@krpapatyassi
|
Hellooo. Canlarım yine benn. Bugün kü bölüm en çok hoşuma gidenlerden birisiydi. Umarım sizde seversiniz. Hadi o zaman o uğurlu sözümüz ile kitaba ışınlanalım. Piuvvv 🎶Selçuk Balcı- Yağmurun Kaydesi🎶 __________ 6. BÖLÜM: Kutup Yıldızı Gökyüzündeki tüm yıldızlar yerin dibine batsın. Senin tek bir bakışın hepsine bedel Mavi Gül. Kimsesizlik, yalnızlık, çaresizlik... Hepsi ama hepsi aynı anda hissedilebilir miydi? Hissedilirdi. Ben şu an tam da bunu yaşıyordum. Kimsesizdim çünkü ailem ve diğer tüm sevdiklerimi sanki bir savaşın ortasında bırakıp gitmiş gibiydi. Onları orada öylece bırakıp gitmiştim. Zorunlu bir gidişti ama dönüşü yoktu işte. Yalnızdım çünkü şu an dertlerini anlatabilceğim bir babam, ilgileneceği bir kardeşim ya da azarlamak için çağıran bir annem hatta her defasında yüzümü eğmek zorunda kaldığım ablam yanımda yoktu. Yapayalnızdım işte. Bunun adı yalnızlıktı başka bir şey olamazdı. Çaresizdim çünkü ne gidebiliyordum ne de kalabiliyordum. Ne teslim olabiliyordum ne de kaçabiliyordum. Ailemi kurtarmak için bile olsa buna iznim yoktu. Zaten belki de kurtarabileceğim bir ailem bile artık yoktu. Yaşayıp yaşamadıklarını bile bilmiyordum ki. Üçü de birbirinden beterdi ve hepsini aynı anda, aynı zamanda hissediyordum. İşte bu hepsinden daha beterdi. Bu öyle bir şeydi ki keşke lâl olup konuşamasam diyordum içimden, en azından söyleyemediklerimi zorundalıktan söyleyemezdim. Keşke yürüyemesem en azından kendi kendime yüremem ki diyip suçumu az da olsa hafifletirdim. İçimden geçenler aynı bu şekildeydi. Kendi kendime haklılığım vardı hatta belki de düpedüz bencillikti bu ancak bunu umursamıyordum bile. Zaman su gibi akıp geçmişti. Ne o bana soru sormuştu ne de ben ona bir şeyler anlatabilmiştim. Tam bir gün boyunca bu böyle geçmişti. Havanın kararması ile kanepenin yanındaki küçük camdan dışarıyı izliyordum. Sanki yıldızlar her zamankinden daha parlak, daha canlı ve daha yakın gibiydi. Sanki ellerimi uzatsam hepsini toplayabilirmiş gibi geliyordu gözüme. O sırada onun saatlerdir duymadığı sesini duymuştum. "Eğer çok fazla izlemek istiyorsan dışarı çıkabiliriz. Buralar güvenlidir, korkmana gerek kalmaz." Bakışlarımı saniyelikte olsa ona döndüğümde tek bir şey diyordum sanki ona. Korkuyorum. "Korkmana gerek yok. Benim yanımda hiç gerek yok." "Ağlamak, korkmak. Sırada ne var?" Gerçekten sırada ne vardı. Her şeye çare buluyordu. Ya bu adamın özel güçleri falan vardı ya da bana öyle geliyordu çünkü yanında hangi kötü duygumu ona belli etsem onu benden söküp atıyordu. Adam ilaç gibiydi mübarek. Her derde deva. "Neyden söz ediyorsun?" Şaşırmasına şaşırmamak gerekirdi çünkü ben olsam bende anlam veremezdim. Ne diyor bu deli derdim kendime. "Çarelerinden." Tek bir kelime dökülmüştü dudaklarımdan ama benim tek kelime onun bakışlarını değiştirmiş daha sıcak daha güven dolu bakmaya başlamıştı. "Aklında veya kalbinde olan tüm kötü duygu ve düşünceler sıraya dizilsin çünkü onlar bitene kadar durmayacağım." Dediğini de yapıyordu yani şu ana kadar doğru olduğunu bana kanıtlamıştı. "Sen." Dedim ardından sustum. Belki de çok güzel şeyler söyleyecektim ama yine de sustum. Susmamam gerekirdi ama yine de sustum. Konuşmak geliyordu içimden ama konuşmak zor geliyordu. "Ben?" Sanki iki dudağım mühürlenmiş gibiydi. Ağzımı bıçak açmıyordu. Başımı yeniden koltuğun başına yasladığımda dışarıdan değilde içeriden yıldızları izlemek istediğimi söylemeden cevaplamıştım. Korkudan dışarı çıkamaz hâle gelmiştim. Gözlerime en parlak yıldız çarptığında büyük