@krpapatyassi
|
🎶Salçuk Balcı- Beklesin Beni Yarim🎶 ___________ 7. BÖLÜM: Mavi Bir Ölüm Maviye nasıl ölüm yakışır ki? Sana nasıl kan yakışır? Hayallerimi süsleyen senken hayallerimde kan yokken sana nasıl acı yakışır? Gülşah Mina Dinçer'den Hayatta her zaman güzellikler çıkmazdı insanların karşısına. Öyle zamanlar gelirdi ki bazen alınan tek bir nefes bile çok gelebilirdi. Başımı yastığa koymuş, ışıkları kapatmadan öylece tavana bakıyordum. Derin düşüncelere dalmıştım. Ailem, geleceğim, yarınım, bundan sonrası... Hepsi ama hepsi aklımda bir soru işareti olarak kalmıştı. Uykum vardı ama uyumaya bile gücüm yetmiyordu. Sabaha karşı gitmem gerekiyordu ve eğer uyuyup kalırsam işte o zaman her şey mahvolurdu bunu en net şekilde biliyordum belki de bu yüzden uyuyamıyordum. İçeriden hâlâ sesler geliyordu. Uyumamış mıydı? Ama uyuması gerekiyordu. Benim yakalanmadan gidebilmem gerekiyordu çünkü biliyordum ki eğer ona yakalanırsam asla gidemezdi. Çünkü o bana izin vermezdi. Gitmeliydim çünkü bu kadar iyi niyetli birisinin acı çekmesini göze alamazdım. Daha onların niyetini bile bilmediği halde bunca şeyi yaşamışken bana yardım ettiklerini öğrendiğinde ona neler yapmazlardı ki? Kabullenebilir miydim ki? Hayır elbette böyle bir şeye ne izin verirdim ne de kabullenebilirdim. Buna kim izin verebilirdi ki? O beni korumuştu, gitmeme izin vermeyip beni korumuştu. Gözlerim mavi elbiseye takıldı yeniden. Mavi artık, korkunçluktu benim için. Mavi acı, mavi gözyaşıydı. Mavi o geceyi yansıtıyordu artık, aynaya bakınca gördüğüm o maviliklerinden bile artık üzülüyordum. Elimde olsa gözlerimin rengini bile değiştirirdim sırf o mavilikleri görmemek için. Hâlâ hava fazlasıyla karanlıktı. Işıklar kapalıyken asla uyuyamazdım. Karanlıktan fazlasıyla koruyordum belki de bu yüzdendi benim bu korkaklığım. Küçükken annemin beni sürekli kilitlediği bodrumda bir odam vardı. Orada elektrik olmadığından hep karanlıktı. Aklıma yine o anlar geliyordu ve geldikçe gözlerimin dolduğunu hissedebiliyordum. Ayaklandım bir anda. Yata yata canım sıkılmaya başlamıştı. Havlunun başımdan kayıp düşmesi ile nemli saçlarım belirivermişti. Kapıyı açıp odadan çıktığımda dışarıya doğru ilerliyordum. Ne havanın soğuk olması bana engeldi ne de onun izin vermeyişi. Zaten ben bu zamanlara da söz dinleyerek gelmemiştim ki. Ben hep kendi bildiğimi okurdum böylesi bana hep daha cazip gelirdi. Çünkü çevremde gerçekten beni düşünen insan yoktu ve bu yüzden kendimi düşünme işi yalnızca bana düşüyordu. Kimisine göre bencillikti bana göreyse yalnızca bir ihtiyaç. İnsanın sevilmeye ihtiyacı vardı. İnsanın düşünülmeye, korunup kollanmaya ihtiyacı vardı. Eksik olunca işte böyle oluyordu. Sevgisizlik bir insana doğrultulabilecek en güçlü silahtı. Adımlarımı yavaş yavaş atarken salonda koltuğun bir köşesinde öylece oturup bekleyen adam gözüme çarpmıştı. Kendi kendime burada ne yaptığını sorgulamama rağmen aklıma hiçbir şey gelmemişti. Doğru ne yapabilirdi ki? Benim gitmemi engellemek için olabilir miydi? Çok mu hafife almıştım onu yoksa bana mı öyle geliyordu? "Nereye?" Onun baskın sesi ile bir anda irkilsem bile yinede cevap vermeden dışarı çıkmayı başarmıştım. Çimlere yeniden oturduğumda o hemen yanımda belirivermişti. "Sana bir soru sordum değil mi? İnsan bir cevap verir." Kolumu tutması ile yüzümü ona çevirmiştim ki benim bile ne zaman dökülmeye başladığını anlamadığım gözyaşlarımı görmüştü. O an yüzünde