@kudurbacimsu
|
Yeni bir serüvene hoş geldiniiz! Keyifli okumalar dilerim.🫀 "Kendi acımasız hayatlarından kaçıp kitaplara sığınan dostlarıma..."
-Bölüm düzenlenmiştir- ✿Bar✿ Yaşamak. Geçmişin bedenime geçirmiş olduğu prangası her geçen an bedenimle beraber zihnimi de ele geçirirken dilime dolanan bir kelimeydi bu. Her seferinde farklı anlamlar çıkartırdım bu basit kelimeden. Bazen soluk alıp verdiğim zaman diliminde yaşadığımı savunurdum ki, bunun yalnızca bedenimin işlevini sürdürmesi olduğunu bilirdim. Sadece dünya yaşamının devamlılığıydı nefes alıp vermek. Eğer size göre bu önemliyse, evet yaşıyordunuz.
Bazı zamanlarda, insanın ancak ruhu huzurluyken yaşadığını iddia ederdim. Eğer ruhun bu dünyaya dar geliyorsa, acı çekiyorsa yaşamış sayılabilir miydin ki. İşte benim canımı sıkan taraf buydu, çünkü benim ruhum acı çekiyordu. Nefes bile aldırmıyordu bazı zamanlarda. Yüreğimin içi volkanik bir dağmış da geçmişin her acı hâtırasıyla lavlarını içime döküyor gibiydi. Durdum, benim acı olmayan hâtıram var mıydı? Pekâlâ, Bu farkındalık boğazıma oturan yeni bir yumruydu. Yeni bir yangın, yüreğime boşalan yeni bir volkandı. O zaman şöyle düzeltmem gerekir, ben, zihnimi ele geçiren her bir hâtırayla ölüyorum. Bedenim dünya hayatını sürdürmeye devam ederken ruhum ölüyor. Belki de en acı olanı buydu. Bedendeki ölüm bir kerelikti, ruhun ölümü sayıları mı bilirdi... Benim için de, bedenin yaşaması yerine, ruhun yaşaması daha önemliydi. Eğer ruhun dünyada mahkumiyeti yaşıyorsa bedene de huzur vermezdi ki. Bunu savunduğum içindir belki benim için ruhun yaşaması, huzurlu olması, daha önemliydi. Bunun sonucunda tek bir gerçekti beni karşılayan. Yaşamıyordum. En azından dünya hayatını devam ettiren bedenimdeki ruhum sızım sızım sızlıyordu. Eh, bu durumda yaşadığım söylenebilir miydi? Ben yaşayamıyordum. Yaşamak... Ne kadar garip değil miydi... Bu üç hecenin herkes için farklı anlamlar taşıması. Kimisi için, mutlu olduğun zaman diliminde yaşamış sayılırmışsın. Bir diğeri için keder bile yaşamanın bir diğer getirisiydi. En azından benim ikinci seçeneği savunmadığım kesin. Eğer yaşadım diyebiliyorsan, bu her anlamda olmalı. Bir tatile çıktığında, veyahut seni mutlu eden bir olay gerçekleştiğinde direkt olarak elalemin diline takılan bir cümle vardı. "Yaşıyorsun bu hayatı." Onlara göre bile mutlu olduğun zaman yaşardın. Demem o ki, benim yaşıyorum diyebilmem için kederin benden uzak olması gerekir. Üzüntüsüz yaşam olabilir miydi? Elbette ki olabilirdi, benim reddetmek istediğim nokta ise tam o anda çıka geliyordu zihnimin ışık görmemiş köşelerinden. Benim hayatımın her anı üzüntü denizinde boğulmuşken, doğru bildiğim şeylerdi yeniden ruhuma kara toprağı atan. Bu kadar kederli bir yaşamın içinde, tek bir üzüntünün olmadığı yaşamın imkansızlığıydı bu. O halde ben yaşamayacak mıydım. Yine o anda biri çıka gelirdi. Yaşıyorsun derdi. Peki benim için yaşamanın ne olduğunu bilir miydi ki? Bilseydi yaşamadığımı, yaşayamadığımı bilirdi. Beynimin içinde gece gündüz demeden dolanan anı silsilesiydi beni mahfeden, işte bu anılardı ruhumu katleden. Ve benim ruhum bu kadar yaralıyken, ancak ruhumun huzurlu olduğu bir yaşamı dilemem saçmalıktı. Peki, okunduğu kadar kolay mıydı yaşamak. Bazı şanslı kesim ben yaşıyorum bu hayatı diyebilir. Benim hayat hikâyem mutlu diyebilir, ama bir şanssız kesim vardır ki asıl hikaye onlardadır... Asıl acı onlardadır. Benim gibi, Ben Çilen, bu benim hikâyem ve bu hikaye; ne güzel ne sevilesi nede yaşanılası. Benim hikayem, hayatım evlatlık çocuk gibi. İstenmeyen, hor görülen, ufacık merhamet bile çok görülen bir evlatlık hemde. İsmim gibiydi yaşanmışlıklarım, yaşamak zorunda olduklarım. Çile doluydu. Bir insan, isminin hakkını bu kadar vermemeliydi. Vermesindi. Bazı anlar olurdu, -o anlar benim için bazı olmaktan çıkmıştı- boğazına, etkisinden nefes almaya korktuğun dikenler batardı. Zehirli, etkisini bedenden çok ruha yansıtan sivri dikenlerdi bunlar. Bedenine yansıtmazdı etkisini, bunun yerine, ruhuna saldırırdı. Bu daha acı olandı. Bedendeki ağrı geçerdi, iki gün, bir