Yeni Üyelik
6.
Bölüm

5. Kalbimin Neşesi

@krpapatyassi

🎶Marsis- Sevduğum🎶

__________

5. BÖLÜM: Kalbimin Neşesi

Kalbim sensin Mavi. Bir başkası değil. Aldığım nefesin bile sebebi senken senden başkası nasıl bana gelebilir ki?

Gülşah Mina Dinçer'den

İnsan hep yorulurdu ancak onu dinlendiren, ferahlatan insanlar olmayınca o yorgunluk üzerine mıhlanıp kalırdı. Yardım etmem gereken bir ailem vardı. Orada belki de şu an ölen onlarca insan vardı ama lanet olsun ki elimden hiçbir şey gelmiyordu.

Bazen hani denir ya bitti diye. İşte tam da kendimi bu durumda hissediyordum. Ne eksik ne de fazla. Gözlerimi yarım yamalak açabiliyordum. Korku tüm bedenimi sarmışken bile olabildiğince sakin kalmaya çalışıyordum.

Koşa koşa fazlasıyla yorulmuştum. En sonunda düştüğüm yerden geri kalkamadığımı fark ettiğimde yanımdaki ağaca yaslanmıştım. Gözlerimi kapattığımda bile dudaklarımdan dökülen nidalar çocukluğumdan kalan parçalardı.

"Benim annem, güzel annem
Beni al kollarına
Kucağında okşa beni
Ninniler söyle bana"

Belki kulağa saçma gelebilirdi ama beni ancak anne hasreti çeken biri anlayabilirdi. Yanında olmasına bunca zaman kalbine dokunamamış birisi bana hak verebilirdi. Yanıma gelse bile yaralarımı sarmaktansa onları daha çok deşerdi. Bunu biliyordum ama yine de içimdeki çocuğa laf dinletemiyordum.

"Bugün hâlâ kulağımda
Çınlıyor tatlı sesin
Benim annem, kalbimin sen
En büyük neşesisin"

Kanlı ellerime göz gezdirdim o sırada. Yüzümde alaylı bir tebessüm belirmişti kendi kendime konuşmaya başlamıştım. "Kalbimin neşesi." Dedim ve yeniden güldüm. "Kalbim neşeyi hak ediyor mu ki?" Kendi kendime cevabını vermiştim.

Benim kalbim neşe hak ediyor muydu? Yoksa ben gerçekten hak ettiğimi mi yaşıyordum? Her türlü acı çeken ben oluyordum. Her türlü canı yanan bendim ve her türlü gözyaşı döken ben oluyordum. Ben güçlü birisi olmak istiyordum ama elimdeki gücü öyle bir hızla alıyorlardı ki bir anda dizlerimin üzerine düşüyordum.

Kendimi fazlasıyla yorgun, bitkin ve güçsüz hissediyordum. Gözlerim kapalıydı. Kendimi uykunun kollarına bırakmak istiyordum ama kaderime başımı eğemezdi bu bunca zaman yaptığım tüm her şeyi silmek anlamına gelirdi. Ve ben buna bunca zaman izin vermezken Karadeniz'e sığınmışken izin veremezdim.

Ninniye devam etmedim daha doğrusu edemedim. Her sözümde canım daha da yanmaya başlamıştı. Bunu kendime çok görmüştüm. Kalbimi fazla kirli hissediyordum ama bildiğim ancak kabul etmediğim bir şey vardı. Ben daha kirli kalp görmemiştim. Kaderim bunu bana gösterecekti. Bunu en içten hislerimle doğruluyordum.

Gözlerimi açtığımda gözlerimi gezdirdim etrafta, ardından yanımdaki çiçekler dikkatimi çekmişti. Papatya hem de bir sürü papatya vardı. Bu hava da bunlar burada nasıl yaşıyordu ki? Acı bir şekilde gülümsedim onlara karşı.

"Sizin burada ne işiniz var? Yanlış zamanda doğru yerdesiniz güzellerim." Benim çiçek sevgimi duymayan, bilmeyen kalmamıştı. İzmir'deki seramı görmeyen yoktu. "Sizinle burada ölmek isterdim aslında. Sizinde zamanınız dolmuş benimde. Uykum var aslında beraber uyuyalım mı?" Onlara sorduğum soruyu kendi kendime cevaplamıştım.

Her ne kadar bunu istesem de olmazdı, başımı iki yana salladım. "Sizinle bir şeyler konuşalım mı? Hem belki uykum da gider." Yeniden gülümsedim ve sözlerime devam ettim. "Ben çok yoruldum. Şu bir akşamda yaşadıklarım asla unutabileceğim cinsten değil." Gözlerimden birer birer yaşlar akmaya başlamıştı.