bir hevesle gözlerimi açıp olduğum yerden doğrulmuştum. "Buldum." Diyen sevinçli sesim küçücük odayı doldurmuştu. "Neyi buldun?" "Kutup yıldızını. Şimdi dileklerimi dileyebilirim." Bana kaşlarını çatmış ne alaka dermişcesine bakıyordu ancak yine de ben gözlerimi kapatmış ve en çok ihtiyacım olan şeyi dilemiştim. Aileme sağ salim kavuşmayı. "Dilek dilemek için geceyi beklemeden, hatta hayatının her anında, gerçekleşmesi daha mümkün olan bir şey var." Onun sözleri kaşlarımı çatarak bakmama neden olurken büyük bir keyifle benimle konuşuyordu. "Bakma bana öyle ciddiyim ben." "Öyle mi? Neymiş?" O ise yanıma gelerek iki elimi yukarı kaldırmış ve ellerimi de açarak yarı birbirine yarı da semaya doğrultmuştu. "Biz dua diyoruz." Dediğinde ise bakışlarım ateş saçan cinsten olsa gerekti. Ona onu öldürecek gibi bakıyordum. "Deme ya. Bak sen şu işe. Ben bilmiyordum ya. Çok teşekkür ederim yani bana böylesine bilmediğim bir şeyi öğretmek alkışlanmalı." Dediğimde alaylı sözlerimin yanında bir de alkış sesleri duyulmuştu. "E demek ki bilmiyormuşsun. Böylesine şeylere inandığına göre." Dediğinde cümlesi yarım kalmıştı ama ona sözlerini tamamlatmayan ben değildim. Benim bakışlarımdı. "Tamam tamam şaka yaptım." Aradan çok geçmeden yine konuşmuştu fakat bu sefer sesi az öncekine kıyasla daha ciddi geliyordu. "Ama kabul et baya iyiydi." "Bende cidden bir şey söyleyeceksin diye seni dinliyorum." Onun kendisini gülmemek için zor tuttuğu bu küçük oda da ona yapay bir kızgınlıkla ona bakıyordum. Bu kadar kargaşanın içinde şu yaşadığımız neydi? Daha dün akşama kadar yere düşüp dizlerimin kanamasını, ayakkabılarımı çıkarınca ayaklarımın kan içinde kalmasını, gece ormanda kalmak bile hissettiğim acının kıyısından bile geçemezken şimdi karşımdaki adama yapay bir sinirle bakıyordum. Hayat gerçekten de sürprizlerle doluydu. Sanki her şey planlanmış da ona göre ilerliyormuş gibi hissetmeye başlamıştım. Bunu bana hissettiren neydi? O bile bilinmezdi. "Hadi saat çok geç oldu. Zaten bugün fazlasıyla yoruldun eminim dün geceden kalma yorgunluğunda üzerindedir. Bir uykuya ne dersin?" Uyuyabilir miydim ki? Bunca şeye rağmen nasıl uyuyabilirdi ki? Başımı sağa sola salladım ve yeniden bakışlarımı dışarıya döndürdüm. Dileğimin gerçekleşmesini öyle içten istiyordum ki bunun karşılıksız kalmayacağına neredeyse emindim. "Kutup yıldızından dilek dilemeyi de ilk defa senden gördüm. Benim bildiğim kadarıyla kayan yıldızlardan dilek dilenir." Haklıydı genelde herkes öyle diyordu. Bu da bir Gülşah usulüydü işte. "Kutup yıldızının masalını bilmezsen tabii ki de sadece o kayan yıldızlardan dileğini dilersin. Neyse ki babam anlatmıştı." Ardından büyük bir istek ve sevinçle ona döndüm. "Sana da anlatmamı ister misin?" Babam ile öyle çok zaman geçirmezdim ancak geceleri uyuyor numarası yapıp ablama ve Ahmet'e anlattığı o masalları hep dinlerdim. Bana anlatmazdı ama onlara anlattıklarını hep dinler sanki bana anlatıyormuş gibi hissederdim. "Olur. Anlat bakalım. Neymiş bu kutup yıldızının masalı?" Oturuşumu düzelttiğimde tamamen ona dönmüştüm. Göz temasından kaçınmaması ile birlikte beni pür dikkat dinlemeye başlamıştı. "Uzun uzun zamanlar önce kutup yıldızı da tıpkı diğer yıldızlar gibiymiş. O herkesten ayıran parlaklığı yokmuş, sıradan bir yıldızmış işte ancak gel zaman git zaman ailesindeki herkesin ölümüyle daha da kuvvetlenmiş. Acıya, gözyaşına ve daha nicelerine. Her bir ölümde onunda parlaklığını almış üzerine, böylelikle dünyadan insanlar onu çok rahat bir şekilde görebilmiş. O da kendi