Yeni Üyelik
1.
Bölüm

BİRİNCİ BÖLÜM

@kutuphaneciih

Sevgili Kitappad sakinleri... Hikayeme hoş geldiniz♥️

Tık...tık...tık...tık...

Bu ses güçlü adımların sesi, başarmış olmanın eşsiz melodisiydi. Tırnaklarımızla kazıya kazıya yükseldiğimiz bu sektörde zirvede yürümenin gururuydu. Oldukça yüksek bir fiyat vererek İtalya seyahatimden aldığım topuklu ayakkabılarımın tıkırtısı, insanların daha beni görmeden gelenin ben olduğumu anlamalarını sağlıyordu. Etraf beni izleyen insanlarla doluydu. Üzerimde hissettiğim bakışlara alışmıştım. Bazılarında hayranlık, bazılarında kıskançlık yüklüydü. Erkeklerin bakışları ulaşamayacağını bildikleri kadına iç çekmekten ibaretti. Gözü gözüme değen, bir saniyeden daha uzun süre bakamazdı gözlerime. Kulağıma gelen birkaç dedikodudan biliyordum ki, kendi aralarında bir efsane bile üretmişlerdi. Eğer gözlerime uzun süre bakarsanız ruhunuzu kemiren bir zehre maruz kalabilirdiniz. Bakışlarımın insanların ruhunda acı bir iz bıraktığına dair de efsaneler vardı. Kulak verip dinlesem daha da çeşitlenirdi muhtemelen ama insanların benim hakkımda ne düşündükleriyle ilgilenmeyi bırakalı seneler olmuştu.

Toplantı salonuna girdiğimde 30 kişilik masa yarı yarıya doluydu. Bir senedir projesiydi, ihalesiydi diye diye gece gündüz çalıştığımız iş nihayet bizdeydi. İçeride beni ilk fark eden ortağım Serdar oldu. Gözlerindeki gururla bana bakıyordu. Efsaneye inanmayan üç insandan birisiydi. Biri sevgilim -az önce şirkete girmeden hemen önce beni terk eden-, bir diğeri ise Serdar'ın Yunan sevgilisi Dafne'ydi.

"İşte zaferimizin komutanı olan o muhteşem kadın da geldi." Serdar her zamanki neşesiyle ellerini çırptığında diğerleri de ona katıldı. Alkış sesleri odayı doldurmuş, dışarıya kadar taşmıştı. Bu abartıya gözlerimi devirken masanın başındaki koltuğuma doğru ilerledim. Serdar alkışını sonlandırıp centilmen bir bey olarak sandalyemi çekti.

"Teşekkürler ve" başımı geriye doğru kaldırıp sıkılmış bakışlarımı sabitledim kendisine. "Son ver şu tantanaya." Böyle gösterilerin hoşuma gitmediğini biliyordu. Bu başarı ekibimize aitti. Ben sadece son görüşmeleri yapmıştım. O yüzden de bu alkış seremonisi fazlaydı. Elleriyle kalabalığın alkışlarını sonlandırmayı başardığında sol tarafımdaki sandalyeye oturdu.

"Kraliçe kızgın millet... " derken bana gülümsüyordu. Herkesin aksine... "jetlag patronu sarsmış. Yoksa bilirsiniz bayılır böyle karşılamalara." Ben ona gözlerimi devirirken insanlar gülüşlerini saklamaya çalışıyorlardı. Başımı iki yana salladım ve bir saat önce döndüğüm Amerika toplantısında işi nasıl da kaptığımızı hızlıca özet geçtim. Bir saate yakın sürmüştü toplantı.

Elimdeki kumandanın kapatma tuşuna basıp slaytı sonlandırdım.

"Evet, durum bu. Sıkı çalışmamız gereken bir üç ay bizi bekliyor. Ama sonrasında emeklerimizin karşılığını ülkemizde olduğu gibi yurt dışında da zirveye konumlanarak alacağız." Tüm herkesin gözlerinde gördüğüm parıltıyla duruşum daha da dikleşti. İnançları, adanmışlıkları beni olduğumdan da başarılı hissettiriyordu. Bu günlere yeteneklerimden ziyade kaliteli bir ekip sayesinde gelmiştim. Başta ortağım, tek arkadaşım, sırdaşım Serdar ve şirketi ilk kurduğumuzdan beri bizimle olan yetenekli, güvenilir ve hırslı çalışanlarımızın bu zaferde payı büyüktü. Hepsine gururla baktım.

"Ha gayret gülümseyeceksin." Serdar kulağımın dibine girmiş benimle uğraşıyordu. Ona yandan bir baktım.

"Hadi ama kraliçe... halkına bir tebessümü çok görme."

Dudaklarımın içini kemirdim. İnsan içinde gülesim gelmiyordu. İçimden hepsine gülümsüyordum. Sadece bunu dudaklarıma yansıtmakla ilgili sıkıntılarım vardı. Bunu herkes kabullenmişti, Serdar hariç. Çünkü ona gülüyordum. Hatta nadir zamanlarda kıkırdıyordum.

Fazlasıyla yorgun olduğumdan ona cevap vermekle uğraşmadım bile. Bakışlarım masada toplantıyı sonlandırmam için can atanlara döndü.

"Teşekkürler arkadaşlar. Herkes işinin başına geçebilir."

Toplantı salonu hızlıca boşaldığında Serdar'a döndüm. Önündeki dosyalarını toparlamak yerine telefonuyla uğraşıyordu. Başımı hafifçe kaldırıp yaptığına baktım. Karşılaştığım manzarayla başımı iki yana salladım.

"Uluslararası bir yazılım şirketini yönetiyorsun ama hala liseli ergenler gibi oyun oynamakla meşgulsün."

Sitemim onu pek etkilememiş görünüyordu. Bana yandan bir bakış atıp onuna geri döndü.