bir endişe belirmişti. Sırılsıklam saçlarımın arasına bir de gözyaşları eklenmişti. "Ne oldu sana? Bir şey mi oldu? Canın mı acıyor?" Hiçbir şey söylemeden, öylece, ruh gibi bakıyordum sadece çimlere. "Bana bak." Deyip çenemden nazikçe tutup kendisine bakmamı sağlamıştı. "Niye ağlıyorsun?" Uzunca bir süre sessiz kaldım, sessizce ağladım. Aslında şu an ağlayan ben değildim benim çocukluğumdu. Ben onun yansıması gibi bir hal almıştım. Sabırla benim hazır olmamı bekliyordu. "Tamam derin derin nesfesler al. Kendini iyi hissedeceksin. Bana güven." Sözleri ile derin derin nefesler almaya başlamıştım. Kendimi rahatlamış hissedince yüzümde buruk bir gülümseme belirmişti. "Şimdi daha iyi misin?" İyi miydim? Bu iyilik miydi? Belki kötü bir iyilikti, belki geleceğin iyiliğiydi bu. Bir daha eskisi gibi olabilir miydi ki her şey? Zordu, çok zordu. Her ne kadar aksi olsa da başımı aşağı yukarı salladım. Hâlâ içten içten ağlıyordum, sesi çıkmıyordum. O kadar çok dinlenmemiştim ki zaman bana sesimi kısmayı çok güzel bir şekilde, örneklerle öğretmişti. "Ne oldu peki? Kötü bir rüya mı gördün? Seni ağlatan ne?" Ne diyecektim ki? Ne diyebilirdim? Mavi mi? Ailem mi? Çocukluğum mu? "Yaşamak zorunda bırakıldıklarım. Onlar ağlatıyor beni. Hatta öyle bir ağlatıyor ki sesim kısık kısık. Sesimi bile çıkaramıyorum." Elimi kalbimin üzerine koyduğumda nasıl hızlı hızlı attığına şahit olmuştum. "Öyle bir acıyor ki. Sanki canımdan can gidiyor. Sanki ölüyorum ama kimseyle vedalaşamıyorum." Ben anlattıkça o yumruklarını sıkıyordu. Her bir sözümü özenle dinliyor arada akan gözyaşlarımı daha ben silmeden o siliyordu. "Anlatmak istersen dinlerim. Her ne olursa olsun. Her türlü dinlerim seni. Yeter ki ağlama." Yüzümü avuçlarının arasına aldığında gözyaşlarımı baş parmağıyla silmişti. "Kendine haksızlık etme." Onu dinliyordum ama sözlerine de davranışlarına da anlam veremiyordum. Kendime haksızlık etmek mi? Bunu daha önce de söylemişti. Bu ne demekti ki? Ben bile kendime bu kadar değer, önem vermezken o niye bu kadar çok üzerime düşüyordu ki? "Dinleme beni. Git uyu lütfen. Zaten bütün gün benimle uğraşıp durdun. Dinledin de. Şimdi gidip biraz dinlen." Bakışlarımdan anlıyordu aslında, bildiğini biliyordum ama yine de iyi olmasam bile içini rahatlatmak istiyordum. "İyiyim ben." Sırtımı dikleştirip oturur pozisyona geçtim. "Hem bak ağlamıyorum." Gözlerimden akan yaşları sildiğimde yüzüme sahte bir gülümseme koymuştum. "Biliyor musun senden iyi avukat olur. Yalan da üzerine yok maşallah." Yalan söylemiyordum. Bana inanması gerekiyordu. "Yalan söylemiyorum ki. Doğrular bunlar. Sen hep kendi bildiklerin dışındakileri yalan diye mi yorumlarsın?" "Hayır ama doğrularını bildiğim yalanları dinlerken böyle oluyorum. İşte alışırsın zamanla." Alışırsın mı demişti? Alışmak için zaman gerekmez miydi? Benim o kadar vaktim yoktu ki. Gidecektim ve bu gidişim diğerlerine benzemeyecekti. Evet bambaşka bir hayatım olacaktı ama nasıl bir hayattı bu? İşte orası tartışılırdı. "Zaman kıymetini bilene güzel." Dudaklarımın arasından çıkan o birkaç kelime bile kalbi paramparça eden cinstendi. Gözlerimden yeniden birkaç damla yaş akmıştı. Ben güçlü olmaya çalışıyordu ama bunu yapamıyordum. Gözyaşlarım kadar hain birini görmedim! Her ne kadar acıysa da o kadar haklıydım. Zaman kıymetini bilene güzeldi ve ben o zamanları hep en kötüsü diye yorumladığım için kıymetini bilememiştim. Kimi zaman kilerdeki karanlık