@kurgularlayasam
|
2012, 19 Mayıs Kuleli Askeri Lisesi'nin dans grubu öğrencileri Kandilli Kız Lisesi'nin dans grubu öğrencileri ile geniş alana giriş yapmıştı. Vals müziği yükseldi hafiften. Karadeniz mavisi gözleri parlayan, geniş omuzlu, diğerlerinden daha uzun ve daha kalıplı olan yağız bir delikanlı ve kahverenginin en karanlık tonunda gözlerini çipil çipil bakışlarla süsleyen, zarif bedeni ile gönül çelen bir genç kız ile alanın ortasındaydı. Birbirleri için spotlar sadece onlar üzerindeydi. Maviler ve kahveler birbirlerine ilk kez tutunmuş ve başka bir şeye kör olmuştu. Derin ve acımasız bir bağın ilk kez ortaya çıkışıydı bu amansız bakışma. "Lâl..." Kulaklarına bir fısıltı doldu oğlanın. İçi her duyduğu fısıltı ile ürperdiği gibi ürperdi. Dudakları istemsizce yandı, dili ağzının içini talan etti. "Lâl..." dedi duyduğu fısıltı gibi sessizce. Dudaklarından bir ateş döküldü sanki. Parmak uçlarının değdiği beden, dansın ritmiyle hareket edişinde bocaladı birkaç saniye. Kara gözlerden derin bir sızı geçti. "Tıp oynayalım mı çocuklar?" geçmişin acımasızlığından bir ses geldi kulaklarına. "İstemiyoruz hocam. Ülkü hep kazanıyor. O lâl diye sürekli tıp oynamak istemiyoruz biz. Konuşamıyorsa özel eğitim veren yerlere gidebilirmiş, annem dedi." Hatıralar yüreğinde beliren sızının nedenini söylemişti. Konuşamayışının ona verdiği isimdi canını yakan. Yüreğindeki sızı varlığını koruyorken kulağında bir nefes hissetti. Yıllar yılı atlatamadığı, kendisinden 3 yaş büyük olan, ablası sayılan kızın nefesiydi. "Öksüz..." Duyduğu fısıltı kalbindeki sızıyı diline oradan da dudaklarına taşıdı. Az önce oğlanın ağzından dökülen ateş şimdi de onun yüreğınden ağzına akmıştı. "Öksüz..." dedi titrek bir nefesle. Az önceki bocalayışı şimdi karşısındaki oğlanda gördü. Mavi gözler istemsizce kapandı birkaç saniye. "Anne, ben de onun gibi olmam değil mi? Beni bırakmazsın değil mi? Öksüz olmak istemiyorum ben." Anıların etrafı dikenliydi, batıyordu. Battığı yeri de kanatıyordu. Birbirlerini tanımayan iki genç, birbirlerine ateşle dökülen iki sözcüğü sunmuştu. Kalplerinde beliren kavurucu ateş, bakışlarında beliren yangın ve çehrelerine düşen hüzün onları birbirine bağlayan kaderin onlar için ilk cilvesiydi. Kaderin aralarına ördüğü ağ düğümdü. Bu düğümün başlangıcı belli ama sonunu görmek imkansızdı. Kırıklar, uçurumlar, dikenler ve alevler vardı bu düğümde. Zordu, can yakacak bir yoldu ve sonu bir bilinmezlikti. Dans devam ediyorken birbirlerine bakan ikilinin birbirlerine sessiz birer cümlesi vardı. "Yarayı özürler kapatmaz. Yara ancak yarayı açanla kapanır." . . . . . . . . *** . . . . . . . . *** 2022, 29 Eylül Bir ter damlası daha şakağından kulağına süzüldü. Hafif makineli piyade tüfeğini dayadığı sol omzu tepmelerden dolayı sallanıyorken tek düşündüğü bu cehennemden timini çıkarmaktı. Kalabalık bir terörist grubu tamamlanan 6 aylık uzun soluklu görevlerinin onlara cilvesi gibiydi. Mühimmat tükendi tükenecek durumdaydı. Omzuna dayadığı tüfeğin son şarjör değişimini az önce yapmıştı. Mavi gözlerinin değdiği her itin kafasına sıkıyor, son şarjörünü de hızla