hafta, bilemedin bir ay bilirdi o ağrı. Ruhundaki yaranın aksine... Bir yara nasıl olurdu da her gün kanardı? Hem de ilk günki gibi. Acısını nasıl aynı tazelikle koruyabilirdi? İşte bu acıydı beni soluksuz bırakan. Ne gün bilirdi, ne hafta, nede yıl bilirdi. Her gün, her saniye, her an süren dehşetiyle. Bu gibi birçok ânın getirisiydi o bir damla gözyaşı. O gözyaşı bazı anlar ise içindeki yangını, dikenlerin acısını hafifletirdi. O bazı anlar benim için yine yoktu, benim için hep körükleyen olmuştu. Ne acı... Böyle olmasını ben istemedim. Şimdi, izin verirseniz size hikayemi açmak istiyorum, Çilen'in hikayesini. Annesinin yavrusu Çilen değil. Babasının prensesi Çilen değil. Yalnız Çilen'in hikâyesini. Belki siz karar verirsiniz yaşayıp yaşayamadığımı. 🫀 İçimdeki sıkıntı büyüyüp eller tutulur hale gelirken kulağımda tuttuğum telefon yüzünden elim uyuşmaya başlamıştı. Karşımdaki kadın hâlâ bana inanmadığından bu ağrı uzun sürecek gibiydi. Derin bir soluğu ciğerlerimden serbest bırakıp telefonu omzum ile kulağım arasına sıkıştırdım. Bu konuşma can sıkıcı olmaya başlıyordu. "Tamam anne," Bıkkınlıkla konuşuyordum artık, bunun o da farkındaydı. Annemi inandırmak için aynı cümleyi en az beş kere söylediğim içindir dilimde artık tüy bitmişti. Ama bana mısın demiyordu kadın. Ne inat ama. Ahizeden yükselen buruk ses tonunu tekrar duyduğumda hâlâ bana inanmadığını anlamıştım. Bu sefer konuşmasına fırsat vermeden söze girdim, diğer türlü kurtuluşum yoktu. Sesim duygularımı yansıtarak hafif sitemli çıkmıştı. "Aman anne ya.. bir hafta sonra oradayım dedim, beni merak et-" Daha konuşmamı bitirmeden küçük ayak parmağımda hissettiğim keskin ağrıyla, engel olamadan dudaklarımdan tiz bir çığlık firar etmişti, sanırım çarpıldım. "Parmağım!" Hadi ama, yine mi?.. Acıdan yerimde sekerek aşağıya doğru baktığımda küçük ayak parmağımı masanın kenarına çarptığımı görmek mental sağlığıma hiç iyi gelmemişti. Ağlıyormuş gibi bir ses çıkartıp masaya kötücül bakışlarımı yolladım, önceki çarpmamın ardından ona tekme attığımda ondan fazla hasar almıştım. Bu nedenle onunla temastan kaçınıyordum. Ama her an masayı alıp camdan aşağı atabilirim.
Bu hafta yedinci defa bu oluyordu ve masayı kırmama engel olan tek şey buna bir ton para saymamdan geliyordu. Ama yakında para bile kurtarmayacaktı bu lanetli masayı. Hayır yani sakar da değilim ki. Derin bir nefes aldıktan sonra sinirlerimin tekrardan normal düzeye indiğini hissedince dandik telefonumu yeniden kulağıma yaklaştırdım. Övünmek gibi olmasın ama kaçak Redmi' dir. Kulağım ahizeyle tekrar buluşunca annemin endişe dolu, bağırmaya yakın sesini duymam bir oldu. Bana sesleniyordu. Ne olduğunu anlayınca alnıma bir tane geçirdim, kadın çığlığımı duyunca endişelenmiş olmalıydı. Onu daha fazla endişelendirmemek için vakit kaybetmeden konuştum. "Anne sakin ol, ayağımı vurdum sadece." Kısa bir duraksamanın ardından nefesini sesli bir şekilde dışarıya vermesini işittim. "Allah korusun kızım b-bende ne sandım," Ağır tutkunuşu kulağıma gelmişti. "Çok sakarsın, dikkatli ol kızım." Her ne kadar sakar olmadığımı söylemek istesemde sustum. Ama endişeli tavrı yüzünden kaşlarım kendiliğinden havalanmıştı."Ne sandında böyle endişelendin anne. Ne olabilir ki." Annemin bu ani tepkisine şüphelenmiştim. Belki de fazla paranoyaktım ama bu aralar anne ve babamda bazı değişiklikler hissediyordum. Her zamanki kendileri değildi, üzerime daha fazla düşüyorlardı sanki.. Sorun neydi. Bunu aylardır görüşmememize bağlamak istiyerek havalanan kaşlarım indirdim. Başka hangi sebepten bu denli endişelenebilirlerdi ki, değil mi. Ama âni tepkisi hâlâ soru işaretiydi. Üniversite için başka şehirde olduğumdan onlarla görüşme fırsatını her zaman bulamıyordum. Bu nedenle bir hafta sonra onların yanına gitmeyi planlıyorum. Öncekiler gibi bir sorun çıkmaması için dua ediyordum, ne zaman yanlarına gitmeye yeltensem ortaya çıkan sorunlar bunu mümkün kılmıyordu. Annemin bu konudaki güvensizliği bu yüzdendi. Ayakta kala kala yorulduğum için koltuğa doğru yürüyerek kendimi üzerine attım. Oturduğum anda