kendine insanlara dilek hakkı vererek onları sevdiklerine kavuşturmak istemiş çünkü o sevdiklerinden ayrıymış." Derin bir nefes aldık ve devam ettim. Bu masal şimdi babamın sesiyle zihnimde devam ediyordu. "Bu masalı babam bana anlatmıştı. Şimdi kendimi kutup yıldızına muhtaç gibi hissedince o yüzden dilek diledim." Haklıydım çünkü şu an kutup yıldızı ile aynı şeyleri yaşıyordum. O da yalnız kalmıştı ve bende şu an yalnızdım. O da herkesi kaybetmişti ve belki de bende herkesi kaybetmiştim. Ancak o güçlenirken ben daha da bitiyordum. Sanki babam geleceği görmüş gibiydi. Tüm bunların olacağını bilmiş ve beni ona göre hazırlamıştı. Acaba bu olay ile bir ilgisi var mıydı? Olabilir miydi? Benden bu denli nefret ediyor olabilir miydi ki? Kutup yıldızının masalını çok kez babamdan duymuş ve çok kez kutup yıldızı ile konuşup, dilek dilemiştim. Kimisine göre saçma bir çocukluk inancıydı kimisine göre de gerçekten önem verilebilecek türden anılardı. Hiçbir şey söylemeden sadece elini uzattı bana. Ben ise bu duruma anlamaz gözlerle bakarken onun ellerini tuttum. Elleri sıcacıktı ya da belki de bana öyle gelmişti. İkimiz beraber dışarı çıktığımızda kutup yıldızı tam da oradaydı işte. Gökyüzünün parlak mı parlak yıldızı, kutup yıldızı... "İzmir de bu kadar net görünmezdi. Sanki elimi uzatsam tutacakmışım gibi hissediyorum." Ona karşı olamayan sözlerimin ardından o konuşmaya başlamıştı. "Seni yıldızlara bu kadar bağlayan şey nedir?" Bakışlarımı ona çevirdiğimde yeniden sözlerime başlamıştım. "Bakma bana öyle. Seni buna bağlayanın sadece o masal olduğuna inanmak için aptal olmak gerekir." Haklıydı ancak bende anlatmamaya kararlı gibiydim hatta kararlıydım. "Boş versene. Hem artık bir önemi yok." Önemi vardı en azından benim için vardı ama her şeyi anlatamazdım. Ben herhangi bir bağ kurmak istemiyordum. Zaten en yakın zamanda gidecekken bu çok saçmaydı. "Seninle ilgili hiçbir şeyi boş vermeyeceğim. Emin ol eninde sonunda o anlatmadığın her şeyi öğreneceğim." Niye bu kadar kararlıydı ki? Öğrenince eline ne geçecekti? Beni ne kadar biliyordu ki zaten? Yabancı bir insanı ne kadar bilebilirdin? "Burada sürekli kalacak değilim. Öğrensen de bir işine yaramayacaktır." "Dene ve gör küçük hanım." Bana düpedüz meydan okuyordu ama dikkat etmesi gerektiğini ona söylemeyip hata yapan bendim. "Deneyip görmeyi çok isterdim ancak denemek için vaktim yok en kısa sürede gideceğim." Bu doğruydu ama sadece benim doğrummuş gibi davranıyordu. Benim doğrum onunsa yanlışı... "İstediğin kadar söyle. Ben gitmeni istemediğim sürece buradasın ve benim seni göndermeye hiç niyetim yok." Kaşlarımı çatmış bir şekilde baktım yanımdaki adama doğru. "Bakma bana öyle seni bu durumda asla bırakmam." "Her neyse seninle burada laf cambazlığı yapmayacağım." Yere eğildim ve elbisemin eteklerini düzelterek oturdum. Bana kaç kez üzerimi değiştirmem gerektiğini söylese de inat ediyordum çünkü ben buradan gitmenin yolunu arıyordum. Ve garipti ki havanın soğuk olmasına rağmen yine de üşümüyordum. Şu an zorunda olduğu için kalıyordum ve sabahın erken saatlerine doğru evden çıkıp gidecektim. Böylelikle hem kendim bir geceliğine de olsa konaklayacak bir yer bulabilmiştim hem de giderek onun başını belaya sokmayacaktım. "Bu kadar güzelliğin yanında laf cambazlığıyla uğraşamam." Uğraşmasındı zaten o da benim yanıma oturduğunda ona başka bir soru yöneltmiştim. "Sen yıldızları seviyor musun ki?" "Yıldızlardan söz ettiğimi kim söyledi?" "Burada yıldızlardan başka güzel diyebileceğin ne var ki?" Etrafta