Yeni Üyelik
6.
Bölüm

ALTINCI BÖLÜM

@kutuphaneciih

Temiz hava insanı erken uyanma konusunda tetikliyordu. Sabahın ilk ışıklarıyla öyle dinlenmiş bir zihinle açmıştım ki gözlerimi ne yatağın eskimiş şiltesini hissetmiştim ne de yatakta her döndüğümde çıkan o tiz gıcırdama sesini. Adar da gece sadece iki kez uyanmıştı. Saat başı uyanan huysuz keçi oğlum yeni kasabamızda huzurlu uykunun tadına varmış ve bunu bana da bahşetmişti. Şimdi birlikte yatakta uzanmış her zamanki sohbetimizi ediyorduk.

 

“Seninle şöyle bi keşif turuna mı çıksak öğleden sonra? Ha fasulyem?”

Yüzü koyun yattığı göğsümde bir eli ağzında bir eli kolyemde kendince mırıltılar çıkartıyordu.

“Hava bugün güneşli gibi görünüyor. Seni sıkıca giydirip battaniyene sarmalarsak bence üşümezsin. Bu temiz havayı ciğerlerimize çekebildiğimiz kadar çekelim. İstanbul’a döndüğümüzde hasretini çekeceğiz.”

Yüzünü ekşitip yüksek sesli mırıldandı. Onun bu cevap verir gibi seslerine bayılıyordum.

“Ne oldu? Dönmek istemiyor musun İstanbul’a.” Dedim kolyeme dolanmış elini çözerken. “Endişelenme minik fasulyem seni o gri kaplı eve döndürmeyeceğim. Serdar dayın bize aynı kendi evi gibi bahçeli, müstakil bir ev bulacaktır. Bahçeye senin için bir salıncak da kurarız. Biraz daha büyüdüğünde bi de bahçeye çadır yaparız. Biliyor musun deden benim için bahçemize eski çarşaflardan bir oyun çadırı kurmuştu. Henüz okula başlamamıştım. Bütün gün orada oynardım. Eve hiç girmek istemezdim. Babam işten gelene kadar hep çadırımda oynar, yemeklerimi bile çadırımda yerdim. Babam geldiğinde beni kucaklar ‘Yemek masasında tüm aile toplanıp yemezse evimizde bereket olmaz’ derdi. Çocukken anlamazdım. Ama büyüyünce analdım ki o sofraya ailecek eksiksiz oturmak öyle güzel bir nimetmiş ki…” Gözlerim doldu. Yıllar sonra oturduğum ilk aile sofrası dün geceydi. Tekrar o küçük Dalya gibi hissetmiştim. “Sana söz, eksik bir sofrada büyümeyeceksin. Sofralarımız hep kalabalık olacak. Sen ailesizliği hiç yaşamayacaksın.”

“Dalya teyseeee!” Bir ince ses odamız havalansın diye açtığım pencereden içeriye doldu. “Dalya teyseeee! Ahi Bebeeeeek! Uyandınıs mı?”

Bu kız çocuğunun sesinde kuşlar cıvıldıyordu. O konuştuğunda, gülümsediğinde, dans ederken, şarkılara bağırarak eşlik ederken etrafından bahar çiçekleri yeşeriyordu sanki. Odamın içi bahar kaplamış gibi hissediyordum.

“Kızım bağırmayacaktın hani! Belki daha uyanmamışlardır?”

Afşin Bey kızını uyarırken ben Adar’la birlikte dikkatlice yatağımdan doğruldum.

“Baba hiç bu kadal saat uyulul mu?” Göz ucuyla duvarda asılı duran saate baktım henüz 10:00 bile olmamıştı. “Ben çok acıktım, hep belabel kayvaltıya gidecektik hani?”

Su Ela sabırsızca sıralıyordu cümlelerini. Balkon kapısını açıp dışarı adım attığımda gıcırdayan parkelerin sesiyle atışan baba kızın başları yukarıya kalktı.

“Su Perisi çok haklı Afşin Bey,” Bakışlarımız kesişti mahcubiyeti net şekilde okunuyordu. “Bu saate kadar uyunur mu hiç? Ayrıca minik fasulye ve ben de çok acıktık.”

“Minik fasulye kim?” başını o kadar geriye atmıştı ki biraz daha kaldırsa boynu zedelenecekti. Afşin bey hemen duruma müdahale edip kızını hızlıca omuzlarına çıkarttı. Kucağımdaki Adar’ı hafifçe kaldırdım.

“İşte Minik fasulye.” Su Ela elini dudaklarına kapatıp kıkırdadı. “Çok komikmiş… ben de ona öyle seslenebilil miyim?”

Başımı onaylarcasına salladım. Afşin Beyle bir kez daha göz göze geldik. Mahcubiyeti yerli yerinde duruyordu ama yüzünde tebessümü parıldıyordu. Tebessümüne karşılık olarak ben de kocaman gülümsedim.

“Kahvaltıyı ben hazırlayayım diyeceğim ama henüz alışveriş yapılmamış.”

Afşin beyin kaşları havalandı. ‘Sen mi?’ diye sorguladığını görebiliyordum. Tamam mutfak bilgim yoktu ama kahvaltı hazırlayabilirdim sanırım. Yani zeytin peynir koymak çok da zor olmasa gerekti.

“Kahvaltı hazırlayamamanızın tek sebebi malzeme mi?” o sesindeki alaycılığına karşılık tek kaşımı kaldırdım. “Belki çok mükellef bir softa kuramam ama sizi aç bırakmayacağımdan emin olabilirsiniz.”

“Bunu bir düello olarak alıyorum ama” Su Ela’yı omzundan indirdi ve tekrar balkona yöneldi. “Bugün kahvaltı sırası bende. Taşınma ikramiyesi olarak düşünebilirsin. Yarın kahvaltı senden.”

“Peki kabul!” dedim bi çırpıda. Meydan okumaları severdim. Ama yeni komşumla atışmak bana çok daha başka hissettiriyordu. Afşin beyin babama benzerliği beni çocukluğumda hatırladığım güzel anlara ışınlıyordu.

“O zaman 20 dakika sonra bahçe kapısında buluşalım.”

“Kahvaltılar sizden değil miydi?”

O kendine güvenen tavrıyla biraz gerindi. “Ben yemek becerilerimi dün akşam gayet kanıtladım diye hatırlıyorum. Masada hiçbir yemek kalmayışından bu sonuç çıkıyor.” Bu konuda inkar kabul edilemezdi. Gerçekten yemekleri efsaneydi.

“Yani mutfak marifetlerini ispatlaması gereken sensin Yıldız Çiçeği.”

Bir mahsun tebessüm yeşerdi dudaklarımda. İçimdeki çocuk dans ediyordu. Yeniden Yıldız Çiçeği… olmak içimi ısıtıyordu.

“Peki öyle olsun,” dedim cıvıl cıvıl bir sesle. Böyle bir ses tonum olduğunu tamda o anda, yeni evimin balkonunda daha dün tanıştığım komşumla konuşurken fark ediyordum. “20 dakikaya kapıdayız.”