gecelerimi en berbatı diye yorumlardım kimi zaman odada günlerce aç, susuz, kilitli kaldığım zamanları bazen de ailemden farklı bir şekilde kendi başıma büyümemi. Ben kendi kendime büyümüştüm, benim ailem olmamıştı ki şimdi kaybedeyim. Kendi kendime büyüyen bir çocuktum ve bu yüzden büyüdükten sonrada kimseye ihtiyacım olmazdı. Bunun en güzel örneği ise bendim. "Zamandan bahsetmek için henüz çok erken değil mi? Yaşın kaç?" "Yirmi dört." Döküldü dudaklarımın arasından. İki tane yan yana sayı ve bu sayıların içindeki bir ömür. "Bak ne güzel. Daha gençsin. İllaki bulursun sende doğru yolunu." Doğru yol mu? Doğru yolum var mıydı ki benim? Önümde seçenek bile olmadığı halde doğru yolu nereden bulacaktım ki? "Benim doğrumla yanlışım birbirine girmiş. Çözemiyorum. Hangisini seçmem gerektiğini bilmiyorum." Derin bir nefes aldım ve yeniden devam ettim. "Hani olur ya örgü ipleri birbirine dolanır, onları açmakla bir ton zaman harcanır. İşte bende kendimi öyle hissediyorum. Ellerimde belki de soyut bir kelepçe var ve ben önümde olmayan seçeneklerde birbirine girmiş doğru ve yanlışı ayırt etmeye çalışıyorum. Bu nasıl bir şey biliyor musun?" Gözlerimden akan yaşlar tam da bunun habercisiydi. Öyle ki sözlerim onun kaşlarının çatılmasına neden olmuştu. Bu kadar mıydı gerçekten? Bu kadar mı kötüydü durumum? İnsan içindekileri dışarı vurduğunda anlaşılırdı zaten hali. O da şimdi gerçekten beni anlıyordu. "Biz buraya ablamın düğünü için gelmiştik." Duyulan tek ses benim sesimdi. O susmuş ve beni dinliyordu. Ağlamamı, konuşmamı, hıçkırıklarımı hepsini dinliyordu. Nasıl anlatabildiğimi bilmiyorum ama birilerinin beni dinliyor olması bile bana güç veriyordu. "Ben buralara daha önceden de gelmiştim zaten, yani ilk gelişim değildi. Biliyordum buraları." Bir süre daha sessizlik oldu. Yine ve yine sadece benim sesim duyuluyordu o sessizlikte de. Suskunluğum, ağlayışım, gözyaşlarım... Hepsine razıymış da sadece gitmemi istemiyormuş gibi bakıyordu bana. Önceden tanışmadığımıza emin miydi bu adam? "Silah. Sesler. Herkes birbirini korumaya çalışıyordu. O an o kadar garipti ki." Gözler kalbin aynasıdır derlerdi ve o buna şimdi inanıyordu. Gözlerim belki de ilk defa böyle bakıyordu. Mavi ama acı bir mavi. Mavi ama kara bir mavi. Mavi ama dolu bir mavi. Maviydi ama farklı bir mavi. "Hangi an?" Bakışlarımı ondan kaçırıyordum ve o artık durmak istemiyordu, olanları duymak istiyordu, bilmek istiyordu. Bunu her halinden anlayabiliyordum. Eliyle çenemden tutarak kendisine bakmamı sağladı ardından sorusunu yineledi. "Hangi an?" Tek bir kelime döküldü dudaklarımdan ve o tek bir kelime insanın içine işliyordu. "Ölüm." Haklıydım, o anı anlatan başka bir kelime de olamazdı zaten. İnsanlar ölüyordu, insanlar sevdiklerinin ölümünü izliyordu ve bu gerçek bir ölümden daha beterdi. Sevdiklerinin gözü önünde ölüyorlardı ve bu akıllardan hiç çıkmayacak bir andı. Gerçek ölümden daha beterdi. "Ölüm mü?" Sesinden bile anlaşılıyordu şaşırdığı, beklemediği. Haklıydı, o da haklıydı. Şaşırmakta haklıydı. Konuyu değiştirmek istiyordum ki sözlerim de bunu kanıtlar nitelikteydi. "Hadi hayal kuralım." Çocukluğumdan beri beni ayakta tutan şeylerden biri de hayallerimdi. Hayallerim vardı, şimdi gerçekleşmesi daha da imkansızlaşan hayallerim. "Hayal mi?" Konuyu değiştirmeme anlayış gösteriyordu sanki. Bana hak da veriyordu. Haksız diyemezdi ama yine de olanları benden dinlemek istiyordu. "Kuralım