Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. Bölüm

@kuslarinevsahibi

Kırmızı kaydırak, tahtrevalli ve salıncaklara dalgın gözlerle baktı bir süre. 'Yine mi? ' diye geçirdi içinden. Issız parkta yavaşça ilerleyen adımlarına aldırmadı. Zemheri Sobe, oyuncakların arasından yürürken de eski mor salıncağa binerken de bir rüyanın içinde olduğunun farkındaydı.


Bıkkın bir nefes alıp kendini salıncağa bıraktı. Sessizliği dinledi bir süre. Salıncak yerinde ileri geri gidiyor, karnında o tarifsiz hissi uyandırıyordu. Bir rüyanın nasıl bu kadar gerçek hissettirebildiğini sorguladı. Ah! Doğru ya, bu bir rüya değil gerçeğin beyninde sürekli tekrarlayan görüntüsüydü. Gözleri ilerde uzayan yolu buldu. Etrafı yaprakları dökülmüş, siyaha çalan renkleriyle insanda huzursuzluk uyandıran ağaçlarla çevriliydi. Uzun yolun sonunda görünen ufuk çizgisi kan kırmızı rengindeydi. Gökyüzü kana bulanmış gibiydi.


'Siyah ve kan' diye geçirdi bu sefer de içinden. Bir süre sonra Zemheri Sobe'nin hayatında bütün renklerin ve gerçeklerin yerini alan bu ikili eskiden olduğu gibi ona acı vermiyor ya da korkutmuyordu. Buruk bir tanıdıklık, alışmışlık hissi... Evet, hissettikleri bunlardı.


"Tik-tak-tik-tak-tik-tak! Vakit doldu. Oyun başladı. Kurban olarak sen seçildin, Sobe. Kaybolucaksın Sobe. Bulunduğunda ödül de yokluğunla ceza da sen olacaksın. Saklan Sobe. Saklan!" metalik bir erkek sesi duyuldu. Ses kan kırmızısında yankılanıp siyaha hapsoldu...


Zemheri yavaşça ayağa kalktı. Arkasında bıraktığı mor salıncak büyük bir isyanla sallanmaya devam etti. Etrafı sarıp, ağaçları kökünden koparmak ister gibi sarsan rüzgar Zemheri'nin pembe eteklerini uçurmaya yetmiyordu. Rüzgara aldırmadan ağaçlı yolun başına geldi. Yola attığı bir adımla rüzgar durdu.


Başını dönmemek için zorlasa da bedeni onun boyunduruğu altında değildi. Önce kendi üzerinde gezindi gözleri. Masum pembe elbisesi, simsiyah uzun bir elbiseye dönüşmüştü. Parlak simlerin yerinde kırmızı kan lekeleri vardı. Kalbinin üzerindeki kırmızılık ellerine bulaşmıştı. Ellerinde kan vardı. Kader O'nun ellerini kana bulamayı seçmişti.


Gözlerini yavaşça kaldırdı. Gözünden sol yanına akan, kalbindeki kanla buluşan yaşa aldırmadan izledi karşısındakini. Gözünü bile kırpmadan, her an kaybolmasından korkarak baktı canından çok sevdiğine. Biraz önceye kadar aklında olan bunun bir rüya olduğu gerçeği uçtu aklından. Özlemle izledi altı yaşındaki çocuğun yüzünü. Tekrar tekrar daldı kumral saçlarına, annesinin bir eşi yeşil gözlerine.


"Ateş!" sesi bir fısıltıdan farksızdı.

"Kayboldum Ateş. Bulamıyorum ışığı. Kayboldum gecede. Kayboldum leyalde. Sen bul beni. Ben sana gelemiyorum, sen gel. Ablan üşüyor kardeşim. Ablan sana sarılamadığı her an üşüyor."


Derin nefes aldı. Kendisinden gittikçe uzaklaşan kardeşine baktı. Bembeyaz giyinmişti. Kendini hatırladı. Siyah ve beyaz... Bu kadar farklı mıydılar birbirlerinden? Bu kadar farklı mıydı yolları?


" Ateş! Dur. Uzaklaşma benden. Gitme! " yalvarıyordu, Zemheri Sobe. Kardeşi gitmesin diye ama kardeşinin dudaklarından dökülenler dumura uğrattı Zemheri'yi.


"Ben değil abla. Sen gidiyorsun. Uzaklaşan sensin. Kaybolan sensin. Seni bulamayan ben..." Gerçekten O'ydu giden. O'ydu bulunmaya muhtaç olan.