Arkamı dönmeden önce Su Ela’ya göz kırptım ve içeriye girdim. İçerisi serinlediğinden camı kapatıp sabah yerleştirdiğim kıyafet dolabına yöneldim. Öncelikle Adar için açık kahve tonunda pofuduk tulumunu çıkarttım. Ayıcık figürlü şapkasını ve süt köpüğü rengi eldivenlerini yatağa bıraktım. Artık Adar kucağımdayken işlerimi halletme konusunda zorlanmıyordum. Onu yatağa bıraktım. Gülücükler saçıyordu etrafa. Eğilip boyun girintisinden deri bir nefes aldım. “Şu kokun beni sarhoş ediyor Fasulyem.”

Adar’ı hızlıca hazırlayıp sadece tulumunu giydirmedim. İçerisi tulum için sıcaktı. Yanına yastıklar koyup kendim hazırlanmaya geçtim. Dışarı güneşe rağmen serindi. Krem puf detaylı siyah oversize deri ceketimi çıkarttım. İçine siyah triko midi boy eteğimi ve bal köpüğü rengi kare yaka kazağımı ayarladım. Siyah timsah deri desenli kare topuk botlarımı seçip hızlıca giyindim. Ceketimi yatağın ucuna bırakıp banyoya ilerledim. Saçlarımı saç şekillendiriciyle dalgalandırıp günlük bir makyaj yaptım. Kendime özenmeyeli uzun zaman olmuş gibi hissediyordum. Takılarımı taktığımda anlaştığımız saatin geldiğini görüp Adar’ı giydirdim. Pusetine dikkatlice yatırıp merdivenlere dikkat ederken alt kata indim. Bahçeye çıktığımda Afşin bey Kapısının önünde kollarını göğsünde birleştirmiş bekliyordu. Göz göze geldiğimizde başını iki yana salladı.

“Kız babası olmak kızını yarım saat kapıda beklemek demek. Erkek bebeğin olduğu için şanslısın.” Sitemine gülümsedim ve yanına doğru ilerledim.

“Biz kızlar süsümüze pek düşkün oluyoruz,” dedim kendime güvenen bir gülümseme takınarak. “Yedimizde de yetmişimizde de aynıyız.”

“Dikkatimi ne çekti biliyor musun Dalya?” yüzündeki muzur ifadeye gülmemek imkansızdı.

“Ne çekti Afşin Bey?”

“Sen hep Su Perisinin tarafını tutuyorsun.”

Bir ufak kahkaha kaçtı dudaklarımdan. “Su Ela hep haklı olduğundandır.” Dedim.

“Hiç de bile!” Bir çocuk gibi mızmızlanıyordu. Bu koca cüsseli adamın böylesi çocuksu bir karakteri olması beni bozguna uğratmıştı doğrusu.

“Size bir gerçeği söyleyeyim mi Afşin Bey?”

“Lütfen.”

“Biz kadınlar hep haklıyızdır.” Dedim ve puseti Afşin Beye doğru uzattım. Ayakkabılarımı çıkartıp içeri girdim ve omzumun gerisinden baktım. “Yedimizde de yetmişimizde de… Ben bi Su Ela’ya bakayım, yardıma ihtiyaç duyduğu bir konu var mı?”

Cevabı beklemeden içeriye doğru ilerledim. Arkamdan Afşin beyin kıkırtısı geliyordu. Üst kattan gelen müzik sesini takip edip Su Perisine ulaştım. Üzerinde sadece atleti ve kilotlu çorabı vardı. Kapısını tıklattığımda bana döndü. Gözleri dolu doluydu.

“İçeriye girebilir miyim Su Perisi?”

Başını onaylarcasına aşağı yukarı sallarken boncuk gözlerinden yaşlar süzüldü. Yanına ilerleyip göz hizasına indim. Yanaklarından süzülen yaşları sildim.

“Yardım edebileceğim bir şey var mı Su Perisi”

“Güsel güsel giyinmek istiyolum ama seçemedim.” Burnunu çekti. “Babam çok çilkin şeylel seçti.” Eliyle çıkartılıp yere atılmış kıyafetleri gösterdi. Yeşil bir pantolon ve siyah bir kazağa benziyordu.

“Tamam güzelim ağlamana gerek kalmadı,” dedim ve etrafa bakıntım peçete var mı diye. Komodinin üzerindeki selpakı fark edince uzanıp aldım. “Ben şimdi sana dolabındaki en güzel kombini yapacağım.” Dedim burnunu silerken. Yüzünde birden güller açtı. Minik kollarını boynuma dolayıp sıkıca sarıldığında ellerim havada kaldı ama kendimi çabuk toparlayıp bende onu sıkıca sarmaladım. Su Ela ile tek ortak noktamız babalarımızın benzerliği değildi. İkimizde küçük yaşta annesiz kalmıştık. O yüzden ona sarıldığında sanki kendi küçüklüğüme sarılıyormuş gibi oldum.

“Hadi bakalım seni hazırlayalım,” derken onu yatağın ucuna oturttum. “Beyleri çok bekletmeyelim.” Dolabına döndüm ve askıya güzelce asılmış elbiselere göz geçirdim. Pliseli kot etek çekti dikkatimi. Bir de dolabın sonunda asılmış koyu renk kot ceket. İkisini çıkartıp Su Ela’ya gösterdim. Başını aşağı yukarı salladı.

“Ama bu çolabı değiştilelim.”

“Tabi ki… önce kazağını seçelim. Sonra da çorap, ayakkabı? Olur mu?”

“Olul.”

Rafta katlanmış kazaklara göz gezdirdim. Ceketi kalın olduğu için çok da kalın olmayan koyu pembe triko kazağı seçtim. Su Ela’nın beğendiği bakışlarından belli oluyordu.

“Çoraplar neredeler?”

Eliyle komodinin çekmecelerini işaret etti. Krem rengi kalın bir çorap çıkarttım. Hızlıca Su Ela’yı giydirdikten sonra odasındaki boy aynasında kendisine baktı. Etrafında döne döne dans edişinden anlıyordum ki kombinimiz tamamdı. Yatağının yanında ki askıya asılmış şapkaların arasında ki Pembe renk üzerinde çilek işlemeleri olan şapkayı aldım. Saçları ipek gibi omuzlarından aşağı dökülüyordu. Elimle birazcık düzeltip Şapkasını taktım.

“İşte budur Su Perisi… Harikasın.”

“Teşekkül edelim Dalya teyse.” Aynaya bakmaktan kendini alıkoyamıyordu. Arkada çalan şarkıyı kapatıp elimi uzattığımda hiç beklemeden tuttu. Birlikte seke seke aşağıya indik. Ayakkabılarını kendisi seçti.

“Sen zevk sahibi bir hanımefendisin Su Perisi.” Dedim giydiği pembe spor ayakkabıları gösterirken. İltifatımla yanakları kızardı. Tutup ısıra ısıra sevecektim o derece sevimli görünüyordu. Bahçedeki masada oturmuş Adar ile muhabbet eden Afşin Bey bizi gördüğünde gözlerini kızından alamadı. Beğeni dolu ıslığını çaldığında Su Ela ile kıkırdadık.