bakalım." "Gözlerini kapat." Beni ne kadar mutlu ettiğinin farkına varması gerekiyordu çünkü gerçekten fazlasıyla benimle ilgileniyor ve düşünüyordu. Hayatım boyunca yaşadığım ilklerdi bunlar ve bana oldukça farklı hisler veriyordu. "Kapattım." Dediklerimi teker teker yapıyordu. Sanki şu an Ahmet ileymişim gibi hissediyordum. Sanki küçük kardeşim ile oyun oynuyordum ve benim her dediğimi yapıyordu. Kardeşimi çok özlemiştim. "Hm. Şimdi neler görüyorsun bana onu söyle." Aklımı farklı şeylerle meşgul etmek şu an için yapabileceğim en iyi şeydi çünkü elimden ne gelebileceğini bile anlayamayacağım bir durumdaydım. İçimden bir ses bana sürekli onların iyi olduğunu söylüyordu ve ben neye güvenerek bilmiyorum ama o sesin doğru olduğuna inanıyordum. Her ne kadar oradan sağ çıkmak imkansız gibi dursa da bunun gerçekleşmiş olabileceğine inanmak istiyordum. "Karanlık." "Nasıl karanlık?" "Bildiğin karanlık." "Bilmediğim karanlık mı var?" "Bilmediğin karanlığın bildiği bir karanlıktan bahsediyorum." Sözler birbirine giriyordu ve anlamak daha da güçleşiyordu. Belki zordu belki de kolay ancak bilinmeyen bir şey vardı hatta çok şey vardı. "Sen beni delirtirsin ya." Sertmiş gibi çıkan sesim kurt postu giymiş koyunu andırıyordu. "Senin de benden aşağı kalır bir yanın yok bakıyordum da." İkimizinde yüzünde gülümseme belirmişti. Birbirimize bakıp gülümsüyorduk ve bu belki de hayatım boyunca en güzel güldüğüm anlardan biriydi. "Şimdi seni sıkmak istemem ama bana şunları artık anlatman gerekiyor. Ona göre bir yol izleriz en azından." Bakışlarım değişmişti ve yüzümdeki gülümseme bir an yok olmuştu. O anlara yeniden gitmek istemiyordum. Ben yeniden ölmek istemiyordum. "Ben üşüdüm, içeri girelim mi?" Bahane üretiyordum ama hayır o bunlara inanmayacak kadar beni tanımıştı. "Tamam evde konuşuruz." "Çok güzel bir fikrim var." "Neymiş o?" "Uyumak. Bugün fazlasıyla yorulduk, hem dün akşamdan sonra iyi bir uyku çekmek bana çok iyi gelecektir. Bundan eminim." Nasıl olsa yarın burada olmayacaktım. Kendimi fazlasıyla güvenceye almış gibi hissediyordum. Kalkmak için yeltendiğimde beni kolumdan tutmuştu. "Bana olanları anlatmadan hiçbir yere gidemezsin. Eğer inat edeceksen baştan uyarayım senden daha inat olduğuma eminim." Oflayıp yeniden çimlere uzanmıştım. Saçlarım yeşilliklere değiyordu, yeniden yıldızların altındaydık ve yeniden beraberdik. Sadece susmuştuk. O benim anlatmamı bekledi, bende onun inadının son bulmasını. İkimizde gerekirse sabaha kadar orada kalacaktık ama ben ona anlatmadan ben ise onun inadı son bulmadan içeri girmeyeceğimizi biliyordum. Ormanın içerisinden gelen bazı sesler duyulmuştum ki korkuyla başımı çimlerin üzerinden kaldırdığımda neredeyse uyuyacağımı fark etmiştim. O tarafa doğru baktığımda ise hiçbir şey görememiştim. "Korkma, hayvan sesleri." Onun sesi ile irkilmiştim çünkü gözlerinin kapalı olduğunu görmüştüm. Neticede uyuyan bir insan konuşamazdı ki. "Ne ötleksin be kızım." Niye sesi bana güven veriyordu? Bir yabancıydı ama 'bana güven' dediğinde hiç tereddüt etmeden ona güvenmiştim. Niye böyle olmuştu? "Uyuduğunu sandığın bir insan konuşunca anlarsın ne hissettiğimi." Korku dolu gözlerimin yanında sesimden sitem akıyordu. Buna emindim. O ise elini başının altına koymuş yüzündeki belli belirsiz gülümsemesiyle bana bakıyordu. "Tamam tamam kızma hemen." Ardından bakışlarım yeniden değişti, bu sefer daha güzel bakıyordum. Ya da bana öyle