"Ateş, kardeşim." 


°°°

Zemheri Sobe, sıçrayarak kalktı yatağından. Sertçe sildi gözyaşlarıyla ıslanan yanaklarını. Yine aynı kabustu. Yirmi yılının her gecesini esir alan kabustu.


Yirmi yıl... Sahi o kadar olmuş muydu? Kader ellerini kana bulayalı olmuş muydu o kadar? Elini ağzına götürüp kopan hıçkırığını susturdu. Derin bir nefes aldı. Ancak burnundan ciğerlerine kadar yayılan kokuyla yüzünü buruşturdu. Genzini yakan küf ve ter kokusuna alışmayı bekledi. Sessiz nefesler alıp verirken gözleri etrafta gezindi.


Yer yer yosun tutmuş taştan duvarlar, oradan buradan bulunmuş eski bir masa, miladını çoktan doldurmuş üç küçük sandalye vardı. Duvarda yakında kurulma hayalleri kurulan 'sözde devletin' bayrağı ve haritası duruyordu. Masanın üzerinde bir kaç uyduruk belge göze çarpıyordu. Burada belgelerle iş yoktu. Burada atılan bütün imzalar kurşunla atılırdı. Küçük mağaranın olmayan kapısından içeri günün ilk ışıkları süzülüyordu. İnce şiltesinin altında demirleri batan, küçük, karyola tipi yataktan kalktı. Böyle bir yatak bile lüks sayılırdı.


Üzerindeki eski battaniyeyi kenara attı. Solmuş rengi yüzünden rengini ya da motifini seçemiyordu. Yere düştüğünde üzerine yapışan tozlar kalktı. Bu mağarada her şey kirliydi, pisti. Tıpkı Zemheri Sobe gibi...


Ayağa kalkıp esnedi. Buraya ilk geldiğindeki zamanlar doluştu aklına. Uykusuzluktan yorgun düşüp bayılana kadar gözlerini kapatamamıştı. Küçük olduğu için herkes tarafından ezilmişti. O zamanlar çok güçlü olarak gördüğü bu insanlardan korkuyordu. Hepsinin ellerinde kendininkiler gibi kan vardı. Üstelik onlarn ellerindeki masumların kanıydı.


O küçük aklıyla burasının onun gibileri cezalandırdıkları bir yer olduğunu düşünmüştü. Canavarların cezalandırıldığı bir cehennem... Ama bilmediği bir şey vardı; O canavar değil kurban olan taraftı. Ceza verilmesi gereken değil, yaraları sarılması gerekendi. Ne yazık ki kader adil değildi. Canavarın günahının bedelini kurbana ödetti.


Zemheri Sobe'den renkleri ve gerçekleri alan kader ona siyah ve kanı bırakmıştı. Zamanla siyah O'nun gerçeği oldu. Gündüz kendini geceye bıraktı. Çakal görünümlü kuzu, elinde şeytanın asasını tutan bir melek, Leyal kostümlü Zemheri... Koca bir çakal sürüsünden çıkmak için tek seçeneği vardı;çakaldan daha çakal olmak. Belki tek seçenek değildi ...


Adımlarını dışarı yönlendirdi. Mağaradan çıktığında yerde uyuyanlarla karşılaştı. Hepsi toprağın üzerine serilmiş, sabahın ayazında zor bela buldukları battaniyelerle ısınmaya çalışıyorlardı. Bazıları o kadar bile şanslı değildi.


Yere büzüşmüş öylece uyuyan bedenlerde dolandı gözleri tek tek. Çoğunun karnı açtı. En son ne zaman yıkandıkları ise meçhul. O, diğerlerine kıyasla daha şanslıydı. Yıllar içinde örgüt içinde yükselmeyi başarmıştı. Örgüt içinde ölmeden iki yıl atlatabilmek bile büyük başarıydı. Yaşadıkları sefalet şöyle dursun Türk askeri nefes bile aldırmıyordu. Kayıplad çok fazla olunca haliyle örgüt içerisinde üç yılı deviren kıdemli sayılıyordu. Kıdem demek daha insanca bir yaşam demekti. Kendine ait bir yatağının olması da bunun getirilerinden biriydi.