“Hanımlar bu ne şıklık, gözlerim kamaştı ışıltınızdan.”

Biz kızlar iltifata bayılıyorduk. Ama istediğimizden geldiğinde. Şu an yanaklarım neden alev alev yanıyordu bilmiyordum. Ama Afşin Beyin beğeni dolu bakışlarını üzerimde hissetmek içimi kıpır kıpır ediyordu.

İltifat faslı bittiğinde Afşin Bey Adar’ı almış arabaya ilerliyorduk. Ben anahtarımı çıkartacaktım ki Afşin Bey kendi arabasının kapılarını açtı. Volvo marka gri arabaya doğru ilerlediğimizde Afşin Bey puseti yerleştirirken ben de Su Ela’yı çocuk koltuğuna oturtup kemerini bağladım. Tam geri çekileceğim sırada Afşin beyle göz göze geldik. Gözleri arasındaki denizden daha maviydi. Gök bile soluk maviydi ama onun gözleri parıldıyordu. Yakamozlar parıldıyordu göz bebeklerinde. Bakışmamızı bitiren Su Ela’nın serzenişi oldu.

“Hadi gitmiyol muyus? Fasulye ve ben acıktık.”

Afşin bey sürücü koltuğuna geçerken. Ben de yan koltuğa oturdum. Afşin bey kemerini takmış arabayı çalıştırırken Su Ela çoktan istediği şarkı listesini sıralamaya başlamıştı. Yol boyunca Gözüm sürekli arkayı kontrol etmişti. Su Ela, Adar’a şarkı söylüyordu. Yüzünü şekilden şekle sokup onu güldürmeye çalışyordu. Yol deniz kenarında ilerliyordu. Deniz bugün griydi. Altınoluk tabelasını gördüm. Bizim oturduğumuz yer Altınoluğun bitimindeydi. Narlıaltı diye geçiyordu. 15 dakika sürmeden de Afşin Bey arabayı park etti.

“Evet Dalya buranın en lezzetli kahvaltısını etmeye hazır mısın?”

Afşin beyin sorusuyla vücudumu ona doğru döndürdüm.

“Fazla iddialısınız?”

“Ben yalnızca kazanacağım savaşa girerim Yıldız Çiçeği.”

Bir tebessüm büyüdü dudaklarımda. “Ben de…” dedim yalnızca. Arabadan indik, bu kez o Su Ela’yı alırken ben de Adar’ı aldım. Afşin bey ne zaman bagaja koyduğunu bilmediğim bebek arabasını çıkarttığında puseti arabasına yerleştirdim. Yan yana yürümeye başladık. Hafif bir rampayı çıktığımızda sıra sıra dizilmiş kahvaltı salonları karşıladı bizi.

“Burası Altınoluk köy meydanı. Buradaki en güzel kahvaltı Cemal Abi’de yenir.”

Söylediği yere doğru ilerleyip boş bir masaya oturduk. Karşımda deniz gözüküyordu. Altınoluk’u tepeden izliyorduk.

“Buradan bakınca pek de küçük bir yer değilmiş Altınoluk.” Dedim.

“Son on yılda çok artış oldu. Çoğu da yazlıkçı kesim.”

Etrafımızdaki çoğu masa doluydu ama çok kalabalık diyebileceğim bir durumda değildik. Gözlerimi yumdum bir anlığına temiz hava doldu ciğerlerime. Tam yanımızdan göğe yükselen çınar ağacının yaprakları rüzgârdan hışırdarken etraftan kuş sesleri yükseliyordu. Adar’ın mırıltıları da kuşlara eşlik ettiğinde dudaklarım yukarı doğru kıvrıldı.

“Oooo Afşin’im hoş gelmişsiniz.” Bir yabancı ses duyana kadar bu kadar kaptırdığımı anlamamıştım. Gözlerimi açtığımda Afşin Bey ayağa kalkmış yaşlıca bir adamla tokalaşıyordu.

“Misafir getirmişsin,” derken bakışları beni buldu. Kır saçlı, orta boylu bir amcaydı. Rafet amcayı anımsatmıştı. “Siz de hoş gelmişsiniz hanım kızım.”

“Hoş buldum efendim.” Dedim çekinerek. Tuhaf bir utangaçlık kaplamıştı içimi. Serdar görse bu halimi sabaha kadar güler ömür boyu da dalga geçerdi.

Afşin bey sandalyesine geri oturduğunda bakışları beni buldu. Güneş yüzüne vuruyordu. Parlak gözleri gözlerimi bulduğunda gülümsedi. “Hoş geldi hoş geldi Cemal abim ama misafir değil.”

Adının Cemal olduğunu öğrendiğim adam bana döndü tamamen. “Demek artık yalnızlığını bozdun ha Afşin’im.” Gözlerim irileşti bir an. Yanlış anlaşılmanın verdiği tepki olarak söze atılacaktın ki Afşin Bey konuşmaya başladı.

“Öyle de denebilir Cemal abim. Dalya, Nazenin Teyzenin evine yerleşti. Bizim Serdar’ın ortağı. Biz de dün tanıştık. Artık bir komşumuz var, yalnız değiliz.”

Afşin Beyin yaptığı açıklamayla çaktırmadan nefes verdim. Dışarıdan bakıldığında bir aileyi andırıyorduk. İki çocuklu bir aile… Bize uzaktan bakmayı bıraktım. Çünkü daha dün tanıştığım bir adamla ilgili ertesi gününde zihnimde canlanan bu görüntüler pek de sağlıklı gelmiyordu. Ben buraya bebeğimle yeni hayatımızda sağlam bir bağ kurmaya gelmiştim. Önceliğim sadece bu olmalıydı. Gözlerim Su Ela’yı buldu, boncuk mavi gözlerini bana dikmiş hayran hayran izliyordu. Göz göze geldiğimizde bana öpücük attı. Gülümsemem yüzümde büyürken hava da öpücüğümü tutar gibi yapıp kalbimin üzerine koydum. Göz bebeklerindeki mutluluk uzak mesafelerden bile fark edilebilecek kadar parladı.

Ben kendi halimde o kadar dalmıştım ki Cemal Bey’in gittiğini fark etmemiştim. Biz Su Ela ile sessiz sessiz anlaşırken garsonlar masayı kahvaltılıklarla doldurmaya başladılar. Adar, Afşin Bey ve benim aramda duruyordu. Afşin Bey arabasında huzursuzlanmaya başlayan Adar’ı benden önce kavradı.

“Çok özür dileriz Ahi Bey, bu kadar güzel manzarayı sana göstermek yerine seni arabanda bıraktığımız için.” Adar’ı sırt üstü göğsüne yatırıp denize yüzünü döndürdü. “Nasıl? Beğendin mi?” Adar mırıldandı kendince. Babasının yanında oturan Su Ela Adar’ın eldivenli ellerini kavradı.

“Baba fasulyeye köyü de gestilelim mi?”