tüketiyordu. Sert çehresi giderek daha da geriliyor, çenesini sıkmaktan dişleri zarar görüyordu. Nefes alışverişleri kulağında yankılanıyor, kaskına vuran güneşi dahi kafasında hissediyordu. "Mühimmat bitti, tabancaya geçiyorum." diyen Tabip'in sesini duydu telsizden. Sonra ard arda Deli Fişek, Mayın, Ulak, Gökgöz ve Yetim de tabancaya geçtiğini bildirdi. En son da Öksüz elindeki tüfeğin şarjörünü bitirdi. Tüfeği sırtına atıp bacağındaki kılıftan tabacayı çıkardı. Hızla atılan mermilerle tabancanın mühimmatı da tükendi. Tüm tim tek bir kurşun olan yeleklerinin sol gözüne iliştirikleri kurşunu tabancanın yuvasına sürdü. "Madde 8." dedi Öksüz. "Şehadet esastır." cevabını aldığında artık herkesin tabancasına sürülü tek kurşunu olduğunu biliyordu. "Kasaturaları çıkarın." Verdiği komut son adımdı. Kasatura çıkıyorsa ortadan kaybolma ve avlanma zamanı başlamıştı. Lakin hiçbirinin mevzisini terk etmesine ihtiyaç kalmadı. Duydukları uçak sesi, kurtulduklarının habercisiydi. "Türk Hava Kuvvetleri gururla sunar beyler. Lal temizliğe geldi." telsiz frekanslarına giren yabancının uçağı uçuran pilot olduğu kesindi. Lakin timin beklemediği şey ise sürekli ismini duydukları "Lal" isimli pilotun onları kurtarmaya gelmesiydi. Öksüz ise duyduğu ismin gerçekliğini düşündü o sırada. Mevzilendiği kayanın gerisindeki dumanlar; ateşle birleşip her yana kül, toprak ve kan savuruyorken kafasında yıllardır dönüp duran annesi konuştu. "Lal..." diye fısıldadı. Yıllar önceki o dansı hatırladı. Kara gözler, kara saçlar ve beyaz ten geldi gözlerinin önüne. Hatırladı, unuttu sandığı her detayı. Lakabını ona vermiş olan kadını hatırladı. "Beyler, hızlı olup buluşma noktasına intikal edin. Ayrı ayrı grup hâlindeler." dedi bu defa kadın. Başını iki yana salladı Öksüz. Tabancasını kılıfına yerleştirip telsizinden timine gerekli komutu verdi: "Gidiyoruz Ecel!." Mevzilerinden ayrılıp koşmaya başladı 7 adam. Arkalarında toz, duman ve kan varken onlar ölümün pençesinden bir kez daha kurtuldu. Arkalarındaki 50 kiloluk çantalar onları normale oranla yavaşlatsa da aralarında ən az 200 metrə olan bu 7 adam son süratle çıkışlarını sağlayacak aracın bulunduğu noktaya intikal etti. Aracın şoför koltuğuna Gökgöz geçiyorken sağ koltuğa Öksüz bindi. Arkadaki ikili koltuğa Delifişek ve Ulak yerleşti. Üçlü koltuğa ise Yetim, Tabip ve Mayın bindi. "Ulak, uydu telefonunu uzat." dedi direkt Öksüz. Ulak aldığı emirle çantasından çıkardığı uydu telefonunu ayarladı. Simsiyah saçları yanındaki devresi gibi 3 numara, kahverengi gözleri, samimi bir ifadesi vardı. Kaşlarında hafiften kalınlık, çenesinde göze batmayacak bir eğrilik vardı. "Buyrun komutanım." diyerek uydu telefonunu komutanına uzattı. Uzatılan uydu telefonunu aldı Öksüz. Operasyon merkezini arayıp bekledi. "Alpay." endişeli bir ses kulaklarına ilişti. "Görev başarı ile tamamlandı. Eksiksiz yuvaya dönüyoruz." dedi direkt Öksüz. Beyninde burada kalması gerektiği yankılansa da bu cehennemde timini daha fazla tutamazdı. "Dikkatli olun evlat." dedi Yarbay ve aramayı duyduğu "Emredersiniz komutanım." cevabı ile sonlandırdı. 