Gerçekten bana göre hiç kolay şeyler değildi. Sadece bir gece de belki de tüm ailemi kaybetmiştim, belki de can çekişen vardı ama benim elinden hiçbir şey gelmiyordu, gelmezdi de. Kendimi o kadar berbat hissediyordum ki can acım bir yandan bastırıyordu ruh acım bir yandan. Bu gece güneş hiç doğmayacak gibiydi.

"Uyumak istiyorum ama uyuyamam, gözlerim kapanıyor ama açmak zorundayım, gitmek istiyorum ama canım öyle bir acıyor ki ayağa bile kalkamıyorum. Başımdan elime kanlar geliyor, dizlerim acıyor, ayaklarım kanıyor ama elimden hiçbir şey gelmiyor." Gerçekten haklıydım o an aklıma küçüklüğüm gelmişti. Eski Gülşah daha dayanıklıydı, büyüdükçe canım daha da yanmıştı.

17 Yıl Önce

Gözlerini açtığı gibi ayağa kalktı küçük Gülşah, odanın içerisinde sanki sabahın körü değilmiş gibi bir oraya bir buraya koşuşturuyordu. Yaşına göre gayet normaldi aslında. Henüz 6 yaşındaydı ve odasında kilitliydi. Belki oturup ağlaması gerekiyordu ama o yinede neşesinden ve sevincinden ödün vermiyor, geri adım atmıyordu.

Odanın kapısının açıldığını duyduğunda hemen o tarafa doğru gitmişti. Yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Ablasının kıvır kıvır saçlarını gördüğü gibi sözlerine başlamıştı. "Ablacığım!" İçinden kocaman sarılmak geliyordu ama ablası buna karşıydı. Çocuk aklı nefreti kabul edemiyordu.

"Ay. Git be. Annem seni çağırıyor. Onun için geldim yoksa seninle konuşmam." Ablasının da annesinin de neden böyle davrandığına bir mantık, anlam getiremiyordu Gülşah. Zaten henüz daha 6 yaşındaydı. İnsan 6 yaşındayken kime nasıl bir kötülük yapabilirdi ki?

Başını hevesle aşağı yukarı sallayıp ablasının peşinden ilerlemeye başlamıştı. Uzun koyu kahve saçları ve mavi gözleri üzerindeki mavi pijamaları ve kucağında taşıdığı kahverengi ayıcığı ile çok fazla masum ve tatlı duruyordu.

Annesinin yanına geldiklerinde Gülşah önden önden yürürken ablası sanki onun başına gelecekleri daha önceden biliyormuşcasına ayakları geri geri gidiyordu. Gülşah ise adeta başına geleceklerden habersizdi.

"Anneciğim." Dedi hoplaya zıplaya gelirken. Annesi ise burnundan soluyor gibiydi. "Beni çağırmışsın, ablam söyledi." Ablası kapının köşesinde dudaklarını ısırarak bakıyordu onlara.

"Filiz kapıyı kapat kızım." Annesinin sert ve gür sesiyle Gülşah adeta yerinden hoplamıştı ama annesinde tık yoktu. İnsanda azıcık vicdan olsa yapmazdı zaten bunları.

"Ama anne." Diyen cılız bir ses duyuldu ancak annesinin o sert bakışları karşısında çok fazla diretememişti bir ses daha duyuldu o an. "Kızım kapıyı kapat!" Başını öne eğdi Gülşah sanki bir suç işlemiş gibi ama ne yaptığını bile bilmiyordu. Bir şey yapmış mıydı o bile belli değildi ki. Kalbinde kötülük olabilir miydi ki bir çocuğun?

Kapının kapanış sesi duyulduğunda yerinden ikinci kez yerinden hoplamıştı. "Sen." Dedi annesi gözlerini belerte belerte bakarken. "Akşam misafirler gelecek ve sen odanda uslu durmadığın için bodrumda kalacaksın." Karanlık. Gülşah karanlıktan çok korkardı.

"Ama anneciğim." Cılız ve korkak sesini duymak için bile zorlanıyordu insan. "Karanlıktır orası. Ben karanlıkta duramam ki." Evet doğru söylüyordu o karanlıkta duramazdı. Karanlık ona göre değildi ki o buna dayanamazdı.