Afşin Bey başını kızına doğru çevirdi. “Kahvaltımızı yapalım, hava soğumazsa gezeriz kızım.”

Su Ela ellerini birbirine çırpıp önüne döndü. Kahvaltılıklarımız masaya yerleştiğinde Adar’ı almak için kollarımı uzattım. Afşin bey dikkatlice bırakırken gök mavi gözlerinde takılı kaldım. O mavinin içinde dans eder gibi kıvrılan lacivertlerini ilk kez fark ediyordum. Yakınlığımızdan kaynaklı yüzündeki ince çizgileri de fark ettim.

“Hadi afiyet olsun.” Dedim geriye doğru çekilirken. Dün akşamki yemek gibi huzur dolu bir kahvaltı yapmıştık. Su ela babasına bir sürü soru sormuş, Afşin Bey sabırla hepsine cevap vermişti. Arada Adar biraz huysuzlandığında onu kucaklamış biraz yürüyüp gelmişlerdi. O sırada Su Ela tuvaleti geldiğini söylediğinde biz de hızlıca lavaboya gidip gelmiştik.

Su Ela arabasında uyuyan Adar’ı seyrederken biz de kahvaltı sonrası keyif çayımızı içiyorduk.

“Dediğiniz kadar varmış, gerçekten her şey güzeldi.”

Yüzünde o bilmiş gülümsemesi yeşerdi. Bakışları koyulaşmıştı. “Ben demiştim Yıldız Çiçeği ‘Kazanamayacağım savaşa girmem.’” Çayından bir yudum aldı. “Şimdi sıra sende. Sen göster bakalım maharetlerini.”

Çayımdan bir yudum alırken kahvaltıda neler hazırlayabileceğimi düşünüyordum. Arayıp yardım isteyebileceğim birisi vardı ama onun da gevşekliğini ve benimle uğraşmalarını göze alıp alamayacağımı bilemiyordum. Belki Dafne’yi arayabilirdim. O da mutfakta efsaneler çıkartan birisi değildi ama en azından bir dönem tek yaşarken yemek yapmışlığı vardı.

“Çok mu gözünü korkuttum yoksa?” Afşin Bey başının hafif eğmiş eğlenerek bana bakıyordu. Tek kaşımı kaldırdım.

“Kolay kolay gözüm korkmaz!”

Başını hafifçe aşağı yukarı salladı. “Belli…” Göz bebeklerimin tam içine kenetledi mavi menevişlerini. “Gözü karasın.”

İstemsizce birkaç kez gözlerimi kırpıştırdım. Koyu kahve gözlerim vardı ama hiç böyle yorumlanmamıştı.

“Cesurluğun…” dedi sessizce. “Ötelerden bile fark edilebilir. Savaşçı birisin. Mücadeleyi hiç bırakmayan biri… Bu zamana kadar kolay sınavlar vermediğin gözlerinin derinlerine gizlenmiş.”

Beklemediğim cümleler beni bir an boşluğa düşürdü. Bir günde nasıl anlamıştı beni? Bunca yıldır çalıştığım insanlar anlayamamışken? Dört yıllık sevgilim benliğimden bir kez bile söz etmemişken o hala bir yabancı kategorisindeyken nasıl da anlayıvermişti beni?

“Seni üzmek istememiştim.” Dedi göz göze gelmeye çabalarken. Verdiği çabayı sonlandırıp gözlerine baktım. Bir mahsun tebessüm yeşerdi yüzümde. “Üzülmedim… Sadece alışkın değilim gözlemin içine böyle uzun uzun bakılıp da beni bana tasvir eden kimse olmadı…”

Biraz kırgındım bu hayata, beni böyle yabani birine çevirdiği için. Şartlar böyle gerektirmişti, zarar görmemek için tek şansım sert duvarlarla etrafımı sarmak herkese dikenlerimi batırmak gibi gelmişti. Bunu çok da gerkli olmadığını anladığımda Serdar dikenlerime rağmen sarılmıştı bana. Ama konfor alanımı bozmak istemediğimden bir tek ona indirmiştim gardımı. Dünyanın geri kalanı için hala dikenli kirpiydim. Şimdi değişmek istiyordum. Gardımı, zırhımı bir kenara bırakmak, yeniden babamın ışıl ışıl parıldayan Yıldız Çiçeği olmak istiyordum. Ve bunu 22 yılın ardından bana yeniden hissettiren birisi vardı.

“Bu onların ayıbı Yıldız Çiçeği… Sana bakıp da seni görememek onların cahilliklerine sığınışı.”

“Haksızlık etmeyeyim ben de görmesinler diye üstün bir çaba harcadım.”

Sevmesinler diye…

Bir kısa kahkahası döküldü dudaklarından. Böyle gülmek için değil de ‘Saçma bir düşünce’ dercesine alaya alır gibi bir kahkaha.

“Sen kendini böyle mi kandırıyorsun?”

Sesinde bir hayret nidası saklıydı.

“Kandırmıyorum.” Dedim savunmaya geçerek. “Biri hayatında duvar gibi suratıyla gözlerini dikmiş insanları bakışlarıyla öldürür gibi davranırsa kimse de o insanın karşısına geçip sen ne kadar savaşçısın, mücadelecisin demez.”

Kimse benim gibi birisini sevmez!

Sandalyesinde geriye yaslandı. Kollarını göğsünde kavuşturmuş karşısındaki denize bakmaya başladı. Haklı olduğumu anlamıştı. Çünkü haklıydım. Sevilesi tek bir huyum bile yoktu. Serdar’a bile hayret ediyordum. Beni gerçekten sevmek için hangi sebebe tutunmuştu? Ona sorduğumda sadece gözlerime bakar, kollarını etrafımda sıkı sıkı sarmalardı.

Ben de denize döndüm. Koyu lacivert görünüyordu buradan. Hırçınlığı fark ediliyordu.

“Bak denize,” dedim, bir anlığına bakışlarını üzerimde hissettim. “Ne kadar da hırçın. Dalgalarının büyüklüğü buradan bile gözüküyor. Kimse deniz böyle hırçınken yanında durmaz. Korkar. Ama deniz sakinken insanlar yanından ayrılmak istemezler… Ben hırçın bir denizim Afşin.”

Ona döndüğümde çayından son yudumunu alıyordu. Gözlerini az önceki gibi gözlerimin içine hapsetti. Belli belirsiz bir tebessüm asılıydı yüzünde. Bardağını masaya bırakıp hafifçe masaya doğru eğildi.

“Senin bu dediğin sevmeyi bilmeyen korkak insanların tavırları. Sorsan en çok denizi onlar severler. Ama fırtınada arkalarına bile bakmadan terk ederler. Deniz aynı denizdir Dalya.” Masadan kalktı ama gitmedi. “İster sakin, ister hırçın fark etmez ben denizi severim. Fırtına da çıksa gitmem Yıldız Çiçeği.” Son sözünü söyleyip kasaya doğru ilerlerken beni bir cenderenin ortasına atmıştı.