geliyordu. "Artık içeri girsek mi?" Biliyordum ki ya ben olanları anlatacaktım ya da onun inadı kırılacaktı. Bana öyle bir bakıyordu ki artık anlatmam gerektiğini düşünmeye başlamıştım ama yine de belki inadı kırılır diye şansımı denemek içimden gelmişti. "Anlat girelim." "Anlatmayacağım." "O zaman kalalım burada. Mis gibi hava." Şaka mı yapıyordu? Hava buz gibiydi. Hasta olmaya bilet ayarlıyorduk sanki. Bu kadar olayın arasında bir de hastalıkla uğraşılmazdı. "Tamam anlatacağım." Dedim aklıma gelen fikri uygulamaya koyularak. Yol varsa devam et yoksa sen yeni bir yol çiz. "Sonunda be kızım. Sendeki inadın bendekinden daha güçlü olduğunu düşünmeye başlamıştım artık." Başını çimlerden kaldırdığında direkt olarak bana bakıyordu. "Anlat sen dinliyorum ben seni." "Ama bir şartım var." Bu sefer tuhaf bakan o olmuştu. 'Neymiş?' dermişcesine bir bakış attığında dudaklarımı aralayıp sözlerime başlamıştım. "Gitmeme izi-" derken bir anda sözümü kesmişti. "Unut onu. Başka bir şey iste." Bu kadar mı kararlıydı? Beni burada bağlayacak hiçbir şey yoktu ki. Gitmemi engelleme nedeni neydi? Ne o beni tanıyordu ne de o beni ama sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi davranıyordu. Garipti hem de fazlasıyla garipti. "Başka bir şey istemiyorum." Bende kararımı söylüyordum işte. Yine bir taraf inadından vazgeçmeliydi ya da başka bir oyuna girmeliydik. Biz neden hep bu ikilem arasında kalıyorduk ki? İkimizinde inadı karşı karşıya geldikçe hep bir yarış içindeymiş gibi hissediyordum. "Düşün biraz belki unuttuğun başka bir isteğin vardır. Aklına hemen gitmek mi geliyor cidden? Bu kadar çabuk mu bıktırdım seni?" Ne ara bu kadar duygusal olmuştum kimse bilmiyordu ama her ikimiz de biliyorduk ki ikisimizinde inadı asla kırılmazdı. "Bıktırdın demedim. Gitmek istediğimi söyledim sadece ki bence fazla bile kaldım. Sonuçta sen bana sadece yardım etmek istememiş miydin? Al yardımını ettin şimdi gitmem gerekiyor." Nasıl diyebilirdi ki peşindeki onlarca adamı. Ona zarar verilmemesi için gitmesi gerektiğini. Söylese gitmesine izin verir miydi? Hayır asla izin vermezdi. Haberi yokken bile izin vermiyordu, öğrenince mi izin verecekti. "Tamam." Başını çimlerin üzerinden kaldırıp bana baktı. "Ama yarın sabah gideceksin. Şimdi olmaz. Hava fazlasıyla karanlık, gün ayınca gidersin." "Bırakacaksın gideceğim, engel olmayacaksın." Hem şaşırmıştım hem de sevinmiştim. Peki bu sevinç benim için miydi? Kendimi fazlasıyla yorgun hissediyordum. Hem bedenen hem de ruhen. Kendimi öyle bitmiş hissediyordum ki sanki her zerreme kadar kullanmış ve kendi kendimi tüketmiştim. "Tamam dedik ya." Sesinden de gözlerinden de öfkesi, siniri okunuyordu. Bu sinir kimeydi ki? Neyeydi? Niyeydi? "Şimdi anlat bakalım." Derin bir nefes aldım ardından zor da olsa sözlerime başladım. Kabuk etmeyeceğini düşündüğümden anlatma gibi bir planım yoktu. "Biz normalde İzmir de yaşıyoruz. Babam şirket sahibi annemse moda tasarımcısı. Ben Gülşah Dinçer. 