1 dakika boyunca gözlerini kapalı tuttu Öksüz. Derin bir nefes verdi. Evlat... 25 yıl öncesinin yükü de bindi sırtına. Babasına son defa sarıldığı o gece... Evlat, hitabını babasından duyduğu son gece... Yüreğindeki koca dağdan bir parça kaya daha yuvarlandı. Sessiz bir deprem daha atlattı ruhu. Babasından aldığı deniz mavisi gözlerini açtı. Telefonu Ulak'a uzattı. "Telefonlarınızı açabilirsiniz beyler." dedi ve önüne döndü. Kapattığı telefonunu açtı. Kardeşinden peş peşe düşen mesajları okudu. Abi bu öğrenciler niye böyle ya? Az önce 11. sınıflardan bir çocuk bana aruz ölçüsüyle aşk şiiri yazdı abi, aman Yiğit Ali'ye söyleme. Eşit ağırlık öğrencileri baya rahatlar abi, ben zamanında asla bu kadar rahat olamazdım. Abi, babamdan hâlâ haber yok. 7 ay oldu. 6 aydır görevdesin, ikiniz de yoksunuz. Abi kabus gördüm, iyi misin? İyi ol, sana bir şey olmasın. Kardeşine görevin sonlandığı haberini verdikten sonra telefonu kapatıp cebine attı. Derin bir nefes daha aldı. Babasının ortadan neden kaybolduğuna dair hiçbir fikri yoktu. Kendisine bir şey dememesinin de bir önemi yoktu ama kardeşine haber vereceğini zannediyordu. Lakin Yavuz Türksoy, kızını da geride bırakmıştı. "Komutanım, iyi misiniz?" diye sordu Gökgöz. Sarışın olsa da teni güneşten kararmıştı. Ciddi ifadeye, sert çehreye, hafiften büyük bir buruna sahipti. Mavi gözlerinde hep bir buğu vardı, şimdiyse o buğu biraz merakla karışmıştı. "İyiyim Gökdeniz." dedi Öksüz. Yüzündeki düşünceli ifadeyi atmayı denedi. Aklına gelenle arkasına baktı. "Devran, senin kız isteme ne zamandı?" diye sordu sessizce silahına bakan Tabip'e. Kahverengi gözlerinde büyük bir ışıltı ile baktı komutanına Tabip. Gülümsedi belli belirsiz. "Kısmetse haftaya komutanım. Gelecek misiniz sahiden?" diye sordu hemen. Heyecanlı ifadesi ciddi yüzüne ters olsa da tatlı bir gülümseme belirdi yüzünde. "Davete icabet gerek." dedi Öksüz. Bir baba gibi hafif ihtiyat vardı yüzünde. Sesi babacan çıkmıştı. Alışıktı olduğundan daha olgun durmaya. Erken büyümüş her çocuk gibi... "O değilde komutanım, görev dönüşü yemeği kim ısmarlıyor?" diye sohbete daldı Delifişek. Koyu kahve gözleri kısıldı hemen. Yüzünde munzur bir ifade dolaştı. Dirseği ile yanında oturan Ulak'ı dürttü. Anında moda giren Ulak "Sıra Yağız komutanımdaydı sanki." dedi. Hiç konuşmamış, telefonda yeni evlendiği karısı ile mesajlaşıyor olan Mayın kafasını kaldırdı anında. Ela gözleri büyüdü hemen. Tip tip baktı arkasını dönmüş olan Ulak ve Delifişek'e. "Ben sıramı savdım lan." dedi. Yanında oturan Yetim'i dürtükledi. "Devrem sıra senin, senin." diyerek telefonuna döndü. Neden karısına yazmadığı konusunda biraz azar yemeliydi. Yetim, maviş gözleriyle yanındaki adama sinirle baktı. Ocağına incir ağacı dikmek için hiç doğru bir zaman değildi. "Sıra benim değil oğlum. Komutanım, sıra sizin." dedi topu Öksüz'e atarak. Öksüz arka tarafta didişen adamlarına tip bir bakış attı ve Gökgöz'e döndü. "Gökdeniz yemekler senden koçum." dedi ve konuyu kapattı. Gökgöz başını iki yana salladı. "Hay ben bahtımın karasını sikeyim." dedi içinden. Evet dönüp dolaşıp hesap ona patlamıştı. Sessiz kalıp bu