Doğan’ı düşündüm, beni çok sevdiğini söyleyen, bir kez yemek yiyebilmek için etrafımda pervane olan o adamı. Sevgili olduğumuzda bir çocuk gibi sevindiğini unutmamıştım. Durmadan beni izlerdi, Bakışlarındaki sevgiyi de bilirdim. Ama bir şeyler yarımdı. Olmuyordu. Verdiğim kadarıyla yetinirdi. Hiç üzerime gelmezdi. İnsan sevdiğinde yetinebilir miydi bilmiyorum. Ben Doğan’ın sevdiği kadın mıydım? Yoksa elde etmek istediği bir süs eşyası mı hiç bilememiştim. Ama ben kızgınken etrafımda gözükmezdi. Bir şeylere kızdığımda bazen kırılıp daha da hırçınlaştığımda ‘Sen sakinleş, sonra konuşalım.’ Der ve giderdi. Hep kendimde bulurdum sebebini. Ben hırçındım, eğer yanımda kalırsa boğulurdu. Ve o yüzden de Doğan fırtınalarda denizden kaçardı. Ama sorsanız beni en çok seven oydu. Yeryüzünde beni onun gibi sevebilecek başka bir adam yoktu. Ama ben hiç o büyük sevgiyi hissedememiştim.

“Böyle derinlere dalıp düşüncelerinde boğulman için söylememiştim be Yıldız Çiçeği.”

Daldığım yerden çıkıp toparlanmaya çalıştım. Su Ela masadan kalkmış babasının eline sıkı sıkı tutunmuştu.

“Ufak bir muhasebe yapıyordum diyelim…” diye mırıldanırken ben de ayaklandım. Afşin kocaman gülümsedi ben de karşılığında gülümsedim. Belki de dikenlerimi görmediği için böyle konuşuyordu. Gerçek Dalya’yı gördüğünde o da herkes gibi gidecekti.

“Hadi Dalya teyse!” diye yüksek bir çıkış yapan Su Ela olduğu yerde dans etmeye başladı. “Fasulye de uyandı, köyü geselim. Ona bissülü şey gösteleceğim.”

“Tamam Su Perisi hemen gidelim de görelim.” Diyerek onun neşesine ayak uydurdum. Köyün o rustik havası cidden çok güzeldi. Evler orijinalliği bozulmadan restore edilirken birkaç yeni yapı daha inşa edilmişti. Su Ela babasından öğrendiğini düşündüğüm bilgileri bize anlatıyordu. Abdullah Efendi konağını gezdirirken bazen takılıp babasına bakmıştı. Afşin hızlıca ona hatırlatma yaptığında tüm heyecanıyla rehberliğine devam etmişti.

Bol bilgi depolanan gezimizde dünyanın yedi harikasını gördüğümden daha da mutluydum. O küçük Su Perisi etrafımda dans ederek bana yaşadığı yeri anlatırken etrafına yaydığı ışıktan, içimde yeşerttiği bahardan habersizdi.

&&&&&&&&&

Öğleden sonra eve döndüğümüzde Su Ela babasından bahçede oynamak için izin istemişti. Bu teklif üzerine Afşin bahçe masasında bir kahve içmenin tam da şu an ihtiyacımız olan şey olduğunu söylemişti. Adar’la ilgilenip on dakikaya geleceğimi söyleyip eve geçmiştim.

“Benim tatlı fasulyem altını mı kirletmiş?” Onu yatağa yatırıp tulumundan kurtardım. “Şimdi ben onu tertemiz yapacağım.” Huzursuzca kıpırdanıyordu. Onu çabucak kurtardım kirliliğinden. Henüz zıbını giydirmemiştim, çıplak bacaklarını sallıyordu. Elleri de bacaklarından geri kalmıyordu tabi ki. O beyaz bacaklarına öpücükler kondurdum. Kokusunu çektim içime.

“Senin bu kokun var ya…” öpücüklerim avuç içlerindeydi şimdi. “Benim cennetim.”

Mırıltıları yükseldi. Keyfi yerindeydi tabi. Hızlıca giydirdim üzerini. Çok beklettiğimizi bildiğim baba kızın yanına indiğimde Su Ela bahçenin kenarındaki kum havuzunda oynuyordu. Çoktan Üzerini değiştirmiş, toz pembe eşofmanlarını ve sarı çizmelerini giymişti. Bahçenin ortasındaki beyaz masaya oturduğumda Su Ela çamurlu elleriyle bana el sallayıp oyununa geri döndü.

Annemin ufak bir tenceresi vardı. Turuncu renkli, üzerinde irili ufaklı çiçekler. Onu kaçırmıştım mutfaktan. Bahçenin arka tarafında çiçeklerin dibinde babama yemek yapıyordum. Elimdeki yuvarlak çamuru biraz bastırdım ve tencereye koydum. Köfte yapıyordum. Sulu köfte babamın en sevdiği yemekti. Annem yapınca onu yanaklarından öpüp teşekkür ediyordu. Acele acele şekil vermeye çalıştığım köftelerimi tencereye dizip pişirmek için bahçede duran maşinganın üzerine koydum. Sonra da annem için pasta yapmaya koyuldum. Biraz zaman geçtiğinde kötü bir koku gelmeye başlamıştı burnuma. Ben etrafıma bakınırken annemi maşinganın önünde gördüm. Turuncu kıvırcık saçlarını ufak bir baş örtüsünün içine sıkıştırmış elleri belinde etrafa bakınıyordu. Yüzünden kızdığını görüyordum. Olduğum köşeye iyice sindim. Annemin dakikalarca adımı bağırdığını duymuştum. Çok geçmeden babam girmişti bahçeye.

“Senin bu kızın yine tenceremi yaktı Cesur!” Annem beni babama şikâyet ederken babam annemi kolları arasına almış maşingada yanan tencere bakıyordu.

“Ben hep diyorum Besime’m,” babam annemin başına öpücükler konduruyordu. “Bu kız aynı senin çocukluğun. Sen de annenin tabaklarını sokakta az kırmadın.”

Annem bir yandan kıkırdayıp bir yandan babama hafifçe vurdu. Sonra da yanık tencereyi alıp çöpe attı.

“Şu haylaz kızımızı bulda içeriye al. Üşütecek, sabahtır dışarlarda.”

Babam salına salına içeriye giren annemi izledi bir süre. Yüzündeki gülümsemesi kocamandı. O böyle güldüğüne göre ben kötü bir şey yapmamıştım. Saklandığım yerden fırlayıp bacaklarına sarıldım.

“Babacım! Sana köfte yapmıştım.” Dedim üzgünce. “Ama yandı.”

Eğilip beni kucağına aldı. Önüme düşen turuncu tutamları çekti gözümün önünden. Annesi kılıklı diye severdi beni bazen. Aynı anneme benzediğimi, onun gibi yaramaz bir çocuk olduğumu söylerdi. Ama kızmazdı bana. Kalbimi kırmazdı hiç.

“Yemiş kadar oldum Yıldız çiçeğim.” Dedi içeriye doğru yürürken. “Ama sen bir daha ateşe yaklaşma olur mu? Çocuklar ateşe yaklaşırlarsa canları yanar. Çok ağlarlar.”