"Bu şirkete eğlenceden yoksun, nemrut bir patron yeterli kraliçe."

Önümdeki dosyanın kapağını kapatırken onu cevapladım.

"Eğlence anlayışlarımız farklı küçük ergen."

Bana bıyık altı gülümsedi. Uzun kirpiklerinin altından attığı bakışlarına ufak bir tebessümle karşılık verdim. Serdar tanıdığım ve gördüğüm erkekler arasında en çekici olanıydı. Gerçekten göze hitap eden bir yüzü, yapılı vücudu ve oldukça iyi bir stili vardı. Stil kısmına Yunan sevgilisi el atıyordu. Bir Türk’ten çok bir Yunan erkeğine benzerliği de bu sebepleydi.

Masadan kalktığımda dikkatini telefondan çekmeden sordu.

"Sevgi pıtırcığı sevgilin Doğan'ın yanına mı?"

Doğan ve ben dört yıldır sevgiliydik. İki sene boyunca onunla bir kez yemek yemem için ısrarcı olmuştu. Ben de en sonunda teklifine evet demiştim. Asla pes etmeyişinden dolayı Serdar onu pek sevmiyordu. Ona göre Doğan sevgi gösterisi yapmaktan hoşlanan bir züppeydi. Nedense herkesle anlaşmanın bir yolunu bulan ortağım altı yıldır Doğan'la anlaşamıyordu.

"Hayır." dedim. Derin bir nefes verdiğimde bakışları beni buldu. "Şirkete girmeden önce ilişkimizi sonlandırdık." kaşları çatıldı. Telefonunu masanın üzerine koydu. Kollarını göğsüne bağlayıp tamamen bana döndü. Bu dikkatinin tamamen bende olduğunu gösteriyordu.

"İlişkinizi sonlandırdınız?"

"Doğan, artık sevgisizliğimden sıkıldığını ve beni aldatmak istemediği için de ayrılmak istediğini söyledi." dedim. Ayrıldığımız için acı içinde değildim. İlişkimiz sevgililikten daha çok iki iş arkadaşı gibiydi. Ben onun herkese 'İşte benim sevgilim bu kadın!' diye hava attığı, benimse gereksiz insanların 'yalnız kadın' imalarından sıkıldığım için varlığına dayandığım birisiydi. Haftada bir buluşur yemek yerdik. Evine hiç gitmemiştim. Evime gelmesine de izin vermemiştim. Büyük organizasyonlara, basının olduğu toplantılara birlikte giderdik. Oldukça yakışıklı ve başarılı birisiydi. Çoğu kez onu görünce kilitlenip kalan kadınlara denk gelmiştim. Yanıma yakışıyordu. Tüm sosyetenin beğendisini almış, onaylanmış bir çifttik.

"Tam bir piç!" diye çıkıştı Serdar. Onu inkâr edercesine başımı iki yana salladım.

"Haksızlık etme." dedim. Alaycı bir gülüş yerleşti dudaklarıma. "İyi bile dayandı. Kimse değil dört yıl dört gün bile benim gibi birisine katlanmazdı."

Serdar oturduğu sandalyeden sinirle kalktı. Eli özenle fönlenmiş saçlarını hırsla dağıtırken bana hayal kırıklığıyla bakıyordu.

"Sikik herif!" diye bağırdı. "Sana böyle hissettirdiğine inanamıyorum."

Elimi koluna koydum ve sakinleşmesi için gözlerinin içine baktım. Gülümsemem her zamankinin aksine oldukça büyük ve sorun olmadığını söylüyordu. Kalbim kırık değildi. Kırılabilmesi için bir şeyler hissediyor olamam gerekirdi. Bense sadece iyi bir projede dört yıl çalışmış ve projeyi tamamlamış gibi hissediyordum.

"Bana böyle gülümseme Dalya!" omzundaki elimi avuçları arasına aldı. "O şerefsize bunun hesabını soracağım."

"Sorulacak bir hesap yok Serdar."

Elimi bıraktı ve benden uzaklaştı. Kaşlarını çattığında gerçekten korkutucu oluyordu. Ve Serdar nadiren sinirlenen biriydi. Neden bu kadar kızdığını anlıyordum. Ben onun hiç doğmamış kız kardeşiydim. Aynı yaştaydık ama bana abi gibi davranmak tanıştığımız günden beri huyuydu.

"Kalbini kırması benim için yeterli!" diye çıkıştı. Kapıya yönelmişti ki sözlerim onu yerine çakılmış gibi durdurdu.

"Benim kalbim kırılmaz Serdar!"

Omzunun gerisinden bana üzüntülü gözlerle baktı.

"Doğan benim için dört yıllık bir iş anlaşmasıydı. Açıkçası evlenme teklif etmesindense terk etmesi işime geldi. Çoktan sıkılmıştık ikimiz de. Uzatmaları oynuyorduk."

Burnundan sinirli bir soluk aldı. Elleriyle sakallarını sıvazladı. Göğsü hızlı aldığı nefesleriyle inip kalkıyordu. Yanına doğru ilerledim. Ona kocaman gülümsedim ve yanağına bir buse bıraktım.

"Hatta kalbimi kırabilecek kadar sevdiğim tek adam sensin." Koluna girip onu kapıya doğru iteledim. "Hadi bana bir yemek ısmarla. Vatan topraklarımı özledim. Bir Urfa dürüme hayır demem."

Bana şefkatli bakışları eşliğinde gülümsedi. Biliyordum ki dikkatini dağıtmazsam Doğan'ı dövmeye giderdi. Evet 34 yaşında koca adamdı ama liseli serseriler gibi kavga etmek gibi kötü bir huyu vardı. Onu da böyle kabul etmiştik. Dafne hala alışmaya çalışıyordu. En son karakol hadisesinden sonra ayrılacak raddeye gelmişlerdi.