24 yaşındayım. Psikoloji bölümü mezunuyum ama şu an çalışmıyorum." "Psikoloji mi? Sen mi? Kendi psikolojini düzeltmeni tavsiye ederim." Bana mı laf çarpıyordu bu? Onu buna pişman etmek çok isterdim ama şu an da ne o gücü kendimde bulabiliyordum ne de buna zahmet etmek istiyordum. Sadece ona şu lanet olayı anlatıp bir an önce kurtulmak istiyordum. Sahte bir gülümseme ile karşılık vermiştim. "Komik şey seni. Buraya da dediğim gibi ablamın düğünü için geldik. Biz üç kardeşiz. Bir ablam ve bir erkek kardeşim var." Sanki o ana gelmemek için gerekli gereksiz her şeyi anlatıyordum. "Ölüm anı demiştin." Beni oraya getirmenin peşindeydi. O zaman orada nelerin olduğunu bilmesi gerekiyordu. Yani o öyle düşünüyordu. Ben oraya gelmemek için gerekli gereksiz şeyleri anlatırken o kaçtığım yeri anlatmamı istiyordu. Derin bir nefes aldım ve anlatmaya başladım. "Düğünde beklenmedik bir şekilde ard arda silah sesleri duyuldu. Camlar, masalar, sandalyeler her şey devrilip kırıldı. O an insanlar ya sevdiklerinin gözü önünde öldü ya da sevdikleri gözünün önünde öldü. O yüzden ölüm dedim o ana." Bir an durdum. Gözümden akan yaşları kendim silemeden o silmişti. "Ailemin yanına gidecektim. Onlara bir şey mi oldu diye bakmam gerekiyordu. Kollarımdan tuttu birileri beni ardından bir arabaya götürdüler." Kendimi yeniden sanki o anı yaşıyormuş gibi hissetmiştim. Sanki yeniden aynı şeyler oluyordu ve ben yeniden ölüyordum. O an gerçekten de ölümdü. Hatta normal bir ölüm değil mavi bir ölümdü. "Bir kulübeye getirmişlerdi beni. Onlara yalan söyledim." Yeniden derin bir nefes aldım ve artık bu işkencenin bitmesi için zamanla yarışmaya başladım. "Bana Gülşah Dinçer olup olmadığımı sordular bende değilim dedim. Kendi kendime zaman kazandım. İyi ki de demişim zaten oradan kaçmayı başardım sonrası orman zaten." Aklıma bir şey gelmişti. "Buralarda bir eve girmiştim ama tam olarak hatırlamıyorum. Tek tük bir şeyler var ama tam değil." Bitmişti. Sonunda bitmişti bu işkence. Kısacık bir cümle gibi durabilirdi ama her bir harfinde sanki başka bir bıçak batırılıyordu vücuduma, sanki her bir kelimesinde farklı bir kurşun giriyordu ve ben sadece izliyordum. Öylece bakıyor acı çekiyordum. "Şimdi sen anlat bakalım." Sesim ile daldığı yerden uyanmıştı ve direkt o mavi gözlerime bakmıştı. "Sıra sende." Nefret ettiğim mavi gözlerime nasılda her seferinde bakabiliyordu? "Ben mi? Niye ki? Nasıl olsa gitmeyecek misin? Beni tanısan ne olacak, tanımasan ne olacak?" Haklı mıydı? Kendi çapında haklıydı ama bana göre öyle değildi. O zaman ben niye anlatmıştım? Bana kendi kendine sitem mi ediyordu? "O zaman ben niye anlattım? Nasıl olsa gideceğim. Tanısan ne olacaktı? Tanımasan ne olacaktı? Hadi sıra sende anlat bakalım." O inatsa ben ondan daha da inattım. O istemiyorsa beni nasıl zorladıysa bende onu zorlayacaktım. "Sen gitme şartıyla anlattın, yani benim anlatamam hiçbir işe yaramaz. Şimdi içeri gir, iyi bir uyku çek. Yarın fazlasıyla yorucu geçecek." Sanki bir işler karıştırıyordu ama ne olduğu bilinmezdi. Nedense içimden bir ses bunun benimle ilgili olduğunu söylüyordu. Bakışlarım sanki 'onu kırdım' diyordu. Onu kırmıştım değil mi? Onu kırmıştım ve bunun o da farkındaydı ama elimden ne gelirdi ki? Bunu kendim için yapmıyordum, onun için yapıyordum ve beni şu an da ayakta tutan şeylerden biri de buydu. Bir anda ayaklandığında elini kalkmam için bana uzatmıştı ancak onun elini tutmak yerine yerden destek alıp kalkmıştım. Yaptığım her hareket niyeyse şu an daha fazla göze batmaya başlamış gibiydi. Ya da ben öyle hissediyordum. İkimiz de eve girdiğimizde saçlarım hâlâ az da olsa nemliydi ve bu hava da ıslak saçla, bu kadar uzun zaman dışarıda durmam tam bir hastalık davetiyesiydi. Gerçekten bu kadar şeyin arasında bir de hastalıkla mı uğraşacaktım? Niye daha erken aklıma gelmemişti ki? Kapının kapanma sesi ile kilit sesi de duyulmuştu. "İstersen