konuya bulaşmamış ve hesaptan yırtacağını düşünmüştü oysa. Planları suda yüzmüştü sonuç olarak. *** "Kartal1, Kartal konuşuyor. Görev tamamlandı. Yuvaya dönüyorum." dedi kadın gülümseyerek. Bir görevi daha alnının akı ile tamamlamıştı. "Kartal, Kartal1 konuşuyor. Yuva seni bekliyor." Çok geçmeden 1. Ana Jet Üssü'ne iniş yaptı. Onu karşılayan Astsubay Üstçavuş'a bakımı için uçağı teslim edip, üzerini değiştirmeye gideceği sırada Albay postası önünü kesti. Selam verip "Komutanım, Albay sizi emrediyor." dedi. Kara gözleri kısıldı Lal'in. Derin bir nefes aldı. Siyah saçlarını toparladı önden giden albay postasını takip ediyorken. Binaya peş peşe girip 2. kata çıktılar ve uzun bir koridoru geçtiler. Albay Halil Kara yazılı odanın kapısını çaldı Lal. "Gel." komutu ile içeriye girdi. Bir tarafta Halil Albay varken diğer tarafta Yarbay bir adam oturuyordu. Kara gözler, deniz mavisi gözlerle karşılaştığında hafifçe titredi içi Lal'in. Boynundaki nefes kulağına soludu. "Öksüz." Hafifçe fısıldadı o 10 yıl önceki ismi. Beynine saklanan anıları gözler önüne serdi. Yüreğinde söndüğünü sandığı ateş tekrar harlandı geçmişin rüzgarı ile. "Otur Üsteğmenim." Albay'ın sesi ile düşünceleri bölündü. Emri ikiletmeden Yarbay'ın karşısına oturdu. Merakla baktı karşısındaki iki adama. Kara Kuvvetleri'nden özel kuvvet bröveli bir Yarbay karşısında niçin oturuyordu? "Yarbay Yavuz Türksoy." dedi karşısındaki adam. Nasırlaşmış elini uzattı. Lal de karşısındaki adamın elini sıktı. "Üsteğmen Ülkü Gece Türkoğlu/ Trabzon." diyerek takmil verdi Lal. Ayakta olmaması buna engel olamadı. "Bir görev var." diyerek araya girdi Albay. Elindeki siyah kapalı dosyayı Lal'e uzattı. "Dilruba Ayşe Türksoy'u koruyacaksın. Farklı bir kimlik, farklı bir hayat." diye ekledi. Lal bir karşısındaki adama bir de Albay'a baktı. Bir Yarbay'ın kızı neden önemli bir koruma kalkanına ihtiyaç duyuyordu? "Neye karşı koruyacağım kadını?" diye sordu Lal. Henüz dosyanın kapağını açmamıştı, açsa öğrenecekti ama açmamıştı. "Dehliz lakaplı bir adamdan koruyacaksın. Yavuz'un kızına ulaşıp oradan da Yavuz'a ulaşmayı hedefleyen bir terörist bu Dəhliz." dedi Albay. Lal derin bir nefes aldı. "Babama veda edebilecek miyim?" diye sordu. Olumlu bir baş sallama ile nefesi verdi. "Kabul ediyorum." dedi ve dosyayı açtı. Zemheri Polat. Matematik Öğretmeni. 29 yaşında. Yetimhanede büyümüş. Devamında kişisel bilgiler teker teker yazılmıştı. Görevin içeriği netti. Dilruba'yı koru. "50 saat kadar süren var. Git, ailenle vedalaş. Sonra dosyada bulunan yere gidip seni oradan alacak mit çalışanlarını bekle." dedi Yarbay. Duydukları ile ayaklandı. "Emredersiniz komutanım." diyip selam verdi ve odadan çıktı. "Zemheri." duyduğu fısıltı ile titredi yine. Zemheri... İçinde bir yerde büyük bir anlamı vardı sanki bu ismin. Fısıltılara karışacak kadar büyük bir önemi vardı Zemheri isminin. Derin bir nefes daha aldı... . . . . . . . . *** . . . . . . . . 