Serdar beni üniversite yıllarında hep gittiğimiz dürümcüye getirdiğinde neşem yerine gelmişti. Şimdi son model arabalarımız, marka eşyalarımız, lüks evlerimiz vardı ama bundan yıllar öncesinde burs paralarıyla hayatta kalmaya çalışan iki üniversite öğrencisiydik. Hatta Serdar hem okuyor hem de çalışıyordu. Ailesine de para göndermek için seferber olduğu günlerden bu günlere kolay gelmemişti. Artık her şey hak ettiğimiz gibiydi. Ne kadar hayat standartlarımız değişirse değişsin özümüzden kopmuyorduk. Ne zaman ikimizden birinin canı sıkkın olsa bu dürümcüye gelir birbirimizi toparlardık.

"Alın bakalım çocuklar..." Rafet abi dürümlerimizi önümüze bıraktı. "Afiyet olsun."

"Eyvallah abim." diyen Serdar'ın omzuna dokundu babacan tavrıyla. "Söyleyin bakalım hanginiz dertlendi?" Serdar'la birbirimize bakıp kıkırdadık. Dile kolay 14 yıldır tanıyordu bizi. Yoğun bir hayatımız vardı. Ve biliyordu ki biz buraya sadece dertlenince gelirdik.

"Çek bir sandalye de dökelim içimizi." dedim. Bir baba gibi şefkatle gülümsedi. Bazı anlarda onu babama benzetiyordum. Bu an da öyle bir andı. Yüzünü unuttuğum babam gibi hissettiriyordu. Bir sızı geldi geçti kalbimden. Derin bir soluk aldım ve gülümsemeye çalıştım. Verdiğim büyük kayıpların başıydı babam.

Rafet abi sandalye çekip oturdu yanımıza. Eliyle garsona seslendi. "Oğlum bize üç acılı şalgam getir." Ellerini dizlerine vurdu. Bu onun dilinde 'Anlat bakalım.' demekti. Ben de onu iyi tanıyordum artık. Tanıdığım günlerde kır saçlı 50 yaşında bir amcaydı. Şimdi ise yer yer dökülmüş saçları, her gün tıraş ettiği tombul yüzüyle bir dedeyi anımsatıyordu. Ona en sade haliyle Doğan'dan ayrıldığımı söyledim. Cevabı ise beni mutlu etmişti.

"Sen bir inci mücevhersin o ne anlar zanaattan. Sana işinde mahir kuyumcu gerek güzel kızım. En güzel elmaslar kara kömürden elde edilendir. Doğan iyi çocuktu ama kuyumcu değildi. Senin değerini bilecek olan kişi o değil."

"Hay ağzına sağlık Rafet abim." diye destekledi onu Serdar. "Daha ilk günden beri diyorum ben Dalya'ya. Doğan hiç senin kumaşın mı diye."

Rafet abi bilge bilge gülümsedi Serdar'a. Dürümlerimiz bitene kadar ikisi futboldan, milli takımdan bahsettiler. Kalkacağımız zaman Rafet abi hesap ödememize izin vermeyince tatlı bir arbede çıktı.

"Yahu sizin paranız bizde geçmez biliyor musunuz? Dükkânı yenilediniz, borçları kapattınız, torunları okutuyorsunuz. Gelip de burada elinizi cebinize attıracak değilim."

Serdar ona sıkıca sarıldı. Sevgisini göstermek konusunda hiç çekincesi olmayan birisiydi. Bazen onu kıskanıyordum. En son ne zaman birisine sarılmıştım? Hatırlamıyordum.

"Rafet abim ne çabuk unuttun paramız yoktu da karnımızı doyurur cebimize harçlık koyardın. Bana az mı iş ayarladın. İşsiz kaldığımda elemana ihtiyacın yokken beni işe aldın. Sen bize babalık yaptın. Biz değil dükkânı yenilemek, ömür boyu dükkânda ücretsiz çalışsak hakkını ödeyemeyiz."

Serdar haklıydı. Rafet abi vicdanı ölmemiş sayılı insanlardandı. İçi dışı bir, dünyanın kötülüğüne rağmen merhametinden vazgeçmeyen delikanlı bir adamdı. Sırf bu merhameti yüzünden dolandırılmıştı. Bütün birikimini kaptırmıştı. O nasıl bizim zor günümüzde destek olduysa onun zor gününde de biz el atmıştık. Serdar doğru söylüyordu, ömrümüzü ona adasak hakkını ödeyemezdik. Zira o elinde yokken paylaşmıştı biz ise zaten var olandan harcıyorduk. Kıyaslanamazdı.

Aradaki duygusallığı bölen benim telefonum oldu. Çantamdan çıkarttığın telefonumu kontrol ederken Serdar homurdandı.

"Doğan pişman olmuş arıyorsa sakın yelkenleri suya indirme."

Ona ters bir bakış atarken kayıtlı olmayan numaranın aramasını cevapladım. Arayan bir sabit numaraydı.

"Alo?"

"İyi günler Dalya Ulus'un telefonu mu?"

İçimi huzursuz eden bir tonla konuşan kadına onaylar bir cevap verdim.

"Ben Aşiyan Hastanesinden arıyorum..." ilk kez duyduğum bir hastaneydi şaşkındım ama asıl garip olan bir hastane tarafından aranmamdı. Beni endişelendirecek tek insan şu an karşımdaydı. Çatılmış kaşlarımla bekledim. Rafet abi ve Serdar'ın dikkatleri bendeydi.

"Hastaneye gelmeniz mümkün mü?" sorulan soru karşısında afalladım.

"Sebep?"

Serdar 'N’oluyor?' diye sordu sessizce. Bilmediğimi belli edercesine omuz silktim.

"Kız kardeşiniz bir kaza geçirmiş."