yere doğru çökmesi bir oldu. Fakirliğin gözü kör olsun. "Ne olacak kızım, sadece endişelendim çığlığını duyunca" Ses tonundan, dedikleri bana hiç inandırıcı gelmiyordu, sık sık nefes alıyor ve arada duraksıyordu, ayrıca o eski şen sesi de yoktu. Yerini endişe barındıran bir ses tonu almıştı. Bir şey olduğu kessindi.. ama ne. Düşünsemde bulamayacağımı biliyordum. Yerimde sıkıntılı bir nefes aldım. Onların üzüntüsü benim üzüntümdü, onlar benim ailemdi. Canımdan birer parçaydılar, şimdi ise canım acıyordu çünkü canları yanıyordu. Konunun derinlerine indikçe şakağımda bir sızı belirmişti. Bu yüzden daha fazla irdelememeye karar vererek sustum. Ne diyebilirim ki, sorsam bile söylemeyeceği belliydi. En iyisi oraya gidince konuşmak olacaktı. Dertleri neydi öğrenmem lazım. Yarım saat boyunca dertleştikten sonra ise annemin işi çıkmış telefonu kapatmıştı. Bende daha fazla oturmadan ayağa kalkıp şirin ama küçük mutfağımıza doğru yol aldım. Acıkmıştım. Uzun koridordan ilerleyip mutfağa şarkı söyleyerek girmemle sesimin kesilmesi bir oldu. Geriye doğru adım atarken hâlâ şoktayım. Aman Allahım buda neydi böyle. Ortam savaş alanıydı, görüntü kirliliğinden kör olmasam iyidir. Dünden beri yıkamayı erteleyip durduğum bulaşıklar, tozlanmış dolap kapakları, kirlenen ocak, oraya buraya atılan abur cubur paketleri, dolup taşmış çöp kovası, üstüne rezalet şekilde reçel dökülen ve yapış yapış olan masaya bakmak bile beni yormuştu. Birde temizlemek vardı.. Dün çocukları eve davet ettiğim için bu kadar dağılıp kirlenmişti. Ayrıca Sıla dünden beri evde olmadığından evin bu halini görmemişti. Yoksa becerikli kızım bir saatte her yeri toparlardı. Ama yoktu işte. Sıla evde olmadığı için el mecbur ben yapacaktım, bu düşünceyle yüzüm düştüğünde bunca bulaşığı bitirmenin ne kadar zamanıma mâl olacağını hesaplıyordum. Acaba hiç görmemiş gibi hemen çıksan nasıl olurr Çilenn..! Aklıma gelenle sırıtıp eşikten geri geri gidiyordum ki kaç gündür evin sorumluluğunu üstlenen Sıla aklıma geldi. İşten çıktığı gibi eve gelip bütün işleri yapıyordu, ben o sırada Vuslattan ruh gibi çıktığım için kafamı yastığa gömüp uyuyordum. Kendimi suçlu hissedip geri eşikten geçtim ve kollarımı sıkıla sıkıla sıvazladım. Şimdiden yorulmuşlardı. Oyalanmamın fayda etmeyeceğini bildiğim için hemen işe koyuldum. Akşam mesaim olduğu için ekstra hızlı davranarak saçımı topuz yaptıktan sonra önlüğü kafama geçirdim. Ellerimi arka cebime atıp telefonumu aldım ve en sevdiğim şarkıcı olan Mabel' in şarkı listesini açıp temizlik planımı yaptım. İlk olarak dağ kadar biriken bulaşıkları toplamakla başlamaya karar verdim, ardından kendime acıyarak devamını getirdim. Ara ara elimden düşen tabakların yere düşüp kırılarak işimi uzatmasını sayarsak beni bekleyen tonla işim vardı. Dip köşe temizlik yapmam gerekiyordu, bir daha böyle bir zaman bulamazdım çünkü. Yoğundum ve çalıştığım bardaki sorunlar da bana hiç yardımcı olmuyordu. Bunun sonucuydu yorgunluktan Sılaya yardımcı olamadığım günler. Düşünmeyi bir kenara bıraktım. Şuna düşünmek yalnızca evden çıkış saatimi uzatırdı. Yüzümü, bulaşık yıkamaktan buruşan ellerimle sıvazladım. Başlasın bakalım temizlik. 🫀 Şuan ağlasam fazla mı abartı olur? Kendi soruma cevap olarak ağlayacakmış gibi sesler çıkarttım, abartının canı cehenneme. Ölüyorum duyan yok. Kendimi yere bıraktığım salonda ölü gibi yatıyordum. Bir ara zorlukla doğrularak saate baktığımda iki saat geçtiğini görmek beni bağırtacak kıvama getirmişti. İki saattir aralıksız temizlik yapıyordum! Can alıcı kısım ise daha yapacak şeylerin olmasıydı, buna mutfaktaki tozları almak ve dolap kapaklarını silmek de dahildi. Yeniden, ruhsuz birini aratmayacak şekilde kalkıp ellerimi yanlarıma bıraktım. İstikamet mutfak! Normalde bir saatte bitirebileceğim işleri hem aç olduğumdan hemde yorgun olduğumdan yavaş yavaş yapıyordum. Elimden bu geliyordu. Her ne kadar yemeğimi yiyip çekip gitmeyi istesemde bir kere başlamıştım, gerisini getirip bitirmeden gidersem boğazımdan yemek geçmez aklım burada kalırdı. Kabul piskopatım. Mabel' in bütün şarkılarını en