2001, 28 Ekim Hafif bir yel, tatlı tatlı esti dışarıda. Sonbahar henüz tesirini göstermemişken, yazın kuvveti soluyordu. Güneş kendini bulutlara saklıyor, bunaltıcı etki yerini tatlı rüzgarlara bırakıyordu. Yapraklar rüzgarla dans ediyor, köklü çınarın dalları ahenkle süzülüyordu. Kuşlar ağacın üzerinde dolaşıp ötüşüyorken camın tahta pervazına süzüldü bir tanesi. Siyah saçlarını salık bırakmış olan kız çocuğuna aydınlığın karanlığı yeneceğini fısıldamıştı sanki. Emin olamadı kız çocuğu. Fısıldayan kuş muydu yoksa hep duyduğu ve de rüyalarına giren o gece evinde uyuyup uyandığı adamın kızı mıydı? Seçemedi. Sessizliğine ve yalnızlığına uçup giden kuşla devam edeceği sırada odaya yetimhane görevlisi girdi. Bir şeyler söyledi, anlattı ama dinlemedi her zamanki gibi kız çocuğu. Sadece kara gözleriyle boş boş baktı kadına. Konuşmadı da. Elinden tutup onu yönlendiren kadının arkasından sessizce yürüdü. Odanın çıkışında başlayan koridor boyunca yürüdüler. Bir üst kata çıkıp tekrar bir koridor boyunca yürüdükten sonra müdirenin odasına geçtiler. Kara gözler kimseye bakmak istemese de "Karşına bak Ülkü." fısıltısı ile karşısına baktı. Ela gözlü o adamdı. Akşam beraber uyuyup, sabah kollarından alındığı o polis. Baba hissiyatını hissettiği tek adam... Yüzünde 4 yılda hiç belirmemiş olan tebessüm belirdi. Koşup kollarını açmış olan adama sarıldı. "Baba..." dedi sessizce. Sessizliğin anlamı ağırdı ama Baba kelimesinin anlamı daha da ağırdı. Titrek bir nefes verdi Turan. Kız çocuğu gibi gözyaşlarına engel olamadı. "Kızım..." dedi yüreğindeki yangınla. 2. defa kızını kaybetmek zorunda kalmak her zerresini mahvetmişti. "Beni götür buradan baba." sessiz bir cümle daha sundu babasına kız çocuğu. Müdire ve görevlinin şaşkın şaşkın onlara bakmasını sağladı. 4 yıl boyunca tek kelime konuşmamış, bir kere bile gülmemiş, kimseyi yanına yaklaştırmamış çocuk muydu bu çocuk? "Götüreceğim kızım..." dedi Turan da. Birkaç dakika içinde prosedürle alakalı işleri hallettiler. O süre zarfında kız çocuğunun minik kolları hiç gevşemeden babasına sarılmaya devam etti. Tüm belgeler ve prosedürler hallolunca yetimhaneden beraber çıktılar. Bahçeden geçerken o kuşu tekrar gördü kız çocuğu. Omzuna doğru süzülmüş ve uzaklaşmıştı. "Seni tekrar babama bırakıyorum." duyduğu fısıltı ile son kez baktı ardına. Hayat denen bu cehennem ona 4. yaşında ölümü, 5, 6, 7 ve 8. yaşlarında yetimliği ve öksüzlüğü öğretmişti. Şimdi ise ondan çaldığı ailənin yerine yine ailesi çalınmış bir baba vermişti. Hayat denen bu cehennem belki cennet de olabilirdi. Yetimhaneden çıkarken artık bir şeylerin daha değişeceğinin bilincinde olmasa da hissindeydi. Ülkü Göktürk çok geride kalmıştı. Şimdi Ülkü Türkoğlu idi. Lakin içinden bir ses Gecə olması gerektiğini söylüyordu. Minnet duygusu içinin her tarafında dolaşıyordu. Ve belki de bu yüzden babasının yüreğindeki Gece boşluğunu Ülkü olarak değil de yine Gece olarak doldurmak istiyordu. Küçüktü. Çok küçüktü ama bunu aklından, gönlünden geçiriyordu. *** Siyah saçları hafiften dağınıktı. Deniz mavisi gözleri dolu dolu bakıyordu. Yüzünde derin bir acı dolaşıyordu. 