Dengemi kaybedecek gibi oldum. Serdar dirseğimden tutup düşmemi engelledi.

Kız kardeşim?

"Kı-kız... kar-deşim mi?" kekeleyerek sorduğum soruyla Serdar'ın kaşları çatıldı. Meraklı bakışları ben ve telefon arasında gidip geliyordu.

"Evet. Dilay Yılmaz?"

İsim tutuyordu ama soy isim değişmişti. Evlenmiş miydi? Bunun için yaşı küçüktü. Annesi nasıl izin vermişti? Henüz 23 yaşındaydı. Evlenmek için uygun bir yaş değildi. Okulunu yeni bitirmiş olmalıydı. Tabi eğer okuduysa...

"Dalya Hanım..." dedi telefonun ucundaki ses. "Dilay hanımın durumu kritik. Gelebilecek durumda mısınız?"

Kafam karışıktı. Yıllar sonra ondan aldığım ilk haberdi. Onu son görüşümde 1 yaşındaydı. Evden ayrılmadan hemen önce ona sıkı sıkı sarıldığımı hatırladım. Zihnim bir oyun oynadı ve kendimi o günün içinde buldum.

Annemin bir gece önce benden habersizce hazırladığı ufak bavulumla kapının önündeydim. Göz yaşlarım usul usul akıyordu. Gitmek istemiyordum. Anneme bunu söylemek istedim ama gözlerime bakmıyordu. Gözlerim evin içinden bizi yaşlı gözlerle izleyen komşumuza kaydı. Kucağında ağlamaktan helak olmuş kardeşimi tutuyordu.

"Git-meden... " ağlayışım konuşmamı engelliyordu. Hıçkırıklarımı tutmak için burnumdan nefes almaya çalıştım. Babam öğretmişti bunu. Sakinleşmek için burnumdan nefes alıp ağzımdan vermem yeterliydi. Göğsüm hızla inip kalkıyordu. "Kar-de-şime sarıla-bilir mi-yim?" Annem sorduğum soruya başını eğmekle cevap verdi. Evin içine koştum. Ayakkabılarımı bile çıkartmadan odaya girdim. Teyzem Dilay'ı yere bıraktığında emekleyerek bana doğru geldi. Hala yürümeyi öğrenememişti. Eğer babam olsaydı ona öğretirdi. Bana her şeyi babam öğretmişti. Dilay yanıma geldiğinde onu hızlıca kucağıma aldım. Bütün evde ağlama sesleri yükseliyordu. Hepimizin hıçkırıkları birbirine karışırken komşumuz annemin komutuyla Dilay'ı benden kopartırcasına aldı. Annem de ağlıyordu. Hem de herkesten daha çok. Beni neden gönderdiğini bilmiyordum. Sıraladığı hiçbir sebep yeterli gelmiyordu.

"Dalya! Hadi, o-to-büs kaçacak." Annem zorla kurduğu kelimeden sonra ayaklandım. Elim boynumdaki pusula şeklinde oyulmuş kolyeme gitti. Babam bunu elleriyle yapmıştı. Kolyeyi bana verirken söylediği sözler yankılandı içimde. 'Bu pusuladır güzel kızım. Yolunu kaybettiğini hissettiğinde bu kolyeyi sıkı sıkı tut ve güç al. Babacığının yanında olduğunu unutma.' Kolyemi tek hamlede çıkarttım ve Dilay'ın boynuna taktım. Beni anlamayacağını bile bile babamın bana söylediklerini tekrarladım.

"Bu pusuladır güzel kardeşim. Yolunu kaybettiğini hissettiğinde bunu sıkı sıkı tut. Ablacığının yanında olduğunu unutma." ve ekledim. "Büyüdüğümde gelip seni alacağım. Ben dönene kadar güzelce büyü."

Gittiğim geçmişten beni döndüren Serdar'ın sertçe sarsması oldu. Ellerim boşlukta sallanıyordu. Telefonum neredeydi? Arayan kadına ne olmuştu? Daha önemlisi Dilay'a ne olmuştu? Serdar beni kollarımdan sarmaya devam ederken göz göze geldik.

"Dalya... hastaneye gitmemiz gerekli."

Kaşlarım çatıldı. İstanbul'dan memlekete nasıl hemen gidecektik. Serdar sessiz sorumu duymuş gibi yanıtladı.

"Kardeşin İstanbul'daymış."

Dilay'ın burada ne işi vardı? Nasıl bir kaza yaşamıştı? Ne durumdaydı? Gerçekten evlenmiş miydi? Annesi neredeydi? O da hastanede miydi? Elbette hastanedeydi. Dilay onun vazgeçemeyeceği minik bebeğiydi. Benim gibi yükü değildi. Onunla yüz yüze gelmeye hazır mıydım? Aradan geçen 22 yıl... Acımın hiç geçmediği, beni bugün ki kadın yapan, ailesiz, sevgisiz geçen 22 yılın sorumlusu olan Besime hanımla yüz yüze gelince n'apacaktım? Kafam dönüyordu. Ne hissedeceğimi bilmiyordum. Serdar'ın yönlendirmesiyle arabaya bindim. Yol boyunca gözlerimi kapatmış kafamı döndüren cevapsız sorularımı düşünmemeye çalıştım.