"Kes sesini!" Kolundan tuttu Gülşah'ı. O küçücük kolları bir caninin elleri arasındaydım ve belki de en kötüsü bu kadına anne demesiydi. "Yürü!" Mavi gözlerinden akan yaşlar yüzünü ıslatıyordu.

Kapıdan dışarı çıktıklarında belki de en çaresiz anlarını yaşıyordu Gülşah. Ablasına kaydı gözleri o sırada yalvaran gözlerle baktı ona ama ablası yüzünü çevirmişti. Bakmamıştı ona. Ne yardım etmişti ne de destek olmuştu. "Ablacığım yardım et lütfen." Sesini duymuştu ama duymamış gibi yapıyordu.

"Konuşma! Sesini duymak istemiyorum!" Sesini duymak mı istemiyordu? Ne yapmıştı ki Gülşah bu kadar? Sesinden nefret ettirecek kadar ne yapmış olabilirdi ki?

Derinden ve korku salan bir kapı sesi geldi o sırada yüzüne çarpan soğukluk ile ürpermişti Gülşah. Elindeki ayıcığı ile öylece kalmıştı. O an öyle bir korkmuştu ki elindeki tüylü ayıyı yere düşürmüştü annesi ise hiç umursamadan onu kolundan sürüklemeye devam ediyordu.

"Anneciğim dur ayıcığı alayım. Lütfen. Sonra kendim gireceğim oraya ama ayıcığı alayım. Hatta eğer istersen sen ver. Benim almamı istemiyorsan sen ver o da olur ama alayım lütfen." O kadar çok bağıra bağıra söylemişti ki boğazındaki o ağrıyı derinden hissediyordu.

"Sus dedim sana!" Annesinin o üç kelimesi onu susturmuştu ama gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu. "Eğer ki şuradan bir ses çıksın senin o etleri burarım! Duydun mu beni?" Kolunu cimciklemesi ile başını yavaş yavaş salladı Gülşah. "Aferin." Yüzünde bir gülümseme oluştu küçük kızın. Annesinin ilk aferin diyişi olmuştu.

Annesi dışarı çıkmıştı ve kapıyı hızlıca kapatmıştı. Hayır. Olamazdı. Ayıcık dışarıda kalmıştı. Gözlerinden akan yaşlar ile bir köşeye geçmişti. Ne bir şey görebiliyordu ne de korkusunu yenebiliyordu. "Annen gelecek ve bunlar geçecek. Annen gelecek ve bunlar bitecek. Annen gelecek ve bunlar olmayacak." Kendi kendine bir sürü şey söylemişti ama hiçbirine ne kendisi inanıyordu ne de gerçekleşeceğini umuyordu.

Başını soğuk zemine yasladığında en azından uyumayı denemek istiyordu. Belki o zaman cezası hızlı biterdi ve bu karanlık odada o kadar da uzun kalmamış olurdu.

"Annem beni sevmiyor. Sevmeyecek." Sevmiyordu, sevmeyecekti. Annesi kızından nefret ediyordu ve Gülşah bunu kesinlikle haketmiyordu. Gözlerinin ağırlaştığını hissettiğinde etraf yeniden daha da karardı ve uykunun kollarına kendisini bırakmıştı.

Şimdi ki Zaman

Küçük Gülşah olsaydı en azından uyurdu, en azından gözlerini kapatırdı ama ben bunu yapamıyordum çünkü ben bu sefer her şeyin farkındaydım, kendimi kandırmaya gerek yoktu. "Siz sakın sevgisiz kalmayın tamam mı? Zaten kalamazsınız ki ben varım." Bana gösterilmeyen sevgiyi çiçeklere bile veriyordum. Bu dünyada sevgisiz canlı bırakmamaya ant içmiştim.

Başımı yeniden ağaca yasladığımda, elimi yeniden şakağıma dokundurduğunda kırmızı lekeler bir kez daha ellerime bulaşmıştı. Gözlerimi ayaklarıma çevirdiğimde oradada kırmızı kırmızı kan lekelerini görmüştüm. Çığlık çığlığa ağlamak istiyordum. Karanlıktı, uykum vardı ve ben bu sefer ağlamak için bile olsa o enerjiyi, gücü kendimde bulamıyordum.

Gözlerimi kapattığımda bu defa uykuya karşı direnememiştim ve kendimi uykunun kollarına bırakıvermiştim. Rüyalar gerçeklerden daha gerçekçi geliyordu artık bana, öyle şeyler geliyordu ki başıma gerçek olduğuna inanmak için kendimi ikna etmeye çalışıyordum.