az üç kez dinledikten sonra sıkılmış İrem Derici' ye geçiş yapmıştım. Müziksiz temizlik çekilmezdi bana göre. Bütün bulaşıkları tezgahta topladıktan sonra deterjanlı suyu yenileyip bulaşıkları teker teker elden geçirerek hepsini köpürttüm ve lavabonun içine attım. Bütün bu eziyet bulaşık makinesi olmadığı içindi. Bunca işten sonra üstüme ağırlık çökmüştü, bunun sonucu olarak esneyince elimi refleks olarak ağzıma kapattım. Ama unuttuğum bir şey vardı. Ağzım acı bir tat ile dolunca öğürdüm, kahretsin ağzım yanıyordu! Dikkatsizliğim yüzünden ağzıma deterjanlı su kaçmıştı. Banyo kapısını iterek hızla açtıktan sonra lavaboya koşturup ağzımdakini tükürdüm. Ağzımdaki acı tat ve kasılan midem yüzünden gözlerim yaşarınca elimi gözlerime götürüp ovmak gibi bir hatada bulundum. Lanet olsun, artık gözlerim yanıyordu! Kendime bağırarak sövmeme az kaldığı vakit elimi hızla yıkayıp bu sefer yanan gözlerime su çarptım. Biraz daha iyi gelmişti ama gözlerimden istemsizce yaşlar akıyordu. İki dakika kadar lavaboya yaslı durduktan sonra işimin başına geçmem gerektiğini hatırladım. Acele etmem gerekiyordu. Daha iyi olduğuma kanaat getirdikten sonra kafamı yana doğru sallayıp kendime gelmeye çalıştım. Hemen sonra arkamı dönmüştüm bile. Ama hesaba katmadığım bir şey vardı... ıslanmış çoraplarım ve yerde pekte insani bir biçimde olmayan el yıkama seansımın ardından yere sıçrayan sulu köpük. Sonunu tahmin edebiliyorsunuz değil mi. Evet, tamda tahmin ettiğiniz gibi. İki adımı daha yeni atmıştım ki ayağımın aniden kayıp dengemin bozulmasıyla yerimde sendeledim. Bir yere tutunma çabam başarısızlığa uğrayınca kendimi yavaş çekimde geriye düşereken buldum. Hayır... burada düşemem! Ağzımdan bir çığlık firar ettiğinde bile herşey için çok geçti. Bir saniye sonra kendimi acıdan gözüm kararmış bir şekilde yerde buldum. İçimde dolup taşan acı ve öfke bana nefes aldırmıyordu. Kendimi sıkmaktan kızardığım an acı dolu çığlığımı serbest bıraktım. "Allah belamı verdi!" 🫀 Havanın kararmasının ardından bir saat daha uğraşmış ve azap gibi geçen iki saatin ardından mutfak bal dök yala kıvamına gelmişti. Buraya dört saatimi feda etmemi ve yaşadığım kazaları göz ardı edersek cidden iyi iş çıkarmıştım. Aferin bana! Kaslarım bana rahat vermezken yere düşüşümden beri hâlâ ağrıyan popomla birlikte ayaktalarım bana artçı sızılarını bana yolluyordu. Kısacası ölüyordum. Bu halimle nasıl mesaiye kalacağım belirsizdi. Koltuğa oturursam bir daha kalkamayacağımı bildiğim için ayakta kalmaya karar verdim. Bu sefer de ayakta uyumak üzere olduğumda kendime gelmek için yüzümü sıvazladım. Yorgunluğum, yerini meraka bıraktığında aklıma Sıla geldi. "Nerede kaldı acaba, bara geç kalacağım." Sesli konuşmamın ardından kafamda çakan şimşekle nefesim kesildi. Nefes almayı unutmuş gibiydim, öksürüklerim boğazımı acıtırken saate bakmaya korkuyordum. Hayır... hayır! bara geç kalmadım. Kalmadım, unutmadım değil mi? Yasadığım farkındalık ile zaten yorgun olan bedenim ağlama moduna girmişti bile. Allah kahretsin, işi tamamen unutmuşum! Sıçtım, bu sefer net sıçtım, patron beni kovmazsa bile mesailerle süründürür. Bu kaçıncı kovuluşum olacak nasıl unuturum?! Şoktan çıktığım gibi daha fazla yerimde duramadım. Koşarak, biraz da düşme tehlikesi geçirerek odama doğru depar atmaya başladım. Odama girdiğim anda hemen dolaba yürüdüm, içinden çekip aldığım iki parçayı bakmadan üzerime giydim. Şuan kıyafetlere bakmakla bile zaman kaybetmek istemiyodum. Kötü görünüp görünmemesi şu anlık umrumda değildi. Giyindiğim gibi ayakkabılarımı giyip kendimi dışarı attım. Karnım guruldayınca yemek yemeği unuttuğum için kendimi tokatlamak istedim. Hem açlıktan hemde stresten başım dönmeye başlamıştı bile. Saçlarımın hâlâ topuz olduğunu fark edince elimi saçlarıma atıp açtım. Vuslat, evin üç sokak ötesindeydi. Biraz daha erken varmak adına daha da hızlandım. En azından çalıştım. Çünkü öne doğru kontrolüm dışında gitmeye çalışan ayağıma takılmam ve kendimi yerde bulmam ile buna sadece çalışmakla kalmıştım. Dizlerimin üstüne düştüğüm için yeni kapanan bir önceki