1 metreyi aşkın boyu, arkadaşlarına göre uzundu. Bedeni daha sert ve kalıplıydı. Lakin yüreği diğer herkesten daha yumuşaktı. Karanlıklar içindeki koridordaydı. Kardeşinin odasının kapısı aralıktı. Işık karanlık koridora sızıyordu. Pembe ve gri döşenmiş odada, kubbeli bir yatakta elinde kitabı, kucağındaki kızı ile babası uzanıyordu. Kaf Dağı masallarından birini heyecanlı bir biçimde anlatıyordu. Kapının arkasında kalan çocuk bir adım atıp odaya giremiyordu. Sessizce, bir gün babasından masal dinleyeceği umudu ile bekliyordu. İçinde bir kıskançlık yoktu. Babası görevde olduğu zaman hep kardeşine kendisi masal okurdu. Lakin içindeki minik çocuk, dışındaki olgunlaşmak zorunda kalan çocuğun önüne geçiyordu bazen. Ne vardı ki? Bir kere de kardeşine masal okuduktan sonra ona masal okusa ne olurdu? Beklerdi. Babasının ona masal okuyacağını bilse uyumazdı bile. Fakat ona kapı ardından izlemek düşmüştü. Oysa sadece Dilruba'nın annesi ölmemişti, Alpay da öksüz kalmıştı... Dolu dolu duran gözlerinden yaşlar düştü Alpay'ın. Çenesi titredi. Ağzını kapatıp koridorun diğer ucundaki odasına koştu. Yatağına girerken hâlâ ağlıyordu. Kendi kendine yetecekti. "Oğlum, Alpay, birtanem..." Yatağa oturan beyaz dumana baktı usulca. Özlem tüm bedenine yayılıyorken beyaz dumana sarılmaya çalıştı. "Lütfen geri gel anne." dedi sessizce. Ağlayışı bile sessizleşmişti Alpay'ın. Minik hıçkırıklarını bile duyamazdı babası. Buna daha çok kırlırdı kalbi. Dilruba'nın gözünden yaş gelse anında anlayıp Dilruba ağlamadan ona sarılan Yavuz, Alpay'ın hıçkırıklarını duyamıyordu. "Seni çok özledim anne. Ne olur gitme bir daha." ağlayışının arasından annesine yalvarır gibi kalmasını söylüyordu. İmkansızdı, biliyordu ama yine de beyaz dumana kalması için yalvarıyordu. "Bu gece ben sana masal anlatayım oğlum. Babanı istiyorsun ama benimle de idare edebilirsin değil mi?" Beyaz dumana baktı uzunca Alpay. Yerine uzanıp dumanın da yanına ilişmesini bekledi. Hafif hafif durulan ağlaması yerini iç çekişlere bıraktı. "Göktürk devirlerinde, Mezopotamya kırlarında göçebe bir oba varmış. Bu obanın beyinin gece karası saçları ve gözleri olan bir kızı varmış. Her savaşa katılır, en çok o yağma getirirmiş. En yaman savaşçılara taş çıkartır, gücünün üzerinde güç olmasını sevmez imiş. Namını tüm Göktürk diyarına ve dahi Çin gibi düşmanlara da duyurmuş. Bir gün babası onu yanına çağırıp Göktürk Sarayı'na gitmesini istemiş. Kız anlamamış neden gitmesi gerektiğini ama bir şey dememiş. Atına atlayıp yola çıkmış. Günler geceleri kovalarken o da saraya varmış. Kağanın karşısına çıkıp 'Babam beni gönderdi kağanım.' demiş. Kağan memnuniyetle selamını almış kızın. 'Seni buraya Yüzbaşıma evdeş olman için çağırdım.' demiş. Kız kağana 'Benden güçlüsünü yanımda istemem, benden güçsüzü ise bana evdeş olamaz.' diyerek kendini ifade etmiş. Kağan gülmüş buna. 'Merak etme, sana denk bir erdir.' demiş. İçeriye giren yüzbaşı ile hafiften sendelemiş kız. Deniz mavisi gözleri ruhuna bir ateş salmış. Parmak uçları alev alıyorken alnı buz tutmuş. Yüzbaşı ise gözlerini kızdan alamamış. Yüreğinin titreyişine şahit olmuş. 'Evdeş olmak için şartın nedir?' diye sormuş kıza kağan. Bakışlarını zar zor çekip adamdan kağana bakmış kız. 