Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17 - Günahsız Ruh

@kumsallardagezen12

『Gece ve gündüz ikilemi arasında olan ipliksi düşüncelerimi derliyorum. 』

 

 

Sert fırtınalar çığlıklarımı uzaklara savuruyordu ve onları sis bulvarına hapsediyordu. Ben ise sadece bir seyirci gibi izliyor haldeydim. Bir filmi izler gibi kendi acılarımı izliyor uzaktan uzaktan bir şey yapmadan sadece hissediyordum.

 

Sustuk çoğu şeylere. Ya da susturulduk. Kan kustuk. Açık yararlarla hayatımıza devam ettik ama hiçbir zaman bundan sızlanmadık. Ya da sızlanacağımız kişiler etrafımızda yoktu. Bu da bir cevaptı. Acı çektik her an içerisinde. Kalabalık içerisinde sessiz sedasız bir yerde... Birileri görmüş olabilirdi acı çekerken bizi ama görmezden gelmiş de olabilirdi .

Görmüş olanlarda sustu hiç görmemiş gibi yaptı . Kaçtı kaçmayı tercih etti.

 

Derin bir acıya bariz bir şekilde itildik. Kuyuya düşer gibi düştük ve o kuyudan bir insan yardımı olmadan çıkamadık. Çıkamayarak hapis kaldık. Ve yaşantımız o kuyunun dibindeki olan yaşantı oldu. Yeni evren eski evreni bir taşı sektirir gibi sektirdi. Eski evren olduğu yerden bir çelme takılmış bir şekilde düşürüldü.

 

Elim Zümrüdü anka kuşunun burnuna uzanmış bir şekilde asılı duruyorken duyduğum sesle anında Zümrüdü anka kuşu olduğu yerden yani üzerimden uçup gitti. Ve gözden kayboldu. Zümrüdü anka kuşunun korkup kaçmasına sebep olan kişiye gözlerimi diktim.

 

"Dokunma bence.."

 

Ahrar hoca biraz uzağımda duran ağacın biraz gerisinde durmuş ve benim olduğum tarafa bakıyordu.

 

"Sizin yüzünüzden Zümrüdü anka kuşu korkup kaçtı." diye azarlayan bir ses tonuyla konuştum. O ise omzunu biraz önce ağaca yaslamış ve benim yerde olan bedenime boş bakışlarla bakıyordu.

 

"Yerde uzamaya devam edecek misin hala?" diye söyledi sorumu es geçerek. Bu adam gerçek miydi? Sorduğum soruya cevap vermiyor üstüne üstlük birde beyefendi yerde uzanmamı sorguluyordu.

Sinirimi yatıştırmaya çalışa çalışa ellerim yardımıyla yerden doğrulup ayaklarımın üzerinde durdum.

 

" Oldu mu? Kalktım ayağa... Şimdi neden kuşu kaçırdınız?" dedim cevap vermesini beklerken.

 

"O sandığın gibi Zümrüdü anka kuşu değil. O bir yanılsama. Böyle böyle kendine av buluyor. Gerçek türü zingola. Yani insan yiyen bir kuş. Böyle şekil değiştirir ve avını kandırıp onu avlar. Onu kaçırdım çünkü eğer onun burnuna dokunsaydın muhtemelen parmağını ısırıp seni salgıladığı zehirle uyuşturacaktı. Bu da onun avlanmasını kolaylaştıran kolay yönetmi. "dediği anda şaşırdığım için gözlerim irice açıldı. Ben de saf saf hayvanı sevecektim meğerse hayvan beni akşam yemeği olarak görüyormuş.

 

" İki oldu... "dedim mırıldanarak.

 

" İki oldu derken? "diye sordu Ahrar hoca.

 

" Dün ve bugün iki kere beni zor bir andan kurtardınız. Teşekkür ederim. "dedim az önce söylediğim sözü açıklamaya çalışırken. Sözlerim bittiği anda sadece teşekkür etmene gerek yok dercesine başını salladı.

 

Biraz ilerde hala olduğu yerde duran ata bakışlarım çevrildi. Nereye baktığımı merak edip bakışlarını Ahrar hoca baktığım yere çevirdi. Nereye baktığımı görünce olduğu yerde hareketlendi.

 

"Artık kuleye dönme vakti. " dedi ve anında ortadan kayboldu. Bir adım geriye gidip gözlerimle onu aradım. Anında yok olmuştu. Vay be ilk defa onu büyü yaparken görmüştüm. Tam olarak büyü yapmış olduğunu görmesem de ortadan bu büyü sayesinde yok olmuştu.

 

Eh bende burada fazla durmamam gerektiği net bir şekilde öğrendiğime göre daha fazla burada durmanın bir faydası yok. Anında harekete geçip ata doğru ilerledim. Atıma binip kuleye doğru ilerledim.

 

Kuleye geldiğim gibi direk bizimkilerin yanına gitmiştim. Onlar çoktan kahvaltı masasına oturmuş bir haldeydiler.

 

Ben de yerime geçip kahvaltı etmeye başladım. Yanımda duran Kiran anında bana hitaben konuştu.

 

"Bir anda yok oldun? Aradık ama bulamadık da seni? Nereye kayboldun sen?" dedi meraklı bir ifadeyle.

 

"Bir şey gördüm onu görünce oraya doğru ilerledim. Ondan ayrıldım. Ama gördüğün gibi iyiyim." dedim. Ama Ahrar hoca gelmese halim ne oldurdu bilmiyorum ve bilmekte istemezdim. Bana böyle bir yardımının dokunacağını düşünmezdim.

 

Düşüncelerimin çığlıkları içerisinde yemeğimi yemeye devam ettim. Ara sıra gözlerim Ahrar hocayı buluyordu. Ama onun bakışları önünde duran yemeğindeydi.

 

Şimdi bu adam bana neden yardım etmişti? Bir insani görev olarak mı? Yoksa bir çıkarı olduğu için mi? Çünkü benden nefret ettiğini biliyorum ve ölsem umurunda olmazdım. Neden bu yardımı yapmak istemişti ki?

 

Dönüp gitme olasılığı vardı ve ben onu görmemiştim de. Bir sıkıntı olmazdı onun için.

 

Ama... O benim orada olduğumu nereden biliyordu? Bir rastlantı sonucu mu oradaydı yoksa o kuşun orada olma sebebi başından beri Ahrar hoca mıydı? Sahte bir kurtarma operasyonu yapmış mıydı yoksa bu bir tesadüf müydü?

 

Öğrenmek istiyordum.. Hemde hemen.

 

Yemekten sonra yolculuk için hazırlıklara başladık. Sonunda erkenden hazırlıklar bitince ben ve Victoria portaldan kuleye dönmüştük. Tarsis kralı ise Kiran 'la beraber direk krallıklarına dönmüştü. Ahrar hoca ve Serra biraz daha İki Kule krallığında kalacaktı.

 

Kuleye geldiğimizde kulenin bahçesinde hiç hoşlanmayacağımız bir manzarayla karşılaşmıştık.

Biraz ilerimizde olan çardakta oturanlar arasında hala varlığıyla bizi rahatsız eden bir varlık vardı.

 

Çardakta oturanlar ;Turul Bey, Süreyya hanım ve General Rian....

 

Victoria onları görüp anında bana dönüp konuştu.

 

"Bak bence bizi hala fark etmediler direk portaldan gidelim yoksa bu General bizi açık edecek demedi deme." diyince anında haklı olduğunu bildiğim için önerdiği fikri yerine tam getirmek üzereyken anında Turul Bey bizim olduğumuz tarafa bakınca bizi fark etmişti. Kaçmak için son çare de tükenince el mecbur çardağa doğru istemeye istemeye ilerledik.

 

Biz çardağa doğru yürürken Süreyya hanım ve General da bizi fark etmişti sonradan.

 

Çardağa varınca direk General Rian 'dan uzak olacağım bir yere geçip oturdum. Ama nafile adamın bakışları bir dakika bile benim üzerimden ayrılmıyordu ki.

 

"Erken dönmüşsünüz kızlar?" diye sorunca Süreyya hanım anında başımı ona doğru çevirdim . Ama sorusuna cevap veren Victoria olmuştu.

 

"Evet, Kiran 'da ayrılınca bizde orada daha fazla kalmak istemedik. Zaten ben kalmayı düşünmüyordum Emira ve Kiran gelmeseydi." dedi Victoria.

 

"Kiran' ın da gittiğini bilmiyordum." diye konuşunca Süreyya hanım anında cevap verdim.

 

"Ben önerdim. Biraz değişiklik ona iyi gelecekti. O da kabul etti." dedim sakin bir sesle.

 

"Bildiğim kadarıyla Hermes 'te oradaydı." dedi Turul Bey. Ama sözlerinde bu öneriden Tarsis kralının da haberi olup olmadığını öğrenmekti.

 

"Evet oradaydı ve oğluyla beraber döndüler krallıklarına." dedim düz bir sesle.

 

"Bu bir sorun teşkil etmedi mi?" diye sorunca hayır dercesine başımı salladım.

 

"Tarsis kralı artık bazı şeyleri büyütmeyi geride bıraktı. Keşke bunu bazı kimseler de yapabilse." diye imada bulundum. Tabi anında bu imada olan kişinin kendisi olduğunu anladı ama anlamamazlıktan geldi. Ah işine gelince nasıl da susmayı biliyordu. Ah kurnaz tilki...

 

" Bırkalım bu konuları... "dedi Süreyya hanım ortamdaki soğukluğu kesip atmak için. Tabi babasından zerre hoşlanmadığımı biliyordu ve aramızda bir köprü kurmaya çalışsada o köprü sallantıdaydı. Ya o köprüden ben yere düşecektim ya da o. İkimizden biri fena yere çakılacaktı. Ama kim?

 

"Bugün bir yemek verilecek bir krallıkta oraya gideceğiz sende gelmek ister misin Emira?"diyince gitmek istesem de Süreyya hanımın teklifini kabul etmeyecektim . Çünkü o yemek davetine kesinlikle General Rian 'da gidecekti ve ben bunu bildiğim halde gider miydim oraya? Tabii ki de hayır...

 

" Ah maalesef biraz halsizlik var üzerimde onun için bugün biraz dinlenmek istiyorum odamda. Yemeğe gelemeyeceğim kusura bakmayın." diye gelemeyeceğimi belirttim. Süreyya hanım anlayışla beni karşıladı ama General Rian anında bozulmuş bir suratla etrafa bakmaya başladı. Tabi beyefendi hoşlanmadı verdiğim yanıttan. Oraya gelmemi istiyordu ama maalesef yeterince onunla aynı ortamda bulunuyordum daha fazlasını bünyem kaldırmazdı.

 

Verdiğim yanıttan sonra dinlenmek için odama gitmem gerektiğini söylemiş ve onların yanlarından ayrılmıştım.

 

Onlar yemeğe gidince bende bu sakin sessiz huzurlu kulede zaman geçirirdim. Ne Turul bey olacaktı. Ne General ne Serra ne de sevgili Ahrar hoca.

 

Eh ben de bu huzurlu günü sonuna kadar iyi bir şekilde değerlendirmem lazımdı.

 

Victoria ile kuleye geçiş yaptıktan sonra akşam bir eğlence olsun diye bir plan yapmıştık. Akşam onların gideceği krallığın yakınlarında bir orman vardı ve bu ormanda bir gariplik olduğu söylenmekteydi. Bizde bu garipliği bulmak istemiştik Victoria 'yla.

 

Olunduğum masada oturmuş karşımda duran kişilere bakıyordum. Eee bu yere tedbirsiz ve iki kişi gitmeyecektik. Ne kadar kalabalık o kadar iyi.

 

Karşımda duran kişilere ben ve Victoria planı anlattıktan sonra bir cevap vermelerini bekliyorduk.

 

"Eee ne diyorsunuz? Geliyor musunuz? Yoksa cevabınız hayır mı?" diye merakla sordum. Kararsız bir şekilde masanın etrafında olanlar birbirlerine bakıp duruyordu.

 

Eee hadi ya? Alt tarafı bir sırrı çözmeye gidecektik. Ne büyüttüler.

 

"Karar verme süresi biraz sizce de uzamadı mı?" diye yakındı Victoria. Yanımda durmuş karşımızda duranlara teker teker bakıyor ve bakışlarında o evet kararını görmek istercesine dikkatle onlara bakıyordu.

 

"Evet mi? Hayır mı?" dedim ve masaya eğilip iki elimi masaya bırakıp onlara gözlerimi kısıp bakmaya başladım.

Masanın etrafında olan Dennis... Nehar... Enfal... Kavi ve Dehri...