“Uf mu olur bana?”

“Evet babacım, çok uf olur. Sonra da annen ve ben çok üzülürüz.”

“Ağlar mısınız?”

“Hem de çok ağlarız.”

“Tama söz bir daha ateşe yaklaşmayacağım siz ağlamayın ama?”

“Aferin benim Yıldız Çiçeğime.”

Ben koşulsuz sevildiğim evden sökülüp alındığımdan bu yana böyle bir anıyı hatırlamıyordum. Ama şimdi zihnimin saklı yerinden çıkıp gelmişti. Gözlerimden süzülen yaşlara hiç dokunmadım. Babamın yüzünü hatırlamıştım. Gülümsemesini, o kadına aşkla bakışını. Babamı hatırlamıştım. Bunu bana bahşeden her şeyden habersiz bahçenin köşesinde çamurdan pasta yapan kız çocuğu olmuştu.

“Su Perim ceketini giymemişsin.” Afşin elinde tepsi ve koluna asıl duran ceketle çıktı evinden. “Üşüteceksin babacım, gel ceketini giyelim.” Su Ela elindeki çamuru temizlerken Afşin yanıma gelmişti. Elindeki tepsiyi bıraktı.

“Sen başla ben şu cadıya ceketini giydirip geliyorum.”

İçmek için onu bekledim. Kızının yanına çöküşünü, sarı yağmurluğu giydirişini, kalkmadan önce saçlarından öpüşünü izledim. Bu görüntü ödüllü bir filimden daha muhteşemdi. Afşin yanıma doğru gelirken ikimizde kocaman gülümsüyorduk. Yanımdaki sandalyeyi çekip oturdu.

“Başlamamışsın.”

“Seni bekledim, birlikte içeceğiz demiştik.”

Adar’ı arabasına bırakıp battaniyesini örttüm üzerine. Gözleri hafiften kapanıyordu ama uykuya direndiğini biliyordum. Gökyüzüne bakıyordu. Dudaklarında gördüğüm tebessüme baka kaldım. Sanki bir şey görüyordu. Daha çok güldü sonra da gözlerini yumdu.

“Sen ağladın mı?”

Ansız soruyla yanaklarımda izi kalmış göz yaşlarımı sildim. “Ağlamak demeyelim de birkaç damla mutluluk göz yaşı diyelim.”

“Seni mutluluktan ağlatan şey ne?”

“Su Ela.” Dedim. Kısa bir an oynayan küçük kıza bakıp ona döndüm. “Bana özlemini çektiğim bir şeyi bahşetti.”

“Bak sen benim Su Perime. Demek sihirli güçlerini sana da gösterdi.”

Gülümsedim. Gerçekten de göstermişti.

Kahvelerimizi içmeye başladık. Deniz gerçekten hırçındı. Bazen dalgalar bahçe duvarımıza kadar geliyordu. Ben irkilsem de Afşin hiç tepki vermiyordu. Birkaç saat önce söylediği sözlerin kanıtı gibiydi bu tavrı.

“Neden yazılım bölümünü seçtin?”

Afşin’in konuyu değiştiren sorusuyla bakışlarımı denizden çektim ve ona döndüm. Bunu uzun uzun hiç düşünmemiştim. Çocukluk hayalim olduğu da söylenemezdi.

“Lise yıllarımda matematik öğretmenim yönlendirmişti.”

Kahvesini yudumlarken kaşları hayretle kalktı. Bir büyük yudumdan sonra bardağını masaya bıraktı.

“Serdar’ın anlattığı, işini tutkuyla yapan Dalya’ya göre oldukça düz bir açıklama oldu.”

Güldüm sadece.

“Gerçi Serdar’ın bahsettiği Dalya ile benim karşımda gördüğüm kadın asla birbirini tutmuyor.”

Kaşlarım çatıldı. O ağzı torba değil ki büzesin olan sevgili dostum acaba beni nasıl anlatmıştı da Afşin beni o Dalya ile bağdaştıramıyordu.

“Ne dedi benim hakkımda?” Fazla meraklı görünmek istemiyordum ama bir yanım çok merak ediyordu. Afşin beni nasıl bekliyordu da bulmamıştı?

“İşine aşık demişti.” Dedi düz bir sesle. “Çalışmak senin için ön plandaymış. İş söz konusu olursa yüzün de tek bir mimik bile oynamazmış.”

“Abarttığını söyleyemem.”

“Duygularını pek belli etmezmişsin.” Dedi sorarcasına.

“Pek bir duygum olduğunu da söylemem.”

Gülümsedi ama belli belirsizdi.

“Yanıldığını söylerdim.”

Acı vardı. Bildiğim en net duygu buydu. Nefret. O kadından geriye kalanlar. Bu iki duyguyu bastırmak için çok çabalamıştım. Derslerimde başarılı olmak için çırpınmıştım. Çalışırken acıyı hissetmiyordum. Acı hissetmeyince nefretimi bastırabiliyordum. Aynı tekniği iş hayatımda da uygulamıştım. Çok çalışmıştım ve bu çalışmanın meyvesini de şirketi kısa sürede uluslararası bir şirket kategorisinde en başarılı şirketlerin arasına yükselterek almıştım. O yüzden acı ve nefreti çıkarttığımda bir duygum yoktu.

“Peki sen?” diye sordum konuyu değiştirmek için. “Ne iş yapıyorsun?”

Gülümsemesi derinleşti. Konuyu değiştirme çabama ayak uydurmayı tercih ederek cevapladı beni.

“Marangozum ben.” Başını Evine doğru çevirdi. “Arka tarafta atölyem var.”

Şaşırmıştım. Bana döndüğünde yüzümdeki ifadeye güldü. “Şaşırdın sen?”

“Beklemiyordum.”

“Neden?” diye sordu kahvesindeki son yudumu içerken. “Sence ne iş yapıyor gibiydim?”

Bence bir modelsin demedim. İtiraf etmeliydim ki ilk gördüğümde Henry Cavill karşımda duruyor sanmıştım. Ama bunu ona söylemedim. Aklıma ilk gelen şeyi söyleyiverdim.

“Bankacı?”

Kahkahası yankılandı etrafta. Su Ela’nın bile dikkatini çekmişti. Bizden tarafa bakıp oyununa geri döndü. Afşin’in yüksek kahkahasına baktım sadece gülümseyerek.

“Senin gözünde boğazına sıkı bir kravat takmış, boğucu takım elbisesiyle sabah sekiz akşam beş çalışan sıkıcı bir adam mıyım?” İnanamazca bakıyordu bana. Bu masum bakışına güldüm ama utanmıştım da. Elimle yüzümü kapattım.

Bankacı mı? Keşke aklıma ilk geleni söylemeseydim. Paniklediğim için saçmalamıştım. Bu da pek benim yapacağım bir şey değildi. Ben paniklemezdim.

“Öyle demek istemedim.” Dedim yüzümü gizlediğim avuçlarımın içinden. Sesim biraz boğuktu.