dolaşan mavi harelerim en sonunda onun ela gözlerinde takılmıştı. "Bu kadar kör olmana gerçekten hiç gerek yoktu." Sözler, bakışlar her şey ama her şey donuklaştı bir anlığına. Derin bir sessizlik oluştu. O sessizliğin bile sesi vardı ve bu sessizlik kendi sesini oradaki iki kişinin bakışlarıyla belli ediyordu. Yere uzandığımda hangi ara Özgür'ün yanına uzandığını bile anlamamıştı. Bakışlarını bana çevirdiğinde bende ona bakmıştım ki dudaklarından dökülen kelimeleri duymadığımı düşünüyor olacak ki fazlasıyla rahat davranıyordu. "En güzel yıldız burada haberi yok." Yukarıdaki yıldızları izliyordum öylesine. Kutup yıldızını bulduktan sonra takım yıldızlarını bulmaya gelmişti zaman. Gözlerim bulduğum yıldızları kendi kendine birleştirirken Küçükayı takım yıldızını bulmuştum. "Hi. Bak orada işte. Buldum." Büyük bir sevinçle bakıyordum gökyüzüne. Çocukluğumdan beri en sevdiğim şeylerden biriydi ve bunu Ahmet ile sürekli yapar onu da buna alıştırmıştım. İkimizde buna alışmıştık. "Neyi buldun yine?" Sanki her seferinde bunu söylüyormuş gibi bir sesle söylemişti ki hiç beklemeden hızlıca cevaplamıştım. "Küçükayı takımyıldızını." "Takımyıldızı mı?" "Hı hı." Diye onaylayan bir ses duyulmuştu o an. "Küçükayı takımyıldızı." Gözlerimi üzerinden ayırmıyordum yıldızların. "Bununla ilgili bir hikayen var mı?" Onun sesi ile bakışlarımı ona çevirmiştim. Üzgün bir sesle cevap vermiştim. "Yok." Ardından aklıma gelenler ile yeniden sözlerime başlamıştım. "Ama istersen şimdi seninle yazabiliriz." Yol yoksa yol çiz varsa yoluna devam et. Bizde şimdi yol çizecektik işte. "Bir hikaye nasıl yazılır ki? Ben daha önce hiç hikaye yazmadım. Eğer öğreteceksen neden olmasın." Gözleri kısa bir süreliğine de olsa birbirine döndüğünde ben başlamıştım hikayeye. "Uzun uzun zamanlar önce yıldızlar yeryüzünde yaşarmış." O sırada onun bakışlarını fark etmiştim tam bir şey diyeceğim esna da bunu çok istesem de bir şey diyemeden yinede devam etmiştim. "Dışlanan bir çocuk olan Yildun okul arkadaşları eğlenerek oyun oynadığı sıralarda okulun bir köşesinde oturup onları izlermiş." "Yildun nedu? Daha normal bir isim gelmedi mi aklına? Bezdum der gibi." Sözleri ile kahkaha atmamak için kendimi zor tutmuştum. Şu an tam şu an kahkahayı basmak istiyordum. "Küçükayı takımyıldızından bir yıldızın ismi şimdi o geldi aklıma onu dedim eğer başka bir yıldız ismi aklına geliyorsa onu da koyabiliriz." Başını ard arda salladığında yeniden devam etmiştim sözlerime. "Günlerden bir gü-" derken onun bakışlarını yeniden fark etmiştim. "Hadi sen devam et. Biraz da sen yaz bakalım masalı." Madem öyle hayran hayran bakıyordu bu da ona ufak bir ceza olsundu o zaman. "Ben bilmiyorum ki. Sana söylemiştim bana öğretmen gerekecek." "Öğretilecek bir şey yok ki." Dedim teker teker. Ardından omuzlarına gelen saçlarımı ittirip rahatlamıştım. "Aklına gelenleri söyle sadece ben sana yardım edeceğim." Başını aşağı yukarı salladığında aklına gelenleri bir bir sıralamaya başlamıştı. "Elindeki saate bakar dururmuş. Aslında saatin bozuk olduğunun farkındaymış ancak yine de aynı şeye bakar dururmuş. Saati zinciriyle beraber boynuna asar ve hiç çıkarmazmış. Bir gün sınıfa yeni gelen birisi ile tanışmış aslında ilk başta çok korkmuş sevmez, dışlar diye ama öyle bir şey olmamış. Bir anda arkadaş çevresi oluşmuş." Ardından sustu ve bana baktı. "Devamı sende. Bitirebilirsin." "Pekala. Arkadaşları ile oyun oynamayı, her zaman vakit geçirmeyi o kadar çok sevmiş ki bunun bir son bulmasını istememiş. Öyle ki boynundaki saate bile