Ara ara Serdar'ın telefonla konuştuğunu duydum ama ne dediğini idrak edebilecek durumda değildim. Gideceğimiz hastaneyle farklı yakalardaydık. Trafik iş çıkış saatinde olduğumuz için felç durumdaydı. Arayan kadın durumunun kritik olduğunu söylemişti. Dilay ya ben gelmeden- başımı iki yana salladım. Böyle olmayacaktı. Ona söz vermiştim. Büyüyünce dönüp onu alacaktım. Pişmanlık vücudumu alev alev yakıyordu. Elime onlarca fırsat geçmişti ama ben hiç birisini kullanmamıştım. Gidip onu almamıştım. Gidip bir kez bile görmemiştim. İçten içe tercih edilen çocuk olduğu için onu suçlamıştım. Acımın hıncını masum kardeşimden çıkartmıştım. Annesi, babam öldükten sonra iki çocuğa bakamayacağını söyleyip, beni yetimhaneye bırakacağını söylediğinde hayatımın altı üstüyle yer değiştirmişti. Ben yük olandım, ben vazgeçilendim. Ben terk edilendim. Dilay'sa annesinin koynunda kalan, sevgisiyle büyütülmüş seçilen çocuktu.

Keşke gururumu bir kenara bırakıp onu görmeye gitmiş olsaydım.

Dilay'ın burada ne işi vardı?

Neden gelmişti?

Yoksa o mu beni bulmaya gelmişti?

Beni hatırlıyor muydu? Henüz bebekti. Bu ihtimal mümkün müydü?

Belki de annesi ona benden bahsetmişti. Merak edip gelmişti.

Ya da yalnızca gezmeye gelmişti. Belki de balayına gelmişlerdi. Evlenmişti Dilay öyle değil mi? Gelişinin benimle bir alakası yoktu. Benim yüzümden değildi. Olmamalıydı. Bu yükü kaldıramazdım. Yıllar boyunca yalpalaya yalpalaya yürüdüğüm dikenli yollarda öldüğünü sandığım vicdanım sızlıyordu. Kardeşimin sebebi olmak istemiyordum. Ölmesini istemiyordum.

Yollar geçti, Serdar küfürler savurarak, kornayı yerinden sökmek istercesine kullandığı arabayı nihayet hastanenin acil girişinde durdurdu. Bacaklarımı hissettiğimden şüpheliydim. Ağır nefesimin sesi dolduruyordu arabayı. Serdar önce kendisi inip sonra da benim tarafıma geldi. Kapıyı açışını, emniyet kemerini çözüşünü -ki onu da kendisi bağlamıştı- boş gözlerle izledim. Kolumdan tutup yürümem için destekledi. Danışmanın önüne geldiğimizde benim konuşacak halim yoktu. Serdar, Dilay'ın ismini bilgilerini verdi. Danışma bizi yoğun bakımın olduğu kata yönlendirmişti. Koridor da birkaç insan vardı. Bunlar da mı Dilay'ı bekliyordu. Gözlerim beklediğim kişiyi görmedi. Annesi neredeydi? Kızı ölümle savaşırken o neden burada değildi. Yoksa Dilay'ı da mı terk etmişti?

Yoğun bakımın kapısı açıldı. Yorgunlukları yüzlerinden okunan doktor hemşire grubu çıktı. Gözlerinde bir hüzün vardı. Benim tanıdığım bir hüzün. Babamın ölüm haberini bana veren doktorun gözlerinde olan o hüzün. Arkalarında iki sedye göründü. Koridordaki kalabalık ayaklandı. Bir hemşire onları sakinleştirmek için açıklama yaptı.

"Sizin yakınınız değil?" Bakışlarım tekrar sedyelere döndü. Üzerleri beyaz çarşafla tamamen örtülmüş iki sedye. İki ölü beden. Yutkundum. Başımı iki yana salladım. Yoğun bakımda yakını olan tek ben değildim. Belki de başka birinin yakınıydılar. Belki de çoktan 80 yaşını aşmış iki yaşlıydılar. Gözlerim sedyelerin üzerinde gezindi. Bir tanesi -önde olan- sedyede ufak tefek biri yatıyordu. Muhtemelen kadın. Belki de zayıf ve yaşlı bir kadın.

"Hanımefendi hangi hasta için buradasınız?" Orta yaşlı, saçlarını ensesinde topuz yapmış hemşirenin sorusuna cevap verecek sesi bulamadım. Serdar yine duruma el attı.

"Dilan Yılmaz. 23 yaşında. Trafik kazasıyla gelmiş. Danışman bizi buraya yönlendirdi."

Doktorlar ve hemşireler birbirlerine baktılar. Garip bakışmaları sinirimi bozuyordu. Cevap alamadıkça sinirim gerginliğim daha da artıyordu. Yaslandığım Serdar'dan ayrıldım ve bir adım atarak doktorlara yaklaştım.

"Kardeşim nerde?" tek nefeste sordum. Göğsüm hızla inip kalkıyordu. Doktorun gözleri bir anlığına arkasındaki sedyeye kaydığında gözlerimi yumdum. Kabul etmek istemeyerek başımı hızla iki yana salladım. Serdar'ın tutuşunu hissettiğimde gözlerimi araladım. Göz yaşlarım ardı ardına akıyordu. Ben ağlamayalı ne kadar olmuştu? Ağlamayı bırakmıştım ben! Neden akıyordu göz yaşlarım.

"Dalya?"

"Serdar... o olamaz. Dilay daha çok küçük."

Dilay... benim minik Dilay'ım. Doğumu ile evimize adı gibi doğan, ay gibi parlak, gönle ışık saçan küçük kardeşim...

Onun da göz yaşları akıyordu. Doktorlardan birisinden -yaşlıydı-. "Başınız sağ olsun." sözlerini duyduğumda hışımla ona döndüm. Bakışlarımdan ateş çıkıyordu. Doktor geri adım atmasa da çekindiğini bakışlarından anladım.