 

Hala sukunet içerisinde sessiz bir şekilde düşünüyordular.

 

"Hadi!" diye masaya iki elimle vurup bana bakmalarını sağladım. Neyin kararsızlığını yaşıyordu bunlar. Ölüme gitmiyoruz ya! "Beyler biraz daha sessiz kalırsanız korktuğunuzu düşünmeye başlayacağım haberiniz olsun." dedim bıkkınlıkla. Anında bu sözümden sonra masadakiler çekincelerini dile getirdi.

 

"Emira suskunluğumuz korktuğumuz için değil. Neyin içerisinde olacağımızı bilmiyoruz ve orası bahsedilen söylentileden bile daha tehlikeli bunun farkında mısın?" diye açıklama gereği yaptı Dehri.

 

"Evet farkındayım da sende söyledin az önce söylenti gerçek olup olmadığı belli değil. Yani oraya gidince bunu anlayacağız ve açığa kavuşacak her şey." dedim yani bunda ne var dercesine. Benim bu tutumumu gözlerini devirerek karşılık verdi Dennis.

 

"Dennis sanrım sende Dehri 'yle aynı fikirde olmalısın?"diye sorguladım anında.

 

" Sadece buna ne gerek var diye düşünüyorum? Yani oraya girmemizin ne gibi bir sebebi var?"diye bana göre anlamsız bir soru sorunca anımda oflayarak gözlerimi devirdim.

 

" Amaç farklılık olsun ve biraz farklı bir gün yaşayalım. Görende sanacak normal insanlarsınız. Hepimizin güçleri var. Belki de orada tehlikeli bir şey var. Onu bulup o yerde bulunanlar için güzel bir şey yapacağız. Huzura kavuşacaklar." dedim yeter artık bir karar verin dercesine.

 

Karşımda bulunan 5 erkek de birbirine bakıp ortak bir karar alma toplantısı yapıyordu bakışlarıyla.

 

" Tamam sizler gelmiyorsunuz anlaşıldı bizde Victoria 'yla beraber gideriz siz de bu sıkıcı kulede sıkılmaya kaldığınız yerden devam edin anlaşıldı mı?" diye kızgınlıkla konuştum.

 

Benim bu atarımla anında yükselişe geçtiler. Ve ters köşe yapıp kabul etmelerini sağladım.

 

" Tamam geliyoruz. "diye ağız birliğiyle konuştular. Yüz ifadelerinde olan isteksizliği görmezden geliyordum. Oraya gidince bu isteksizlikleri kesinlikle ortadan kalkacaktı.

 

Ah ne güzel planımız da devreye girdiğine göre sorun yok şimdilik.

 

" Evet şimdi hazırsanız Emira iki portal açacak ve anında Simala Ormanına portaldan geçiş yapacağız. "diye konuştu ve son kez karşımızda duran erkeklerden onay almayı bekledi. Hala kararsız bir halde olan ama el mecbur gelmek zorunda olan Varisler ve Dennis kafalarını salladı ve geleceklerini beyan etti.

 

Bakalım Simala Ormanında nelerle karşılacağız? Yaşayıp görecektik.

 

Açtığım portaldan direk karanlık sislerle çevrili bir ormana gelmiştik. İki portal açarak ben ve Victoria ilk portaldan diğerleri ise ikinci açmış olduğum portaldan ormana geçiş yapmıştı.

 

Etrafımız zifiri karanlıktı. Dehri anında gücü vasıtasıyla bir ateş topu yakmış ve bu ateş topları etrafımızda uçuşarak önümüzü görmemizi sağlıyordu. Tam yedi ateş topu vardı. Her bir ateş topu bir kişinin yanında onunla beraber ilerliyordu. Adımlarımız sakin ve tereddüt içerisindeydi. Çünkü etrafımız sessiz ve ürkütücü duruyordu.

"Dağılalım ikili gruplara. Ben tek başıma ilerleyeceğim sizler de ikişerli bir grup halinde ormanda ilerleyin ve bu ormanda olan tuhaflığı bulmaya bakın." dediğimde Victoria anında itiraz etti.

 

"Hayır seni tek göndermem anladın mı?" dedi bu söylediklerimi kabul etmez bir surat ifadesiyle. Ateş topu tam omzunun biraz yakınında olduğu için yüzü rahat bir şekilde seçiliyordu.

 

"Endişe etme hiçbir şey olmayacak." diye onu yatıştırmak istedim.

İstemeye istemeye kabullendi. Ondan sonra anında hepimiz bir yerlere dağıldık. Omzumun biraz gerisinde duran ve bana bu yolculukta eşlik eden ateş topuyla beraber bu zifiri karanlık Simala Ormanında ilerliyor ve bir şey bulmaya çalışıyordum.

Bakışlarım bazen yerlerde bazen yanından geçtiğim ağaçlarda bazen ise uzaklardaydı.

 

Ne kadar ilerlediğimi artık bilemeyecek kadar uzaklaşmıştım. İlk geldiğimiz alandan. Bulunduğumuz orman çok geniş bir ormandı. İlerliyor ilerliyor ama hala ne ormanın sonuna ulaşmıştım ne de herhangi bir şeye.

 

Tam adım atacağım anda karşımda bir şeyin hareket etme sesini duydum. Dikkatim anında o gelen sese çevrildi.

 

Şu an bulunduğum ormanın etrafında sarmaşıklar bir ayrı alan çizmiş gibiydi. Ormanın bir yanı sanki burasının ondan ayrı olduğunu belli edercesine bir sınır çizmişti bu sarmaşıklarla. Şu an tam sarmaşık alanının sınır çizgisi dışında duruyordum.

 

Bir adım atmama ramak kala anında ardımda bizimkilerin varlığı belirdi.

Direk sırtımı onlara döndüm. Hepsi olduğum yere doğru geliyordu. Victoria yanıma geldiği anda direk başkalarını bana çevirmeden konuştu.

 

"Ormanın her yeri gezildi görüldü. Kimseler yok ormanda ama bu sarmaşıklarla çevrili alan ormanın içerisinde başka bir yer gibi duruyor. Ve epeyce geniş ve tuhaf.

Çünkü bu sarmaşıklarla çevrili alanda toprak yok..."

 

"Nasıl toprak yok?"diye anlamayarak sordum.

 

" Şöyle şu an toprak sınırı en az olan bölge şu karşımızda olan sarmaşıklarla çevrili arazi. "diye açıklama yaptı soruma karşılık olarak.

 

" Yani tehlike şu karşımızda olan arazide bulunuyor diyorsun? O zaman içeriye girme zamanı. "dediğimde arkamdakiler emin misin dercesine bakmaya başladılar.

 

Ama bakışlarımdaki bu kararlılıkla onlar somurta somurta araziye girmeye ses etmediler.

 

Araziye ilk ben girdim çünkü kolyem vasıtasıyla bir tehlike olup olmadığını anlamak için kolyenin var olan gücünden yaralandım. Ama ne tuhaftır ki hiçbir şey hissetmedim. Ya buradaki tehlike bir şey tarafından gizlenmişti ya da tehlikeli bir güç veya başka bir şey yoktu.

 

Alana giriş yaptıktan sonra ardımda olanlar da sonra sarmaşıklarla çevrili alana giriş yaptı. Yanı başımızda olan ateş topları ise bizle beraber ilerliyordu.

 

Dehri yaptığı ateş topunun ışığının yeterli olmadığını anlayınca biraz gerimizde duran ateş topları anında bizden uzaklaştı ve biraz ileride bir bütün olarak bir araya gelip devasa bir ateş topu oluşturuldu. Dehri tüm gücüyle bu ateş topunu büyüttü büyüttü ve ardından kocaman hale gelen ateş topu yükseldi yükseldi...

Yükselen ateş topu epey yukarıda bir yerde konumlandı.

 

Ve bu güçlenen ve büyüyen ateş topu ile tüm sarmaşıklarla çevrili alan net bir şekilde görüldü.

 

Gördüklerim gerçek olamazdı.

Milyonlarca insan vardı karşımda. Ama bu normal bir insan değildi. Bu insanlar daha çok bitkiyi andırıyordu. Evet yanlış duymadınız bunlara bitki insan diyebiliriz çünkü saçları, kirpikleri, bitkiden oluşuyordu. Bu bitki insanları yeşil renkte iri bedenlere sahipti. Şu an hareketsiz haldeydiler.

 

Sanki uyuyor gibiydiler. Ya da bir heykelde olabilirler.

Ayrıyeten bu bitki insanların ayakları yoktu bellerinden itibaren bir çiçek sapı gibiydi vücutlarının alt bölgesi. Ve hepsinin alt bölümü bir bitki gibi toprağa bağlıydı. Sanki çiçekler gibi onlarda köklerinden besleniyor gibiydi. Bir heykel gibi hareketsizdiler. Ve hepsi bir asker gibi sıraya dizilmiş ve daire oluşturacak şekilde dizilmiştiler.

 

Etrafında dizildikleri şey ise bir devasa çiçekti. Sanki bu çiçek onların bir tanrıçası konumundaydı.

Peki bunlar neyden beslenme sağlıyordu? Su mu yoksa başka bir şey mi?

 

Ortamdaki sessizliği bozan Enfal oldu.

 

"Umarım bunlar canlı değildir ve hareket etmiyordur."dediğinde bunu herkesin içinden eminim hareket etmiyordur diyerek kendini avuttuğunu duymasam bile hissedebiliyordum.

 

" Yakından bakmak lazım dediğin şey için. "diye bir cevap verdim. Anında kimsede ses gelmedi. Hadi ama ilk adımı hep benden bekliyordular.

Derin bir nefes alıp bitki görünümlü insanlara doğru ilerledim. Yanlarından geçtikçe sanki etrafımı bir koku sarmalıyordu ve bu koku inansını rahatsız eden bir kokuydu. Daha fazla bu kokuyu soğumayacağımı anlayınca elimle burnumu kapatıp öyle ilerlemeye devam ettim.

 

"Bu kokuda neyin nesi?" diye sordu verdi Victoria.

 

"Çürümüş bir şey kokusu. " diye yanıt verdi Kavi tiksinir bir sesle.

 

"Çürümüş insan kokusu bu." diye düzeltti Nehar.

 

Anında adım atmayı herkes bıraktı.

 

"Ne insan mı? Sakın bana burada insanlarla beslendiğini söyleme bu insan görünümlü bitkilerin!"diye anında dert yandı Victoria.

 

Aslında tahmin etmiştim çünkü bu koku çok yoğun olduğu için anında bir beden çürümesi aklıma geldi insan ve hayvan mı olup olmadığı konusunda biraz kararsızdım ama Nehar söyleyince anında netleşti her şey.

 

" İnsan kanıyla mı besleniyorlar o zaman? Peki sizce bunlar nasıl insanları avlıyor?"diyecek olduğum anda birden bire bir hareketlilik oldu. Ve bitkilerin yerde olan gövde kısımları hareket etmeye başladı. Yavaşça yerden çıkan bir kök bizim olduğumuz tarafa ilerlemeye başladı. Gözlerini yavaşça açmaya başladılar. Bakışlarım onların gözlerini buldu. Göz yuvaları yoktu.

 

Ve görerek değilde hissederek ilerliyordular. Evet yanlış duymadınız bildiğiniz toprakta var olan hareketlenmeye bağlı olarak duygularıyla hareket eden bir varlıkla karşı karşıyaydık. Ve bu bitkiler bizden uzundular. Normal insan boyutunda değildiler. Onlara bakarken boynumu yukarıya kaldırarak bakıyordum. Boyları 3 metreye yakındı resmen.

 

Anında geri geri gitmeye başlamışken birden bir bedene çarptım.

 

"Kaçın!" diye yüksek sesle bağırdım.

 

Anında herkes bir tarafa koşmaya başladı. Ateş topu sayesinde önümüzü rahatça görebiliyorduk.

 

Ama bizim kaçtığımız tarafta bulunanlarda hareket etmeye başlamıştı. Hepsinin kökleri yer altından yer üstüne çıkıyordu.

 

Lanet olsun bunların akşam yemeği olalım diye buraya gelemedim ben! Buraya aslında hiç gelmemeliydim! Kendimi öldürmek istiyorum! Hemde şu an şu sırada!

 

Nereye kaçmaya kalksam anında karşımda duran her insan bitkilerin kökleri yer altından çıkıp bana doğru yaklaşıp beni yakalamaya çalışıyordu. Zor bela her kökten kaçabiliyordum.

 

Neredeyse etrafımda daire oluşturacak şekilde bir çıkış yolu armaya kalkıyor tam bulacağım esnada ise köklerle karşılaşıyordum.