bakmayı unutmuş. Bir okulda saatine baktığında o bozuk saatin düzeldiğini fark etmiş o zaman bir şeyler olmuş işte. Kendisini yeryüzünden yükselirken bulmuş bir anda o sırada arkadaşları da onu yalnız bırakmamış ve onunla beraber yükselmişler. Gökyüzünde kutup yıldızı ile tanışmışlar ve kutup yıldızı onları arkadaşlıklarından dolayı ödüllendirip onları yanına almış. Böylelikle o takım yıldızına bir isim vermişler o da, Küçükayı takımyıldızı olmuş." Derin bir nefes aldım ve bakışlarımı ona çevirdim. "Beğendin mi?" "Beğenmemek mümkün mü?" Yine farkında değildi ama ela hareleri adeta gülümsemiyor gülüyordu. "Neyse artık içeri girelim hava çok soğuk hasta olacaksın. Yarın Feride ve Hüma yengem gelecek. Sonrada onlarla beraber eve gideceğiz." Gerek yok diyemedim çünkü gideceğimi ona söyleyemezdim. Ya engel olurdu ya da izin vermezdi. Bunu ikimiz de çok iyi biliyorduk o yüzden bunu ondan gizlememde herhangi bir sorun yoktu. Uzandığı yerden kalktığında elini bana kalkmam için uzatmıştı. Onun elini tutmadan yerden destek alarak kalkmıştım ancak elbisemin uzun eteğine basarak yere düşecekken o beni tutmuştu. "Yürüme konusunda biraz sıkıntılıyız galiba he?" Kendimi ondan kurtardığında sinirli bakışlarla bakıyordum ona. "Sen acaba bu eteğin zorluğunu hiç biliyor musun da konuşusuyorsun? Bunun bir de topukluları var bir de öyle düşün. Hayır yani hiç yaşamadığın şeyleri yaşayan insanlar var biraz anlayış göstermek bu kadar zor olmamalı bir de ben yani. Akşamdan beri ne kadar şey yaşadım senin haberin var mı? Yok sen hala eteği sorguluyorsun. O eteğin güzel gözükmesi için biz bunların hepsine katlanıyoruz. Yani düşsek başımızı falan çarpsak ölürüz ama sen gelmiş bana ne diyorsun!" Beni pür dikkat dinlemişti. Ve. Bile kendimden sıkılmıştım ama o beni pür dikkat dinlemiş hatta beni eliyle ağzına fermuar çekerek beni güldürmüştü bile. "Kusura bakma bazen çenem düşüyor böyle." Beraber içeri girerken tek söylediği şey çok kısaydı. "Bu uzun muydu?" Sözlerimi dinlemişti ama sıkılmamış mıydı? Annem bile beni dinlemezken o mu dinlemişti beni? Annemden görmediğim şefkat miydi bu yoksa başka bir duygu muydu? Belki de babamdan alamadığım güvendi. Kapının kapatılması ile ikimiz de küçük odaya doğru ilerlemiştik. Beni daha da ilerleterek bir odaya girmemi sağlamıştı. "Burada kalabilirsin. Banyo yapmak istersen hemen karşısı. Dolapta kız kardeşimin birkaç parça kıyafeti var. Biraz büyük gelebilir ama onları giyebilirsin. En azından rahat edersin." Ona gülümseyerek teşekkür ediyordum. Bizim anlaşma şeklimiz bu gibiydi. "Sen? Sen nerede kalacaksın?" Her ne kadar bunu söylemiş olsam da kendi kendime içimden kendime sinirlenmiştim. Bana neydi ki? "Yan odada olacağım. Eğer bir şeye ihtiyacın olursa seslenmen yeterli." Sözleri ile kendimi fazlasıyla ona karşı mahçup hissediyordum. "Ben, ben gerçekten çok teşekkür ederim. Sana tüm bunları nasıl ödeyeceğimi bilmiyorum ama gerçekten çok çok teşekkür ederim." Benim sözlerim sadece teşekkürdü. Zaten böyle bir durumda başka ne diyebilirdim ki? "Teşekkür etme artık, yeter. Bundan hoşlanmam." Dediğinde yine de gülümseyerek bakıyordum ona. Kapıyı nazikçe kapattığında kendimi yatağın üzerine bırakıvermiştim. Kendimi öyle yorgun, öyle bitkin hissediyordum ki gözlerimin kapanmasını güç bela engelleyebilmiştim. Yataktan kalktığımda karşımdaki aynalı dolaba yönelecekken kendimi görmüştüm. Ne hayallerle gitmiştim bu elbiseyi. Belki de hayatımın en güzel günü olacağını düşünürken şimdi en berbat günlerine hazırlanıyormuş gibiydim. Bakışlarım