Yeni Üyelik
5.
Bölüm

4. NİLÜFER

@kuklaci

Kapının kulpundaki elimi bastırarak kapıyı açtım, ona aşık bile değildim, burada saçma kıskançlık krizlerine girmeyecektim. Kız beni karşısında görünce şokla ağzı açıldı ve ardından kaşlarını kaldırarak baştan aşağı süzdü, sıska bedenim belimde biten saçlarım ve yüzümdeki yaralar. Yine de o koca ağzını davar gibi açacak bir şey yok değil mi? Dayak yemiş normal bir insan.

"Kim geldi?" Melihin sesiyle arkama döndüm ve ardından geri çekilerek kapıdaki kadını ona gösterdim. Melih oldukça makul bir şekilde kıza ifadesiz yüzüyle baş selamı verdi. "Sen salondaki yorganlarla yatabilirsin Nil, Gel Bade." kaşlarım çatıldı ona döndüm ve itiraz ettim. "Seninle konuşmam gerekiyordu." Bade denilen kız içeri girerken ben Melihe ters bakışlar atıyordum. "Yarın konuşuruz." deyip beni başından savmaya çalıştı.

"Yarın ölmeyeceğimin garantisini verebilir misin?" Bade denilen kız nefesini verirken güldü.

"Acil işim var Nil." dedi Melih, söyleyeceklerimi merak ediyor muydu acaba?

"Senin mesleğin ne ki? CIA ajanı mısın?" Badenin bakışları ikimizin arasında mekik dokurken onu tamamen görmezden geliyordum.

"Hoş geldim dimi ama ben." ben karşılık vermezken Melih onu sıkılgan bir şekilde onaylayarak "Hoş geldin Bade, misafirim Nil, ve hayır Nil ben bilim adamıyım." gözlerim yuvalarından çıkacakmış gibi açılırken hemen koluna yapıştım, "Nasıl yani ne üzerinde deney yapıyorsun ki mesela, iyi şeyler mi yapmaya çalışıyorsun kötü şeyler mi, bilim adamı nasıl oluyor nasıl? Nasıl?" şu an Badenin burada olmasından aşırı rahatsızdım.

"Kıskandı, haddi olmadığı halde." diye acımasız bir açıklama yaptı Melih. Bade denile kız kahkaha atarken yüzümde mimik oynamadı. Aslında kıskanmamıştım. Gerçekten bilim adamı olması ilgimi çekmişti yani. Badeden hoşlanmadığımı bir sır gibi saklayacak değildim.

Ben Nilüfer Erçin.

Bu kelimelerin acısını söke söke almazsam... Şimdi tatlı tatlı konuşmaya devam. Gün gelecek yediği tatlıyı kan olarak kusacak.

"Tam olarak bilim adamı sayılmam, ödülüm yok sen öyle anlarsın diye öyle söyledim, kimya ve fizik üzerinde çalışıyorum anlayacağın kadarıyla, biyolojiyle pek işim yok. Bana verilen araştırmaları yaparken bir yandan da kendi çapımda deneyler falan." sanırım aşık olmuştum...

"Sen nereye kayboldun az önce? Senin kapısını kilitlediğin odaları görebilir miyim lütfen? Yatak odan ve çalışma odana bir girsem, söz rahatsız etmem sadece merak ettim, çok havalı." kafa salladı, "Sonra yatacaksın ama bak." uyarısını onaylayınca hala kolunda olan elimi çekip odalara doğru koştum, onları dışarıda yalnız bırakmak umurumda değildi açıkçası. Rastgele bir odanın kapısı açtığımda nutkum tutulmuştu.

Burası iyi bir ışıklandırması olan aşırı geniş bir odaydı, bir tarafta rahat bir koltuk, onun karşısında kocaman 1 kütüphane vardı, okumaya kalksam bir tanesini bir ömürde bitiremeyeceğim kitaplardan tonlarca vardı, 5 raf kitapla doluydu, en sondaki rafın karşısında neredeyse beş kişilik oldukça konforlu görünen L bir çalışma masası vardı, üzeri oldukça dağınık görünüyordu, açık defter ilgimi çektiğinde sonunda kapıda dikilmekten sıkılıp oraya yürüdüm, Koltuğun kenarındaki mini barı görmediğim için takılıp düştüğümde ayağıma bir şey batmıştı, yerden kalkıp umursamadan masaya yürüdüm, o benim defterimi okumuştu ben niye okuyamayacaktım ki.

Çünkü anlayamazdım... Defter baştan sona dolu dolu matematik ve fizik sembolleri, işlemleriyle kaplıydı, belki de kimya. Aklımın asla almayacağı şeylerden sayfalarca vardı. Aklımı kaybedecektim.

Melihin ve arkasından Badenin odaya girdiğini hissetsem de kafamı kaldırmadım.

"İyi misin?" diye sordu harfleri uzatarak Bade.

Kafa sallamakla yetindim, çalışma koltuğuna otururken masadaki anlamadığım şeyleri inceliyordum. Kafamı kaldırıp Melihe baktım, "Bunca kitabı nasıl okudun? Burada neler yazıyor aklım almıyor nesin sen gerçekten CIA ajanı mı?" Melih eğilip yere devrilen şişeyi yerine koyarken beni cevapladı.

"Demek hayatın senin hayallerinden ibaret olmadığını anlıyorsun." güldüm ve ona hemen cevap verdim. "Hayır, senin zihninin içine giriyorum ve burası asla dışarıdan göründüğü gibi değilmiş, oldukça sıra dışı. Kitaplar okuyorsun ama Fizik çözecek kadar zekisin, kafam karıştı. Söylesene aklını mı yoksa kalbini mi dinlersin? Kitap okuyanlar öyle yapar çünkü. Onların pusulaları kalpleridir." bakışlarımı ona döndürdüğümde bana bakakaldığını gördüm, onu bu kadar şaşırtanın ne olduğunu merak etmiştim, ifadesini hemen toplayı değiştirse de o gözlerindeki şaşkınlık zihnime işlemişti.

Kısık bir sesle, neredeyse sadece dudaklarımı kıpırdatarak "Bir arkadaşım öyle demişti." diye mırıldandım. Badenin sesi ise benimkini yutup yok etmişti.

"Şu çocuğu gönderde işlerimizi halledelim." Bade de benim ona yaptığım gibi beni görmezden gelme kararı almıştı, takmadım.