🌊

İlahi Bakış Açısıyla

"Şu kızı bulayum bak ben seni gömmüyor muyum o eve? Sen niye buradaydın lan? He? Ulan seni buraya, bu soğukta uyu diye mi gönderdum?" Özgür'ün ne kadar sinirli olduğunu görmek için gözlük takmak gerekmezdi zaten arada kayan sözleri bile buna bir kanıttı. Sinan ise sadece susmuştu çünkü biliyordu Özgür sinirliyken bambaşka birine dönüşüyordu. En yapmam dediği şeyleri bile yapabiliyordu. Bu yüzden de susmak onun için en doğru olandı.

"Fazla uzaklaşmış olamaz. Yaralıydı." Derin derin nefesler aldı. Ardından yeniden konuşmaya başladı. Eliyle sol tarafı işaret etti. "Sen bu tarafa bak." Ardından sağını işaret etti. "Bende buraya gideceğim. Bulan haber etsin." Sinan sadece başını aşağı yukarı sallamıştı ardından söylediği yere doğru koşmaya başlamıştı. Özgür de oraya doğru gidiyordu. Sessiz olması gerekiyordu çünkü ondan korkup kaçma olasılığı çok yüksekti.

Gözleri etrafta onu arıyordu ama bu karanlıkta sadece elindeki telefon ışığıyla olacak iş gibi durmuyordu. Daha büyük bir ışık kaynağına ihtiyacı vardı. Koskoca ormanda onu hiç tanımayan hatta hiç tanımadığı bir kadını arıyordu. Tek bildiği adı ve soyadıydı. "Seni bulacağım Gülşah Dinçer. Er ya da geç. Seni bulacağım." Kararlıydı ve Özgür kararlıysa geri kalan hiçbir şey onu engelleyemezdi.

Gözleri etrafta onu arıyordu. O an yeniden yerdeki kan izleri dikkatini çekmişti. Telefon ışığını oraya tutarak ilerliyordu. Bir süre öyle ilerlemişti ancak bir yerden sonra kesilmişti bu kan izleri ve etrafta kimsecikler yoktu.

Derin bir nefes aldı yeniden ve yanındaki ağaca sertçe bir yumruk geçirdi. Elinden akan kanları hiç umursamadan yeniden devam etmişti. "Gülşah Dinçer." Dedi Gülşah'ın adını tekrar ederek o an aklına Satana'nın dedikleri gelmişti yeniden.

"Babasının kurbanı oldu kız."

Bu söz aklında, zihninde, beyninde sürekli dolanıyordu. Öyle bir hâle gelmişti ki artık dayanılmaz bir şeydi bu. Dayanamayacağı, istemeyeceği, bilmek istemediği bir şey.

Babasının kurbanı... Babasının kurbanı... Gülşah Dinçer... Kaderinin en kirli oyunlarının oynadığı bu zamanlarda belki de en zor zamanlarını yaşayan genç kız Özgür'ün yanında olması gerekirken nerede olduğu belli değildi.

Güneşin doğuş zamanı yaklaşmıştı artık. Öyle bir zaman geçmişti ki artık havanın soğukluğunu daha da hissetmeye başlamışlardı. Gece kaç kere birbirlerini aramışlardı artık onlar bile saymamıştı. Kan izleri arada bir gözüküyordu ama izi sürekli sürmüyordu. Derin derin nefesler aldı yeniden. Bu Özgür'ün bu geceden beri en çok yaptığı şey olabilirdi.

Kendisini çok zor durumda hissediyordu Özgür ama kendisi için değildi bu çaresizlik o kurban olan kadın içindi. Yardıma muhtaç biri içindi. Yardım etmesi gereken biri içindi.

İleride bir yerlerde mavi tül elbisenin ucunu görmüştü. Biraz ilerledikçe bunun Gülşah olduğunu anlamıştı. Ayakları kan içindeydi. Şakağından akan kanlar mavi elbisesine kadar uzanmıştı. Beyaz tenine kırmızılık hiç yakışmamıştı. Uzun koyu kahve saçlarının bukleleri ise hâlâ bozulmamıştı. "Buldum seni." Onu kucağına almak için eğildiğinde mırıltılı bir ses duymuştu.

"G-git l-lüt-fen. B-bırak b-be-ni." Güçsüz ve cılız bir sesle söylüyordu bunları ama Özgür'ün kalbine dokunuyordu bu sözler. Ardından yeniden aynı ses duyuldu. "B-bırak b-be-ni l-lüt-fen. Gelmek istemiyorum."

"Sana yardım ede-" derken sözünü kesmişti Gülşah.