aynadaki yansımamda dolaştı ardından yüzümdeki buruk tebessümü gördüm. Ne kadar da acınası bir haldeydim. Ne kadar güçsüz görünüyordum oysaki ben hiçbir zaman gücünü gizlememiştim. Dolabın kapağını açınca gözüme çarpan ilk renk mavilikler olmuştu. Mavi mi? Maviyle hiçbir güzel anım olmamıştı ki. Saçıma mavi toka taktığımda bile başıma bir sürü şey geliyordu. Mavi cehennem gibiydi. Ama aynı zamanda da mavi soğuktu. Beyaz bir sweatshirt ve siyah bir eşofman elime aldığımda banyoya girmek için acele ediyor gibiydim. Bir an önce tüm bunlardan kurtulup yarın yeni hayatıma bir adım daha atacaktım. 🌊 İlahi Bakış Açısıyla Özgür odasına geçmek yerine küçük odaya geçip sedire oturmuştu. Çünkü biliyordu Gülşah gitmeye çalışacaktı ve Özgür kararlıydı izin vermeyecekti. Gülşah'ın gitmesini istemiyordu. Gerekirse sabaha kadar uyumayacaktı çünkü biliyordu Gülşah kararlıydı ve gitmek için elinden geleni ardına koymayacaktı. Cebinden çıkardığı o kopmuş kolyeye baktı. Ucundaki çiçeği inceledi. Nasıl da Gülşah'ı andırıyordu ama. Anlayamıyordu. Bir insan niye zarar gördüğü bir yere gitmek isterdi ki? İçeriden gelen su sesini duyduğunda cebinden teslefonunu çıkardı ve Salih'i aradı. Onu yeniden görevlendirmişti her ne kadar ona sinirli olsa da şu an tek güvenebileceği insan da oydu. "Bolat. Satana'yı bulabildin mi?" "Buldum." Sonra derin derin nefes sesleri duyuldu. "Şimdi o kızı arıyoruz ormanda. Satana'da ikide bir seni soruyor. Nerede kaldı diye. Evden acil bir işi çıkmış dedim ama pek de inanmamış gibi duruyor." "Sabaha karşı geleceğimi söyle kızı onlara vereceğiz." Sinan o an ne dediğini anlamamış gibiydi. "Ne? Verecek miyiz? Oğlum madem kızı onlara vereceğiz niye o zaman tüm gece onu aradık ormanda ya da niye yanımıza aldık? Sen ne planlıyorsun aklında?" Sinan haklıydı ve Özgür'ün buna verebilecek bir cevabı bile yoktu. "Görürsün." Diyebildi sadece ardından ise ikiside görüşürüz deyip kapattılar telefonları. Su sesi hala geliyordu o yüzden kendisini oldukça rahat hissediyordu Özgür çünkü konuştuklarının duyulması onun alehi olurdu. Derin derin nefesler aldı. Ardından aklından geçenleri kendi kendine düşünmeye başladı. Kısacık bir gündü ama onunla ne kadar güzel şeyler yaşamıştı. Ne kadar güzel bir gün haline gelmişti. Telefonundan bugünün tarihine baktı. 3 eylül, bugünden sonra hiçbir şey bir daha aynı olmayacaktı ne Özgür için ne de Gülşah için. İkide bir aklına Gülşah'ın gülüşü geliyordu. Belki de dünyadaki en güzel gülüş ondaydı. Güllerin hükümdarı mı demişti Özgür ona? Gülmek bir insana bu kadar yakışır mıydı? Evet. Ona yakışırdı. "Ne kadar da masumsun." Dudaklarının arasından çıkan her bir kelime sanki kalbini parça pinçik ediyordu. "Seni korumak için seni onlara vermek zorundayım ama korkma bu çok kısa sürecek." Uzunu kısası fark etmezdi ki sonuçta onların niyeti iyi değildi ve Özgür Gülşah'ı onlara verecekti. Evet yanında olacaktı ama yinede bu yaptıkları sıfırlanmazdı. Su sesinin gelmemeye başladığında elindeki kolyeyi yeniden cebine sıkıştırmıştı. Bir yandan da hala düşünüyordu. Kolyenin yokluğunu bile fark edemeyecek kadar mı kötüydü durumu? Çok fazla geçmeden kapıların açılıp kapanma sesi duyulmuştu. O sırada Özgür hemen Gülşah'a seslendi. "Dolabın alt tarafında kurutma makinesi var kullanabilirsin." "Teşekkür ederim." Dedi yeniden Gülşah ama bu sefer Özgür bir cevap vermemişti. Gülşah ise odaya geçip saçlarındaki havluyla beraber yatağa uzanıp uyuyakalmıştı. Özgür gerekirse sabaha kadar beklemeye kararlı gibi duruyordu ancak yarın olacaklar onu bile şaşırtacaktı. 