Hala gözlerime bakan Melihe iyi geceler dileyen bir bakış gönderip ayağa kalktım, kütüphaneye ilerledim ve en kalın kitaplardan birini elime aldım. "Sapasağlam getireceğim, umarım akıcı bir kitaptır." diyerek odadan dışarı yürüdüm, salona geçtiğimde Melih'in benim için yaptığı yatağa baktım, mis gibi kokan yastığa kendimi bıraktım, sırf hava olsun diye aldığım kitabı kenara koyarak tavanı izlemeye başladım, bir süre sonra uykuya doğru çekildim.

Rüyayla gerçeklik arasında hoş bir ıslık sesi duydum, sonra ise tonunu çok etkileyici bulduğum bir sesi duydum, yakınımda bir nefes hissettim. "Aklımı dinlerim tıp dehası, ve kalbimi dinlemeye hiç niyetim yok. O sebepten geldiğin gibi git ve beni alışmışın dışına çıkarma." derin bir nefes aldı ve devam etti. "Uzun süre sonra işten farklı şeyler konuşuyor olmak garip. O eline alıp kapağına bile bakmadığın kitap var ya, Tutunamayanlar, akıcı bir kitap aslında bunu herkes bilir." bir kaç saniye durdu, arkadan hoş ıslık sesi geldi. Rüya mıydı bu? Islık sesiyle dans eden hoş sesinden dökülen kelimeler zihnimde anlam buldu. "Beni bir gün unutacaksan bir gün bırakıp gideceksen boşuna yorma derdi boş yere mağaramdan çıkarma beni alışkanlıklarımı özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna tedirgin etme beni bu sefer geride bir şey bırakmadım tasımı tarağımı topladım geldim neyim var neyim yoksa ortaya döktüm beni bırakırsan sudan çıkmış balığa dönerim bir kere çavuş olduktan sonra bir daha amelelik yapamayan zavallı köylüye dönerim beni uyandırma."

Uykunun kollarına hapsolurken ıslık beni ondan alıp çok uzak diyarlara kimsenin aklına gelmeyen kelebekli mağaralara götürüyordu.

...

Haylaz adımlarla Melih'in odası olduğuna emin olduğum kapının önünde durdum. Ellerimi birbirine batırıp gözlerimi kapatarak içeride olmasını diledim. Bu saatte içeride olmalıydı.

Sabahın yedisinde uyandığımda etraf oldukça sessizdi. Melihin yattığım koltuğun yanındaki masada unuttuğu paketinden bir dal alıp balkonda sigara içmiştim. Ardından şarkı eşliğinde mükemmel bir kahvaltı hazırlamıştım. Tabii dolapta olanlarla idare etmeye çalışarak. Yumurta ve kahvaltılıklar vardı. Yumurtadan nefret ederdim ve onun bol bol yediği ortadaydı.

Yumurtayla birlikte katlanabildiğim tek şeyi yaparak lanet olası diyet ekmeğiyle yumurtalı ekmek yapmıştım. Ayrıca çay bulasıya kadar canım çıkmıştı. tamam zengin olabilirdik, babam yüzünden antin kuntin yemekler yemek zorunda kalmış olabilirdim ama benim kapı gibi babaannem vardı arkamda. Sarmasına kurban olduğum kadın.

Elimdeki telefondan Nil Karaibrahimgil'den 'Sana Kek Yaptım.' parçasını açıp odaya daldım. Çift kişilik yatakta boylu boyunca yatan Melihi görünce kıkırdadım. Şarkıya girmek üzere olduğunu fark edince anlık utançla telefonu kapadım. Şu an nedense her andan daha çekingendim. Yavaş yavaş adımlarla yatağa yaklaşıp yüzünü görmeye çalıştım. Tek kolu yastığın üzerine düşmüş yüz üstü yatıyordu, kaslı kolu çıplaktı belki üzeri de çıplak olabilirdi. "Melih." sesimi kendim bile zor duyuyordum. "Melih hadi kalk!" sessiz bir sitemden farksızdı bu. Çok değişikti ama aşırı sessizliğin arasında ses çıkarmaya çekinen biriydim.

Tekrar adını söylemek için ağzımı aralayacaktım ki bir anda kolumdan çekip yatağa oturmamı sağladı. Eli kolumu bırakmazken ne yapacağımı bilemeyerek öylece kaldım. "Uyanık mısın?" cevap gelmeyince uyanmak istemediğini ve yorgun olduğunu düşündüm. "Şey demek için geldim, kahvaltı hazırladım ben, çay içmezsin diye portakal suyu sıktım. Gelir misin?" sesim ister istemez çok kırılgan çıkıyordu. Naifti.

Babam hep naif biri olmamı değilsem bile öyle davranmamı isterdi. Aslına bakarsan ben çocukken çok kibar ve naiftim. Hatta bir keresinde sınıf arkadaşım paramı çaldığında onu çalarken görmeme rağmen ona bakmamıştım bile, belki ihtiyacı vardır diye düşünmüştüm. Evet belki hırçın bir çocuktum ama kalbim naifti işte. Bunu sevmiyordum, insanlara yansıtmayı. Beni kaba saba düşüncesiz biri olarak bilirlerse kalbimi kıramayacaklarını sanırlardı. Aslında bağırsalar ağlayacak kadar güçsüzdüm.

"Nil, daldın." irkilerek kendime geldiğimde haylazlık maskemi tekrar taktım. Eli hala kolumdaydı, tahmin ettiğim gibi üstü çıplaktı. "Şimdi kalkarım. Aslına bakarsan senin para kazanmana gerek yok böyle sürprizler yapsan yeter bana." göz devirerek nefesimi verdim. "Aynen kölen var karşında ya. Ben severim böyle mutfakta takılmayı ama birincisi; bok gibi besleniyorsun. İkincisi; iş haline gelince sıkılırım. Üçüncüsü; asıl sürprizi sen yapmış gibisin." son söylediğimi söylerken gözlerimi yorganın açıkta bıraktığı kaslarına gezdirdim.

Hızla yorganı üzerine çekerken kahkahamı tutamamıştım. "Çık odamdan sapık kadın." gülmemi bastırmaya çalışarak odadan çıkmak için yatağın etrafında dolandım. Kapıdan çıkmadan önce ona tekrar döndüğümde hala yorganı üzerine çekmiş namusunu korumaya çalışıyordu. "Çabuk gel başlıyorum bak." elimi ona tehditkar bir şekilde sallayarak uyarımı yaptıktan sonra mutfağa geçtim. Aslında başlayacağım falan yoktu ama beklemek istemezdim. Bugün duş alıp eve gitmem gerekiyordu. Eve gidebilmek için Melihten ya borç isteyecek ya da beni götürmesini isteyecektim.

