemem gerekiyordu. Hepsinin çıkmasını kapının kapanma sesinden anlamıştım. Kapının önünde bekleyeceklerdi, olsundu sonuçta camdanda çıkabilirdim.

Etrafına bakındım ama hiçbir şey göremiyordum. Sanki kör olmuşum gibiydi. Her yer fazlasıyla karanlıktı hatta zifiriydi. Cenin pozisyonunda yatarak dizlerimi daha da kırmıştım ellerimi de arkada biraz daha uzatınca iplere ulaşabilmeyi başarmıştım. Fazlasıyla sıkı bağlanmıştı ama bu benim için bir engel değildi.

Zorlanmıştım ama sonuç olarak açmayı başarmıştım. Ayağa kalkarken kaç kere düşmüştüm bilinmezdi ama başımın dönmesi, eteğimin uzunluğu ve o karanlık bu düşüşlere sebep oluyordu. Ayağa kalktığımda bacağımı çarptığım şeyin sandalye olduğunu anlamam ise pek de zor olmamıştı. Elimi üzerinde gezdirirken sivri bir şeyin canımı yaktığını hissetmiştim. Bileklerimi birleştiren halatı üzerine sürttürerek ellerimi açmayı başarmıştım. Dudaklarımın üzerindeki bantı da çıkarınca geriye kalan tek şey kaçmak olmuştu.

O an fark etmiştim ki halatı açmaya çalışırken o sivri cisim ellerimi, bileklerimi fena halde kanatmıştı ancak bu şu an için düşünebileceğim son şey bile olamazdı. Elimi duvarda gezdirirken bir boşluğa çarpmıştım. Bu bir pencereydi. Kolunu bulup açmıştım ki soğuk hava içimi ürpertmişti. Sonunda ne olursa olsun burada kalmaktan daha iyi olabileceğine inandırmıştım o an kendimi. Aşağıya atladığımda ise ayağımı ikinci kez burkmuştum. Ayakkabılarımı çıkarıp devam etsem daha iyi olacakmış gibi duruyordu çünkü bu lanet topuklularla zaten düz yolda yürüyemeyen beni iki de bir yere düşürüyorlardı.

Ayağımdaki topukluları çıkartıp elime aldığımda diğer elime eteğimin uç kısımlarını dolamıştım. Eteğimin ucunu yırtmak istiyordum ama buna zamanım yoktu. O yüzden en mantıklısı elime dolamaktı. Nereye gidebileceğimi bilmiyordum. Nerede olduğumu bilmiyordum. Buradan nasıl çıkacağımı bilmiyordum. Tek bildiği koşmam ve buradan uzaklaşmam gerektiğiydi. O karanlık yerden baya bir uzaklaşmıştım ve kulübenin kapı önünde bekleyen iki adamında ruhu bile duymamıştı.

Hiç bilmediğim bir yerin yaralı misafiriydim. Trabzon'a daha önce gelmiştim ama her yeri bilecek kadar zaman geçirememiştim buralarda. Başıma geleceklerden habersiz sürekli düşe kalka yoluma devam ediyordum ama kaderimin benim için oyunları henüz bir son bulabilmiş değildi. Bunu anlamak çok da zor olmuyordu.

Kaderim benim için oyunlar kurabilirdi çünkü ben o oyunları bozmaktan oldukça zevk alıyordum.

__________

Evet canlarrr nasıl buldunuz yeni bölümümüzü? Gülşah'ı yazarken içim acıyor nedense sizin de okurken içiniz acıyabilir birazcık duygusal bir hikayesi var ama sonralarda düzelir çünkü aşk her şeyi düzeltir. Yeni bölümümüze kadar sağlıcaklı kalın, hoşça kalın ballarım🤍

 

Loading...
0%