geç uyu. Dinlen. Hem saçlarında ıslakmış, niye bu kadar çok kaldık ki zaten?" Kendi kendine mi kızıyordu yoksa deliriyor muydu? "Saçlarımı genelde kurutmam, bundan hoşlanmam o yüzden sorun yok. Alışkınım." Alışkındım evet ama buranın havasına alışık değildim. Üstelik dün akşamın soğuğundan sonra bir hayli üşümüştüm. "Sen burayı İzmir ile mi karıştırdın? Burası Trabzon millet sıcaktan bunalırken burada evlerde soba yakılıyor. Bir de burası yayla yani normalden daha soğuk. Niye kendine dikkat etmiyorsun ki?" Niye beni bu kadar çok önemsemişti ki zaten gitmeyecek miydim? Ona neydi? "Farkındayım." Ellerim kollarımı bulduğunda kendi kendimi ısıtmaya çalışıyordum. Bu kadar mı soğuktu gerçekten? Ben niye bu soğuğu şimdi hissetmeye başlamıştım? "Al işte." Beni sedire oturttuktan sonra eli ile ateşimi kontrol etmişti. Neyse ki ateşim yoktu. Sedirin üzerindeki battaniyeyi açıp üzerime örtmesiyle tirrediğimi fark etmiştim. "Ben sana demedim mi? Hasta olacaksın işte. Niye söz dinlemiyorsun ki?" Sadece bu akşam yüzünden miydi gerçekten? Ben buna ne diyordum o bana ne diyordu! "Bir şey olmaz bana. Alışkınım ben. Sen git uyu. İyiyim ben." Gitmiyordu tam tersi ters bakışlarını üzerime dikmiş, kaşlarını çatmıştı. Sanki ben demiştim ona orada oturalım diye! "Sen burada böyleyken benim gidip uyuyabileceğimi düşündüren nedir? Nasıl bir zihniyetinin var senin?" Mesela yabancı olmamız yeterli değil miydi? Niye bu kadar üzerime düşüyordu ki? Bir türlü anlam veremiyordum. "Niye?" Tek bir kelime döküldü dudaklarımdan. Yüzümdeki ifade, gözlerindeki sorgu... Hepsi zaten sözlerimi destekler niteliktedeydi. Haklı gibiydim de. Hatta gibisi yoktu baya baya haklıydım işte. Her yabancıya böyle mi davranıyordu bu? "Ne niye? Neyi sorguluyorsun ki sen? Anlayamıyorum." Kendi çapında haklıydı ancak bilip sustuğu şeylerde vardı. Bunu her halinden anlayabiliyordum. Bildiklerine karşı niye susuyordu? Amacı neydi ki? Ne yapmaya çalışıyordu? Onun her seferinde unuttuğu bir şey vardı. Ben psikoloji öğrencisiydim yani bir insanın neler hissedebileceğini en iyi şekilde anlayabilirdim. Bize bu öğretiliyordu zaten. Onları anlamayı ve ona göre hareket etmeyi bilmemiz gerekiyordu. Ve o bunu her seferinde unutuyordu. "Bana bu kadar yardımı niye yapıyorsun? Niye kendime bile göstermediğim değeri gösteriyorsun? Neden gözyaşlarımın bile akmasına izin vermiyorsun? Neden bu kadar önem veriyorsun? Sonuçta ben yabancıyım, neden yani neden?" Fazlasıyla uzun bir sorgu olmuştu benim için. Tüm merak ettiklerimi, içimi dökmüştüm. "Sen değil miydin ha bu Karadeniz'e sığınan? Yardım beklemesen bile dalgaları kurtarır seni, Karadeniz öyle hırçındır, deli doludur ama yardıma ihtiyacı olan birine sırt çevirmez." Kaçıyordu. Cevaplardan hatta sorulardan bile kaçıyordu. Konuyu değiştirmeye çalışıyordu bende onun yaptığı gibi değiştirmesine yardımcı olmuştum. "Babam bana Karadeniz insan sevmez dedi. Gerçekten de öyle mi? İnsan sevmez bir denizin insanıysanız niye bu kadar yardım ediyorsun?" Başka bir konu üzerinden aynı soruyu sormuştum aslında. Yani vereceği cevap bir önceki sorumun da cevabı olacaktı. "Eğer seni severse o dalgaların arasına alır seni, kimseninde sana zarar vermesine izin vermez. Sevdiremezsen o dalgalar en çok sana zarar verir." Dalgalar arasında olmalıydı insan, dalgalar onu korurdu. Fazlasıyla anlamlıydı her bir sözü. "Karadeniz'i yanlış tanımışlar. Tanıtmışlar." Aklıma gelenlerle durdum