 

Bakışlarım diğerlerini buldu. Onlarda benden farklı değildiler. Geri geri gitmemi sağlayan etken bitkilerin olduğu yerlerden hatektelenip bizim olduğumuz tarafa doğru gelmesiydi. Sırtım bir şeye çarptığı anda geriye korkak döndüm. Çarptığım kişi Kavi'ydi.

 

Diğerleri de benim gibi geri geri geliyordu. Çünkü şu an bitkiler bizi kuşatıyordu. 7'mizde sırt sırta vermiş bir şekilde bize yaklaşmakta olan bitkilere bakıyorduk. Etrafımız onlar tarafından çevrilmiş haldeydi. Hadi ama bir çıkış yolu olmalıydı!

 

"Akşam yemeği olacağız bunlara." korka korka söyledi bunları Kavi. Sesindeki o gerginlik, çaresizlik bariz ortadaydı. Yüz kasları kasılmış ve olduğu yerde endişeli bakışlarıyla karşısında duran varlıklara bakıyordu. Herhangi bir harekete karşılık tetikte bekliyordu.

 

"Emira hatırlat kuleye dönmeyi eğer başarırsak seni ellerimle boğacağım! Bizi buraya sürükleyen sendin çünkü." diye bağırarak konuştu Victoria.

 

"Dönmeyi başarırsak dediklerini yapabilirsin." diye karşılık verdim. Ve aralarından bir insan bitkisi bir adım öne çıktı. Biz hareketsiz kalınca onlarda hareket etmeyi bırakmıştı.

 

Duyuları olmazsa bunlar hiçti. Ama hareket etmedikçe nasıl buradan kurtulacaktım ki?

 

Acaba sese karşı duyarlılıkları ne seviyedeydi? Yüksek ses bizim çıkardığımız sesi bastırabilirdi. Bu sayede rahatça bu ortamdan çıkabilir ve açtığım portaldan buradan sorunsuz bir şekilde ayrılabilirdik .

 

Ama nasıl bir ses onların dikkatini oraya çevirebilirdi.

 

Tam aklıma gelen şeyi yapacağım an karşımda duran bitki insanı konuştu.

 

"Aranızda ruhumuzu besleyecek günahsız bir ruh arıyorum. Güçlü enerjileriniz bizim bulmamızı engelliyor." dedi ve yavaşça bize doğru eğildi ardından yerde olan kökleri bize doğru uzandı anında kökleri bedenlerimizi yakalayıp bizi ele geçirdi.

 

Çığlıklarımız ormanda yankılandı. Kökleri yedimizi yakaladığı gibi yukarıya kaldırıp bizi yukarıda sallandırıp durdu.

 

"Sizi küçük yaratıklar hemen cevap verin! Kim Kutsal Ruh Tanrıçamızı sefil günahsız ruhuyla besleyecek? Hemen söyleyin yoksa hepiniz kurban edileceksiniz!" diye bağırarak konuştu. Kökleri bizi baş aşağı tuttuğu için şimdide beynime kan gitmemeye başlamıştı. Baş aşağı tutulduğumuz için onu tersten görüyordum ve yakından, uzaktan fark etmez çok ürkütücü duruyordu.

 

Hala sessiz kaldığımız için sabrı tükenmiş olmalı ki bizleri sağa sola sallayıp yere doğru sertçe itti. Anında hepimiz yere doğru tabiri caizse çakıldık. Son gücünü kullanmış olmalıydı. Çünkü araba çarpsa bu kadar ağrı hissetmezdim. Fırlattığı gibi bir bitki insanın sert gövdesine çarpıp yere düştüm direk.

 

Ah bu kadar acımak zorunda mıydı? Belim çok kötü acıyordu fırlatılmamın ardından. Düştüğüm yerden zorlukla kalkmaya çalıştım. Düzeltiyorum çalışmaya çalıştım desem daha doğru olur. Yerimden bir santim bile hareket edemedim. Lanet olsun canım çok kötü yanıyordu. Ah o bitkiye ne yapacağımı çok iyi biliyorum ben ama biraz zamana ihtiyacım var çünkü kıpırdayamaz hale geldim.

Olduğum yerde bizimkilere bakmaya başladım.

 

Onlarında benden bir farkı yoktu. Bedenlerine almış oldukları o sert darbe yüzünden oldukları yerde kıpırdayamaz hale gelmiştiler. Bizi fırlatan bitki insanı olduğu yerde sinirli bir şekilde ona cevap vermemizi bekliyordu.

 

Peki sessiz ama yıldırıcı oyun vakti.

Anında bizimkilerin zihnine bir giriş yaptım. Onlara aklımda olan planı anlattım.

 

Dediklerimi harfi harfine yapacaklarını söylediler.

 

"Siz küçük yaratıklar neden hala bana cevap vermiyorsunuz? Susmanız sizin yararınıza değil." Evet haklısınız yararımıza değil. Konuşmak ise sizin yararınıza olmayacak.

 

"Ah biliyor musun benden hiç günahsız bir ruh arama ben başlı başına bir günahım. Günah ruhuma kazınmış." diyen Victoria açılışı yapan ilk kişi olmuştu. Olduğu yerde yere sabitlediği eli sayesinde zor da ayağa kalkmayı başarmıştı.

 

Ondan sonra ben direk devreye girdim.

 

" Günahsız mı? Günah kelimesi benle çağrıştırılan bir kelime. Kan her zaman arzuladığım şeydir?" diyerek oyuna dahil oldum.

 

Bitki insanı söylemlerimiz ardından sessiz kalmış ve söylediklerimizi düşünüyordu. O düşüne dursun ben ona güzel bir son hazırlayacağım.

 

Plan basit. Şaşırt...böl...parçala... dağıt...yok et...ama en önemlisi eğlenmeyi unutma...

 

"Günahsız bir ruh öylemi. Ah ruhumda değil ellerimin arasında günahsız ruhların kanı var o olur mu?" diye dalgaya aldı Dehri. Ve bakışlarını bize çevirdi. "Ha taze ruh diyorsan şimdi karşında olan birini öldürsem geçmiş günahlarını saymazsak o günahsız bir ruh oluyor sonuçta kurban oluyor. Ve her kurban masumdur. Bu bir yasa haline gelmeli. Sen ne diyorsun bu olaya Kavi? "diyerek pası Kavi 'ye attı.

 

" Ah bencede öldürme işlemini ilk sende mi başlatsak? Sen dedin ya her kurban masumdur. Geçmiş günahların silinir bu sayede. "diyip kahkaha attı.

 

" Hayır günahlar siliniyorsa ilk kurban olabilirim ben. "diye bir teklifte bulundu Nehar.

 

Dennis aramızdaki bu konuşmaya son noktayı koydu.

" Bence herkesi ben öldürsem tüm günahlarım silinir sonuçta size bir iyilik yapıyorum böylece bende tüm günahlarımın silinmesini sağlamış olarak kendime en büyük iyiliği yapmış olurum. Ama bu beni günahsız yapar mı? Pek bilmiyorum. Sen ne diyorsun Enfal?" dedi ve başını yana eğip bakışlarını Enfal 'a çevirdi.

 

" Günahsız mı? Hadi ama dostum buradaki en büyük günahkarlar bizleriz. Ardımızda bıraktığımız ruhları düşünüyorum da amma da ruhun ölümüne sebep olmuşuz. Şimdi burada en günahkar kim derseniz bir ayrım yapamam inanın ki? Hepimiz birbirimizi geride bırakmayız. " diyerek karşımızda olan insan benzeri bitki türünü çileden çıkardı.

 

" Peki o zaman günahsızı bulamadık günahkar olmuyor mu? "diyerek olduğum yerden hareket edip bitki insanına doğru ilerledim. Olduğu yerde hareketsiz bir şekilde ona iletlememi bekledi. Ve bir adım daha atacağım an kökleri yerden süratla kalkıp bize doğru yöneldi ve bizi olduğumuz yerden metrelerce uzağa doğru savurdu. Saniyede olduğumuz yerden ayrılmış ve sert bir şekilde yere çakılmıştık.

 

"Sizi sefil varlıklar böyle aptalca bir planla bizi atlatabileceğinizi mi düşünüyorsunuz? Ya bana kendi isteğinizle o günahsız ruhu verirsiniz ya da ben hepinizi öldürüp öyle o günahsız ruhu bulmuş olurum. Benim için bir kayıp olmaz ama siz büyük bir kayıp yaşamış olursunuz. "diyerek son noktayı koydu çok bilmiş bitki. Ben şimdi o köklerini kurutmaz mıyım? Lime lime keseceğim o kökleri. Geldiğim hale bak ya?

 

Ah bu ikinci darbe ilkinden bile daha sertti. Kırılmadık kemiğim kalmadı. Vicdansız bitki ne olacak. Öldürmekten beter hale getirdi beni.

 

Olduğum yerden kalkmayı bırakın hareket dahi edemedim. Geçici felçlik geçirmiyorsam bende ben değildim.

Ağlamak istiyorum. Yüksek sesle bağırmak istiyorum. E bendi ne durduruyor ki? Bakalım bu sefer de çok bilmiş bitki bu duruma ne diyecek.

 

Anında olduğum yerden ben bile bilmediğim bir güçle kalktım ve atabildiğim en yüksek sesle çığlık atmaya başladım. Bundan önce ise bizimkileri uyarmış tedbir almalarını söylemiştim.

 

Çığlığımın desibeli o kadar yüksek olmalıydı ki bitkiler olduğu yerde anında çığlığımla beraber sertçe uzağa savrulmuştu. Bunu görünce daha yüksek sesle bağırmaya devam ettim. Bu çığlığım bir acının yankısıydı. İçten gelen acıyı açığa kavuşturmak isteyen bir nidaydı.

 

Kanatan. Can yakan. Ruhu ızdıraba sürükleyen bir çığlıktı göğsümden dışarı çıkan. Göğüs kafesi parmakları kırıldı sesler kaçırarak dışarı çıktı.

 

Çığlığım tüm ormanı ele geçirdi. Olduğum yerden metrelerce yukarı doğru yükseldim.

Yükseldim yükseldim... Ve bir noktada durdum. Çığlığım kurtarıcım çığlığım dayanağım oldu. Saklı kalmış tüm çığlıklar tüm acılar açığa heyecanlı bir kaçış yaşadı.

 

Ve sonunda sustum diğer sustuğum şeylere sustuğum gibi.

 

Çığlığımın etkisi büyük olmuştu. Ve bu etki insan bitkilerini epey bir uzaklığa savurmuştu. Bilinçleri açıktı. Benim çığlığım kesilince anında oldukları yerde harekete geçtiler. Onlar bize yaklaşana kadar aklımda olan fikri devreye soktum.

 

Dehri 'nin oluşturduğu ateş topunu şu tanrıça ilan ettikleri ağaca doğru savurdum. Yaptığım şeyi anlayan bitkiler yüksek çığlıkla beraber ateş topuna doğru ilerliyordular. Zaman kaybetmeden direk bir portal açtım ve anında olduğum yerden açtığım portola doğru ilerledim.

 

"Portala koşun hadi !" diye yüksek sesle konuştum. Biz tam portala yaklaştığımız esnada bir bitki kökleri ile bizi sertçe portaldan uzkalaştırmaya çalışırken ateş topu ağaca çarptı ve büyük bir yangın başlattı bunun etkisiyle de bitki savrulduğu için bizi hızla portala doğru fırlattı. Hızla portaldan direk içeri girip ormandan ayrıldık.

 

Portaldan savrulup bir alana düştük ama birbirimize yakın olduğumuz için birbirlerimizin üzerine düştük.

 

"Ah kalk üzerimden derhal!"

 

"Canım acıyor kalk üzerimden."

 

"Lanet bedenini hemen üzerimden çek!"

 

"Kim üzerimdeyse çabuk kalksın kırılan sırtım ağrıyor onun yüzünden."

 

"Üzerimde olan iki beden direk çekilsin zaten yeterince darbe aldım yeni bir acı dalgası istemiyorum.."

 

Konuşmaları havada uçuştu.

 

"Ah Victoria kalk üstümden zaten iki kere sertçe yere fırlatıldım. Aldığım darbeyi hatırlatıyorsun bana." diye ağlamaklı bir sesle konuştum ve ellerimle Victoria 'nın bedenin üzerinmden kalkmasını sağladım.

Sağ tarafıma devrilen Victoria inleyecek konuştu.

 

" Acıdı. Atmak zorunda mıydın? "dedi sesindeki acıyla.