Gerçi daha kabul etmemişti. Bir dakika hayır etmişti. Az önce yemek yapsan yeter demişti yani eve kabul etmişti. Sevinç dansı yaparak zıplarken kapı açılınca yerimde durdum. Bana garip bakışlar atan Melihe bakarak masumca göz kırpıştırdım. Masayı işaret ederek geç der gibi baktım. Masaya geçerken onu süzdüm. Boyu gerçekten uzundu ve üzerine beyaz bir tişört geçirmişti, altında ise siyah bir eşofman vardı.

Çayımı doldurup yerime oturacakken bir şey fark ettim. Yerim doluydu!

"Kalk." masadaki yumurtalı ekmeğe garip bakışlar atan Melih beni duyunca şaşırarak kafasını kaldırdı.

"Ne?" daha ayılamamış bir şekilde kaşları çatıkken benim kaşlarımı daha çatık ve beni daha sinirli görmek onu daha da şaşırtmıştı.

"Kalk dedim sana! Benim yerime oturmuşsun, portakal suyunu da önüne çekmişsin. Güç gösterisi mi yapmaya çalışıyorsun baş köşeye kurularak. Anladık ev senin!" şok içerisinde bir miktar ağzı açılmış bir şekilde beni dinlemişti. Kaşlarını kaldırarak olanları hazmetmeye çalıştı. Uyku sersemi bir şekilde esneyerek kalkarak baş köşenin yanındaki tabağın olduğu yere oturup portakal suyunu bana kanıt niteliğinde göstererek önüne koydu. Esnerken bile yakışıklı olması saçmaydı. Gıdısı yok muydu bu adamın?

İfademi yumuşatmaya çalışarak baş köşeye oturdum. Çayıma İki tatlı kaşığı şeker attım ve karıştırmaya başladım. Melihin eğilip elime baktığını görünce bakışlarımı tekrar ona çevirdim. "Ne var?" kafasını kaldırıp alnını ovuşturdu. "Ben yanlış mı gördüm yoksa sen o şeyden iki kocaman kaşık mı attın?" omuz silkip çayımdan bir yudum aldığımda melih bir anda elime yapıştı "Ver şunu, göz göre göre ölmene izin veremem." şok oldum ve çayımı çekiştirdim. Şekerin sonu kalmıştı ve çay içmeyi çok özlemiştim. "A ne yapıyorsun be! Hem sen sigara içmiyor musun? Sana ne benim şekerimden?" çayın altından tutuyordu eli de mi yanmıyordu? Bardak çok sıcaktı. Çayımı çekiştirdim.

"Dökeceksin Nil!" ne olduysa o anda oldu, ikimizde aynı anda çekiştirince bardak önce onun eline ardından çıplak bacaklarıma döküldü. Tarifi olmayan bir acıya bulandığımda yerimden sıçradım. Çığlık atmamak için zor duruyordum. Etraf bulanıklaşmaya başlamıştı çünkü gözlerim dolmuştu. Bardağın düşüp parçalanma sesini bile sonradan duyarken bacaklarımda bir serinlik hissettim, göz yaşım aktığında Melihin koskoca buzlu sürahiyi bacaklarımdan aşağı boylu boyunca döktüğünü fark ettim. Acı tekrar beni buldu.

Onun eli de yanmıştı ama o an beni düşünmüştü. Bir anlığına tek düşünebildiğim şey bu oldu.

Bir anda sweatimin üzerinden beni kavrayarak cam kırıklıklarının üzerinden atlattı ve salona götürüp koltuğa oturttu. "Özür dilerim, ağlama krem süreceğiz şimdi." gözyaşlarım dökülürken neden ağladığıma emin değildim. Birinin beni düşünmesi miydi beni ağlatan yoksa yanmak mı? Yediğim dayaklardan biliyordum ki pek ağlak biri değildim. Fakat bu çok farklı bir acıydı yeni kaynamış çay çıplak bacaklarıma dökülmüştü. "Senin elin iyi mi?" sonunda konuşabildiğimde Melih yarama rüzgar yaparken bir anda gözleri ellerine kaydı. O anda elindeki yanığı yeni fark ediyormuş gibi oldu, onu incelerken burnumu çekip yaşımı sildim.

Sen benim canımı yakamazmışsın.

"Sorun yok ben iyiyim Melih, bir anda boş bulunup ağladım ama cidden çok yanmıyor sen elinle ilgilen lütfen." üzerim baştan aşağı buz gibi su olmuştu. bir şey demeden yerinden kalktı ve salondan çıktı, kısa süre sonra geri geldiğinde elinde bir ilk yardım kiti vardı. Önümde eğilip çıplak bacaklarıma kutudan çıkardığı kremi sürmeye başladı. "Elin acımıyor mu? Ben hallederim." olumsuz anlamda kafa salladı.

Sonunda naif hareketlerle krem sürmeyi bırakıp kutudan çıkan bir bezi önce sol bağıma sarmaya başladı, yanaklarımda hala kuruyan göz yaşlarının ağırlığı vardı. Eğer şu an acım olmasa bacağıma dokunması hakkında espri yapabilirdim. Aslında yapsam iyi olurdu çünkü kendini suçlu hissediyor gibi geliyordu. Sağ bacağımı da garip dokulu bezle sararken dudaklarımdan güler gibi bir ses çıktı. "Doktorculuk iyiymiş, bende seni iyileştireceğim. Elini saracağım. Hem iki yıl tıp okuyan benim sana noluyor?" kancaları geçirip işine odaklanmış ciddi bakışlarını bana kaldırdı. "Sen bu kafayla oturup yemek yemeye devam edersin." güldüm çünkü cidden yapardım.

Kapağını kapamadığı kremi elime alıp elini avucuma aldım. Burnundan sıkıntılı bir nefes verdi, "Gerek yok hissetmedim bile boşuna sürme onu." kaşlarımı çattım ve kafamı iki yana salladım. Elini çekiştirdim fakat elini geri çekti. "Sarma onu araba kullanacağım bugün." huysuz herif. "Ne arabası?" derken hala elini sarmak konusunda inat ediyordum ama istemiyor gibiydi. Kucağıma bir krem attığında bunun dün bahsettiği yüzüm için olan krem olduğunu anladım. Kremi umursamadan eliyle ilgilenmeye başladım.