"Y-yardım i-istemi-yorum." Çenesi titriyordu. Üşüyordu ve bu bariz bir şekilde ortadaydı.

Üzerindeki kabanı çıkardı Özgür ve Gülşah'ın üzerine örtmüştü. Kollarını saran o tül onu bu soğuktan asla koruyamazdı. "Yardım istemiyorsun. Yardıma ihtiyacın var ve ben yardım edeceğim." Genç kızı hemen kucağına aldığında başı göğsüne yaslanmıştı bile.

Gözleri hala kapalıydı, onunla konuşmuştu ama gözlerini açmamıştı. Özgür olabildiğince hızlı bir şekilde ilerlemeye çalışıyordu. Buraları avucunun içi gibi bildiğinden hiç de bir sorun yaşamıyordu. Çok fazla geçmeden evleri gördüklerinde Sinan'ın kaldığı eve girmişti.

Onu hızlıca kanepenin üzerine yatırdığında elbisesinin uzun eteğinin bazı yerleri kanepeden aşağıya sarkıyordu, hatta yerlere uzanıyordu. Uzun saçları ise yüzüne geliyordu. Eli ile o tutamları nazikçe ittirdiğinde aklına Sinan gelmişti. Ona haber vermeliydi.

Telefonunu cebinden çıkardığı gibi hemen onu aramıştı. "Bolat ben buldum kızı gelebilirsin." Karşıdan gelen onaylayan bir ses ile ikisi de telefonu kapatmıştı ki Özgür dolaptan çıkardığı birkaç malzeme ile başına ve diğer yaralı olan yerlerine pansuman yapmıştı.

Gözleri hala kapalıydı. Sahi ne zaman uyanacaktı ki? Onunla konuşması gerekiyordu. Arada nabzını, nefes alışını ve kalp atışını yokluyordu Özgür ama hiçbir sorun çıkmıyordu. Göz kapaklarının yavaş yavaş hareketlendiğini gördüğünde yüzünde minik bir tebessüm oluşmuştu. İşte o an Gülşah'ın mavi harelerini görmüştü..

Gülşah gözlerini açmıştı ancak kendine gelememişti ilk önce boş boş bakışmıştı ardından ise hızlıca ayağa kalkmıştı. Canı acımıştı ama belli etmemeye çalışmıştı. "Neredeyim ben? Sen kimsin? Nasıl geldim ben buraya? Ne işim var benim burada? En son ormandaydım."

"Şşşttt. Ne rivrivci çıktın be başuma." Özgür'ün sözlerini duyduğu gibi ayaklarını aşağıya indirmiş ve onun delici bakışları ile karşı karşıya gelmişti. "Uzan biraz." Gülşah ve söz dinlemek mi?

"Sen kimsin? Ne işim var benim burada? Sen mi getirdin beni buraya?" Yeniden başlamıştı sorgulamaya.

🌊

Gülşah Mina Dinçer'den

Ne kadar tuhaf geliyordu kulağa. Onca şeyin yaşanmış olması. Yaşadıklarıma inanamıyor, aklıma gelenleri unutmak istiyordum. Gerçekten de bunların hepsinin yaşanmış olması canımı her ne kadar yaksa da ruhum da en az canım kadar yanıyordu.

Aklıma gelen onca kişi ve benim onları orada bırakmam. Yardım edilmiştir elbette çünkü dışarıdan biri rahatlıkla içeride nelerin olduğunu anlayabilirdi ama yine de aklıma takılıyordu. Yardım edilse bile çoğu kişi zarar görmüştür diyordum kendi kendime.

Aklımdakiler ile yaşadıklarım şu an için alakasızdı. Karşımdaki ela gözler, benim saçlarımdan bir tık daha açık saçları ile benim aksime bana bir yabancıymışım gibi değil sanki kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi bakıyordu. Acaba daha önceden tanışmış mıydık?

"Özgür Yağız Karlı. Seni ormanda gördüm, uyuyordun. Başına bir şey geldi diye düşündüm. Çünkü üzerinde kan lekeleri vardı. Sahi onlar niye var?" Onu dinliyordum ama asla cevap vermiyordum. Bakışlarından sanki sorduğu sorunun cevabını biliyormuş gibi bakıyordu. Kimdi bu adam? Tanışıyor muyduk?

"Ellerimi yıkayabileceğim bir yer var mı?" Söylediğim tek şey bu olmuştu. Üzerimdeki o kan lekelerinden bir nebze de olsa kurtulmak istiyordum. O ise başı ile içeriyi göstermişti. Ayağa kalkarken ne kadar zorlansam da yürümek bana daha da zor gelmişti ancak buna rağmen yürüyüp oraya gidebilmiştim.