 

" Atmasam kalkacak mıydın? Cevap veriyorum hayır! O zaman bunu yapmak zorundaydım. Hem konuşturma beni konuşmak bile canımın yanmasını sağlıyor. Ah o bitkiyi bir ellerime geçirecek olursam var ya ölümlerden ölüm beğensin! "dedim acı çeke çeke.

 

" Zaten öldürdün gibi. En son onların kutsal ağacına ateş topunu fırlattın hatırlatırım. "diyince anında aklıma geldi son olaylar darbe ve çığlık biraz son anki yaşananları unutturmuştu geçici süreliğine.

 

" Ah şimdi hatırladım. Ama hak etmediğini söyleyemem. Bize yaptıklarını unutacak değilim. Bedenimde morluk haritası çıkarttı. Her yerim ağrıyor sızlıyor. Şuradan şuraya gidecek halim yok." dedim ve nerede olduğumuzu anlamaya çalıştım.

 

Bir odadaydık. Ama bu oda....Bu kapı.. Lanet olsun gele gele bu odaya mı geldik. Şu an toplantı odasında bulunuyorduk.

 

Ben olduğumuz vahimi sorgularken yanımdakiler hala konuşmakla meşguldu.

 

" Ama Emira hala çığlığın kulağımda çınlıyor. Birde önlem aldık. Almasak ne halde olurduk kim bilir?" diye dert yanmakla meşgul olan Victoria sessiz kalmamı sorguladığı için hemen bana doğru döndü.

 

Konuşmasına fırsat vermeden ayağa kalktım.

 

Hızlı kalkmamdan dolayı sırtım ve karnım feci ağırmıştı.

 

Benim kalkmam onların dikkatini çektiği için direk ayağa bana nazaran daha yavaş ve temkinli bir şekilde kalktılar. Ama karşılarında olan kişileri görünce hepsi dut yemiş bülbüle döndü.

 

Umarım konuştuğumuz şeylerden bir şey anlamamışlardır.

 

Susmuş ve birbirimize bakarak olayı nasıl toparlayacağımızı düşünür hale gelmiştik. Kendi ayağımıza kedimiz sıkmıştık. Yanı başımda olan Victoria anında dişlerinin arasından tıslarcasına konuştu. Konuşmamız sessiz ama etkili bir konuşmaydı. Sadece biz duyabiliyorduk konuştuklarımızı.

 

"Aça aça portalı buraya mı açtın? Direk öldürseydin bundan daha iyi olurdu. Şimdi kesin büyük bir ceza alacağız seni aptal!" diye bir engerek yılanı misali düşüncelerinin zehrini akıttı.

 

"Aptal mı? Hakaret sayarım bunu. Hem ben o anın vermiş olduğu adrenalinle birde portalın nerede sonlanacağını mı hesap etmeliydim. Şükret kurtulduğuna." diyerek haklı bir savunma yaptım.

 

"Şükret mi? Hah senin başının altından çıkan bir olay için sana teşekkür etmemi bekliyorsan çok beklersin. Şimdi hesap verirken de böyle olayların güzel tarafından bakabilecek misin çok merak ediyorum?"dedi ve topu bana bıraktı. Diğerleri de dut yemiş bülbül rollerine devam etti.

 

Karşımızda olanlar ise hala suskunluğumuzun sona ermesini bekliyordu. Ama bilmiyorlardı ki onlar konuşmadan ben konuşmayı düşünmüyorum.

 

Artık dayanamayan Süreyya hanım anında hesap soran rolüne girmişti.

 

"Evet sizi dinliyorum? Bu portal ile nereden geçiş yaptınız ve neden dayak yiyen kişiler gibi acı çeken surat ifadesi içerisindesiniz?" diye anında hesap soran moda geçince Süreyya hanım anında sorusuna cevap vermedik. Şuan masanın sağ tadında oturmuş bir halde bizden cevap bekleyen Süreyya hanımdan bakışlarımı çektim ve diğer masada bulunanlara çevirdim. Rauf bey, Loya hanım, Turul bey...

 

Ve saygı değer baş belası biricik öğretmenim Ahrar hoca... O ne ara dönmüştü ki? Neyse konumuz bu değil!

 

Bir şey mi kaçırmıştım bu saatte ne toplantısı. Hadi herkesi anladım da Ahrar hoca burada ne arıyordu.

 

"Emira!" dediği anda Süreyya hanım anında bakışlarım onu buldu. Dinliyorum dercesine kaşlarını çatmış ve sağ elinin parmakları masada sessiz ama sabırsız bir ritim tutmuştu. Ah Süreyya hanımı ikinci kez bu denli sinirli görüyordum.

 

"Gerçekleri mi istersiniz yoksa duymak isteyeceğiniz şeyi mi söylememi?" diye dolaylı yola saptım. Sapabildiğim kadar.

Ama saptığım yol çok tehlikeli bir yoldu. Dönüş biraz acı dolu olabilirdi. Ama bu ne kadar umurumdaydı işte orası muamma!

 

"Gerçekler kızacağım büyüklükte bir şey mi?" diye bıkkın bir ses tonuyla sordu. Evet dercesine başımı salladım.

Sağ eli ritim tutmayı bıraktı.

 

"Ne oldu ve ne gibi bir belaya düşüp oradan sağ ama yaralı bir şekilde kurtuldunuz?" dedi ve tüm gerçeği öğrenmek istediğini belli etti.

 

Yanımdakilere baktım. Elden bir şey gelmiyor anlat her şeyi tüm çıplaklığıyla der gibi bakınca bana bende dayanamayıp bülbül gibi ötmeye başladım.

 

" Ah aslında her şey benim başımın altından çıktı. Simala ormanına gittik." diye cümleme başladığım da Süreyya hanım direk oturduğu yerden kalkıp şaşkınlık içerisinde konuştu.

 

"Ne işiniz var orada? Orada olan tehlikeden haberiniz var mı?" diye azarlarken bizi, biz de evet var dercesine başımızı salladık. "Size inanmıyorum ya oraya nasıl gidersiniz?" diye hayıflandığı anda Süreyya hanım devreye Loya hanım girdi. O arda Süreyya hanım tekrar yerine geçip oturdu.

 

"Peki oraya neden gittiniz Emira?" diye sorunca Loya hanım biraz sessiz kaldım ama cevapsız bırakamayacağım için sorusunu yanıtladım.

 

"Orada olan şu bahsedilen şeyi merak ettim ve gitmek istedim." diye mırıldanarak konuştum. Ben sözlerimi söylerken o susarak karşıladı cevabımı.

 

"Yani bu her şey bir merak uğuruna mıydı?" diye aksi bir sesle konuştu Turul bey. Sözlerine sessiz kalarak cevap verdim. Çünkü merak bunu başlatan etmendi . Ne meraklarla neler yaptığımı bir bilseler! Bu yaptığım onların yanında karınca kadar küçük kalırdı. O da suskunluğumu evet olarak kabul ettiği için başka bir şey demedi.

 

"Peki ne gördünüz orada?"der demez Süreyya hanım Victoria anında benden önce davranıp insan bitki türü olan varlıkları a' dan z' ye kadar olan tüm özelliklerini eksiksiz olarak söyledi.

 

Sonra olaylara girmeden sözünü tamamladı.

 

Ah evet yiyorsa olayları da anlatsın ama olur mu onu anlatmak bana borç!

"Yani pek bir şey olmadı itişip kakıştık ardından da bir onlar savunmaya geçti bir de biz." diyince özetin özetini hatta özet bile olmayan bir cümleyle günü anlatmaya çalıştım.

 

"Detay istiyorum Emira detay !"diye emredince Süreyya hanım mecbur anlatmaya başladım.

 

" Aslında ormana giriş yaptık ilk ama bir sıkıntı yoktu. Daha sonra bir sarmaşıklarla çevrili alanı gördük ve oraya gittik. "dedim ve kısa bir nefeslendim. Gitmez görmez olaydık!

 

" İçeri girdik ve bir devasa çiçeğin etrafında birden fazla hatta sayamayacak kadar insan bitki karışımı olan varlıklarla karşılaştık. İlk başta hareketsizdiler. Bizde bundan cesaret alıp direk alana giriş yaptık. Ve sonra onların canlı ve hareket ettiklerini gördük. "dedim sesli bir nefes verip.

 

" Ve bu bitki insan karışımı varlıklar besleniyor günahsız bir ruhla. Tabi bizden günahsız bir ruhu onlara vermemizi istediler. Tabi kimse kimseyi feda edecek değildi o an orada. Ve kısa bir yanıtıma oyunu oynadık ve çileden çıktılar. İşte kökleri ile bizi olduğumuz yerden metrelerce uzağa savurdular. Ve daha fazla sabredemeyeceklerini günahsız ruhu onlara vermemizi istediler. Sonra devreye ben girdim ve onları kısa bir süre sürecek şekilde püskürttüm. Onun ardından bir portal açıp buraya geldik. "diyip cümlemi tamamladım.

 

Ben soluksuz bir şekilde anlatırken hepsi bana şaşkın şaşkın bakarak anlattıklarımı dinliyordu.

 

Hadi ama o kadar da kötü ve ulaşılmaz bir şey anlamamıştım ki?

 

" Peki onu nasıl püskürttün? "diye sordu Ahrar hoca. İlk kez şimdi benimle bakışmış ve olaya dahil olmuştum.

" Çığlıkla ve Dehri 'nin oluşturmuş olduğu ateş topuyla. "diye kısık sesle mırıldandım. Ama ortam sessiz olduğundan sesim net bir şekilde duyulmuştu. Hala sessiz bir halde söylediklerimi idrak etmeye

 

" Ölmüş olmalılar. "diyince anında başımı konuşan kişiye yani Rauf beye çevirdim.

" Ölmüş derken? "diye anlamaz bir surat ifadesiyle ona bakmaya başladım.

 

" Ölüm çığlığı. Onları bu çığlığınla öldürmüş hatta yok etmiş olmalısın. "dediği anda dumura uğramış bir halde yanımda olan Victoria 'ya baktım. Bana bundan hiç bahsetmişti.

 

" Bilerek yapmadım."diye savunmaya geçtim kendimi. Çünkü bilmiyordum. Bilseydim bunu yapmazdım asla.

 

" Korkma Emira. Kötü bir şey yapmadın hatta birçok insanın hayatını kurtardın diyebilirim çünkü o bahsettiğin varlıklar orada bulunan kişiler için tehlike arz ediyordu. Sen bunu önleyip birçok insana huzur verdin. Artık o ormanda insanlar tedirginlik içerisinde olamayacaklardır. "diyip beni yatıştırmaya çalıştı.

 

Yine de bunu yaptığıma inanamıyorum. İnsanları kurtarmış olabilirim bir beladan ama yaptığım şeyi onaylayacak değilim. Bozulmuş suratımla olduğum yerden harekete geçip toplantı odasından ayrıldım.

 

Direk kimseyi görmek istemediğim için odama kendimi hapsettim. Ruh durumum iyi değildi. Bilmeden bir katliama sebep olmuştum. Bu hiç iyi değildi.

 

Yatağıma doğru yürüyüp kendimi usulca yatağıma bıraktım. Yatakta cenin pozisyonuna gelmiş öylece karanlıkta parıldayan ayı pencereden izliyordum. Odamda var olan tek ışık ay ışığıydı.

 

Karanlıkta beni çeken karanlık düşüncelerime misafir oldum.

Hissiz hissediyordum kendimi.

İnsan bunu hisseder mi? Ben bu duyguyu çoğu kez hissediyorum ve buna alışkanlık duymuştum.

 

Anında olduğum yerden kalkıp sırtımı yatak başlığına yasladım. Biraz geçmişi okumak, duymak ve hissetmeye çalışmak bana şimdilik iyi gelebilirdi.

 

Yezra 'nın günlüğünü isteğim üzerine ellerimin arasında olmasını sağladım.

Günlüğü açıp daha önce kaldığım yerden okumaya devam ettim.

 

Bir günahın bir çığlık gibi parçalara ayrılıp dağılması... Şu an hissettiğim yaşadığım bu satırlarda var olan harf ve kelimelerdi. Yıkılıyor ama bunu hissetmemeye çalışıyordum. Yaptığım yapacaklarım ben dışında kimse için bir anlam ifade etmiyordu. İnsanlar ya da sevdiklerim için yoktum. Hiç var olmamış gibi biriydim.

 

Sözler verilmemişti.

 

Ama sözler her yerde değil miydi? Öyleydi sözler her yerdeydi. Dudaklardaydı, acılardaydı, yaşamlardaydı....

Kitaplarda, yazılarda, hayallerde ...

Sözler sarsılmış beden ve zihinlerdeydi. Sözler saklanan günlüklerde, anılardaydı... Saklanan kuytu köşelerdeydi.