“Az önce gayet ne bir şekilde ‘Bankacı’’ dedin.”

“Gerçekten sıkıcı biri olduğunu kastetmemiştim.” Ellerimi biraz indirip yüzüne baktım. 34 yaşımda yaptığım şu hareket o kadar kötüydü ki. Neden kendimi 16 yaşında bir kız gibi hissediyordum.

“Gel bakalım Yıldız Çiçeği,” dedi ve ayaklandı. “Sana sıkıcı bir adam olmadığımı göstereyim.”

Ayağa kalkıp Adar’ı aldım kucağıma ve Afşin’i takip ettim. Yanaklarım yanıyordu. Yanlış anlaşılmıştım ama bu ilk yanlış anlaşılmam değildi. Derin bir nefes aldım ve ilerledim. Afşin’in evinin arka tarafına geçtiğimizde ufak bir ev gördüm. Duvarları rengarenkti. Üzerinde çizilmiş çiçekler, kuşlar vardı. Gözlerimi kırpıştırdım hızlı hızlı. Ağlamak istemiyordum. Ama gözlerimin önüne babamla duvar boyayan küçüklüğüm belirdi. Dudaklarımı dişledim ki bir ah kaçmasın boğazımdan.

Afşin koyu ahşap kapının önünde durdu. Oymalı bir kapıydı. Oldukça ağır motifleri vardı. Üst kısmı oval geliyordu. Üzerinde farklı bir dilde yazılmış yazı vardı, okuyamadım. Yuvarlak pirinç kapı tokmağını çevirip önce benim geçmem için kenara çekildi. İçeriye adım attığımda beni loş bir ortam karşıladı. Camlardaki vitray desenleri içeriyi renklerle ışıldatıyordu. Bir an kendimi farklı bir çağa ışınlanmış gibi hissettim. Her yerde odun parçaları vardı. Bir sürü alet. Köşede bir pikap yanında da plakların durduğu bir sandık vardı. Büyük bir masanın yanına koyulmuş minik masa ve sandalyenin sahibini tahmin etmek zor değildi.

Birkaç adım ilerledim. Büyük masanın üzerindeki ayı motifli bir sehpa duruyordu. Ayakta duran ayının kolları sehpanın üzerindeydi. Oturan ayı kollarıyla sehpanın ucundan tutuyordu ve önünde oturmuş yavru ayının elinde bal kavanozu vardı. Güzel bir eserdi. Arkama doğru döndüm.

“Sen mi yaptın?”

Yanıma doğru ilerledi ve tam önümde durdu. Ayıları elleriyle sevdi.

“Benim gibi bir bankacıdan beklemezdin değil mi?”

Afşin bence bir şeyleri unutmuyordu. Hatta hiçbir şeyi unutmuyordu. Bu bankacı muhabbetini senelerce sürdürebilecek potansiyeli onda görmüştüm.

“Sadece sordum.” Dedim kızmış gibi yaparak. Bu taktik Serdar’da işe yarardı.

“Ben de öyle.” Dedi kaşlarını havaya kaldırıp alaycı bir gülümsemeyi yüzüne yerleştirirken. Görüyordum ki Afşin’de pek işe yaramamıştı.

“Neyse centilmen bir bankacı olarak önce ben yanıtlayayım sorunu.” Bu yaptığı çocukluğa kıkırdarken buldum kendimi. “Evet ben yaptım. Çünkü mesleğim bu.”

“Anladım.” Dedim gözlerimi kısıp gözlerinin içine bakarak. “Marangozsun. Bankacı değil.”

“Hayallerini yıktığım için üzgünüm.”

“Bankacı olman hayalim filan değildi Afşin!”

Yüzünü bana döndü masaya oturur gibi duruyordu. Kollarını göğsünde bağladı. Gözleri bir süre Adar’da kaldı. Sonra yavaşça benim gözlerime geldi mavi menevişleri.

“Marangozum dediğimde yüzündeki o ifaden ‘hayallerim yıkıldı’ şeklindeydi.”

Bu tavrına gülmemek elimde değildi. Bir kahkaha kaçtı dudaklarımdan. Bakışları derinleşti. O da gülüyordu. Gözlerinin yanında beliren üç çizgiye baktım bir süre. Ağır ağır kırptığım gözlerimde gezindi mavilikleri.

“Baba!” İçeriye dolan neşeli sesle bir adım geriledim. “Hadi gelip pastamdan yiyin. Çok güsel yaptım.”

Afşin dayandığı masadan destek alarak ileri atıldı. Bende bir şey demeden kapıya yöneldim. Bahçeye geçtiğimizde Su Ela’nın çiçeklerle ve taşlarla süslediği pastasını yedik. Yediğim en güzel çamurdan pastaydı. Bunu Su Ela’ya söylediğimde gözlerinin içi parlamıştı. Bir çocuğu mutlu görmek de yaraları sarıyordu. Bunu göz bebekleri parıldayan Su Ela ile anlamıştım. O güzel gözlerinden içime yayılan şey kesinlikle yüreğimde bir yerlere şifa oluyordu.

Havanın soğumasıyla içeriye geçmek için ayaklandığımızda Afşin yarınki kahvaltıya lazım olanları almaya gidelim demişti. Saat 16:00’da kapının önünde buluşmak için sözleşmiştik.

&&&&&&&&&

“Bence menemen yapabilirsin.” Dedi Dafne. “Yanlış hatırlamıyorsam Afşin seviyordu.”

Evet ne yapacağıma karar veremediğim için Dafne ’den yardım istemiştim. Sağ olsun o da sabahın seherinde onu aramamı yadırgamadan bana kahvaltıda yapılabilecek sıcak şeyleri sayıyordu.

“Yumurta kapama da yapabilirsin. Ya da pankek, peynirli otlu omlet?”

Mutfak masasına koyduğum zeytin ve peynire baktım. Bu ikisi yeterli olmaz mıydı? Dafne’nin saydığı her şey gözüme aşırı zor ve zahmetli geliyordu.

“En kolayı hangisi?” diye sordum çaresizce. Dafne gülümsedi.

“Gözünde büyütme Dalya.” Dedi halimden anlayarak. “Tarife bakarak yaparsan hepsi kolay.”

“Peki sence hangisi?”

“Bence evde çikolata, reçel, fıstık ezmesi varsa pankek yapabilirsin. Bir de tuzlu olarak menemen yaparsın.”

Gözlerim büyüdü. “İki çeşit mi yapacağım?”

Birini becereyim de ikincisi kalsın. Benim üzerime de fazla geliniyordu. Saat çok erkendi ayrıca. Henüz kafam bile yerinde değildi. Dün akşam alışveriş dönüşünde Afşin, Su Ela okula gideceği için kahvaltıyı biraz erken hazırlayıp hazırlayamayacağımı sormuştu. Ben de Su Ela’nın bizimle kahvaltı yapmak istediğini söylemesi üzerine ‘hazırlarım tabi ki!’ demiş bulunmuştum. Ve neticede saat şu an 07:00’yi gösterirken görüntülü konuştuğum Dafne’den medet umuyordum.