Aynadaki suilete baktığımda bir süre ardından gözlerimi yumdum ve yeniden açtım bunu tekrar tekrar yaptığımda gözlerimden yaşlar akmaya başlamıştı. Suyu açtım ve onun sesiyle beraber kendime bakmaya başladım.

Üzerimdeki uzun, mavi, tül elbisem ile ne kadar güzel gözüküyorsam ellerimdeki kan lekeleriyle bir o kadar korkutucu duruyordum. Sanki cinayet işlemiş gibiydim ama o kanlar benim kanımdı. Aslında bir yerde de haklıydım. Dün gece ben öldürülmüştüm.

Ellerimi hızlı hızlı yıkarken bile gözlerimden akan yaşlar, söylediğim cümleler, kalbimdeki ağıtlar can yakan türdendi. Hem can yakıyordu hem de ruhumu acıtıyordu. Kalbim sızlıyordu. Açık yaraların acısını bastıran şey işte buydu.

"Özür dilerim." Dedim ve nefesimi verip devam ettim. "Özür dilerim. Kendimden, ablamdan, ailemden, herkesten, beni bilen, beni tanıyan tüm insanlardan." Kendi kendime söylediklerimi duyan kimse yoktu. O sessizliğin içindeki ufacık bir ses dalgası haline gelmiştim.

Beni kimse duyamazdı ama ben kendi çığlıklarımda boğuluyordum.

Gözlerimden akan yaşlar, ellerimdeki kan izlerinin çıkması için elimi ovalamam, ayakta kaldığım için olsa gerek canımın acıması her şey üst üste gelmiş gibi görünüyordu ama hayır benim için asıl acı dün akşamdı her şey esas o zaman üst üste gelmişti.

Oradan çıktığımda onu küçücük odanın içinde bir oraya bir buraya giderken görmüştüm. Az önce oturduğum yere geçip oturunca onun yeniden karşıma geçmesi birkaç dakika içinde olmuştu. Onun benden kendim ile ilgili bir şeyler anlatmamı beklediğini biliyordum ve her ne kadar cevap vermek istemesem de kendimi buna zorunluymuş gibi hissediyordum.

"Ben özür dilerim." Dedim başı öne eğik bir şekilde. Hem ondan utanıyordum hem de burada olduğumdan pişmanmış gibi bakıyordum çünkü öyleydim. Gitmem gerekiyordu. Bana bu kadar iyiliği yapan birinin başına böylesine bir belayı açamazdım. "Benim burada olmamam gerekirdi. Ben şimdi gidece-" derken o benim sözümü kesip kendisi devam etmişti.

"Şştt. Gitmek yok. Sana söylemiştim. Yardıma ihtiyacın var ve ben sana yardım edeceğim." Öyle bir bakıyordu ki bana sanki 'korkma' diyordu. 'Korkma ben buradayım.' diyordu. Bana güven veriyordu ve onun bu bakışları bana kendimi daha da suçlu hissettiriyordu.

"Bana yardım ettin zaten." Başımdaki, elimdeki ve ayaklarımdaki sargıları gösterdim ona. "Bana zaten yardım ettin ve şimdi de benim yardım etmem gerekiyor. Her şey için teşekkür ederim, hoşça kal." Hızlıca evden çıkıp yeniden ormana taraf koşarken düşmemek için elimden gelen her şeyi yapıyordum.

Evet ondan kaçıyordum, kaçmak için koşuyordum ve saklanmak için bir yer arıyordum. Yine ve yine o üçlü beni bulmuştu. Söylemiştim bu üçlü bendim, bu üçlü benim hayatımın temeliydi. Arkadan gelen adım seslerini duydukça hızımı daha da artırıyordum. En sonunda ise ben bile şaşırmamıştım ki kendimi yerde bulmuştum. Gözlerimden hâlâ yaşlar akıyordu. Omzumda hissettiğim el ile başımı kaldırdığımda onun ela gözleriyle karşılaşmıştım.

"B-bırak gideyim, sana da başkalarına da dert olmaktan başka bir işe yaramam ben. Onların yardımıma ihtiyacı var izin ver gideyim." Ağlamaktan konuşamıyordum ama kendimi de fazlasıyla zorluyordum. Sesimin kesik kesik çıkmasını hatta ağladığım için hıçkırıklarımdan anlaşılamayan sözlerimi teker teker dinlemişti. Bu ilk kez oluyordu çünkü ilk kez böylesine dinlenilmiştim. İnsanlar buna mı şefkat diyordu?