'Benimle yarışsın.' demiş direkt. Kağan şaşırsa da kabul etmiş. Büyük bir toy kurdurmuş. İlk yarış havaya atılan yüzüğü hedefe saplamakmış. İlk atış adamınmış. Tek ok ile hedefe saplamış yüzüğü. İkinci atışı kadın yaptığında ise hedefin en ortasında duruyormuş yüzük. İlk yarışı kadın kazanmış. İkinci yarış ise at yarışıymış. Eğerlenen iki ata binip yarışmışlar ve sonuç olarak adam kazanmış bu defa. Son yarış, güreşmiş. Kızla oğlan meydana inmiş ve güreş tutmaya başlamış. Bir kız oğlanı yere düşürmüş, bir oğlan kızı. Yenişememişler. Kağan onları durdurup 'Toyunuz kutlu olsun.' demiş. Kızla oğlan o gece büyük bir toyla evlenmiş. Yıllar birbirini kovalamış. 3 yılın sonunda kadınla adamın bir kızları olmuş. Lakin bebek doğduktan 3 ay sonra bir savaş çıkmış. Kadın, adam ne kadar istemese de savaşa dahil olmuş. Günler geceleri kovalamış. Savaş, kayıplarla beraber kazanılmış. Savaş kazanılmış ama adam evdeşini kaybetmiş. Kan, toprak ve kül kokan meydanın ortasında yüzü hariç bedeninin her yanı yanmış, cansız evdeşini kolları arasına sarıp sarlamalamış. Yüreği parçalanarak ağlamış. Dilinde, ozanların gönüllere duyuracağı sagusu dolaşmış.
Yanakları allı hatun, Gözleri ağulu hatun, Yüreğimi yaktın diye, Kızamam sana hatun.
Kaşları hilal hatun, Dudakları kiraz hatun, Yüreğimi yaktın diye, Gelemem sana hatun.
Boyu boyuma hatun, Huyu huyuma hatun, Yüreğimi yaktın diye, Vazgeçemem senden hatun... Geriye yarım kalan bir er, öksüz kalan bir bala ve amansız bir aşk kalmış." Beyaz dumanın sesinden taşan masal, iyi sonla bitmemişti. İyi son denen şeyin ne olduğu da bilinmezlikti zaten. "Adam, babam gibi çok üzülmüş mü anne?" diye sordu usulca Alpay. Mavi gözleri titriyor, sesinde ağlamanın bıraktığı kırık etki devam ediyordu. "Üzülmüş oğlum. Ama hayat böyledir. Hayallerimiz deki gibi değildir, can yakan gerçekleri vardır." Alpay'ın benimsediği yegane şeydi zaten gerçekler. 4 yaşında öksüz kalmıştı. Hayır. 4 yaşında həm öksüz hem de yetim kalmıştı. Hayallerin ne denli tehlikeli olduğunu bilirdi. Gerçeklere çakılmamak için hayal de kurmayı bırakmıştı. "Sana iyi sonlu masallar anlatamam oğlum. Seni iyi sonlarla kandıramam. Hayat 'Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine' diye devam etmiyor. İnsanlar ölür oğlum, canlar yanar. Gülersin ama ağlarsın da." Duyduklarıyla annesine baktı Alpay. Yeşil gözler buğuluydu. Annenin dumanı dahi evladına yanardı... Yavaşça ayaklandı duman. Alpay'ın göğsüne bir hançer daha saplandı sanki. Gidecek miydi? Annesi, beyaz duman olarak dahi kalamaz mıydı yanında? "Gözlerini kapat oğlum." dedi beyaz duman. Elleriyle Alpay'ın göz kapaklarını indirdi. Alpay istemese de gözlerini kapattı. "Gitme." dedi yalvarır tonda. "Bırakma beni..." dedi uykuyla karışık. Birkaç dakika boyunca beyaz dumanın gözlerinin üzerindeki varlığını hissetti. Sonra ise uyudu. "Özür dilerim, oğlum. Seni yalnız bıraktığım için özür dilerim." Beyaz duman oğlunun alnına dudaklarını bastırdı. Sessizliği gibi varlık ile yokluk arasında pencereden süzülüp gitti. *** Hafif bir rüzgar, ılıkça bedenine doğru esti. Ufak beden üşüdü ince tişörtle. Yine de oturduğu soğuk mermerden bir milim öteye gitmedi. Soğuk toprağa dokundu