"Senin eşyalarını almaya gideceğiz." şokla gözlerim açıldı ve son kancayı da hızla geçirip üzerine atladım, bacaklarım acısa da umursamadım ve aşağıda olduğu için ona kolaylıkla sarıldım. . "Sen var ya kralsın! babasın baba."

Beni ittirmeye çalışarak "İğrenç iltifatlarını al ve kucağımdan in. Kahvaltını yap bana da biraz ayır, önce eşyalarını alıp sonra ev alışverişi yapacağız." Heyecanla boynuna sardığım ellerimi çekerek kalktım ve yanan sargılı bacaklarımla mutfağa hızlı adımlarla yürüdüm. "Baş köşeye geçmeye çalışma sakın camlar orada hep, diğer köşede yap kahvaltını ve mümkünse çay içme." mutfağın kapısında durup geriye cevap yetiştirdim. "Tamam anne. Çay içemem zaten şeker yok." o ise sabah sabah yaşadığımız yanma vakasının temelini hatırlayınca "Siktiğimin şekeri!" diye homurdandı. Camların üzerinden atlayarak baş köşeye oturduktan sonra kurnazca kıkırdadım. Çok mutluydum kabul etmişti resmen. Artık fakir değildim kendi banka hesabımı alacaktım, bursumu alacaktım. Yılardır servet döktüğüm tüm eşyalarımı alacaktım. Daha da önemlisi hayallerimi yanımda Melih varken gerçekleştirecektim.

...

Kapıdan çıkıp mutfağa geçtiğimde yerdeki cam kırıklıkları temizlenmiş, masadakiler daha derli topluydu. Melihi bulamadığım için diğer odalarda dolaşıp sonunda kapıda buldum kendimi. Kapıyı bu defa tıklatarak içeri girdim. Telefonla konuşuyordu.

"Ne partisi?" gözlerim büyüdü ve heyecanla derin bir nefes aldım. Bana bir dakika işareti yapıp karşı tarafı dinledi.

"İşim var benim siz kutlayın." kaşlarımı çatarken hızla yanına yürüyüp kolundan tutup zıpladım. Bu benim mantığımda 'lütfen gidelim!' demekti. Karşı taraftan da büyük bir tepki gelmiş olmalı ki telefonu kulağından uzaklaştırdı.

"Konum at gelirim belki." telefonu kapatıp cebine atarken ben hala kaslı koluna tutunuyordum. Benim için hava hoştu. "Ne partisi? İçki var mı?" hızla bana dönüp kaşlarını çattı. "En son içtiğinde ne olmuştu hatırlıyor musun?" göz kırpıştırdım. Sinirlenmiştim. "Orada olanlar benim suçum muydu Melih? Bunu mu ima etmeye çalışıyorsun?" sesim biraz yükselmişti istemsizce. "Evet senin suçundu Nil. İçtin tamam eyvallah, peki karşına çıkan ilk adamın yanağından öpmeler, bütün gece yanında durup dans etmeler ney?" şok ifadesi içinde ona baktım. Adamın sığ düşüncelerinin suçlusu ben miydim şimdi?

"Ne yani sen sırf seni öptü diye bir kıza böyle mi davranacaksın? Kaldı ki öpmedim!" yaralarımı göstermiştim, diğer şeyleri bilmesine gerek yoktu. "Öptün! Ayrıca demek istediğim bu zaten kimin nasıl olduğunu bilemezsin, böyle tanımadığın herifin ağzının için," sözünü sertçe kestim. "Madem öyle şu an bu evden çıkıp gitmeliyim." gayet makul bir ifadeyle baktı.

"Çık git." bunu öyle bir boş vermişlikle söylemişti ki öylece kalakalmıştım. "Beni kaçırtan abimdi!" diyerek hatırlatma gereği duydum. Kelimeleri söyledikten sonra kapıya koştum. "Eşyaları sonra alırız, parti için hazırlan." sıkıntılı bir nefes verdi. "Dur, şimdi değiştirme üzerini partiye çok var şimdi alışveriş yapacağız."

Kıkırdayarak ona döndüm. "Ayy Melih!"

Dudak büzerek odunsu bir yanıt verdi. "Ha?"

Başımı yana atarak sevecen bir bakış attım. "Bana parti için elbise mi alacaksın?"

Beni taklit etti ve dünyanın en tatlı insanına dönüşerek "Ayy Nil! Aç karnını doyurmak için markete gideceğiz!" dedi neşeli tonlamamı tutturarak.

Dudak büzdüm, "Sen fakir misin? Market alışverişini kendin yapmak nedir?" o vefasız olduğum hakkında homurdanırken odadan çıkıp mutfağa geçtim. Eksikler hakkında fikir sahibi olmak istemiştim ama her şey eksik gibiydi. Protein dışında hiçbir şey yoktu...

...

Marketin önünde arabadan inerken oldukça çekingendim. Sanırım bir tanıdığının marketiydi, kapının 2 metre önünde bekleyen adama yürüyüp el sıkışmıştı. Bana kafasıyla geç işareti yapınca kaşlarımı kaldırıp kafamı 'ne?' der gibi salladım.

"Melihim hiç gelmiyorsun ama darılıyorum?" yaşlı adamın bakışları bana dönüne gülümsedim. "Gelmişsin ve hayırlı bir haberde getirdin sonunda sanki." gülerek cevap verecekken Melihin kalın sesi telaşla aramıza girdi. "Yok Rüstem dayı öyle değil o." sanki evi barkı yanmıştı. Sinirle nefesimi vererek ona seninle kendimi shiplemiştim ama ben bakışı attım. Rüstem dayıya baş selamı verdikten sonra "5 dakikaya gel." diyerek markete yürüdüm. Neden dışarıda duruyorsak çok sıcaktı. Üzerimdeki çiçekli elbise bile sıcaktan korumuyordu. Ayrıca da bu havalar gerçekten neydi. Bazen çok soğuk oluyordu bazense yanıyordum. Arayı asla tutturamamıştık ve artık kışa girmemiz gerekiyordu cidden.

Markete girdiğimde bedenime çarpan soğuk hava dalgası ile rahatladım. Hemen peşimden Melihte girerken sinirli görünüyordu, daha çok 3 yaşındaki bir bebeğin siniri gibiydi. Asla ilk günkü gibi uzak ve soğuk değildi. "Niye adamın yanında öyle emir vererek konuşuyorsun." göz devirdim. "Anca göz devir zaten, al ne alacaksan da gidelim." burnundan nefes verirken çok tatlıydı.