ve yeniden sözlerime devam ettim. "Eski ismi Ahşena'ymış. Anlamı dost olmayan. Niye denmiş?" Sorabileceğim hatta doğru cevap alabileceğim en doğru insanlardan birine sormuştum bu sorumu. "Onlar dalgaların dışında kalmış demek ki. O dalgaların içine girebilirsen anlarsın Karadeniz'in ne kadar cana yakın, dost olduğunu." Onun cevapları fazlasıyla cana yakın, açıklayıcıydı. Niye? Niye bu kadar yabancılığa rağmen bu kadar yakındık? "Şimdi burada bekle hemen geleceğim." Hiç karşı gelmeden başımı aşağı yukarı salladım. O ise hiç beklemeden içeriye gidip elindeki sıcak kahve ile geri gelmişti. Elindeki sıcak kahveyi bana uzattığında fark etmiştim ki ben şu an tuttuğu kahveden çok daha sıcaktım. Gözlerim yarı açık yarı kapalıydı, bu kadar çok mu etkilenmiştim gerçekten? Elinin tersini anlıma yasladığında ne kadar ateşim olduğunu daha net bir şekilde anlamıştı zaten. "İyiyim ben. Bir şeyim yok." Kahveyi elinden almak istediğimde bana izin vermemişti. "Sen delirdin mi ilk önce şu battaniyenin altından çık ve üzerini değiştirmemiz lazım, daha ince bir şeyler giyinmen lazım." Sanki doktorumdu. Niye bu kadar üzerime düşüyordu ki? Gerek bile yoktu. Ayrıca bu hava da olur muydu? "İyiyim ben, bir şeyim yok. Gidip uyur musun lütfen." Bunları derken bile çenem titriyordu ama yinede iyi olduğumu iddia edip yalan söylüyordum. "Sen yanlış bölümü okuyorsun. Hukuk okuyup avukat olman lazımdı senin. Yalan söylemek de bu kadar iyi olman normal değil ama bir dahakine beni unutmadan yalan söyle." Üzerimdeki battaniyeyi tek çırpıda aldığında direkt kanepe ile duvarın arasına atmıştı. Elimi battaniyeyi almak için uzattığımda bileğimden tutup beni engellemişti. "Sakın alayım deme." Gözleri kapıyı bulduğunda bana bakıp yeniden sözlerine devam etti. "Şimdi geliyorum." Gittiği gibi bende yerimden kalkmıştım ki kapının aralık kısmından gözüken iki yorgan ve bir battaniye gözüme çarpmıştı. Bana yerdekini alma demişti değil mi? Bende uslu bir kız olarak onu dinlemiştim. Yerdeki battaniyeyi almayıp o iki yorgan ve bir battaniyeyi alıp üzerime örtmüştüm. Küçük odadan çıktı ve hemen elinde bir kap su ve bez ile geri gelmişti ki, üzerimdekileri görmüştü. İki yorgan ve bir battaniye vardı. "Ya senin amacın ne? Alma demedim mi sana!" Ellerindeki suyu ve bezi sehpanın üzerine koyduktan sonra üzerimdekileri almak için yeltendiğinde ona izin verememiştim. "Kızım bırak." Bana yerdekini alma demimiş miydi? Bunlar yerde değildi. Niye kızıyordu? "Sen d-demedin mi y-yerdekini alma d-diye?" Sesim niye titriyordu ki? "B-bunları o-dada buldum. Yerde değildi." Sözlerim bittiğinde bana 'ya sabır' der gibi bakıyordu. "Sen bu sözlerimden bunu mu çıkardın?" Dediğinde başımı aşağı yukarı sallamıştım ki sertçe bir küfür savurmuştu kaşlarını çatarak baktığımda üzerimdekileri almak istemişti. Kendime daha da çektiğimde ise titreyen sesimle cevap vermiştim. "V-vermem. Ç-çok so-soğuk." Korktuğum başıma gelmişti işte hasta olmuştum. Ateşim de vardı. Bu kadar kısa zamanda bu kadar olayın üst üste gelmesi hayra alamet değildi. Zaten her şey dururdu dururdu hepsi anlaşmış gibi aynı anda başıma gelirdi. Derin bir nefes aldı ardından bana baktı. İnsanların en büyük gücü bakışları olurdu zaten, kimisi ateşiyle etkisi altına alırdı kimisi masumluğuyla... Bana öyle bir bakıyordu ki sanki elimde gizli bir silah vardı ve ben bundan tamamen habersizdim. Ellerimdeki silahın ağırlığını bile hissedemiyordum.
|
0% |