düşüşümün eseri bana kendini hatırlatmıştı. Ağzımdan acı bir çığlık çıkmaması için büyük bir uğraş içindeyken acının biraz olsun dinmesiyle derin bir nefes aldım. Kendime söve söve bu halime bakıp kalan insanların arasından bir çırpıda kalkıp koşmaya devam ettim. Umarım pantolonum yırtılmamıştır. Daha bir sokak ilerlemişken bana kimin nazar değdirdiğini sorgulamamı sağlayacak şekilde bir omuza son hız çarptım. Yana doğru son hız savrulunca ağzımdan tutamadığım bir çığlık kaçtı. Allah'ım nedir bu günün laneti! Biri dokunsa ağlayacaktım artık. Son hız arkamdaki duvara sırtımı çarpmamı engelleyen el, bileğimi ani bir refleks ile tutmuştu. Duvara adeta yapışmayı beklediğim için buna şaşırmıştım. Döndüğüm gibi burnumdaki sızıyı saymıyorum bile. Yalnız adamın refleksleri efsane. Ama bu ona saydırmama engel değildi, onun yüzünden burnum şekilden şekilde girmişti. Resmen yolun ortasında dikiliyordu! Beni kendisine çekince onunla çarpışmaktan son anda kurtulup birkaç adım ilerisinde durdum. Bu durumu umursamamaya çalışarak adamın yeşil gözlerine bir saniye baktım ve hızlıca konuştum. Acelem vardı ve bu adam yüzünden daha fazla zaman kaybedemezdim. "Kusura bakma." Cevabını beklemeyerek depar atmaya devam edince sinirli homurtuları kulağıma geldi. Bunu umursamamaya çalıştıkça kulağıma oldukça sinirli ses tonu gelince bana seslendiğini sanıp arkama döndüm. "Kusura bakma dedik ya! Deli midir nedir, çattık ya!" Onun dikkatinin önündeki başka bir takım elbiseli adamda olduğunu fark edince bana söylemediğini anlamış bulunmaktaydım. Duymadığını umup önüme geri dönecekken bana gözlerinde ateşlerle karşılayan adam bir hayli sinirlenmişti. Bana doğru bir adım daha attığını görünce önüme dönerek koşmaya devam ettim. Şuan bu adam uğraşmak istediğim son şeydi. "Sen-" Sokağın sonuna gelmemle sesi kaybolmuştu. Nefes nefese olduğum için ellerimi dizlerime dayayıp bir süre bekledim. Doğrulup saatime baktığımda üç dakika geçtiğini görmüştüm. Barın olduğu sokağa girdiğim saniye değişiklikler silsilesi adeta ben burdayım diyordu. Etrafta siyahlara bürünmüş acayip iri adamlar vardı. Her biri kulaklarında kulaklıklar ile aksiyon filminden fırlamış gibiydi. Gözlerindeki siyah gözlüklerin ardından sokağı dikkatli bir şekilde tarıyorlardı. Arada sırada kulaklıklarına konuşuyorlardı. Ortamın kasveti de cabasıydı. Bir anda koşarak geldiğim için bir çoğunun gözü üzerimdeydi. Rahatsız olduğumu belli eden bir bakışla hızımı düşürüp onlara kaşlarım çatık şekilde baktım. Hepsine dikkatlice bakınca etraftaki lüks arabalar dikkatimi çekti. What dedin gülüm.. Gözlerim, sokakta bile yılda bir gördüğün arabalarla buluşunca şaşırmadan edemedim. Hepsi önümde düzensiz bir şekilde park edilmişti. Çok güzellerdi! Bu güzellikleri üzerimdeki yabancı gözleri de unutturmuştu. Arabalara dünya görmemiş gibi bakmayı keser misin Çilenciğim. Ne var yani görmüş müydüm. Gözlerimin parladığına emindim. Şu kenardaki Range Rover mıydı? Kessinlikle öyleydi! Arabayla kurduğum duygusal bağı duyduğum hareketlilikle kestim. Gözlerimi zar zor arabadan -bebeğimden- çekip koruma olduğunu fark ettiğim takım elbiselilere baktım. Gördüklerimle kaşlarım çatılmıştı. Yaklaşık otuz korumanın hepsi sağımda ve solumda tek sıra halinde dizilmiş kollarını önünde iliklemişlerdi. Kafalarını saygıdan dolayı kaldıramıyor gibilerdi. Bir an afalladım. Bu görüntü muhteşemdi. Benim için yapıyor olabilirler miydi? Saçmalama. Kabul saçmaladım. O halde kimeydi bu saygı gösterisi. Özellikle bu izbe sokakta. Tam ortalarında nefes almaya çekinir halde dururken sırtımda bıçaktan daha keskin bakışları hissettim. Gerginliğim katlanarak büyürken arkamdaki birinin varlığını çok net hissediyordum. En azından gözlerin varlığını. Etrafta bana uyum sağlamıştı, tek bir çıt sesi bile yoktu. Buradan gözüme çarpan parlak VUSLAT yazısına takıldı gözlerim bir an. Oradan bile ses gelmiyordu. Çalıştığım günden beri çalışma saatlerinde durduğuna şahitlik etmediğim müzik ses yoktu. Müzik bile saygısından susmuş gibiydi. Ama kimin için. Arkamda hissettiğim yabancı, keskin gözlerin bununla