"Başım filan sağ olmayacak. Orada yatan benim kardeşim değil!" Ses tonum o kadar netti ki bir an şüphe ettiler. Adımlarımı sedyeye çevirdim. Ellerim beyaz çarşafa gitti. Açıp bakmak istedim. Ama tanır mıydım ki? Gardım kırılır da dönüp görmeye giderim diye hiç araştırmamıştım. Bir kez bile büyümüş halini görmek için adım atmamıştım. Tanır mıydım ki? Onunla ilgili hatırladığım tek şek babamıza benzeyen koyu kahve gözleriydi. İri gözlü bir bebekti. Gamzeleri de vardı. Sağ yanağında iki derin gamze... Peki örtüyü kaldırdığımda görebilecek miydim? Ölüler gülmezdi. Ölülerin gözleri açık olmazdı. Onu nasıl tanıyacaktım. Tüm bu cevapsız sorulara rağmen beyaz örtüyü kaldırdım. Şeffaf hasta bonesi içine sıkıştırılmaya çalışılan inatçı kıvırcık saçlarıyla karşılaştım. Açık kahve saç tutamlarından birkaçı alnına düşmüştü. Kirpikleri gürdü. Ama gözleri kapalıydı. Dilay olduğunu nasıl anlayacaktım? Annesinin saçları da kıvırcıktı ama bakır rengi vardı. Babamın yüzünü unutmuştum ama beni 12 yaşımda terk eden kadının her bir detayını hatırlıyordum. Saçlarım onunla aynı renge sahipti. Bakışlarım dudaklarına değdi. Dolgun dudakları bembeyazdı. Ama bir şey çekti dikkatimi. Gülümsüyordu. Ölüler güler miydi? Sağ yanağında iki çukur vardı. Belli belirsizdi. Ama varlardı. Tam da hatırladığım gibi. Üstte olan altta olana göre daha derindi. Minicik bir yüzü vardı. Ufacıktı. Gözüme 1 yaşında ki haliyle görünüyordu. Ellerim yanaklarına değdi. Buz gibi olması gerekmiyor muydu? Ama hala sıcaktı. Başımı kaldırıp doktora baktım.

"Gülümsüyor." dedim. "Teni hala sıcak. Ölmemiş. Yaşıyor." Doktor bir adım atıp bana yaklaştı. Ellerimin arasında sıktığım beyaz örtüyü tuttu.

"Sizi anlıyorum..." derken çarşafı bırakmam için ellerime dokunuyordu. Bırakmamak için direndim. "Zor bir durum. Ama ölüm saati üzerinden kısa bir zaman geçti. Teni henüz soğumadı." Ne saçmalıyordu bu doktor?

"Gülümsüyor." dedim yeniden. "Ölüler güler mi hiç!" Doktor gözlerimin içine baktı.

"Siz ablası olmalısınız." dedi. Başımla onayladım. "Son ana kadar sizi sayıkladı. Az önce geldiğinizi danışmadan haber aldık. O da duydu. Saatlerdir gelmenizi bekliyordu. Emanetini size bıraktığından emin olmak için direndi."

Ne zırvalıyordu bu adam? Ne demek beni beklemişti? Hangi emanet? Annesi mi?

"Dalya Hanım zor bir durum ama tanışmanız gereken birisi var. Kardeşinizin size vasiyeti…"

Sarsıldım. Etraf dönüyordu. Neden üzerime bu kadar geliyorlardı. Dilay neden beni beklemişti? Madem beklemişti neden gözlerine bakacağım kadar dayanmamıştı? Neden ondan özür dilememe izin verecek kadar dayanmamıştı? Trafik neden bu kadar berbattı? Neden yetişememiştim? Hayatım daha ne kadar boktanlaşabilirdi?

"Siz bana ne anlatıyorsunuz? Bu kızın annesi nerede?" diye sordum. Gerçekten neredeydi bu Allah’ın cezası kadın? Hadi 22 yıldır yoktu, tamam da bari bugün olsaydı. Ben bugün ‘geleceğim’ diye söz verip hiç görmedim kız kardeşimi kaybetmiştim. Yıkılmış gibi hissediyordum. Birkaç saat önce hissettiğim güç uçup gitmişti. O kadın bir anne olarak neredeydi? Tercih ettiği kızı ölmüştü hangi cehennemin dibindeydi?

"Siz yaşayan tek akrabası görünüyorsunuz."

Sesler uğuldamaya başladı. Gözle görülür bir sarsıntı daha yaşadım. Kalbime bir şeyler oluyordu. Göğüs kafesimden fırlayıp gidecek gibi hissediyordum.

"Annesi... Ölmüş mü?" siye sorabildim. Sesim bir fısıltıdan farksızdı. Ama doktor oldukça yakınımda olduğu için duymuştu.

"Maalesef."

"O da mı aracın içindeymiş?" diye sordum. Artık ayakta durmak için doktorun kollarına tutunuyordum. Başını iki yana salladı.

"Altı sene önce kanserden vefat etmiş."

Bir kurşun beynimden içeriye girmiş olmalıydı. Yoksa böyle sarsılarak yere yığılamazdım. Bir günde kaç ölüm haberi daha alacaktım? Kim kalmıştı? Artık yer yüzünde gerçekten kimsesizdim. Köksüzdüm. Ailesizdim.

Besime hanım ölmüş olamazdı. Daha ona beni bırakmasının hesabını soracaktım. Daha onu beni bıraktığına pişman edecektim. Ben daha onu affedecektim. Besime hanım ölmemeliydi. Ben artık neye tutunacaktım? Hesap sorabileceğim günü bekliyordum. Geç kalmıştım.

Uğultular arttı, etraf karardı. Kendimi teslim ettim.

Ben artık gerçekten dalsız, budaksızdım. Ne köküm vardı ne de toprağım. Benim artık bir ailem yoktu. Bu hayatta yapayalnız yaşayıp hiçbir iz bırakmadan ölüp gidecektim.