Bak çocuk, ay ne çocuğu? Bak adam. Sen benim olmalısın!

"Melih sen kaç yaşındasın?" bilim adamı dediğine göre tahminimden büyüktü.

"26, annemin laboratuvar'ında çalışıyorum." gözlerim yuvalarından çıkabilirdi. O kadar elit dersler almamış gibi kaba bir şekilde "Yuh çüş oha!!! 4 yaş nedir ya kabul etmiyorum." diye serzenişte bulundum. Beni çekelerken "Sanki aramızda bir ilişki varmış gibi?" diye mırıldandı. Olacak koçum, o da olacak.

Köşeden aldığı market arabasının içine otururken bana bakmamaya çalışıyordu. Muhtemelen hayatında hiç bu kadar rezil olmamıştı. Kalçamı demire yaslayıp ayaklarımı yukarı diktim. Altıma şort giydiğimden ve markette bizden başka kimse olmadığından oldukça rahattım.

"Kıçım acıdı!"

"Sus Nil." arabayı sürmeye başladı.

"Bak nalları diktim." hevesli bir şekilde havadaki ayaklarımı salladım. O sırada çikolata reyonunu geçtiğini fark ederek tüm şirinliğimi bir kenara bırakıp çirkefliğime sığındım. "Kaptan ehliyeti Rüstem dayıdan mı aldın geri sarsana." kafamı ters bir şekilde kaldırıp arkamdaki ona bakarken kafasını eğip "Ha?" dedi. O da pek kibar sayılmazdı.

"En önemli yeri atladın, bana çikolata almazsan seni yerim. Zaten o esmer tenin," sona doğru sesim biraz ateşli çıkmıştı. "Zaten bu esmer tenim?" diye tehditkar bir bakış attı üstte, yukarı bakmaktan boynum ağrımıştı. "Çikolataya benzediğinden sıkıntı olmaz işte." adam aslında esmer sayılmazdı bile, bir İzmirli ne kadar beyaz olabilirse o kadar beyazdı işte. Kafamı indirerek geri gitmesi için işaret yaptım. Arabayı geri çekerek reyonun yanına geldi. İlk elime gelen Vişneli Browniden en az 10 tane alırken sonrasında onu takip eden Hindistan cevizli hoşbeşti, Kruvasan da unutmamıştım, bir sürü abur cuburdan sonra arabadan inip temel ihtiyaçları almıştım, o ise pek memnun gibi değildi. Bol bol süt alırken bana yardım etse de buruşturarak "Doğal süt alıyorum ben." demişti bense "İçemem ben onu." diyerek cevabını geciktirmemiştim. Ketçap ve mayonez alırken öyle memnuniyetsizdi ki. Makarnalara ses etmezken cocopoks aldığımı görünce bayılacak gibiydi. Ananaslı yeşil çaya yine "Ben doğalını yaparım, ıhlamur bile yaparım." demişti ve sadece "Sevmem." cevabını almıştı. Süt burgerlerime artık laf etmezken hayatında ilk kez duyduğu galeta unundan ona tatlı yapacağımı öğrenince biraz mutlu olmuştu. Ta ki aldığım enerji içeceklerini ve diğer asitli ürünleri göresiye kadar.

Sebze meyve ürünlerini alırken ona yardım ediyordum, yeşil elma aldığını görünce yerimde zıplayıp alkışladım. Babamdan kaçak yediklerim dışında hiç bu kadar abur cubur almamıştım o yüzden mutlu hissediyordum. Kırmızı elmaya uzandığını görünce yüzüm buruştu. "Iyy evsiz misin? Kırmızı elma nedir ya?" kaşlarını çatarak bana döndü ve kasayla birlikte bütün kırmızı elmayı aldı. Sanırım kendince intikam alıyordu.

İki araba ve bir kasa ile ödeme yapmaya giderken ilk defa kendimde utanma hissetmek istedim. Yok ar damarım çatlaktı benim. Para havadan geliyor sanıyordum. Utanmam yoktu.

...

Eve geçtiğimizde Melih işim var deyip çıkmıştı. Bende marketten aldığımız ürünleri dolaplara yerleştirip hazırlanmaya geçmiştim. Üzerimdeki elbise çok gündelikti. Yani elimde sadece bir elbise vardı ve oda çantama atabildiğim oldukça sade beyaz bir yaz elbisesiydi. Etek belden bollaşarak kalçama kadar iniyordu. Üst kısmı ise korse modeli gibi belime tam oturuyordu, kollarımı tamamen saran elbise omuzlarımdan sadece ince bir iple tutuluyordu. Normalde boynumdan pek çıkarmadığım küçük taşlı inci kolyemi ve küpelerimi mahvolan siyah elbisemle uymadığı için çıkarmıştım. Çantamdan çıkarıp incilerimi de taktıktan sonra beyaz eyelienerli hoş bir makyaj yaptım.

Şimdi fark ediyordum. Sanırsam o an heyecandan anlamamıştım ama benim botlarımı ayağımdan almışlardı. Belki azıcık soluduğum etherden dolayı bilincim bir ara kapanmıştır. Hayır ben dik ağaçlık alandan inerken ayağımdaydılar. Tanrım! Ayakkabım yoktu cidden. Telefon numarası olmadığı için Melih'e de yazamazdım. Dolaptan bir süt burger aldım, kocaman çantamda yanıma almayı akıl edebildiğim maşa ile şekillendirdiğim saçlarımı geri attım. Sabah üzerime çay döktüğüm sandalyeye oturup ayaklarımı sallayarak yemeye başladım. Bacaklarım yanmıyordu ama o bandajlar çok çirkin görünüyordu. Eteğimin kapatabildiği kadar yukarı çekmiştim ondan.

Kapı açıldığında kalkıp koşarak koridora gittim. Melih eve girmişti. Bıkmış görünüyordu. Daha çok benim yanımda olduğu gibi değil daha resmiydi yüz ifadesi.

"Ya senin numaran bende niye yok arayamıyorum? Melih çok büyük bir sorunumuz var. Ayakkabımı da kaybettim. Ne giyeceğim ben?" kafamı yana yatırıp dudak büzerek sorduğum soruya yanıt vermek için ağzını açıp bana dönünce bir anda yüz ifadesi değişti. Beni baştan aşağı süzerken ifadesi dumura uğramış gibiydi. Gözlerimi kırpıştırdığımda gözleri gözlerime tırmandı.