ilgisi var mıydı? Derin bir nefes aldım, titrek sesim sokakta yankılanmıştı. Yanlış bir yerde durduğumu bilecek kadar aklım yerimdeydi. Şuan burada olmamalıydım, bana diken gibi batan gözlerin hedefi olmamalıydım. Dönmeye cesaretim yoktu, acaba korumaların arasından sıvışsam çok mu dikkat çekerdim. Düşündüğüm o bir saniye hemen dibinde ufacık bir hareket hissettim. O kadar kısa bir andı ki doğruluğunu sorguladım. Ama saçlarıma değen nefes gerçekliği adeta yüzüme çarptı. Hassiktir. Hemen dibime kadar girmiş biri vardı. Bu kişi o keskin gözlerin sahibi olabilir miydi. Bunca saygının hedefi? Nefesi saçlarımın içinden sızıp boynuma ulaşınca bir ürperti bedenimi sardı. Sert olduğunu hissettiğim göğsu belli belirsiz sırtıma çarpıyordu. Yakın olduğu süre boyunca burnuma ulaşan kokusu birçok farklı tonu kendisinde toplamış gibiydi. Hem rahatsız edecek kadar yoğun.. hemde rahatlatacak kadar hafif. Toprak kokusunu anımsatan bir yanı vardı. Çok garipti kokusu... Böyle bir kokuya benzer bir koku bile duyduğuma emin değildim. Daha fazla böyle kalmaya dayanabileceğimde emin değildim. Kalbimin atışlarını kulaklarımda hissediyorken bu mümkün değildi. Garip, mahkumu olduğum etkisi başımı döndürmüştü. Hayranlıktan değil, dehşetten. Arkamı dönmeye yeltenmişken kulağımım hemen dibinde duyduğum nefesi beni yerime çivilemişi. Arkamdaki şahısın derdi ne! Daha fazla durmadım, kalbimin duyduğum dehşetten durma ihtimalini düşünerek yavaşça arkama döndüm. Hemen arkamda olduğu için saçlarım yüzüne sürtünmüştü. Döndüğüm gibi kafamı kaldırınca gözlerimden anlık bir afallama geçti. Karşımda az önce çarptığım adam vardı. Bana, yeşil gözlerinde etkisinden kaşlarımı çatmamı sağlayan o ifadeyle bakıyordu. Tam olarak bir ifade değildi gözlerindeki. En ufak ışığın bile girmediği bir ormanı andırıyordu gözleri. Belki de bundandı duyduğum rahatsızlık. Çarparken fark etmediğim kadar uzun boyuyla bana doğru eğilmişti. Yine de tam olarak aynı hizada olmadığımız için kafamı daha fazla kaldırdım. Aramızda iki yabancı olmamıza karşın çok az bir mesafe vardı. Bunun için gerine doğru iki adım attım. Gerilediğim an, bu mesafeyi bir adımıyla kapattığında daha fazla yaklaşmıştı. Kokusu artık daha yoğundu. Artık bu bakışmaya son vermem gerektiğini anladım. Adamı bıraksan konuşmadan yalnızca bana bakacak gibiydi. "Pardon." Soru sorarcasına çıkmıştı ağzımdan. Her ne kadar ifadesiz çıkarmaya çalışsam da sesim benden bağımsız sinirli çıkmıştı. Kafamı kladırmaktan yorulduğum için biraz indirip siyah gömleğinin yakasıyla bakışmaya başladım. Bunu o da anlamış olacak ki ellerini arkasında birleştirerek üzerime daha fazla eğildi. Geri gitmek istesem de üzerime tekrar geleceğini bildiğim için durdum. "Sen..." Bir farkındalıkla çıkmıştı ağzından. Sesi sertti, aynı zamanda tok. Şuan normal bir tonda olsa bile etkisini bas bas bağırıyordu. Duyduğum sesiyle gözlerine daha dikkatli baktım. Gözlerinin derinlerinden, o an hayal sandığım ama gerçek olduğunu bildiğim ufacık bir patlama geçti. Çok cılız bir parlamaydı bu. Duyduğu farkındalık ile mi gözleri kasvetinden bir anlığına silkelenmişti? Bilmiyordum. Devam etmesini beklerken hafifçe doğrulup bana üstten üstten baktı. "Yolumun üzerinden çekil kız çocuğu." Hafif yüksek çıkan sesi beni kendime getirmişti. Gözlerimi kırpıştırıp geriye doğru bir adım attım. Demek ki gerçekten bütün bu saygı onun içindi. Önemli biri olmalıydı. Ah, birde bana kız çocuğu demişti değil mi. Kafamı hafifçe sağa sola sallayıp ona son kez baktım. Aynı ifadesizlikle bakıyordu. Bu sefer daha fazla beklemedim arkamı dönüp korumaların benim için açtığını bildiğim boşluktan dışarıya, kapana kıstırıldığım alandan çıktım. Bir ara birkaç korumanın gergin bakışlarını yakalasam da sırtımda yeniden hissettmeye başladığım keskin gözler yüzünden üzerinde durmadım. Bu bakışlardan kaçma için sessiz ve terk edilmiş gibi gözüken bardan içeriye girdim. Az önce olanlar neydi? O adam bana bakarken kalp krizi geçirmediysem daha da geçirmem heralde. Başımı sallayarak o andan sıyrıldım. Daha fazla düşünmenin alemi yoktu, yalnızca