 

Peki ihanet o da her yaşamın bir köşesinde değil miydi?

İhanet de aslında her yerdeydi. Arkadaşlıkta, ailede, çevrede, eşte... Düşüncelerde, kana bulanmış ruhlardaydı.

 

Peki ben neden bu duyguları erken yaşta yaşamış ve onunla yaşam sürmüştüm? Neden diye başlayan birçok sorum vardı ama hepsi cevapsız kalıyordu. Çünkü bana cevap verecek kimse yoktu. Hiçte olmamıştı keza. Acılarıma güldüm aynı hissizliğime güldüğüm gibi.

Yalnızlığıma ağladım aynı korktuğum gecelerde birini çağıracak kimsem olmadığı için ağladığım gibi. Kabuslarla uyanırdım ama gördüğüm kabuslarıma değil de çağıracak kimsem olmadığı için ağladım ben kabuslar bile beni gerçeklerden uzaklaştıramıyordu. Zavallı hissettiğim o geceler benim en büyük acım ve utanç duyduğum anlar. Ama bunlar geride kaldı. Kaldı değil mi? Bunları ilerki hayatımda bir acı anı olarak hatırlamam? İleriki hayatımda mutlu olur o anılara sığınırım değil mi? Peki neden bunun hiç olamayacağını düşünüyorum, hissediyorum? Değişim hiç hayatıma dahil olmayacak gibi? Neden bu his benimle büyüyüp gelişiyor? Hayatım bir acının karanlık bir gölgesi gibi ve o gölge hiç küçülmüyor çünkü güneş yükselmiyor. Bir dağın ardına saklanmış ve her yeri karanlık bürümüş. Güneş doğmadan geceleri tekrar ede ede hayatımı sonlandırmaya adım adım ilerliyorum.

 

Büyüdüm... Ama hep çocukmuş gibi hissediyorum ruhumu çünkü o çocuğu içimde büyütemedim. Neden mi? Çünkü ona şefkat, sevgi, tatlı ,güzel sözler, duygular hissettiremedim. Hissetmesini sağlayamadım. Başaramadım onca şeyi başarmışken. En büyük acı tebessümümde bu ya zaten. Onca şeyi yapabildim zorda olsa kolayda. Ama sevgiyi hissetiremedim ruhuma. Eksik kaldı ondan. Ve bu eksiklik büyüdü doyumsuz bir hale geldi. Ve artık doyumsuzluğu giderilmez oldu. Yorgunum bu yorgunlukla hayata karşı mücadele veriyorum.

 

Okul belki de yaşamıma bir durak oldu. Orada soluklandım. Orada duruldum. Orada başka bir evrene geçiş yaptım.

 

Günler geçiyordu. Ve ben geçen bu günler içerisinde hep aynı ama hep bir yenilik öğrenen olmuştum. Sınıf atlıyor bilgilerime yenilerini ekliyordum. Tabi bu arada hala bir umut morte çiçeğini arıyordum. Bu arayış nedense bir nefes gibiydi. Vazgeçilmez bir ihtiyaçtı. Hislerim aramayı bırakmamamı söylüyordu. Zihnim bırak boşa uğraş veriyorsun diyordu. Ama hislerime yenik düşüp aramaya kaldığım yerden devam ediyordum.

 

Ulaşacağımı düşünüyorum. Bu hissi söküp atamıyorum kalbimden nedense. Morte çiçeği bana hayallerimi verecekti. Tüm uğraşım da bunun içindi. Hayallerim gerçekleşebilsin. Onlara kavuşmaya ihtiyacım var bu ihtiyacım da morte çiçeği vasıtasıyla gerçekleşecektir.

 

Silik bir insan tanımı benim için şekil bulmuş hali çünkü ailem için bunu ifade ediyorum. Silik, gereksiz olmasa da olur...

 

Ne de acı değil mi olduğum durum? Ama alıştım ya da alıştırıldım. Bilmiyorum buna verecek kesin bir cevabım yok zaten. Sadece kabullendim. Buna mecbur bırakıldım. Ruhunu nasıl iyileştiriyorsun diye sorsalar buna şu cevabı verirdim; düşünerek ve düşüncelerime can vererek. Evet yanlış duymadınız ben düşüncelerime can veriyorum hayali evrende bu sayede ruhum biraz huzur bulup acılarımın izlerine halı serip onları yok etmesem de ortalıklarda gözükmesini engelliyorum.

 

İzler silinmez bunu bizzat yaşayan gören olduğum için net bir şekilde biliyorum ama üstünü öğretebilir veya ona değişim verebilirsin. Böylece her daim onu görüp o anlara dönmek durumunda olmayabilirsin. Tuhaf ama ben bende var olan izleri bile hayatımın en önemli merkezine yerleştirdim.

İzler yaralayıcı olduğu gibi hatırlatıcıdır bu sayede hayat yolunda çakılıp yere düşmemeyi öğrenip ilerlersin.

 

Ben izlerimi kabullendim peki sen kabullendin mi? Kabullen iyi gelecektir.

 

Sayfayı kapatmadan önce son yazılan sözü okuyup günlüğü kapattım.

 

"Yüzyıl süren bir yalnızlık var oldu. "

 

Cümleyi okumayı bıraktıktan sonra istemeyerek de olsa yatağımdan doğrulup odamın kapısına doğru ilerledim. Çünkü Ahrar hoca kuleye geç geldiği için dersimiz aksamıştı. Ve dersi geç yapacaktı. Bir sorun olmasın diye gitmek zorundayım. Hiç gidesim olmadığı halde. Odamın kapısından çıktığım gibi adımlarımı Ahrar hocanın çalışma odasına yönlendirdim.

 

Her zaman yaptığımız yerde bugün dersimizi yapmayacaktık. Bugün Yasaklı kütüphanede değilde onun çalışma odasında dersimizi yapacaktık. Ahrar hocanın çalışma odası dersliklerin olduğu 2. katta bulunuyordu.

 

Merdivenlerden zaman kaybetmeden hızlı çıkarak sonunda onun çalışma odasının bulunduğu kata gelmiş ve çalışma odasının kapısına ulaşmıştım. Kapının önüne gelince elimin tersiyle hafifçe kapıyı tıklattım. Ama bir cevap alamadım tekrar kapıya bir an öncekinden daha yüksek sesle tıklattım. Ama yine girin cevabını alamadım. Ve kapıyı direk açıp içeri adımladım.

 

İçeri giriş yaptığımda beni yine siyah ve tonları karşıladı. Çalışma masası, kitap rafları, sandalyesi, mürekkep ve divit ucu siyah ve siyahın asil tonlarıyla sarmalanmıştı. Bakışlarım kısa bir süre oyalandı odasında. Daha sonra adım atarak masasına doğru ilerledim. Ve tam masanın karşısında olan sandalyeye oturacağım an masada bulunan siyah sert karton kapaklı bir kitap dikkatimi çekti. Çünkü üzerinde şu yazıyordu.

AHRAR RENAS ARVAS....

 

Kitabın kapak yüzeyinde bu yazıyordu. Soyadının Arvas olduğunu yeni öğrenmiştim. Farklı bir soyadına sahipti.

Olduğum yerden hareket edip kitaba doğru adımladım. Ve kitaba daha yakından bakabilmek için kitabı ellerimin arasına aldım. Özel olduğunu bildiğim için sadece dış kapağını inceledim. Özel yapım bir hediyeye benziyordu. Acaba ona bunu kim hediye etmişti? Ahrar hoca bu kitabı elimde görmeden direk kitabı olduğu yere bırakıp oturacağım yere geri dönüş yaptım.

 

Yerime geçip Ahrar hocanın gelmesini bekledim. Dakikalar sonra Ahrar hoca çalışma odasının kapısını açıp içeri girdi. Girerken kısa bir süre bakışlarımız kesişti ama ardından Ahrar hoca lacivert harelerini benden çekip önüne çevirdi. Ve hızlı adımlara masasına ilerledi ve sandalyesine geçip oturdu. Hiç konuşmadan direk masasında bulunan kitaplarını tertipledi ve oturduğu yerde hafifçe eğildi.

 

Sanırım masanın alt bölümünde bulunan çekmeceden bir şey aldı çünkü çekmecenin açılıp kapanma sesi duyuldu sessiz odada. Ardından tekrar doğruldu ve elinde tuttuğu kitabı masasının üzerine bıraktı. Kitabı bıraktığı gibi hemen kitabın kapağını açıp istediği sayfayı bulana kadar sayfaları çevirdi ve sonunda bulmuş olmalıydı ki sayfaları çevirmeyi bıraktı. Ve bakışlarını bana çevirdi.

 

"Hadi karanlık sırlar kitabını aç." dedi emir verircesine konuştu. Ardından bu kaba hareketini görmezden gelip istediğini yerine getirdim ve kitabın önümde olmasını sağladım. İstediği sayfayı kısa sürede bulup sayfayı açıp onun konuşmasını bekledim.

 

"Bugün karanlık sırlar kitabında olan Ruhların öldürülmesi büyüsünü işleyeceğiz." dedi ve hemen öğretmen kimliğine büründü.

 

Ahrar hoca önce büyünün yan etkilerini anlattı onun ardından büyü için gereken malzemeleri tek tek söyledi ve büyüyü yaparken yapılması tehlikeli olan şeylerden de bahsetti. Ve bu büyünün amacını neden yapıldığını ve yapılmasının vermiş olduğu lanetten bahsetti. Evet bu büyüyü her kim yaparsa ödeyeceği büyük bir bedel vardı ve bu bedeli bile bile bu büyüyü yapacaktı. Çok zor bir büyüydü. Ama birden fazla kez yapıldığını söylemişti Ahrar hoca. Ve bunun verdiği bedellerden bahsetmişti.

 

Bedeller arasında şunlar vardı ;yapan kişinin bedeninden vazgeçmesi yapan kişinin bedeninin büyük bir karanlık ruh tarafından ele geçirilmesi...vb. şeyler olmuş. Yani bu büyü ne kadar biri yaparsa nefret ettiği birine ödeyeceği bedel onun için çok büyük bir tehlike arz ediyor. Kim nefret ettiği birine bu büyü yapacak kadar gözü dönmüş olabilir ki? Bile bile kendine zarar vereceğini de unutmaması gerek. Bu denli gözünün dönmüş olması onun normal biri olmadığını kanıtlar nitelikte.

 

Büyü için tüm detayları eksiksiz bir şekilde Ahrar hoca anlatmıştı. O anlatırken bende kısa kısa notlar alıyordum. Öğretmen kimliği fazlasıyla soğuk ve mesafeliyken normal öğretmen kimliğinden uzaklaştığı anda başka bir Ahrar ortaya çıkıyordu. İki kimlik ama tek beden....

 

Çoğu insanda böyle değil miydi? Öyleydi....

 

Ders bitişini belli eden kum saatinden son kum tanesi de diğer hazneye düşünce anında karanlık sırlar kitabının kapağını kapatıp kitabın olması gereken yere girmesini sağladım. Ders bitişi olduğu için direk olduğum yerden doğrulup kapıya doğru hareketlendim. Tam Ahrar hocaya ardımı dönüp gideceğim an söylediği söz adım atmama engel oldu.

 

"Onları yok etmek sana ne hissettirdi?" diye sordu meraksız bir ses tonuyla. Ya da öyle olmasını istediği için merakını sesine yansıtmadı.

 

"Onları yok etmek kötü hissettirdi." dedim sadece konuyu hemen kapatsın diye çünkü hala yaptığım şey yüzünden kendimi kötü hissediyordum. Ama o bunu gram umursamadı ve nedensizce sorularına devam etti.

 

"Bu seni uzun bir uyutmayacak bir kötü his mi? Çünkü vicdan azabı insanı tüketen bir his." dedi ve sessiz kaldı ona bir cevap vermemi istediği için.

 

Bedenimi çevirdim ona doğru ve direk lacivert harelerine baktım.

 

"Bu neden sizi ilgilendiriyor ki? Bu benim sorunum. Yoksa sizde benim yaptığım gibi bir hata yaptığınız için o hatayı hatırlayıp beni yaşadığınız şeyler hakkında bilgilendiriyor musunuz?" diyerek anında ona onun yaptığı gibi onu o boşluğa attım. Hiç tereddüt dahi etmeden. Çünkü o bana bu yaklaşımıyla ona karşı cephe almamı sağlamıştı. Bu adamla normal bir konuşmamız hiç olmuyordu ve olmayacaktı da değil mi?

 

" Bir insan olarak öneride bulunup durumunu merak ettim." diyince sahici olmayan bir gülüşle konuştum.