Annemden, babamdan görmediğim şefkati bir yabancı da mı bulmuştum?

"İzin vermiyorum, vermeyeceğim." Başımı öne eğdiğimde yeniden ne yapacağımı düşünmeye başlamıştım. Gözlerimden akan yaşları elimin tersiyle sildiğimde yeniden yerine yenileri akmaya devam ediyordu. Hiç durmuyorlardı.

"Beni dinle lütfen. İzin ver artık. Ne istiyorsun benden? Niye gitmeme izin vermiyorsun?" Artık bunlara anlam veremiyordum. Yardım etmesini anlayabilirdim ama bu kadarı abartı olmuyor muydu? Niye kalmamı istiyordu bu kadar? Niye buradaydı, benim peşimden gelmişti? Niye bunları benimle yaşamayı seçiyordu?

Buraya gelme amacım yalnızca ablamın düğünüydü ama bir düğün benim geleceğimi, kaderimi belirliyordu. Geceden beri kaçış, düşüş, kan, acı hepsi üst üste geliyordu, hepsi üst üste yaşanıyordu. Beni kolumdan tuttuğunda ayağa kalkmak için fazla çaba sarfetmiştim ancak hiçbir işe yaramamıştı. Ayağa kalkmak için onun elini tutmak yerine yerden destek alıyordum ama yine olduğu gibi yere düşüyordum.

O ise sabırla onun elini tutup yerden kalkmamı beklerken daha fazla dayanamayıp beni kucağına almıştı. Eve yeniden girdiğimizde gözlerimden hâlâ yaşlar akıyordu. Beni kanepeye yeniden uzandırdığında mutfağa doğru ilerliyordu. Eline aldığı bardağı su doldurduktan sonra bana uzatmıştı. İlk önce tereddütle bakmış ve eline alıp suyu içmiştim.

"Kendini tanıtmayacak mısın?" Dediğinde gözlerimi onun ela harelerine çevirmiştim. Bunu yapmak istemiyordum çünkü tanışmak bir bağ kurmak yolunda ilerlemek anlamına gelirdi. Bu bağ ya iyi ya da kötü olurdu. Ben bağ kurmak istemiyordum ki ben buradan gitmek istiyordum ama yine de içimden bir ses doğru olanın bu olmadığını söylüyordu.

Aslında bir yerde de haklıydı çünkü insanlardan kaçarak nereye kadar gidebilirdim ki? Buradan çıkabilmem için yardıma ihtiyacım vardı ve bu yardımı bulduğum zaman gidecektim. O bağı kurmak ne kadar mantıklıysa bir o kadar mantıksızdı.

"Adım Gülşah." Dedim o cılız sesimle. "Gülşah Dinçer." O ise bunları zaten biliyormuş gibi bakıyordu. Biliyor ancak yinede benden duymak istiyor gibiydi.

O an elleriyle gözlerimden akan yaşları silmişti ve bana karşı bir şeyler söylemişti. "Sen ki güllerin hükümdarı Gülşah, ağlamak kendine haksızlık sayılmaz mı?" Her bir sözü sanki bana umut oluyordu. Bakışları insanın içini ısıtırken bana çok farklı hissettiriyordu.

Yüzümde minik bir tebessüm oluşmuştu. Beni düşünen birisi mi çıkmıştı karşıma yoksa ben mi böyle hissediyordum? Düşünülmek, şefkat böyle bir şey miydi? Sanki hayatımda hissettiğim en güzel duyguydu bu.

İkimiz de bir süre susmuştuk. Hiç kimse konuşmadı, o an duyulan yalnızca iki ses vardı birisi kuzinenin çıkardığı çıt sesi biri de ikimizin nefes alışveriş sesiydi. "Bana yardım etmek zorunda değilsin." Doğru söylüyordum. Bana göre doğruydu. Kimse onu zorunda bırakmıyordu ve ona göre bir yabancıyken bana bu denli yakın davranması aklımı kurcalıyordu.

İstemese parmağını bile kıpırdatmadan öylece izleyebilirdi ama o bunu yapmamış bana yardımcı olmuştu. "Ben zorunda bırakıldığım şeyleri bile yapmam. Bana istemediğim bir şeyi yaptıramazsın." Ela hareleri niye bu kadar kararlı bakıyordu? Ne yani bütün bunları isteyerek mi yapıyordu?