garip olduğu için dikkatimi çekmişti o kadar. İçeri girdiğimde içerideki birgrup genç ve eğlenmek için gelenlerin yüzlerinde alaçık bir tereddüt görmüştüm. Biraz da endişe. Müzik kapalı insanlar birbirlerine gergince bakıyorlardı. Ne olduğunu sorgulamak istesem de kafam davul gibiydi. Birde bununla uğraşmak istemiyordum. Şuanlık yalnızca kovulmadığıma emin olmak ve karnımı doyurmam gerekiyordu. Etraftakileri umursamamaya çalışarak bar tezgahının arkasındaki odaya çantamı bırakıp işimin başına geçtim. Her ne olmuşsa kapıdaki adamların bununla ilgisi olmalıydı.. belki de o yeşil gözlerin sahibinin. Pek umursamamaya çalışsam da bunu başarabildiğim söylenemezdi. Ne olduğunu merak ediyordum, en azından bu gergin tavırların sebebini. Birşey olduğu kesindi.. ama ne? Gerimde sayıyorken kimsenin bar tezgahına yanaşmamasıyla bardaklarla oyalanmaya, elime aldığım bezle zaten temiz olan bardakları ovalamaya başladım. Patronum geç kalmamın üzerine boş boş oturduğumu görürse direkt ağzıma sıçardı. Oldukça sıkıldığım yarım saatin ardından girişte bir hareketlilik olunca kafamı oraya çevirdim. Aynı anda herkesin bakışları o yöne dönmüştü. Kimi bekliyordum bilmiyorum ama bizimkileri tüm ekip burda görünce şaşırmıştım. Ama yinede onları gördüğüm gibi yüzümde tebessüm yer etmişti. Gelmeleriyle mutlu olumuştum. Yanıma gelmelerini beklerken karnıma giren ağrıyla yüzümü buruşturdum. Açlıktan karnım ağrımaya başlamıştı. Kendimi toparlayıp kendime yemek yemeğe gitmem gerekiyordu ama daha kovulup kovulmadığımı bile bilmediğimden patronum eğer gelirse beni burda bulmalıydı. O yüzden Ufuğa bir sokak ötedeki markete gitmesini rica edersem daha yerinde olacaktı. Yanıma ulaştıklarında onlarla teker teker sarıldım. Daha dün görüşmemize rağmen özlemiştim. Bar tezgahının diğer tarafına tekrar geçince konuşmaya başlayan Yiğit'e kulak verdim. "Burası neden bu kadar sessiz, ayrıca kapıdaki büyükbaş hayvanlar ne ayak." Gözlerini bana çeviridi. Gözlerinde apacık bir şüphe vardı, ama... bir duygu daha vardı, Hayranlık? Anladığımız gerçekle hepimiz sinsice sırıttık. O adamların kaslarını kıskanmış olamazdı değil mi. Yiğit' in de kaslarının olduğunu kabul ediyordum hemde çoğu hemcinsine fark atacak şekilde. Ama kapıdaki koruma kılıklı adamların anoramal denebilecek kadar yapılı vücütlarıyla karşılaştırılınca yanlarında sönük kalıyordu. Yiğit'in bile yanlarındaki durumu göz önüne alındığında kendimi söylememe gerek yoktu heralde. "Yiğidim, senin tabirinle kapıdaki büyükbaş hayvanları kıskanmış olmayasın." Konuşmam ile birlikte kaşlarını çattığında bir an duraksadı. "Ben," diyerek kendisini göstererek devam etti. "Kapıdaki," yine duraksadı, bu defa kapıyı göstermişti. "Vücudunun yarısı yağlardan oluşan kişileri mi kıskanacağım." Bu tavrıyla kıskandığını kesin bir şekilde anladığımızda hepimiz kahkahalara boğulmuştuk. O da bu halimiza dayanamamış ne olacak ki minicik bir tebessüm yer edinen yüzü büyük bir gülümsemeyle gölgelenmişti. Biraz daha sohbet ettikten sonra yerimi Sıla'ya bırakarak lavaboya gitmek üzere ayağa kalktım. Yukarı kata çıkıp lavaboya girmemle tek açık olan kapıya girip işimi hallettim ve çıkıp ellerimi sabunladım. Kapıyı araladığım gibi dışarıya çıkacakken kulağımı sağır eden keskin bir ses yüzünden geriye sendelerken beklemediğim için ağzımdan bir çığlık kaçmıştı. Beynimin içerisine sızan anı silsilesiyle tanıdık ama bir o kadarda yabancı ses kulağımda ard arda yankılandı. Ne sesiydi bu.. keskindi, tizdi. Çok tanıdıktı. Kafamın içinde mi yoksa gerçekten duyduğumdan mı bilmiyorum ama aynı ses birçok defa yankılandı. Gözümün önüne gelen bir anı yüzünden sendelediğimde yaşadığım farkındalık dizlerimin bağını çözmedi, kopardı. O an anladım. Hatırladığım bir anının baş rolünde şuan duyduğum silah sesleri vardı. Silah. Silah sesi... Kurşunun namludan çıkarken çıkarttığı keskin tın. Kendi düşüncelerime isyan ettim. Hayır, hayır hayır! Silah sesi olmasın lütfen silah sesi olmasın.. Kulağımı kapatıp yere çökme isteğime zorlukla karşı çıkarken o olduğunu biliyordum. Duymamak için her gün gururumu ezerek