Boş boş bakan gözleri bir noktada takılı kaldı. On dört yaşında bir erkek çocuğu üzerinde ince bir kazak öylece yerde yatıyordu. Soğuktan yüzü kıpkırmızı olmuştu ve titriyordu. Hemen yanında büyük bir cekete sarılmış bir çocuk daha vardı. İç çekip hızla mağaraya geri döndü. Eline battaniyeyi alıp geri çıktı. Etrafı hızlıca tarayıp kimsenin olmadığından emin oldu. Kampın etrafında 37 nöbetçi nöbet tutuyordu. Yüz elli küsür kişilik bir kamptı bu. Şu sıralar etraf sakin olsa da tedbiri elden bırakmıyorlardı. Karşılarında Türk askeri gibi bir tehdit varken bırakmazlardı da.


Zemheri'nin olduğu taraf daha sapa kaldığı için nöbetçiler diğer yerlerde nöbet tutuyordu. Battaniyeyle çocuğun yanına gidip üzerine gelişigüzel attı. Çocuğun üşümesi üzerine gelen battaniyeyle azalmış olacak ki titremeleri yavaşladı.


Zemheri daha fazla oyalanmadan dört-beş adım ilerisindeki kayanın üzerine oturdu. Mağaranın önünde yaklaşık on beş metre genişliğinde bir alan vardı. Gerisi uçurum. Oturduğu kayadan ayaklarını boşluğa doğru sallamaya başladı. Aklına dolan anılarla beraber buruk bir tebessüm etti.


"Ablam beni yakalayamaz. Ablam beni yakalayamaz." küçük Ateş koşarken gülüp dil çıkardı.


"Yakalayamam, öyle mi? Gel bakalım buraya. Seni o dilinden yakalayacağım hem de."


Zemheri gülerek kardeşini kovalamaya başladı. Hızını biraz arttırdığını gören kardeşi daha hızlı koşmaya başladı. İkisi gülerek koşarken Ateş'in ayağı taşa takıldı ve düştü. Bunu gören Zemheri hemen kardeşinin yanına eğildi. Telaşla onu tutarken bir yandan da iyi olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Kardeşinin ağladığını görünce hemen göğsüne çekip kollarını sardı.


"Abla o taş düşürdü beni." kardeşi ıslanmış kirpikleriyle ona bakarken canını yakanı ona şikayet ediyordu.


"Sen merak etme ablam. Ben ona gününü göstereceğim." Göz yaşlarını silip kardeşini gözlerinden öptü. Daha sonra taşın yanına gidip onu duvara fırlattı. Taş parçalanıp yere dağıldı. Tekrar kardeşine döndü. Saçlarının üzerini öperken fısıldadı. "Söz veriyorum canının yanmasına izin vermeyeceğim. Seni ağlatanı ben de ağlatacağım." Kardeşine nemli gözlerle bakarken bu sözünü tutamayacağını bilmiyordu, Zemheri Sobe.


Yirmi bir yıl önce tam o gün olmuştu bu olay. Gözdem öpmek ayrılık getirir. O gün kardeşini gözlerinden öpmüştü. Bu yüzden mi hasretti can paresine?


Başını iki yana salladı. Anılara dalmanın sırası değildi. Ne var ki zihnindeki sesler susmuyor, geçmişi bir bir önüne seriyordu.


Sözünü tutmadın. Korumadın kardeşini. Koruyamadı. O da muhtaçtı korunmaya. Hatta belki en çok O...


Sen kötüsün. O'ysa masum. Hakketmiyorsun onu. O da masumdu. O da haketmemişti ki yaşadıklarını.


Olduğun yere bak. Bulsan ne olacak kardeşini? Ne zaman biteceği bile belli değil. O'na anlatabilecek misin her şeyi? Anlatamazdı. Ama O anlasa olmaz mıydı? O koruyamadı belki kardeşini. Kardeşi onu koruyabilir miydi şimdi?


İç çekip cebinden bir parça tütün ve kağıt çıkardı. Tütünü sarıp yaktı. İçtiği zehir ciğerlerini karartırken O, kalbinin aydınlanacağı günün hayalini kurdu yeniden. Dudaklarının arasında biten zehirle beraber hayal de yıkıldı. Yıkılan hayallerin enkazında kaldı bir kez daha.


Elindekini aşağı attı. Küçük kor parçası yavaşça yere düşerken gözleriyle takip etti. O da yirmi bir yıl önce düşmeye başlamıştı. Hala yere çakılmayı bekliyordu.


Dudakları ondan bağımsız aralanıp yirmi bir yıl öncesine gitti. Bir zaman makinası misali küçük Zemheri'yi alıp bu ıssızlığa getirdi. Dudaklarında eski bir şarkı, kulaklarında hasret duyduğu bir ses, kalbinde özlemlerin en ağırı vardı.

"Bir ay doğar ilk akşamdan geceden..."


Loading...
0%