&&&&&&&&&&

Hemşire kolumdaki serumu çıkartırken Serdar'dan ayakkabılarımı istedim. Gözlerimi henüz açmıştım. Odada Serdar'ın yanında Dafne'yi görmeyi beklemiyordum. Pek anlaştığımız söylenemezdi. Biz siyahla beyaz kadar zıttık. Ben ne kadar siyah, ruhsuz, sevgisizsem, Dafne aksime o kadar beyaz, o kadar canlı, o kadar sevgi doluydu. Serdar'dan bile daha sevgi dolu. Ama yine de gelmişti, buradaydı. Yanımda.

Hemşire: "Doktor Bey son kontrolleri yaptıktan sonra çıkabilirsiniz." dedi ve çıktı odadan. Serdar'ın uzattığı ayakkabılarımı geçirdim ayağıma. Serdar kolumdan tutmak istediyse de izin vermedim. Kapıya yöneldim. Birkaç adım atmıştım ki Serdar durdurdu. Dirseğimde ki eline ters ters baktım. Şu an en dikenli anımdaydım. Kim olduğu fark etmeksizin dikenlerimi batırabilecek kadar kendimden geçmiştim. Kolumu hızlıca çektim. Ve ilerlemeye devam ettim. Kapıdan çıktım. Birkaç hemşirenin olduğu koridorda yürümeye başladım.

Tık... tık... tık... tık...

Sadece birkaç saat önce gücü simgeleyen adım seslerim şimdi güçsüzlüğümü haykırıyordu. Duruşum dik değildi. Saçlarım darmadağındı. Adımlarım tökezliyordu.

"Dalya!" Ardımdan seslenen Serdar'ı duymazdan geldim. "Dalya!" Birkaç adımda bana yetişmişti. Önüme geçti. Gözleri gözlerime ağır bir kederle bakıyordu. Çok bu kötü görünüyordum. Görüntümden bir haberdim ama hissettiğimi söyleyecek olursam boktan bile beterdi. Bir gün içinde bütün ailem toprak olmuştu.

"Nereye gidiyorsun?"

"Evime." dedim. "Gidip yatağımda uyuyacağım ve uyandığımda tüm her şey bitecek." ilerlemek için sola doğru kaydım ama yine önüme geçti. Dişlerimi sıktım. Sinirleniyordum.

"Çekil önümden!" diye soluyarak konuştum ama kıpırdamadı. "Serdar çekil git!" diye bağırdım bu kez. Beni neden anlamıyordu? Bu lanet yerden defolup gitmek istiyordum. Bugünü hiç yaşanmamış gibi yapmak istiyordum. Birkaç saat önceki hayatıma dönmek istiyordum.

"Dalya... beklemelisin." dediğinde ateşten yanan bakışlarımı gözlerine diktim. Korkuyordu. Serdar benden korkması gereken zamanları bilirdi. O anlarda da önümde durmazdı. Bir fırtına misaliydi öfkem. Öne kattığını sürükler, yaralardı. Serdar daha önce yaralanmıştı. Ve korkardı.

"Neyi beklemeliyim? Ölüm haberini alacağım başka birisi mi kaldı?"

"Hayır." dedi. Sıkıntılı bir nefes verdi. Bir şey söylemek istiyordu. Ama söyleyemiyordu. Bu hallerini biliyordum. "Ama yaşadığını bilmen gereken birisi var."

Ama yaşadığını bilmen gereken birisi var.

Kaşlarım çatıldı. Anlamak için bekledim. Doktorun sesleri yankılandı kulaklarımda.

'Saatlerdir gelmenizi bekliyordu. Emanetini size bıraktığından emin olmak için.'

Emanet...

Annesi ölmüştü. Bana emanet edeceği kim vardı? Kocası mı? Onu neden bana emanet ediyordu ki? Kocaman adam olmalıydı. Enişte diye bağrıma mı basacaktım?

"Dalya... Kız kardeşinin bir bebeği varmış."

Gözlerimi sıkı sıkı yumdum. Aynı cümle döndü durdu kulaklarımda.

Kız kardeşimin bir bebeği vardı.

Bir bebek.

Kendisi henüz bebek değil miydi? Bir de bebeği mi vardı?

Bana emanet ettiği bir bebek?

Aklını mı kaçırmıştı? Ben bir çiçeği bile büyütemezdim. Sırf bana bebeği emanet etmek için mi direnmişti. O zaman akılsızın teki olmalıydı. Ben bir bebeğe bakabilecek son insan bile değildim. Bana bir kaktüs bile emanet etmezdi beni tanısaydı. Ama tanımıyordu. Çünkü ona verdiğim sözü tutmamıştım.

Beynimden vurulmuşum hissini yeniden hissettim. Serdar'ın bakışları hala bendeydi. Omuzlarım düştü. Tüm bu yaşananlar bir kâbus olsaydı ya. Ellerimi saçlarımın arasına daldırdım. Çıldırmak üzereymişim gibi geliyordu. Saçlarımı çekiştirdim.

"Sana ihtiyacı var. Böylesi bir kayıp yaşamak için oldukça küçük. Onun yanında olmalıyız."

Serdar bir şeyler anlatıyordu ama farklı bir dilde konuşuyormuş gibi geliyordu. Dört dil biliyordum ve bu söyledikleri kesinlikle onlardan birisi değildi.

"Dalya... onu görmelisin. Çok küçük ve tatlı." Dafne'nin sevgi dolu kelimeleri beynimi tırmalıyormuş gibi hissettim.

"Al senin olsun o zaman." diye bağırdım. Şu an en son isteyeceğim şey bir bebeğe bakıcılık yapmaktı. Hiç görmediğim bir bebeğe. Eminim onun için bir yabancıydım. Kan bağının pek de önemi olduğuna inanmıyordum. Beni doğuran, ondan bir parça olduğum kadın beni terk etmişti. Şimdi benden sırf kardeşimin bebeği olduğu için ona sahip çıkmamı bekleyemezlerdi.

"Ama sen onun teyzesisin." Dişlerimi sıktım.