"Bir şey mi sıktın?" sanırım kokum ona ulaşmıştı.

"Yok sayılmaz, duş aldım bandajlarıma dikkat ederek, Dalinle yıkanıyorum ben. Normalde saçları sertleştirir ama uzun vadede yumuşacık yapıyor. Yanımda mini şampuanı vardı. Aslında normalde benim papatya kokmak için yaptığım bir koku rutini olurda onun sadece yanımda kremi var, birde saç spreyi." yanıma yürüdü ve ardından eteğimi tutup kaldırdığında şok ile geri adım atarak dolaba sırtımı yasladım.

"Ay ne yapıyorsun, namusum!" diye söylenerek eteğimi çekiştirdim. Bandajıma bakmak için yaptığını biliyordum ama işi şakaya vurarak bu konunun hiç açılmadan kapanmasını istiyordum.

"Bandajına bakacağım ahmak kız. Sonra aptal deyince kızıyorsun." kaşlarımı çattım. " Sen bu zekayla uzun yaşamazsın." ifademi düzeltip başımı yan yatırdım ve tatlı bir şekilde gülümsedim. "Ama sen yaşatırsın beni, korursun dimi?" gözleri bir anda gloss sürdüğüm dudaklarıma kaydı fakat bu mili saniyelik bir andı. Tekrar gözleriyle buluşan gözleri ona kitlenmiş bir şekilde baktığımı fark ederek gözlerini kaçırırcasına boynuma odaklandı ama daha fena olmuş gibi hemen gözlerini gözlerime tekrar sabitledi.

Elini kafasına atarak kafası karışmış gibi bir ifadeye büründü. "Yaşatırım, korurum tabii." sesi o kadar anlamsız çıkıyordu ki. Ne dediğini bile sonradan anladı. Ben 32 diş sırıtarak onu izlerken bakışlarını arkadaki bir noktaya sabitleyerek "Bu kokuyu bir daha sürme." dedi ve ardına bakmadan gitti.

Koku sürülmezdi zaten?

Ellerimi dudaklarıma bastırarak kıkırdadım ve yerimde zıpladım. Ardından alacağım çantadaki eşyalarımı kontrol ederek Melih'in dolabında çaldığım beyaz ceketi üzerime geçirerek kapısının önüne oturup beklemeye başladım. Uzun bir süre beklerken kafamda eve gidince kavuşacağım mükemmel eşyalarımı ve yapacağım kombinleri kurguluyordum. Kapı açıldığında adımı hava da kaldı çünkü kapının dibinde olan beni ezmek istemezdi. Yaptığım saçmalıklara alışmış olmalı ki ayağına tutunup kalkmak isteyen bana benim tarzımda bir cevap verdi.

Kafama garip bir cisimle vurduğunda kafamı kaldırıp ona baktım. Siyahlara bürünmüştü ve bu ona çok yakışıyordu. Siyah deri ceketinin içine ince bir boğazlı kazak ve altına da hoş gözüken siyah bir pantolon. Asıl nefes kesici olan ise dağınık saçlarıydı.

Elinde beyaz bir ayakkabı vardı. Yere beyaz bir çorap ve ayakkabı attığında ayağını bırakıp yere oturdum ve iç içe geçmiş çorapları çözdüm. Bacağımın yarısını kaplayan ve topuğu bileğime gelen çorapları geçirip ardından tam ayağıma göre olan ayakkabılara baktım. "Kimin bunlar?" yeni gibi görünüyorlardı. "Az önce aldım." kapının pervazına yaslanmış beni izliyordu. "Ne göz varmış be kardeşim. Almışken bari bir çorap da alaydın. Çok büyük." girerken elinde poşet mi vardı? Fark etmemiştim.

"Bir kere de teşekkür ederim desen mesela?" diye homurdandı kafasıyla giy işareti yaparken. Ayakkabımı ayağıma geçirirken omuz silktim "Hayatım ben tüm bu yaptıklarını teşekkürünü, sana güzel tatlılar yaparak, hayatına neşe katarak, yaptığım kombinlerin muhteşemliği ile gözlerini şenlendirerek vereceğim zaten sana. Çok ısrar edersen bir öpücük bile olabilir." göz kırparken bağcıklarımı bağlıyordum.

"Her yerini açtın." dedi sadece...

"Bakma!" diye bağırdım.

"Bakmadım zaten Nil!" diye çıkıştı.

                                                                                            ...

Arabada giderken o tekrar durgunlaşmıştı ben ise tüm neşemle şarkı arıyordum. Birden aklıma Bir Küçük Eylül Meselesi gelince dudak büzerek 'Kanatlarım Var Ruhumda' şarkısı açtım.

Sırıtarak ona bakıp şarkıya mırıldanarak eşlik etmeye başladım. Ama farkında bile değildi. Filme de ağlamamıştı zaten. Robot muydu bu?

Lalalala ben de böyleydim
Lalalala hep de böyleydim
Şarkıya eşlik ederken gözlerimiz kesişti ve dudağının kenarında küçük bir kıvrım oluştu.;
Karanlıkta yanabilirim
Boşlukta durabilirim
Düşmem ben, kanatlarım var ruhumda

Geldiğim gibi gidebilirim
Aşktan vazgeçebilirim
Zincir yok ki benim boynumda

Şarkıyla birlikte bağırmam daha çok gülmesine neden olurken, onu güldürebilmek çok mutlu hissettiriyordu. Coşkum artmaya devam ederken şarkının sözlerinin ne kadar kırıcı olduğu aklıma geldiğinde tekrar nakarata gelmiştik fakat ben artık kollarımı önümde bağlamış kafamı aşağı eğmiş bir şekilde somurtarak oturuyordum.

Melih radyonun sesini kısarak kolumu dürttü. "Pişt noldu deli, kanatların mı koptu?" omuz silktim. Şarkı kısık sesiyle sona ererken hala bana meraklı bir şekilde baktığını fark ederek ona döndüm. "O kız, o kadar bağımsız ve düşüncesiz olmasaydı Tek belki kendini sevebilirdi." gözlerimim dolmaması için uzağa odaklanırken kısık radyoda Spotify reklamı vardı.