minik elleri. Çiçekler ekili toprak köyü renkteydi. Mezar taşının üzerinde gök mavisi gözleri, sarı saçları, üniforması ile ciddi biçimde duran Korkut'a değdi gözleri. Yazıları okuyamıyordu, ona göre mezar taşında yazan tek şey Babaydı. İçi titredi. Canlı canlı hiç göremediği babası, sadece fotoğraflardan tanıdığı babası, bir sürü video ve mektup bırakıp kendisi şehit olan babası, beyaz dumanlarla yanına gelen onu yalnız bırakmayan babası... Öyle bir adamdı ki Korkut, yokluğu bile sarıyordu minik oğlanı. "Baba, anne üzgün." dedi oğlan kırık bir sesle. Annesi bazen dalıp dalıp gidiyordu. Kimseyi duymuyor, kimseyi görmüyor, öylece pencereden evin yolunu gözlüyordu. Bugün yine kalakalmıştı öyle. Yiğit Ali de annesine sesini duyuramamış, evden çıkmıştı. Doğruca babasına gelmişti. "Baba, anne çok üzgün." diye yineledi kendini. Gözlerinden yaşlar aktı. "Baba ölmedi, baba şehit." dedi kendi kendine. Usulca toprağı sevdi. "Özledim." dedi. Neyini özlediğini bilmiyordu. Kokusu mu? Kokusunu tanımıyordu. Sıcaklığı mı? Ona hiç sarılamamıştı. Sesini mi? Videolar olmasa sesinden de bihaber olurdu. Bilmese de görmese də bir babası vardı ve özlüyordu. O anda mezarlığın girişinde "Oğlum! Yiğir Ali! Annem!" diye bir bağırtı koptu. Bir annenin kaybolmuş evladını ararkenki o endişesi o büyük telaşı ile doğruca oğluna koştu. Sarıp sarmaladı oğlunu. Öptü, kokladı. "Şükürler olsun Rabbim. Şükürler olsun." dedi. Kocasından kalan tek dala da sahip çıkamama korkusu uçup gidiyorken içindeki endişe yüreğine ateş salıyordu. "Ali'm... Oğlum, deseydin ya bana. Ben babama gitmek istiyorum deseydin ya oğlum. Yalnız başına buraya nasıl geldin sen yavrum? Bir daha yapma sakın." dedi oğlunu göğsüne sardığında. "Anne, cevap vermedin." dedi usulca Ali. Gök mavisi gözlerini annesinin deniz mavilerine çıkardı. Annesinin gözyaşlarını sildi dikkatle. "Baba, anneye gelsin. Baba ölmedi, baba şehit oldu." dedi. Babam diyemeyişi yaktı Asiye'nin yüreğini. Doya doya babam dahi diyemiyordu oğlu, tıpkı annem diyemediği gibi. "Oğlum... Baban bize dönemez ki yavrum. Baban çok uzak bir diyarda." dedi usulca. Ali boynunu büktü. Oysa, kasetlerde duyduğu ses, videolarda gördüğü adamın karşısında durmasını isterdi. Mesela annesine sarılmasını, beraber bir fotoğrafları olmasını isterdi. "Baba, dönmez." dedi içine çöken hüzünle. Ruhundaki eksik yan yine ve yine sızladı. Derin bir nefes çekti içine. Çenesi titredi, kaşlarını çattı hafifçe. Dudakları da titredi. Nefesi kesikleşti. Hüngür hüngür ağladı annesinin koynunda. Ne Asiye durdurabildi ne de arkalarındaki onlara görünmeyen şehit. Evlat ağladı, anne korudu, baba izlemek zorunda kaldı. . . . . . . . . Bölümü burada bitirelim bakalım. Ağlamaya mı geldik, diye soracak olursanız size Zemheri'nin verdiği cevabını verebilirim. Nasıl gittiği konusunda yorumlarınızı bekliyorum. Sizin için bölümleri uzatmaya çalışacağım elimden geldiği kadar ancak çok da fazla uzunluk beklemeyin benden. Amatörüm, biliyorsunuz. 💚 Yağmur, ıslanmayana; aşk, yaşamayana; savaş, savaşmayana güzel. Eril Alperen Emir... 12 Aralık 2023 Unutma, unutturma! 06.02.2023 ❤️🩹
|
0% |