🌊 Saatler Önce (Trabzon) Etraftan gelen kurşun sesleri, bağırışlar, herkesin birbirini arayışı, saklanmaların yanında anneleri ve babaları Ahmet'i korurken Halil ve Filiz birbirini koruyorlardı. Hepsi bir köşedeyken bile akıllarına gelmeyen tek bir isim vardı, Gülşah. Gülşah'ın nerede olduğunu kimse sormuyor, sorgulamıyordu. En sonunda sesler kesildi ancak o an vurulan vurulmuş hatta ölen bile olmuştu. Kimisi sevdiklerinin yanına koşarken kimileri de dışarıdan sesleri duyup gelmiş ambulansı arıyordu. Seslerin kesildiği an annesi de babası da hemen Filiz'e bakmıştı. Bembeyaz gelinliğinin kırmızı lekeleri vardı artık. Küçük Ahmet ise her ne kadar korunursa korunsun o da kolundan ve bacağından vurulmuştu. Babasının kollarında iken bile hala ablasının adını sayıklıyordu. Gülşah kimsenin aklına gelmezken bile küçücük bir çocuk onu düşünebiliyordu. "A-ablam. M-Mina a-ablam." "Bırak şimdi Mina'yı annem." Diyen ses ise oğlunun ve kızının vurulmasına dayanamayan ve gözlerinden yaşlar boşanan bir annenin feryadıydı. "AMBULANS! AMBULANSI ARAYIN!" Sesler gittikçe arrtı. Hep acı, hep feryat vardı burada. "FİLİZZ!" Annesi ardından kızının yanına gitmişti. Başı arkaya düşmüştü Filiz'in artık dayanamıyor gibiydi. Gözleri kapanmaya yüz tutmuştu. "Annem. Bak bana." Yüzünü ellerinin arasına aldığında dışarıdan gelen ambulans sesleri duyulmuştu. Ard arda giden ambulanslar, her birinin içinde ise bir can. Kimisi peşinden giderken kimisi de ambulans ile beraber gitmişti. O an o kadar berbat bir durumdaydılar ki gören her türlü acıyordu. Her ne olursa olsun yinede unutmuşlardı Gülşah'ı. Vuruldu mu? Başına bir şey mi geldi? Nerede? İyi mi? Hiçbiri gelmemişti akıllarına. Onların düşünmediğini küçücük bir çocuk düşünmüştü ve şimdi o küçücük çocuk bir ameliyathanenin içindeydi. Annesi de babası da sağdı. Gülşah ise onları vurulmuş hatta ölmüş diye biliyordu çünkü en azından aranılacağını düşünüyordu. Nereden bilebilirdi ailesinin onu bu kadar hiçlediğini? "Şimdi ne olacak?" Annesi artık delirmiş gibiydi. Küçücük oğlu ve kızı ameliyattaydı ve doktorlar hiçbir şey söylemiyordu. Küçük Ahmet'in doktoru çıkmıştı. Hepsi içinden dualar sıralarken doktor pek de umdukları şeyleri söylememişti. "Hastamızın kana ihtiyacı var AB Rh+." Hemen akıllarına Gülşah gelmişti. Onun kanı uyuyordu ve o Ahmet'e kan verebilirdi. "Mina." Diye döndü annesi arkasına ama hiç kimseyi görememişti. "Mina nerede?" O an aklına küçük Ahmet'in sözleri gelmişti. "A-ablam. M-Mina a-ablam." Sözleri aynen bu şekildeydi. Canı yanmış mıydı annesinin? Hayır. Tek derdi oğluna kanı nasıl bulacağı olmuştu. Doktor gittikten sonra annesi de babası da kara kara düşünmeye başlamıştı. En sonunda ise doktor yanlarına gelmiş ve onlara müjdeyi vermişti. "Bir hayırsever tarafından oğlunuza kan verildi. Gözünüz aydın." Annesinin yüzündeki o sevinç kesinlikle hem can yakan hem de görülmeye değer cinstendi. Kimdi ki o? Kimdi? "Kim olduğunu söyler misiniz? Teşekkür etmek istiyoruz da." "Maalesef. İsmini vermedi sadece kan vermek istediğini ve ismini size söylememizi istedi." Doktorun sözleri ardından yine de rahat bir nefes almışlardı. Ardından Filiz'in doktoru çıkıvermişti. "Doktor. Eşim? Eşim nasıl? İyi mi?" Halil'in meraklı sözleri karşısında doktor müjdeli haberi bir kez daha vermişti. "Merak etmeyin, korkulacak bir şey yok. Hastamız gayet güçlü ve ameliyat başarılı geçti. Yoğun bakıma ardından durumu iyiye giderse odaya alacağız." Ne kadar güzel cümlelerdi bunlar. Öyle değil mi ama? 