"En çok da buna üzüldüm Melih işte. Tek yaşıyordu. Ondan önce bir hayatı vardı. Sahil kasabasında, karikatürleriyle, harika eviyle, reçelleri ve hatta yaptığı garip biblolalarla. Belki sevmeyi bilen bir kadınla karşılaşsa her şey farklı olurdu. O kadın Tek'i alt üst etti." kafasını iki yana sallayarak nefesini verdi.

"Sen bir daha film izleme Nil. Hem sen dememiş miydin? Tek yaşıyordu diye. Tek yaşadı işte. Yaşadım demek için yapılacaklar listesi olan birine göre fazla ileriye dönük bakıyorsun." bilmemişti. Ama ona cevap vermiştim.

Kendini sevmeyen bir insan yaşamaz nefes alır demiştim.

"Aa Müslüm Gürses." Radyonun sesini fullerken bir yandan da şarkının trajikomikliği gözüme çarpmıştı. Nilüfer. Mükemmel demekti. Ben mükemmel değildim. Hatalarımı seviyordum.

Telefondan bir playlist oluşturarak Melihle dinlediğimiz her şeyi kaydetmek adına bıraktım.

Aynı değiliz ikimiz de
Zaaflarına bir gece
Hatalarına bir nilüfer
Sevgisizliğine bir kalp verdim

Şarkıyı bu sefer başka bir boyutta bağıra çağıra söylerken Melihte sanki bana eşlik eder gibi arabayı hızlandırıp yavaşlatıyor, kendince oyunlar oynuyordu. Bu beni sadece eğlendiriyordu. İkinci nakaratı da bağırarak söylerken Müslüm Gürses'in yanık sesi beni normalde ağlatabilirdi ama şu an ona bilmediği adımı söylüyor olmak neşelenmeme neden oluyordu. Araba yavaşlarken şarkının söz kısmı bitmiş ve ritim kısmı başlamıştı.

O arabayı taşlık alana park ederken ben etrafı süzüyordum. Bar gibi bir yer beklemiştim ama burası açık alan gibiydi. İleride yanan konteynırları görebiliyordum. Hoş bir açık alan partisiydi sanırım. Arabanın istop etmesiyle kapımı açıp kendimi aşağı bıraktım. Rüzgarın hoş esintisi vücudumda gezinirken çok neşeli hissettim.

Rüzgar özgürlüktü.

Melihin kafa işareti ile onun tarafındaki merdivenlere yürüdüm. Kapıdan çıkar çıkmaz buranın mutfak olduğunu fark ettim ama hiç bir çalışan yoktu ve çok hoş bir dekorasyonu vardı. Diğer taraftaki merdivenlerden inerken bir konteynırın etrafında yaklaşık 20 kişinin ayrı yerlere dağılmış ellerindeki içecekleri yudumlayarak kendilerince eğlendiklerini gördüm.

Platin saçlı kız kollarını kaldırıp Melihe doğru sevinçli bir çığlık attığında herkesin bakışları önden yürüyen ona döndü ve her kes bir anda coşkulu bir şekilde onu tebrik eder gibi bağırmaya, tezahürat yapmaya ve alkışlamaya başladı.

Peşinden yürürken o çoktan arkadaşlarının yanına varmıştı ve mütevazi tavırlarla susmalarını söylüyordu. Yanına varıp gülümseyerek etrafa baktım ama kimse varlığımı fark etmedi. Önemli bir gün olduğunu düşünerek bunu önemsemedim ve bakışlarımı yanıma çevirdim.

İnsanları dış görünüşleriyle yargılamaktan nefret ederdim. Ama kombinlerine bakıp giyip giymeyeceğimi hesaplamayı severdim. Siyah saçlı bir kızı kesmeye başladığımda lila rengi vücuda tam oturan harika elbisesi ve topuklu botlarıyla harika görünüyordu. Fakat bu renk beni çok açardı.

Diğer tarafa döndüğümde adını unuttuğum platin saçlı kızla Melihin çok yakın bir pozisyonda diğer arkadaşlarıyla sohbet ettiklerini gördüm. Dikkatimi çeken ilk şey kızın üzerindeki beyaz elbisenin bittiği yerde çok hoş bir papatya dövmesinin olmasıydı. Aslında hayır dikkatimi çeken ilk şey herkes bir grup halinde sohbet ederken benim ilk adım attığım yerde öylece kalakalmış olmamdı.

O an hayatımın kısa bir filmi tekrar gizlerimin önünden geçti. Anasınıfında, ilkokulda, lisede. Ortaokul başlı başına kabustu zaten. Her yerde yapayalnızdım. Bunu hep özgür ve kendim olamama bağlamıştım. Şimdi görüyordum ki aslında sorun başlı başına bendim.

Kendine gel aptal, sen Nil değilsin. Nilüfersin. Sen çabalarsın ve istediğini alırsın.

Düşen yüz ifademi toparlamak için gözlerimi odakladığım dövmeden çekerek bakışlarımı Melihten uzağa başka bir tarafa yönlendirdim. Kafamı çevirdiğimde başını yana yatırmış dudağını büzerek beni ilginç bir cisimmişim gibi izleyen birini gördüm orada.

"Oha bu bücürü kim aldı buraya?" kısa boylu bir kadının bağırarak kurduğu saygısız cümle ile utançla kafamı eğdim.

"Hanımefendi yerinizde olsam büyük laflar etmek için boyuma güvenmezdim." artık tüm herkesin dikkati bizim üzerimizdeyken benim bakışlarım sadece ondaydı. Beni memnuniyetle izleyen o adamda. Saçları Melihin aksine geriye doğru yatırılmıştı ve burnu daha biçimsizdi ama bu farklılığı ona çok hoş bir hava katıyordu. Giyimi en az Melih kadar siyahken boyu da bir o kadar uzundu.

"Yanılıyorsun, ben kısa değilim." kadın baya sarhoştu. "Ama sen çok küçüksün, liseyi bitirdin mi seni velet. Burada kocaman kocaman adamlarla kesişiyorsun." gözlerimi üzerinden ayırmadım.

"Sanırım fazla kaçırmışsınız, neyse ki iradem hep yerindedir ve kendimi bu gibi durumlara düşürmem. Kesişmek demişken, sadece beyefendinin daha ne kadar uzaktan izlemekle yetineceğini merak etmiştim?" babama ilk defa teşekkür ediyordum, ondan nefret etsem de evet zorla ve vura vura da olsa nasıl asil olacağımız, saygımı asla bozmayacağımı öğretmişti.