yalvardığım ses olduğunu biliyordum işte! Ne zaman başladığını bilmediğim gözyaşlarım her geçen saniye dahada artarken kendime engel olamıyordum. Uzun zaman olmuştu lanetim olan sesi duymayalı.. ama sonum yine aynıydı, yine bu seste boğuluyordum. Yine, yine... Yeni yıkınlara mı gebeydi bu ses? Her defasında olduğu gibi yine birinin yıkımı mıydı? Başkasının yıkımıydı belkide yine, ve her kimin olursa olsun bu duyduğum ses zihninin kayışını benden koparıyordu. Tek kurşun. Tek kurşun bile yeterdi yaşamı reddetmeme. Başkasının canını her seferinde gözümün önünde alan o silah, önümdeki bedenden çıkan ruhun üzerine benimkini katlıyordu. ÖLüyorum. O iğrenç sesin ardından delirmeye yüz tutan aklıma gelen düşünceyle nefesim kesildi, elimi kapıya dayadım ama durduramıyordum. Ellerim titriyordu, dizlerim titriyordu, ruhum titriyordu. Çocukluğum titriyordu. Öyle bir çocukluk ki.. bu çocukluk kurbandı. Bir imparatorluk uğrunda harcanan binlerce kurbandan biri. Vâris. Benim çocukluğum. Masumdu, masum tuttabildiğim tek tarafımdı belkide. Eline tutuşturulan o metal parçasının en büyük korkusu olacağını bilmeyen kız çocuğu. Her bir kurşun sesinde ruhumun bir parçasını kaybettiğimden belki de... Benim ruhum ölüydü. Kafamı ard arda yana doğru salladım. Düşünmek istemiyorum... İstemiyorum. Derhal aşağı inmem gerekiyor düşünmem değil. Karın ve baş ağrımı boş verip aşağı doğru hareketlendim. İlk başlarda yavaş olan adımlarım sonrasında koşmaya dönüştü. Merdivenin başına geldiğimde ise çığlık sesleri duydum. Aynı zamanda bir şey daha. Duman? Dumana almaz verememiştim ama sorgulayacak takâtim kalmamıştı. Vakit kaybetmeden merdiveni ikişer üçer indim. Onların iyi olduğundan emin olmam lazımdı. Birşey olmamış olsun. Bir kere olsun gerçekleşsin dileğim. Ağır bir şekilde yutkunurken boğazıma ard arda iğneler batıyordu. Buradan hemen çıkmazsam geçmişin tozlu sisinin beni ele geçirerek boğacağını biliyordum. İstemiyorum. Ama istemediklerini beni bulduğunu da biliyorum. Gözlerim ağır pusa yaşararak tepki verirken burnumun direği sızlıyordu, tüm bu olanlar çok ağırdı.. en azından lanet ettiğim sesi yeniden duyan benim için geçerliydi bu. Diğerleri hâlâ bakış açımda değildi. Sinirle bağırdım. "Sıla! Yiğit! Zem-" Bir öksürük krizi sesimi keserken onlara bir şey olma düşüncesi nefesimi kesmedi, nefesimi bana bir daha uğramayacak şekilde yok etti. Onlara bir şey olamaz.. onlara bir şey olursa ben yaşayamam hayır! Çaresizlikle bunu umuyorken dumanın içinden bir bağırış yükseldi. Ses herkesin dehşet dolu konuşmalarını bastırmıştı. Gözyaşları eşliğinde sese odaklandım. Biri bana mı sesleniyordu. Duman zihnimi bulandırmış, gelen sesleri algılayamıyordum. "Çilen!" Evet, bu Miraç'ın sesiydi. Sese doğru gitmeye çalışırken bir anda koca bir silüet tarafından sertçe itildim. Bir yerlere tutunma çabam başarısızlığa uğrayınca kendimi ellerim ve dizlerim üzerinde yerde buldum. Göğsüm sıkışıp nefes almama fırsat tanımadığından nefesim kesiliyordu. Sanırım bayılacaktım. Ayağa güç bela kalkınca kapının açıldığını ve insanların birbirlerini tabiri caizse hayvan gibi iterek çıkışa koştuğunu gördüm. Bende o tarafa gitmek isteyince açlık, duman, baş ağrısı ve yorgunluk buna engel oldu. Gözlerim ben engel olamadan kapanıyordu. Buna engel olamıyordum. Duyularımın yavaş yavaş kapandığını hissediyordum. Az sonra zihnimim karanlığın içine doğru sürüklendiğini hissetmeden önce tanıdık bir çift yeşil göz bakış açıma girdi. Gözlerin sahibinin endişeyle karışık sinirle bakan gözleriyle buraya doğru geldiğini gördüm, yada gördüğümü sandım. Sonuçta bayılmak üzereyken görmüştüm ve doğruluğu tartışılırdı. Ne olursa olsun bilincim bir gidip bir geliyordu. En son dayanamayarak kendimi boşluğa bıraktım, sonrası uçsuz bucaksız karanlıktı. ... 3916 kelime Sizce bu olanları kim yaptı? Çilen'i bundan sonra neler bekliyor? Evet, hikayeyi nasıl buldunuz? Eksik bulduğunuz veya böyle olmalı diye düşündüğünüz şeyleri söyleyebilirsiniz, eleştiriye ve önerilere açığım. Yeni bölüm en yakın zamanda sizlerle şimdiden keyifli okumalar dileriim.🤎💚
|
0% |