🌊 O günün sabahı olmuştu ama nasıl olmuştu? Zorluk içinde. Acı içinde. Gözyaşı içinde. Sadece güneşin doğması yetmemişti. Sadece dünyanın aydınlanması gündüz olmasına yetmemişti. Filiz yoğun bakımdaydı. Küçük Ahmet ise durumu iyi olduğu için odaya alınmıştı. Hastane yatağının içinde nasıl da minicik kalıyordu öyle. Annesi bir Filiz'in yanına bir Ahmet'in yanına gidip duruyordu tüm gece. Şimdi ise Ahmet'in saçlarını okşuyor, uyanmasını bekliyordu. Göz kapaklarının hareket ettirmesiyle gözlerini açmıştı. Annesi ise sanki dünyalar onun olmuşcasına seviniyordu. "Oğlum. Yakışıklı oğlum benim. İyi misin? Doktor çağırayım mı annem?" Aslında Ahmet'in ne kadar küçük olduğunu annesi de biliyordu ancak yine de soruyordu. Gözleri yarım açılan Ahmet'in ise elleri annesinin yüzünü bulmuştu. Akan yaşları minicik parmaklarıyla silmişti ve annesine yine aynı şeyleri söylemişti. "M-Mina ablam nerede anne?" Söylediği ilk sözler bunlar olmuştu. Annesi umursamamıştı ki. Neredeydi? Bilmiyordu ki. Ne diyecekti küçücük çocuğa. "Dışarıda, dışarıda annem. Sen iyi misin?" Evet. Yalan söylemişti, zaten onu kırmak olmazdı. En azından şimdilik doğruları bilmese de olurdu. Yüzünde bir gülümseme belirdi Ahmet'in. Bu gülümseme sanki hoşça kal der gibiydi. Zaten sonra da bağlı olduğu cihazdan gelen seslerle gözleri kapanmıştı. "OĞLUMM! AHMET AÇ GÖZLERİNİ!" Annesinin sesi dışarıdan bile duyuluyordu. Doktorlar içeri girdi birer birer ardından babası. O hastane odasında bir annenin feryadı duyuluyordu. Annesini dışarı çıkaranda o olmuştu zaten. Doktorlar bir şeyler yapıyordu ama küçük Ahmet hiçbir tepki göstermiyordu annesi dışarıdan onları izliyor ve sürekli oğluna sesleniyordu. Oğlunu kaybetmek istemiyordu. Doktordan duyabileceği en ufak olumsuz cevap bile onu yıkabilecek güçteydi. Dizlerinin üzerine düştü Emine Dinçer. Herkes önünde diz çökerken o kendi dizlerinin üzerinde çöktü. Yıllar önce kaybettiği kızı gibi şimdide en küçük oğlunu kaybediyordu. Yardım dilendi ama kimse ona yardım edemedi. Herkesin gözlerinin içine baka baka yalvarıyordu. Küçücük oğlunun minicik elleri vardı. Onları onca insan tutamıyordu. "Benim oğlum daha küçük." Herkesin kalbi acıdı. "Minicik daha o. Yaşayacak. Daha hiçbir şey görmedi ki. Ben onunla doyasıya yaşayamadım ki." Doğruydu. Küçük Ahmet'in çok bir zamanı olmamıştı. Hepsi küçük kum saatinden ibaretti. Şimdi ise o kum saati deki son kalan kum tanesi de düşmüştü. O kadar insan küçük bir çocuğu avucunda tutamıyordu. O an bir şey oldu ve doktorlar durdu. Annesi hala feryat ediyordu ama boşunaydı. Küçük Ahmet artık hiçbir tepki veremezdi. Herkesin gözünün önünde iki küçük el ellerinin içinden kaymıştı. Gökyüzü masmaviydi ama artık zifiri bir karanlığı vardı. Yağan yağmur neydi? Küçük Ahmet için bulutlar bile ağlıyordu. Kim küçük bir çocuğun ölümünü isterdi ki? Bir yerde okumuştu Gülşah zamanında. Çocuklar için bulutlar gözyaşı döker diye. Her yağan yağmurun bir çocuk olduğunu okumuştu. Nerede okuduğunu bilmiyordu ama şimdi de yağmur yağıyordu. O zaman bilememişti bir gün küçük kardeşi içinde yağmurun yağacağını. Bulutlar küçük Ahmet için ağladı. Gökyüzü küçük Ahmet için gözyaşı döktü. Şu kısacık ömründe Gülşah'a umut olan tek isimdi ve artık o da yoktu. __________ Yeniden hellooo. Nasıl buldunuz bölümü? Aşırı duygusal bir bölüm oldu benim için. Küçücük çocuğumuz gitti. Bunun için bana kızmayın lütfen. Duygu ve düşüncelerinizi yorumlarda belirtebilirsiniz. Hepsini okuyorum ve bundan şüpheniz bile olmasın. Sizleri seviyorum. Yeni bölümlerde görüşürüzz🤍
|
0% |