Aklımı kurcalayan bir diğer soruyu ise ona sormak istemiştim. Aslında dilim buna varmıyordu çünkü alacak olduğum cevap beni korkutuyordu. Ya onlardan biriyse, ya bana zarar verirse diyordu bir yanım diğer yanım ise bana yardım etti diyip onu susturuyordu. "Biz önceden tanışıyor muyuz?" Gözlerinde hayal kırıklığı gördüm. Bakışlarında hayal kırıklığı vardı ama ben buna anlam veremiyordum.

Benim sözlerime karşılık cevap vermeyip sadece gülmüş ve kendisi sorular sormya başlamıştı. "Anlat bakalım. Buralarda bu kılıkta ne arıyordun? Buradaki herkesi tanırım. Kimsin? Kimlerdensin? Ne biliyorsan anlat bana." Ne diyecektim ki? Ben bile bilmiyordum ne olduğunu. Ona nasıl anlatacaktım?

"Be-ben." Dedim yeniden kekeleyerek. Niye böyle oluyordum ki? Kekeleyecek ne vardı? "B-en." Yeniden aynı şeyleri söylemek istemiyordum ama başka çarem de yoktu. İnat etmek zorundaydım. "B-benim gitmem gerekiyor."

Derin bir nefes almışti ve ben ayağa kalkmaya çalışırken beni omuzlarımdan tutup tekrar yerime oturtmaya çalışıyordu. "Yav otur oturduğun yerde!"

Yine başını öne eğmiştim ki çenemde onun elini hissettim. Çenemdeki elini biraz yukarı kaldırınca nazikçe başımı dikleştirmişti. "Karşında." Dedi tane tane. "Kim olursa olsun." O da başını dikleştirdi. "Ne olursa olsun." Bakışlarına yeniden kararlılık hücum etti. "Yine de başını eğme." Beni gerçekten düşünüyordu. Gerçekten bunları benim için söylüyordu. Bu. Çok güzel bir histi.

Elini çenemden çektiğinde başımı eğmeyip onun bıraktığı gibi tutmuştum. Ardından ise elimin tersiyle dolan gözlerimi yeniden sildim. Sanki o bana moral, cesaret, kuvvet veriyordu. Bana karşı gülümsediğinde o da bana 'tamam mı?' diyen bakışlarla bakıyordu. Ben ise ona cevap olarak başımı aşağı yukarı sallamıştım.

"Neden beni hiç tanıyıp bilmeden getirdin buraya?" Bana ne dediğimi sorar bir şekilde bakıyordu. Bense bunu merak ediyordum. "Hırsız olabilirdim. Ya da farklı birisi. Niyetim kötü olabilirdi ama sen beni tanımadan buraya getirdin. Kendine mi fazla güveniyorsun yoksa önceden mi tanışıyoruz?" Bunu çok fazla merak ediyordum. Bana hiç de yabancıymışım gibi bakmıyordu.

"Hırsız mısın?"

"Hayır."

"Farklı birisi misin?"

"Hayır."

"Peki niyetin kötü mü?"

"Hayır."

"Demek ki yanlış bir karar vermemişim." Harika beni susturmayı başarmıştı. Cidden beni susturmayı başarmıştı. "Şimdi bana anlatacak mısın yoksa biraz daha zamana ihtiyacın var mı?" Sorusu ile yüzümdeki gülümseme soluvermişti.

"Tamam, tamam istediğin zaman dinleyeceğim seni. Soru da sormayacağım. Tamam mı?" Yeniden mavi gözlerimin içi güldüğünde o bunu fark etmemişti ama onunda ela gözlerinin içi gülmeye başlamıştı. "İşine gelen bir şey olunca gözlerinin içi gülüyor ne yapacağız biz seninle?" Aynı bakışlarla ona baktığımda ona bir şeyler söylemiştim.

"Senin işine gelen ne peki?" Dediğimde bana 'ne diyorsun?' dermişçesine bakıyordu. "Senin de gözlerinin içi gülüyor. Senin işine gelen ne?" Evet o bunun farkında değildi ama gözlerinin içi gülüyordu. Bunun farkında bile olmaması beni daha da şaşırtmıştı.

Güven, en önemli unsurdu ancak güveni sürdürmek hepsinden daha önemliydi.

__________

Evet canlarım bir bölümün daha sonuna geldik. Bölümü nasıl buldunuz? Benim çokça hoşuma giden bir bölümdü. Umarım sizde beğenirsiniz. Oy ve yorumlarınızı kitabımızdan eksik etmeyiniz. Sizleri seviyorummmm🤍

 

Loading...
0%