“Dalya şimdi internete girip tariflerine bakıyorsun ve hemencecik yapıyorsun.”

Derin bir nefes aldım. Başka bir şansım yok gibi görünüyordu. Bakışlarım kangurusunda başını göğsüme yaslamış duran Adar’a kaydı. “Fasulyem izin verirse tabi…” dedim. Dafne’nin bakışları Adar’a döndü. Gözlerinden akan sevgiyi fark etmemek mümkün değildi.

“Bence Ahi uslu durup annesini üzemez.”

Durdum. Dafne söylediği şeyi fark edince hemen gözleri beni buldu.

“Dalya ben…” pişmanlığını sezdiğimde kendimi gülümsemeye zorladım. Derin bir nefes aldım. Kafamı eğip başına bir öpücük kondurdum.

“Evet oğlum beni hiç üzmüyor.” Dedim. Onun annesi değildim evet ama annesi yerineydim. Ve anne kelimesini ondan çalmayacaktım. Bana anne diyecekti. Bunu önce benimsemesi gereken bendim.

Dafne ile vedalaşıp telefonu kapattığımda telefondan önce pankek tarifini açtım. Hamuru hazırladığımda vidodaki kadar katı olmamıştı ama vaktim azaldığı için yenisini yapmakla uğraşmadım. İlk beş tanesini tavaya yapıştırıp mahvetsem de en azından bize yetecek kadarını güzelce pişirmiştim. Birkaç yanığı saymazsak. Menemense beni pankek kadar zorlamamıştı. Sadece domatesleri soyarken yarısını çöp etmiştim o kadar.

Nihayetinde saat 08:05 de kapım çalındığında masam hazırdı. Ellerimi havluya silip evimin ilk misafirlerini karşılamak için heyecanla kapıya yürüdüm. Kapıyı açtığımda uyku sersemliğini henüz üzerinden atamamış Su Ela ile karşılaştım. Gözüm arkasına baktı ama Afşin görünmüyordu.

“Günaydın Dalya teyse.” Derken içeriye girdi. Ben hala kapı açık Afşin’i bekliyordum. “Babam simit alıp gelecekmiş. Bis başlayabiliymişis.”

Su Ela’nın açıklamasıyla kapıyı kapattım. Elinde tuttuğu ceketini ve sırtındaki çantasını çıkartıp sandalyesine oturmasına yardımcı oldum.

“Sana süt ısıttım ama ballı mı seversin yoksa çikolatalı mı seversin bilemediğim için karıştırmadım.”

“Ballı sevelim.” Derken tabağına aldığı pankeki bir gözü kapalı yemeğe çalışıyordu. Bu halinden anlayabiliyordum ki Su Ela uykucu bir su perisiydi. Ben sütüne bal katıp karıştırırken kapı tıklatıldı. Su Ela’ya sütünü uzatıp kapıya koştum. Kapıyı açtığımda güler yüzü ile Afşin karşımda duruyordu. Elinde tuttuğu simit poşetini yüzümün hizasında kaldırdı.

“Bize simit aldım.” Dedi. İçeri geçer geçmez masaya oturdu. “İşe geç kaldım.” Dediğinde kapıyı kapatmış masaya doğru gelmiştim. Kaşlarım çatıldığında çay doldurmuş çaydanlığı yerine koyuyordu.

“Eee ben sabah sekiz akşam beş çalışan bir bakacıyım. Unuttun mu?”

Yaptığı göndermeye gözlerimi devirdim. “Ben değil ama sen unutmayacak gibisin?”

Keyifle yayıldığı sandalyesinde çayını yudumladı.

“Kusura bakma hayatımda ilk kez bankacı zannedildim. Şokunu atlatmam biraz uzun sürebilir.”

Göz devirmeden edemedim. Ben de Su Ela’nın yanına oturdum. Tabağına biraz peynir be menemen koydum.

“Baban hep böyle midir Su perisi?”

Reçele bandırdığı pankeki ağzına attı. “Nosol?” ağzı doluyken konuştuğu için pek anlayamamıştım.

 

“Su Perisi ağzımızda lokma varken konuşmuyorduk değil mi?”

Başını aşağı yukarı sallayıp lokmasını yuttu.

“Nasıl Dalya teyse?”

“Böyle çocuk gibi inatlaşıyor mu?”

Su Ela kıkırdadı. Başını onaylarcasına salladı.

“Basen hankimis çocuk anlamıyolum.”

Ben Su Ela’nın dediğine kahkaha atarken Afşin uzanıp burnunun ucuna vurdu. Su Ela yüzünü buruşturdu ve geriye çekilmeye çalışırken sütünü dökmek üzereydi ki elinden destekledim.

“Demek babanı satıyorsun ha?”

Su Ela kıkırdayıp süt bardağını iki eli ile kavrayıp büyük yudumlarla içti. Bitirdiği bardağı masaya bırakırken boncuk gözlerini babasına dikti.

“Yalan mı söyleyeyim baba?” dedi. Bu kez kıkırdayan bendim.

“Seni kendi ellerimle bana düşman yetiştiriyorum.” Dedi ve o da neşemize katıldı. Ama gözlerindeki gururu gördüm. Daha beş yaşında kendisine bile kafa tutan bir çocuk yetiştirmenin gururuydu bu.

Keyifle yaptığımız kahvaltımız okul vaktinin gelmesiyle sona ererken Afşin, Su Ela’yı güzelce giydirdi. Sabah serini vardı. Güneş yalnızca yüzünü gösteriyordu ama havanın ısına bir katkısı olduğu söylenemezdi.

Su Ela’nın boyuna eğildiğimde önce davranıp Adar’ın başına minik bir öpücük bırakan o oldu. Sonra ben de onun yanaklarına öpücük kondurdum.

“Hel şey için teşekküllel Dalya teyse. Eline saylık.”

“Rica ederim Su Perisi. Afiyet şifa olsun.”

Kucağımdaki Adar’a dikkat ederek ayaklandım. Afşin’le göz göze geldik.

“Hakkını vermeliyim ki bezin yerini bilmeyen birisine göre çok lezzetli bir kahvaltıydı. Bence sende ışık var.” Dedi ve Su Ela’nın minik elini büyük elleri arasına aldı.

Dilimi kuruyan dudaklarımın üzerinde gezdirdim. Gülümsemem yüzümde yeşerirken verandadan el ele inen baba kızı izledim. Su Ela son basamağı indiğinde geriye dönüp elini salladı. Ona öpücük gönderdiğimde havaya zıplayıp tutuyormuş gibi yaptı ve kalbinin üzerine koydu.

Bu sabah yaşadığım en özel sabah olabilirdi. İçimde uçuşan kelebekleri zapt etmek artık daha zordu. Ve sanırım ben artık o kelebekleri zapt etmek istemiyordum. Belki de akışına bırakıp yaşamanın vakti gelmişti. Korkmadan. Kaçmadan ve hiçbir duyguyu bastırmadan.

&&&&&&&&&&&

İNSTAGRAM:kutuphaneciih

Loading...
0%