 

"Normal insanlar öneride bulunurken iğneleyici bir sesle öneride bulunmaz. Hem pekte öneride bulunan biri gibi davranmıyor daha çok kötü olup olmadığımı merak eder gibisiniz." diyince anında kaşları çatılı hale geldi ve harelerinde öfke kalıcı bir misafir oluverdi. Göz bebekleri hafifçe titredi ve lacivert irisleri benden uzaklaştı.

 

" Normal bir insan gibi konuşamıyorum seninle anında bir art niyet arıyorsun! "diye yakındı. Anında öfkem gün yüzüne çıktı. Hah kendisi çok da normal de ben anormalim!

 

" Farkında mısınız bilmem ama ben bir sizinle iletişim kurmakta zorlanıyorum diğer inananlarla normal bir iletişimim var. "diye ona kendisinin farkına varmasını ima ederken o ne yaptı yine beni iğneleyici bir şekilde eleştirdi.

 

"Çekilmez bir öğrencisin" dediğinde sert katı sesiyle gözlerimi devirdim başladık mı yine didişmeye!

 

" Kaba bir öğretmenisiniz "dedim nefretimi kusarcasına onu cevapsız bırakmak istemediğimden anında karşılık vermiştim. Bu adam tüm kurallarımı yıkıyordu. Kim olsa sessiz kalır cevap vermezdim ama o varsa susmak bana ağır bir işkence gibiydi. Susmaya katlanamıyordum. Ben onu eleştirirken o ise bakışlarını önünde olan kitabına çevirmiş benden tiksinir gibi yüzüme dahi bakmadan sözlerime karşılık veriyordu.

 

"Küstah ve hadsiz bir kadınsın"dedi kelimelerinin üzerine basa basa. Küstahmış! Gösteririm ben ona küstahlığı! Ruhsuz ne olacak.!

 

"Yontulamamış bir insan müsveddesisiniz" dedim ne diyeceğini merak ederken. Tek kaşımı kaldırmış bir ayağımı yere sertçe vurup dururken onun çıldırmış halini izliyordum.

 

" Riyakarsın" dedi anında sözümü bitirdiğimde. Ne dercesine ona baktım anında ben mi riyakarım? Kendinden bi haber o zaman bu adam !

 

"Sizin kadar olamam bence" dedim ona hitaben bakışlarım önümde duran masada olsa da sözlerimin hedefi oydu. Artık ona bakmaya bile tahammül edemiyordum!

 

" Saygısızsın" dediğinde anında sahte bir tebessüm yerleştirdim dudaklarıma.

 

"Siz çok mu saygılısınız. Karşınızda bir kadın var saygılı olun derim Ahrar bey! Saygısız derken lütfen öz eleştiride bulunmayı unutmayalım! " dedim yüksek sesle. Anında yüz kasları gerginleşmiş. Kirpiklerini kısarak bana bakıyordu. Neredeyse kendini sıktığı için bedeni kas katı kesilmişti. Parmak boğumları bembeyaz olmuş. Kendini zar zor tutuyor gibiydi. Eğer içinden kadın olmasaydın sert bir yumruğumun tadını alırdın diye düşünmüyorsa bende Emira değilim. Ama neyse ki hem kadınım hemde bana asla bir darbede bulunamaz. Katiyen buna izin vermem!

 

"Bunu karşımda olan kadın mı söylüyor sen saygı kelimesinin ne olduğunu nerden bilebilirsin ki?" dedi iğneleyici sesle. Tabi ki biliyorum ama karşımdaki insanın bildiği kadar o eşitlik terazisine o kadar saygıyı yerleştiririm. Ama bu onu biliyor ona daha önce karşımda kişinin karakteri neyse nasıl davranıyorsa bende onun bir yansıması olurum demiştim. Ama bunu ya unutmuş ya da unutmuş gibi yapıyordu.

 

"Siz biliyor musunuz ki benden bilmemi istiyorsunuz? Saygı nedir bilseydiniz sözlerim karşısında sessiz kalmayı tercih ederdiniz. Size bir şey söyleyeyim mi? "dediğim anda evet söyle dercesine kafasını salladı. Dikkatle ne diyeceğimi merakla bekliyordu. Ama onu nasıl dumur edeceğimi bu kadar merakla beklemesi biraz garipti. Çünkü söyleyeceğim her şeyi gerçek anlamda hak etmişti.

 

" Ruhsuzsunuz ve etrafınızda ki kişilerin de böyle olmasını istiyorsunuz. Taş kalplisiniz bayım ve ben size daha ne kadar dayanabilirim inanın ki bilemiyorum. " dedikten sonra arkamı dönüp ilerledim kapıya doğru. Ama sonra aklıma gelen düşünceleri susturmadığım için arkamı dönüp ona baktım. Hala çatık kaşlar ile bakıyordu bana. Sanırım sözlerim fazla ağır gelmişti. Ama bunları söylemesem içimde kalırdı. Ve kendimi yiyip bitireceğime onun kendini yiyip bitirmesini isterim.

 

" Ha bu arada ekleyeceğim birkaç sözüm daha var. Dünya sizin yörüngenizde dönmüyor keza böyle bir şey olursa emin olun ki o dünya iki günde helak olur ve yok olur geriye yine bomboş bir kurak toprak kalır. Siz yine tek olursunuz her zaman ki gibi. Çünkü size kimse katlanamaz. Bir kere tüm kötü özellikleri barındırıyorsunuz iyiye işaret hiç bir özellik yok sizde ne yazık ki."sözlerimi bitirdikten sonra bakışlarımı ona çevirdim. Çattığı kaşlarıyla bariz öfkelendiği anlaşılıyordu. Hafif kıstırdığı lacivert rengi gözleriyle bana bakıyordu.

 

Evet çok ağır konuşmuş olmalıyım ama sinirliyken söylediklerimi çoğu zaman tartmadan söylerdim ve bu o anlardan biriydi.

Her kapayıp açtığı kirpiklerinin ardından bana olan soğuk ruhsuz bakışları ruhuma işleniyordu. Aralık olan dudakları ardından usulca bıraktığı nefesi ve hafif kıpırdattığı dudaklarının arasında bana saydırıyor olabilirdi. Sakin olamaya çalışıyor gibiydi altını çizerim gibi çünkü şu an bir boğa öfkesi ile bana atılmamak için büyük mücadeleler verdiğini izliyordum.

 

Zaten öfkesi bir bana çalışıyordu. Adam benle deşarj oluyordu varlığım ona elektrik aşılıyor bir şimşek gibi kıvılcımlar çıkarıyordu. Ama bende daha da öfkelensin ve onu çıldırırken görmek istediğim için eksik kalan cümlemi zevkle tamamladım.

 

"Aaaa kırıldınız mı bayım? Kusura bakmayın bu kadar açık sözlü olmak benim elimde olan bir şey değil. Şimdi istediğinizi yapın sizinle yeterince aynı oksijeni soludum. Ne kadar zaman o kadar sıkıntı. Mümkünse aynı ortamda zorunluluk olmadıkça bulunmayalım ve birbirimize olan nefreti ve öfkeyi saklarsak çok güzel olur. "dedim ve ona konuşma fırsatı tanımadan kapıya ilerledim ve hızla odadan ayrılıp ardımdan kapıyı sertçe kapattım.

 

Bulunduğum ikinci kattan merdivenleri sinirle indim. Direk odama doğru ilerledim. Kimseyi görmek dahi istemiyorum zaten geç saat olduğundan şu an herkes odasında olmalıydı.

 

Odama geldiğim gibi direk kendimi yatağıma bıraktım. Bıktım gerçekten artık bu adamla her defasında didişmekten. Sinir bozucu adamın tekiydi. Her defasında gün tartışmamızla sonlanıyordu. Bir gün bile didişmeden günü bitiremeyecek miydik?

 

Gözlerimi kapattım ve uyumaya kendimi bıraktım. Geceler uyumak için yoksa neden vardı ki? Uyuyup unutmak en güzel aktiviteydi. Boşluğa kendimi bıraktım ve o boşlukta yaşama tutunmaya çalıştım.

 

Bir mağaranın içerisinde yürüyordum. Ve bu mağarada tek ışık uzakta olan küçük bir ışık parçasıyla aydınlanıyordu. Etrafıma daha dikkatle bakmaya başladım. Yürüdüğüm yolda anlamdıramadığım bir nesne vardı ve mı nesne canımı yakıyordu. Işık çok net bir şekilde mağarayı aydınlatmadığı için yerde bulunan her neyse onu seçemiyordum. Ama tenim onun sert ve pürüzsüz olduğunu hissediyordu. Cam olduğunu düşünüyorum ama ellerimin arasına almadan da emin olamam.

Yavaşça yere eğilip yerde olan şeyi elimin arasına alıp ne olduğunu anlamaya çalıştım .

 

Cam değil bunlar kırık bir elmas parçasıydı.

 

Havaya kaldırıp ışığın aydınlattığı kadarıyla ışıkla görmeye çalıştım. Bu siyah elmastı. Elimde tuttuğum elmasla beraber karşımda olan ışık huzmesine doğru ilerlemeye devam ettim. Ayağımda var olan sızıyı umursamadım. Çünkü bunun bir rüya olduğunu biliyorum. Ve bu rüyanın sonunda ne olacaktı işte onu merak ediyorum.

 

Sonunda ışık huzmesine yaklaştığımda bunun küçük bir aynadan yayılan yansıma ışık olduğunu anladım. Peki bu yansıma ışığın kaynağı neredeydi? Bakışlarımı etrafımda gezdirmeye başladım. Ama mağara içerisinde olmadığını anladım ve daha sonra başımı kaldırıp mağaranın tavanına baktım. Tavanda küçük bir delik vardı. Ve bu delikten gelen ışık ayna vasıtasıyla mağaraya ışık veriyordu.

 

Biraz daha dikkatli bakınca gökyüzünde olan ay vasıtasıyla mağara ışıkla aydınlanıyordu.

 

Ama bu normal bir ay değildi. Normlar bir gece de...

 

Kanlı ay... Dolunay... Gecesiydi. Etrafımda bir ses duyduğum için irkildim ve anında bir adım geriye gitmek zorunda kaldım. Etrafımda adım sesleri duyuluyordu. Ve bu adım sesleri bana doğru yaklaşmaktaydı.

Anında gelen kişinin ne taraftan geldiğini anlamak için etrafımda bir tur döndüm ama adım sesleri yankı yaptığı için mağara da ses nereden geliyordu anlayamıyordum.

 

Saniyeler sonra adım sesi duymayı bıraktım.

 

Ses kesilmişti. Ve etraftaki sessizlik tekrar eski halini aldı. Tedirginlik içerisinde etrafımı kolluyordum. Herhangi bir saldırıya karşı. Ama uzun bir süre ses veya hareketlilik duymadım. Hala olduğum yerde bekliyordum.

 

"Garip değil mi sence de başlangıcın olan bir gecede sonunu getirmek? " dediğine ses anında arkama dönüp baktım. Çünkü sesi tam arkamda duymuştum.

 

Konuşan kişi Esila 'ydı. Anında onu karanlıkta seçmeye çalıştım. Biraz ilerideki taşa sırtını yaslamış ellerini göğsünde kavuşturmuş bir halde benim olduğum tarafa bakıyordu.

 

" Ne dediğini anlamdım?" dedim çünkü neyi kast ettiğini anlamamıştım. Neyi ima ediyordu ki?

 

"Ah! Anlayacaksın ama ne zaman işte bunu sen belirleyeceksin. Anladığın gün ölüm acısı ile kuşatılacaksın. O günü sabırsızlıkla bekliyorum unutma bunu." diye eğlenircesine konuştu. Sorguladım. Ama ne kadar sorgulasam da sözlerinin altına yatan gerçeği far edemedim.

 

Zaten Eslia 'nın da açıklayacağını düşünmedim.

 

" Peki... Öğrendiğim gün sana yapabileceğim şeyi hiç düşünmüyor musun? Eğer öğreneceğim şey bana çok büyük bir acı verecekse işte o an o acımla ne yapacağımı inan kestirmezsin. Bence gardını al çünkü saldırı sırası bende ve ben küçük oynamam bunu bil Esila! Direk saldırıya geçer ve ruhuna oynarım. Ve emin ol ki bir taraf büyük bir yara alır. Ben kaçınmam. Yara alacağımı bile bile acıya yürürüm. Yok eden olurum. Yok olmaktan da asla tereddüt etmem. Çünkü kazanacağım şey kaybedeceğime değmiş olur. Canını yakarken canımdan vazgeçmek zor olmaz. Ölümün için ölüme gözümü dahi kırpmadan adım atarım. "dedim olabilecek gerçekleri söylemeye çalışırken.