Keşke sevgiyi de ondan öğrenseydim, o zaman böyle hayal kırıklıkları yaşamazdım.

Herkesten bir 'o' sesi çıkarken, genç adam yanındaki masadan iki şarap kadehi kapıp yanıma hızlı adımlarla gelmişti. 'O' neydi ya? Çocuk musunuz?

Hala başladığım yerdeydim, ilk adımımı attığım yerde. Ama artık yalnız değildim. Ve bakışlarımı bir kere dahi ona çevirmemiştim.

Elindeki şarap kadehini nazikçe alırken hoş bir tebessümle teşekkür ettim. "Aslında biraz daha sabırlı olsan buraya gelmeme imkanım yoktu." kadehi elimde dairesel hareketlerle salladıktan sonra sırıtarak cevap verdim. "Hoş hanımlar o kadar uzun bekletilmemelidir." ciddi bakışlarımla karşılaşınca bozuntuya vermemeye çalıştı ve kafa salladı.

Bu haline samimi bir gülüş atarak şarap kadehimi eline tutuşturdum. "Ceketimi çıkaracaktım ve kadehimi yakışıklı bir beyefendinin tutmasına ihtiyacım vardı." sanki kadehi az önce o vermemiş gibi davranarak ceketimi çıkardım. "Beni yanına çağırmak çok akıllıca olmuş o zaman. Gel şuradaki masaya geçelim." daha ıssız kalan yüksek bar masalarından birini işaret ettiğinde onu onayladım ve kadehimi alarak ceketimle birlikte koluma asıp o yöne onunla uyumlu adımlarla yürüdüm.

Bazı insanlar uyumlu adımlarla yürü bazıları da önden öküz gibi giderdi işte.

Kadehlerimizi masaya koyduktan sonra karşı karşıya geçtik. Gözlerindeki ışıltıyla bana baktığında aynı ışıltıyla karşılık verdim. "Tıp 3. sınıf öğrencisiyim, aslında kalmışta olabilirim bakmadım ama üçüncü senem yani. Adım Nil. Lütfen bütün gece eski sevgilinden bahsetme. Fobim var." sessiz ama melodi gibi çıkan bir kahkaha ile masanın üzerinden üstüme eğildi.

"Böyle bir güzelliğe eski sevgilisinden bahseden aptal kimdi acaba çok merak ettim." derin bir nefes aldı. "Fırat Beyatlı. Ben senin aksine mezunum ve yazılımla yakından ilgileniyorum." kaşlarımı kaldırarak hızla geri indirdim. Bunun mili saniyelik olmuş olması gerekirdi kaşlarım havadayken güzel göründüğümü sanmıyordum. "Neden derslerinle ilgilenmiyormuşsun bakalım?" mızmızlanarak dudak büzdüm. "Ders mi konuşacağız, eski sevgili bile daha iyi!" hoş melodi yine kulaklarımda yankılandı.

Fırat bir anda kafasını diğer taraf çevirdiğini gördüm, diğer insanların toplandığı yer bakıyordu. Gerilmiş gibiydi, Melihin bize attığı delici bakışlara karşılık kısa bir el selamı verip gülümsedim ve ardından elimi Fıratın elinin koluna koydum. Tam o sırada bir kız "Fırat sizde gelin. Oyun oynayacağız." diye seslenince Fırat nazik hareketlerle elimden ceketimi aldı ve kendi bardağını alarak kafa işaretiyle yaparak beni de çağırdı.

Kadehimi alıp peşinden yürüdüm. 4 yuvarlak bar masasını birleştirip herkesin sığabileceği bir çember oluşturmuşlardı. Masadaki yerimizi aldığımızda kadehimden bir yudum alıp masaya koydum.

"Kız senin adın ne?" bana yöneltilen samimi soruya yüzümden silmediğim tatlı gülümsememle cevap verdim. "Nil." herkesten tekrar bir 'o' sesi yankılanırken kendimi ilkokulda gibi hissediyordum artık.

"Fırat ve Nil he! Evlenmeniz gereken konular var." bakışlarım mili saniyelik bir sürede ona kaydığında sinirden kızardığını gördüm ve bu kanımın alevlenmesine neden oldu.

"Çocuğun adı da Dicle olur artık." tekrar bir 'o' sesi çıkarken ben neşeli bir kahkaha atmıştım.

Melih de seni evden atacak gibi duruyor.

"Kız hızlı çıktı Fırat götü kolla." masalardan birine sertçe bırakılan kadehle yerimden sıçradım ve sahibine döndüm. "Kesin artık ne oynayacaksanız başlayın." kafamı yana yatırıp yalandan bir hüzünle dudak büzdüm, tam gözleri gözlerimin üzerindeyken.

Dudaklarımı kımıldatarak tek bir şey söyledim. 'Kıskandı, haddine değilken.'

Tepkisine bakmadan kafamı çevirdim ve Fırat'a lavabonun nerede olduğunu sordum. Çantam arabada kalmıştı. Masalardan bir hayli uzaktaki lavaboya yürürken delici bakışları sırtımda hissediyordum, ıssız ve rüzgarlı hava da birde bu karanlıkta bu tuvalet hiç iyi değildi. Bir anda birinin eli koluma dolandığında korkuyla sıçradım.

Karanlığın içinde gördüğüm kafasına kapüşon geçirmiş Okan ise korkumun bin katına çıkmasına neden oldu.

Babamdan nefret ediyordum bana zarafeti ve bir yerin nasıl en gözde insanı olacağımı öğretmişti ama kendimi nasıl koruyacağımı asla bilmemiştim.

Korkumun ağlamaya dönüşmesine neden olan şeyse Okan'ın gözünün altındaki bara giriş bileti olan dövmesinin yerinde kocaman bir yanık olması ve tek gözünü kaybetmiş olmasıydı.

.........................................................................................

BÖLÜM SONU

WUHHHUUUUUUUUUUUUUUUU. Gece saat 3...

Ayy bölümler git gide uzuyor. Aslında daha çoook uzatırdım da kısa bir kitap olacağı için olaylar arası mesafe uzasın istemiyorum. sonra kitap iki bölümmüş gibi geliyor insana.

 

Bu bölüm Nilüfer biraz kırıcı davrandı. Ama Melih onu unutunca birden o görmezden gelindiği günlere geri döndü işte anlayın...

 

 

Kusurlarım varsa affola.

İG: KUKLACİNİNKAYBİ15

Loading...
0%