 

Bu söylediklerime karşılık olarak sadece şunları söyledi.

 

" Peki sence ben senden korkuyor muyum? Cevap vereyim..Hayır... O gün çok yakın. İşte o gün ruhunu bedeninden söküp alırken gözlerinin içine bakıp bugünü hatırlamanı sağlayacağım. Ve Emira ölüm gününe kadar kendine dikkat et. Benden başka kimsenin sana zarar vermesine izin verme seni öldürmek benim için bir ihtiyaç çünkü. Ve sakın karşıma hazırlıksız çıkma çünkü darbelerimin boyutuna dayanıklılık göstermelisin. Karşımda en az kendim kadar güçlü bir rakip isterim. "dedi ve anında ortadan kayboldu.

 

Gözlerimi açıp kısa bir süre rüyada gerçekleşmiş konuşmaya odaklandım. Bana büyük bir zarar vermişti ve bu zarar ortaya çıktığı gün ona saldıracağımı söylemeye çalışıyordu. Ve tedbirsiz gelmemide. Aklım durmuştu. Tam olarak ne gibi bir zarardan bahsediyordu ki? Her cümlesinin altına yatan bir gerçeklik vardı ve ben bunu bulmalıyım. Biraz zor olacak ama bulacağım oda bulacağımı söylüyor zaten.

 

Odamdan çıkmadan önce tüm yapacağım şeyleri halletmiş ondan sonra odamdan ayrılmıştım. Yemeğe geç kalmamak için elimden geldiğince hızlı hareket ediyor yemek başlamadan orada bulunmalıydım.

 

Yemekhanenin olduğu koridora geldiğimde koridorda kimse yoktu koridorda ilerlerken duvarda asılı olan tablolara kısa bir göz gezdiriyor ve ilerlemeye devam ediyordum. Yemekhanenin kapısına vardığımda kapının kulunu tutup kapıyı açacağım esnada koridorun başında adım sesleri duyuldu. Direk bakışlarımı oraya çevirdim ve onu gördüm Ahrar hocayı.

 

Tüm asaletiyle koridorda ilerliyordu. İlk an beni fark etmemişti. Daha sonra lacivert hareleri etrafı tarayınca beni fark etti. Beni fark edince anında yüzü daha da asıldı. Çünkü hala dünkü konuşmamızın üzerinden çok saat geçmiş değildi. Bakışlarına sabit olan duygu emaresi belirdi. Ruhsuzluk...

 

Üzerinde her zaman var olan siyah renk hakimdi. Siyah dar kesim uzun kol gömleği ve siyah kumaş pantolonu.

Kahvenin en koyu hali saçları her zaman ki gibi ensesine doğru dağınık bir şekilde taranmış bir haldeydi.

 

Her adım atışı boş ve sessiz koridorda yankı yapıyordu. Ona uzun uzun baktığımı anlayınca anında bakışlarımı ondan çekip önüme çevirdim. Onun şu an yaydığı enerjiyi bariz bir şekilde hissetmekle kalmıyor soluyordum da.

 

Varlığım onu huzursuz ediyordu ve bunu net bir şekilde anlayabiliyorum. Kapının kulpunu tutup kapıyı açıp içeri adımladım. Yeterince negatif bir güne uyanmıştım daha fazla negatifliği üzerime çekmek istemiyorum.

 

İçeri girdiğim gibi direk oturacağım alana doğru ilerledim. Sandalyeyi çekip oturdum. Masada bulunanlara kuru bir günaydınlar dileyip yemeğimi yemeye başladım. Tabi anında başıma nüfuz eden ağrıyı es geçmemek lazım. Birden bire ağrı başlamış ve sızısı tüm algılarımı ele geçirmişti.

 

Ağrıyı umursamamaya çalışarak yemeğe odaklandım. Ama bu sefer bu ağrı çok şiddetli bir ağrıydı. Neredeyse bilincimi yitirtecek bir ağrıydı. Yemeğim kursağımda kalınca yemek yemekten vazgeçtim. Sırtımı sandalyeye yasladım ve ağrının geçmesini bekledim boş bir bekleyiş olacağını bile bile. Masada bulunanlara bakıp ve hepsi yemeklerini yemekle meşguldü.

Tek kişi hariç Ahrar hoca nedense yemeğini yemiyor benim tuhaf hareketlerimi gözlemliyordu.

 

"Bir sorun mu var?" diye sorunca anında hayır dercesine başımı salladım. İkna olmamıştı ama üzerine de düşmedi.

 

Onun sorusuyla birlikte masadakilerin dikkati üzerime çekildi.

 

"Emira iyi gözükmüyorsun? Bir sorun olmadığına emin misin?" diye anlamaya çalışır bir merakla.

 

İyiyim dercesine başımı salladım. İyi filan değildim! Şu an ayağa kalkıp burayı terk edecek gücüm bile yoktu. Sanki tüm enerjim çekilmiş gibiydi. Bayılacak gibiydim.

 

Masanın üstünde olan suyumu ellerimin arasına alıp bir yudum su içtim. Yavaş yavaş gözlerim kararıyor neredeyse bilincimi yitirecek gibiydim.

Ben bu acıların pençesindeyken birden karşımda duran aynada onun bana olan alaylı bakışlarına rastladım.

 

Esila tam karşımdaki aynada boy gösteriyordu. Şu an aynadaki yansımasında oturduğum sandalyenin bir adım gerisinde duruyor ve iki elini omuzlarıma bırakmış bir haldeydi. Yavaşça sağ elini kaldırıp omzumun üzerinde olan bir saç tutamımı parmaklarının arasına alıp saçlarımı işaret parmağı etrafında sarmaya başladı.

 

Kimse onu görmüyordu ama ben görüyordum.

 

Kimse onun bana ne yaptığını bilmiyordu ama ben biliyordum.

 

Kimse onun var olduğundan emin değilken ben emindim.

 

Esila yavaşça kulağıma doğru eğildi. Kulağıma fısıldadı ama sözü zihnimde yankılandı.

 

"Beni gördüğüne sevinmemiş gibisin! Ama üzüyorsun beni prenses!" dedi prenses kelimesini nefretle zikrederken.

 

"Sadece her gün seni görmekten sıkılmaya başladım. Arayı biraz açsak mı? Ne dersin?" diyerek ona karşılık verdim zihnimde anında sahte bir gülücük yerleşti dudaklarına.

 

"Ama ben seni her gün görmezsem özlerim ki!" diyerek harelerinde sahte bir üzüntü emaresi belirdi.

 

"Ah ben inan ki seni hiç özlemiyorum. Keşke sende özlemesen ve karşıma çıkmasan." diyerek onun varlığından ne denli rahatsızlık duyduğumu açık açık belli etmemekten çekinmedim.

 

"Ama biz hep bir araya geleceğiz bir süre sonuna kadar. O zamana kadar bu asil varlığımı hep göreceksin alış derim." diyince anında cevabını verdim.

 

"Olmayan bir varlığa neden alışayım ki? Sen yoksun ki! Sadece bir yanılsamadan ibaretsin! Ben gerçeksem sen yanılsamasın. Ve sen hep böyle kalmaya devam edeceksin." diyerek damarına bastım. Anında sinirleri gün yüzüne çıktı. Saklama gereği bile duymadı ve bana bir nesneden ölesiye nefret eder gibi bakmaya başladı.

 

" Şimdilik.. Sadece şimdi bir yanılsamayım ama sonsuza kadar böyle kalmayacağım prenses! "dedi bir gerçeğe uyanmamı belli etmek için. Ve son kez gözlerime bakıp ortadan yok oldu.

 

Esila gittikten hemen sonra başımda var olan ağrıda etkisini yitirmişti.

Her şey onun gelişini belli ediyordu. Ağrım dindiği için yemeğimi yemeye devam ettim. Bu ağrıya çözüm bulacaktım ama önce köprü görevini üstlenen kişiyi bulmaktaydı ilk işim.

 

Onu da er ya da geç bulacaktım.

 

Masadakiler ani değişim gösteren halime şaşkınlıkla bakıp kalmıştılar. Çünkü az önce bayılacak durumda olan kişi şimdi sağlıklı bir halde duruyor ve rahat rahat yemeğimi ediyordum.

 

Hiç aldırış etmeden yemeğimi yemiş ve direk yemekhaneden ayrılmıştım.

Yeterince bugün olaylı bir güne başlamış ve günü öylede devam ettirmek üzereydim.

 

Yalnız kalabileceğim bir yer istediğim için direk kendimi kulenin son katına doğru harekete geçirdim. Orada biraz yalnız kalmak bana ve ruhuma iyi gelecekti.

Yemekhanenin bulunduğu koridorun sonunda olan merdivenlere doğru ilerledim. Merdivenlerin başına geldiğimde kimseye görünmemek için hızlı bir şekilde merdivenleri çıkmaya başladım.

 

Nefeslerimin sesi duyulabilecek kadar sessizdi bugün kule. Zaten General Rian 'da dün akşam kuleden ayrılmıştı.

Sevinmedim desem yalan olur. Artık rahatsızlık duyduğum insan sayısından bir kişi azalmıştı. Sonunda kulenin son katına ulaştığımda kendimi bomboş kimsenin kullanmadığı katta nedense huzurlu hissettim. Olduğum katta etraf bomboş olduğu kadar tozluydu da.

Birkaç kere tozdan dolayı hapşırmıştım.

 

Ne kadar bu kata çoğu kez gelsem de adam akıllı tam gezmemiştim. Şimdi tam zamanıydı.

Bulunduğum koridorda birden fazla kapı vardı. Hepsini tek tek açıp içerisinde ne var ne yok diye bakıncaktım. Bakalım bu ruhu solduran kulede neler vardı. İlk önümde duran kapıyı açıp içerisine giriş yaptım. Ama girdiğim oda bomboştu. Arkama dönüp odadan çıktım. Ve başka bir diğer odaya giriş yaptım.

 

Keza bu odada umduğumu bulmuş değildim. Oda bomboştu.

Bir oda da bir oda daha... Sırasıyla koridorda bulunan tüm odaya girip çıktım ama hepsi bomboştu. Bıkkınlık içerisinde koridorun en sonunda olan odaya doğru ilerledim ve kapıyı açıp içeri girdim. Bakışlarım odada gezinirken anında pencerenin önünde olan üzeri bir beyaz örtüyle kaplı olan piyano dikkatimi çekti. Bu piyano acaba kime aitti?

 

Daha dikkatli bakınca kulede nedense bu oda haricinde hiçbir ortak alan yerinde piyano yoktu. Bir davet olsa dahi burada kimse piyano kullanmadı hiç bu zamana kadar. Ama neden? Meraklı bakışlarımla piyanoya doğru adımladım. Ardımdaki kapı açık kaldı pekte umursamadım. Piyanonun önüne geldiğimde parmak uçlarım titreye titreye örtüye dokundu. Derin bir nefes alıp sertçe örtüyü çekip attım yere. Siyah parlak bir piyano karşımda vardı.

 

Tuşlara dokunmak istedim ama başaramadım. Parmak uçlarım hayali bir şekilde dokunur gibi tuşların hissiz yüzeylerinden geçti. Tek tek dokundum sanki onlara. Uzun zaman oldu piyano çalmayalı. Çok uzun upuzun bir zaman oldu. Yaşlandı ruhum o zamandan bu zamana kadar. Önümde duran markize oturdum ve tuşları kısa bir süre izledim. Çalmalı mıydım?

 

Çok kararsızdım. Derin bir nefes aldım ve usulca parmaklarım tuşlara dokundu. Önce onları hissettim sonra zihnimde çalmaya başlayan melodiyi. En sevdiğim müziğin notaları bir bir zihnimde çalmaya başladı bende onlara eşlik etmeye.

 

Ludovico Einaudi - Einaudi_ Experience

 

Zihnimde çalan şarkı ritmine ayak uydurarak tuşlara basıyor ve melodinin yankılanmasını sağlıyordum. Bir yandan da şarkının sözlerini söylüyordum.

 

Biliyorsun

Ateş sönüyor

Sönük parlayan kıvılcımları hissedebiliyor musun?

Biliyorsun

Yavaşlıyoruz

Ayak seslerinin azaldığını duyabiliyorum

Yanıyoruz

Yerdeki külleriz biz

Yanıyoruz

Yanıyoruz

Yerin dibine düşüyoruz

 

Çaldım. Tüm acılarıma.....

 

Sen yeni bir şarkı söylüyorsun

Ama tanıdığım birinden duymuşsun bunu

Bizden geri kalan parçaları toplamaya çalışıyoruz

Yanıyoruz

Yerdeki külleriz biz

Yanıyoruz

Yanıyoruz

Yerin dibine düşüyoruz

 

Çaldım. Tüm ağlayışlarıma...

 

Sana koştuğumu görebilirsen

Biliyorsun

Etrafında fır dönüyordum

Zamanda geriye gittiğimi söyleyebilirsen

Biliyorsun

Etrafında fır dönüyordum

Yanıyoruz

Yerdeki külleriz biz

Yanıyoruz

Yanıyoruz

Yerin dibine düşüyoruz

 

Çaldım. Tüm göz yaşlarıma.

 

Yıldızlardan düştü bir yalan

Şimdi gecenin içinde batıyorsun

Görüş dışında, yerin dibine düşüyoruz

Bizden kalanları topla

Sana koştuğumu görebilirsen

Biliyoruz

Etrafında fır dönüyordum

 

Çaldım. Atmayı bırakan kalp atışlarıma.

 

Zamanda geriye gittiğimi söyleyebilirsen

Biliyorsun

Etrafında fır dönüyordum

 

Melodi çalıp dururken usulca gözlerim kapandı ve ben geçmişimin sinemasına bir seyirci oldum. Bir dışarıdan gözlemci görevliye acımı, anımı uzaktan uzağa izledim. İzlemek dışında da zaten elimden bir şey gelmedi. Ne yardım edebildim ne de o acıyı silebildim. Ruhum kadar kalbimde de büyük hasarlar vardı. Ben bunlarla yaşamayı öğrenmiştim.

 

Öğrenmek dışında da zaten başka bir şey yapmamıştım. Sona doğru yaklaştığım anda şu sözleri kısık bir sesle fısıldadım.

 

Yanıyoruz

Yerdeki külleriz biz

Yanıyoruz

Yanıyoruz

Yerin dibine düşüyoruz

 

"Piyano çaldığını bilmiyordum."diye bir ses yankılandı ben çalmayı bitirince.

 

Anında olduğum yerde sıçramış ve arkama dönmüştüm. Lord Yelit tam arkamda kapının aralık kısmından içeri girmiş ve biraz gerimde duruyordu.

" Korktunuz beni. "diyerek bedenimi Lord Yelit 'e doğru çevirdim.

 

" Dalgındın melodiye kendini kaptırmıştın. Geldiğimi anlamadın. "dedi yok sesiyle. Bakışlarım kısa bir süre onun mavi harelerinde gezindi. Bir şeyleri anlamak istercesine bakıyordu bana ama anlayacağını düşünmüyorum çünkü çok iyi duygularımı saklardım ben.

 

" İyi misin? Çünkü ruhundan etrafa yayılan bir karanlık hüzün var." diye ona açılmamı bekledi ama yapmazdım ki.

 

"Sadece biraz ruhen yorgunum." demekle yetindim.

 

"Anlatırsan dinlerim." dedi lord Yelit ve olduğum tarafa adım attı. Oturduğum markize doğru ilerledi ve benden yana boş kalan tarafa oturup benimle beraber sessizliği dinledi.

 

"Zor oluyor hayatın acısıyla savaşmak." dediği anda bakışlarım lord Yelit 'e çevrildi.

"Asıl zor olan acıyı taşıyabilmek." dedim.

 

"Acını taşıyor musun? Ve bundan rahatsız değilsin?" dedi sabit ses tonuyla.

 

"Taşımalıyım ki acıya alışmalıyım. Çünkü acım beni bu kimliğe bürüdü." dedim ve sırtımı piyanonun tuşlarına yaslarken anında odada küçük melodiler yankılandı.

"Hayatın melodilerini kaçırıyorsun o zaman." diyerek bedenini çevirdi bana doğru.

 

"Melodiler benden uzaklaşalı çok oldu. Artık sessizlik bana müzikal oldu." diye acı bir sesle konuştum.

 

Anında sessiz kaldı ve sözlerimin altında yatan gerçeği anlamaya çalıştı.

 

"Yalnızlaştırmaya çalışıyorsun kendini o zaman." dediği anda Lord Yelit anında irislerim onu buldu.

 

"Aynı sizin gibi... Neden Rauf beyle eskiden beri bir tanışıklığınız olduğu halde burada hiçbir zaman bir araya gelmediniz? Neden bu gelenek ayında hiç yemekhaneye inmediniz?" diye sorumu yönelttim çünkü gerçekten aralarında ne olmuştu da bir araya gelmemek için birbirlerinden kaçıyordular?

 

"Rauf... Uzun zamandır bir araya gelmiyoruz. Bir nedenden ötürü." dedi düz bir sesle.

 

"Peki neden yani niçin dostunuzla bağınızı koparmak durumunda kaldınız?" dediğim anda anında bakışları uzaklara çevrildi ve sanki eski bir perde aralanmış ve Lord Yelit oraya gitmişti. Ama götürürken beni de yanında götürmeyi de unutamamıştı. O Zaman Lordu 'ydu. Normal insalar gibi anlatmak yerine geçmişe bir seyirci olarak gitmemi sağlamıştı.

 

Anında olduğum ortamdan soyutlandım ve eski bir kuleye geçiş yaptım.

 

Olduğum kulenin şimdi toplantı odasında bulunuyordum. Lord Yelit yanımda durmuş olan biteni izlememi sessizce seyrediyordu.

 

Toplantı odasında bulunanlardan iki kişiyi tanıyordum. Biri Lord Yelit bir diğer Rauf beydi. İkiside toplantı odasında bulunan masada yan yana oturmuş masada konuşulmakta olan konuyu dinliyordu. Önemli bir konu olmalıydı ki herkes gergin bir halde bu olayı tartışıyordu. Ben tam bir adım atıp masaya doğru yaklaşacağım an bunu yapamadım.

 

Anında toplantı odasından bir anda ışınlandık ve başka bir yere geçiş yaptık. Neden Lord Yelit 'in bunu yaptığını anlayamadım.

 

"Neden toplantı odasında olan anının devamını izlemedim?" diye sorduğum da şu cevabı aldım.

 

"Önemli olan ikimizin de dost olduğunu anlamandı. Diğer ayrıntılar önemsiz. Şimdi işler bu yerde kızşıp şekil değiştirecek." dedi ve bulunduğumuz yerde bulanan insanlara baktı. Bende anında bakışlarımı onun baktığı yere çevirdim.

 

Biraz ileride bahçede oturan kişiye bakıyordu Lord Yelit ve bu kişi ise Louya hanımdan başkası değildi. Loya hanım yanında olan birkaç kadınla beraber bahçede verilmiş olan davet alanında kendi aralarında bir sohbet halindeydiler. Loya hanım ona yaklaşmakta olan Lord Yelit ve Rauf beyden habersiz bir şekilde arkadaşlarıyla hala sohbetine devam ediyordu . Birden Loya hanımın yanına ileri yaşta olan bir adam geldi ve Loya hanımın omzuna elini bıraktı. Anında Loya hanım arkasına döndü ve elini omzuna koyan adama tebessümle bakmaya başladı. Ve oturduğu yerden doğrulup adama sarıldı.

 

Onlar birbirine sarılı haldeyken Rauf bey ve Lord Yelit onlara doğru yaklaşmıştı bile. Ama hala ikisi de Loya hanımı fark etmiş değildi. Loya hanımı ilk gören Lord Yelit oldu. Olduğu yerde durup adım atmayı bıraktı onun durması ile Rauf beyde adım atmayı bırakmıştı. Loya hanımın yanında olan adam Loya hanımdan kollarını çekti ve biraz arkasında duranlara yani Rauf bey ve Lord Yelit 'e baktı. Onları görünce yanına çağırdı. Lord Yelit ve Rauf bey hemen çağrıldığı yere doğru ilerledi.

 

Loya hanımın yanına vardıkları anda Loya hanım yanında duran adam onları tanıştırmaya başladı. Loya hanım Lord Yelit' le tanışırken sınırını korurken birden Rauf beye dönüp onunla tanışınca anında olduğu yerde küçük bir bocalama yaşadı. Onun bu bocalamasını yanında duran iki kişi fark etti. Loya hanımın yanında duran adam yani babası ve Lord Yelit.

 

Rauf bey nazik bir şekilde Loya hanımla tanıştı ve bakışlarını Lord Yelit 'e çevirdi.

Çünkü anlamıştı Lord Yelit' in Loya hanımdan etkilendiğini bunu bildiği için hiç pas vermedi Loya hanıma. Ama bakışlarında bir duygu yatıyordu. Araf sınırı...

 

Çünkü o anda o da Loya hanımdan etkilenmişti ama Lord Yelit 'in de Loya hanıma olan bakışını görünce bu etkilenmeyi yok saymaya çalıştı.

 

Lord Yelit ve Rauf bey aynı kadına aynı anda mı aşık olmuşlar? İki dost tek kadın. İki sevgi bir vazgeçiş... İki mutluluk bir yalnızlık...

 

Loya hanım Rauf beye bir şeyler hissetmiş. Rauf bey dostuna ihanet etmek istemediği halde kalbine söz geçirememiş olmalı . Bu aşk iki dostu ayırırken bir beraberliğin de başlangıcı olmuş. Ne tuhaf acı bir yaşantı.

 

Lord Yelit 'in bu konuda Loya hanıma olan sevgisi hala devam etmekte ki Loya hanıma bakarken ki bakışlarında yatan derin sevgi gözler önünde. Hala onu unutamamış. Belki de onu görmemiş olmalı uzun zaman ve böyle hasret gideriyor olabilir.

 

"Ne oldu peki daha sonra? Loya hanım sizin ona olan ilginizi fark etmiş olmalı. Bunu anlayınca ne yaptı?" dediğimde içli bir nefes alıp verdi.

 

"Hiçbir şey...çünkü onun için ben bir dosttan ibarettim. Ve öyle de devam etti. Rauf ile dostluğumuz sonra sona erdi çünkü bunu bile bile onların yanında olamazdım. Olmadım da." dedi sesindeki acı kırıntısıyla.

 

"Peki neden buraya geliyorlar ki? Sizin onlarla bir araya gelmediğinizi bildiği halde buraya gelip sizin bu konuda sıkıntı çekmenizi sağlıyorlar. Bu adil değil. Buraya gelmemeliler." dedim bu konuda olan sıkıntısını dile getirerek çünkü bu Lord Yelit için hiç iyi değildi neden bunu bile bile Moritanya kulesine geldiler ki?

 

Neden bu gelişleri Lord Yelit 'e acı vereceğini bile bile bu geleneğe gelmeyi kabul ettiler hiç mi düşünmediler bu gelişleri bir kalbe iyi gelmeyecekti. Benim sorumun ardından Lord Yelit bizi şu an ki zaman ışınladı. Şimdi yine piyanonun bulunduğu odadaydık.

 

"İlk gelişleri... Daha önce hiç gelmediler. Aslında gelme nedenlerini biliyorum yeni bir başlangıç yapmak istiyorlar ama ben onların bu isteğini geri çevirdim." diyince anında anladım derecesine başımı salladım. Ve markizin üzerinde oturur haldeyken Lord Yelit 'e yaklaştım ve sol elim ile Lord Yelit' in sağ elini kavradım. Onun yanında olduğum bilmesini istedim.

 

" Peki sizden bir ricam olacak bunu kabul etmenizi isterim." dedim ve ne diyecek diye beklemeye koyuldum.

 

"Ne isteyeceğini biliyorum küçük kızım. Ama inan ki olmaz." diyince anında surat ifadem düştü.

 

"Neden ama geçmişe bir perde çekin ve bana bu akşam olacak yemekte eşlik edin lütfen. Onları aşın. Çünkü ileriye dönük bir hayatı hak ediyorsunuz. Kendinizi onlar yüzünden hayattan sakındırmayın." diyerek ısrarcılığımı korudum.

 

Kararsızdı... Aslında oda gelmek istiyordu ama sakıncaları vardı.

 

" İnanın bir sorun olduğu anda size söz veriyorum anında oradan ayrılacağız. "diyerek ona güvence sundum.

 

Düşündü düşündü ve oturduğu yerden kalkıp kapıya doğru ilerledi. Üzerine daha fazla gitmenin bir sonuca ulaşamayacağını anlayınca gidişini izledim. Yaşadıklarını hak etmemişti.

Sahi kim şu ana kadar yaşadığı şeyleri hak etmişti ki?

 

Bazen sonunuz bile acıyla biter. Acı bir parçanız olur.

 

Acılar bir toz miktarı gibi kaldığı yerden silinmez izini bırakır.

 

Loading...
0%