"Ben onun hiçbir şeyi değilim! Onu tanımıyorum!" Etrafımızda birkaç insan birikmişti. Serdar sakin olmam için kolumu sıvazlıyordu. Ama bilmeliydi ki bu yaptığı daha da sinirime dokunuyordu. Kendimi ondan uzaklaştırdım.

"Sevgilini de al git başımdan. Kimseyi görmek istemiyorum. Kimse de önüme çıkmasın. " ayaklarımı yere vura vura ilerliyordum ki Dafne'nin sözleri beni yerime mıhladı.

"Bu kadar sevgisiz olduğuna inanamıyorum. Bu resmen vicdansızlık. O bebeğin ne suçu var. Annesi ve babası aynı anda öldü. Ve kalan tek yakını da ona sırtını dönüyor."

Ellerim yumruk oldu. Omzumun gerisinden ona baktım. Bir adım geriledi. Dafne, Serdar'ın aksine benden korkmazdı. Ona hiç dikenlerimi çıkartmamıştım. Serdar'ın hatırına ona hep ılımlı yaklaşmıştım. Ama çizgiyi aşmıştı. Değil Serdar arada babam olsa acımazdım.

"Ben yeryüzünde görüp görebileceğin en vicdansız, en sevgisiz insanım. O yüzden önüme çıkma sarışın. Sen benim fırtınamda hayatta kalamayacak kadar zayıfsın!"

Sözlerim onu titretirken kendime duyduğum nefretle ilerlemeye devam ettim. Adımlarım oldukça yavaştı. Yürüyecek gücüm yoktu. Asıl zayıf olan bendim. Serdarın sesi kulaklarıma doluyordu. Onu ilk kez Dafne'ye bağırırken duyuyordum. Böyle olsun istemezdim. Dafne, Serdar'ın yaşam ünitesiydi. Onunla anlaşamıyor olsam da Serdar'ı mutlu ettiği sürece benim için de kıymetliydi.

"Dafne dur! Dur artık. Dalya kabukludur. Dikenli telleri vardır. Mayın tarlasında koşmak gibidir. Kalbi yok sanarsın. Ama görünenin aksine bir kalbi var. Hem de yaralarla bezeli... Birkaç saat içinde bütün ailesinin ölüm haberini aldı. Onu yargılama Dafne! Çünkü senin yaşadığın pembe hayatın aksine o karanlığın içinde büyümüş. Ve o zifiri karanlıktan acılarda yanarak çıkmış birisi. Uzun zamandır yalnız. Tek kişilik bir hayat yaşıyor. Ve onun için şu an zor bir süreç başlıyor. Lütfen bu süreçte onu yargılayıcı yorumlarınla yanlış seçimlere yönlendirme."

Cümlenin başından sonuna kadar haklıydı. Ben 22 yıldır yalnızdım. Tek kişilik bir hayatım vardı. Kendimi zor yaşatıyordum. Bir çiçek, bir hayvan bile yalnızlığıma dayanamıyordu. Bir bebek sevgisizliğimde nasıl büyüyecekti. Bu ona yapılacak büyük bir saygısızlık olurdu.

&&&&&&&&&

Bir hafta... İki cenaze, üç ölü.

Dilay ve Eşi Taner'i memlekette defnetmiştik. Muhtardan öğrenmiştim; annesi öldükten sonra Dilay, Taner ile evlenmişti. Henüz 18 yaşındayken. İyi tarafı zorunda olduğu için değil gerçekten sevdiği için evlenmiş olmasıydı. Yine de eğer yanında olsaydım henüz çocuk sayıldığı bir yaşta evlenmesine izin vermez, önce okulunu bitirmesini sağlardım. Taner, Dilay'dan bir yaş büyüktü. Yani o da henüz benim gözümde çocuk sayılıyordu. Kardeşim 6 yıldır evliydi ama benim haberim yoktu. Öğrendiğim bir diğer bilgi de Dilay'ın bana kızgın olduğuydu. Annesi yıllar önce bana ulaşmaya çalışmıştı ama ben önünü tıkamıştım. O yüzden de beni annesi öldükten sonra hiç aramamıştı. Bulmaya çalışmamıştı. Ta ki bir bebeği olup onunla tanışmamı istediği için beni bulmaya gelene kadar.

 

Benim yüzümden ölmüşlerdi.

Beni görmeye gelirken olmuştu kaza.

Benim tutmadığım sözümün bedelini 23 yaşında hayata gözlerini yumarak ödemişti Dilay.

Taner'in sanayide araba tamir atölyesi varmış. O da küçük yaşında hem öksüz hem de yetim kalmış. Ustası ona sahip çıkıp yetiştirmiş. Ama o da geçen sene vefat etmiş. Bu da Dilay'ın bebeğini bana emanet etmesini açıklıyordu. Benden başka hiçbir yakını yoktu.

Defin işlemleri bir gün içinde halledip akşamına geri dönmüştük. Serdar her daim yanımdaydı. Dafne ise gözüme gözükmemişti. İçinde kötülük olmayan narin bir kızdı. Eminim ki Serdar'ın hastanede yüzüne vurduklarıyla baş etmeye çalışıyordu. Güzel bir hayat yaşadığı için, anne babası onu çok sevip hep yanında olduğu için onu suçlayamazdım. Onda nefret de edemezdim. Serdar'ı, Dafne'ye bir daha bağırmamasını, onun yerinde kim olsa beni suçlu göreceğini söyleyerek uyarmıştım. Neyse ki memleketten döndükten sonra barışmışlardı.

Çalan telefonuma göz ucuyla baktım. Bugün üçüncü arayışlarıydı. Bir haftadır her gün arıyorlardı. Ama açmıyordum. Çünkü onlara ilk aramalarında o bebeği almayacağımı bildirmiştim. Neden prosedürleri uygulayıp bebeği esirgemeye vermiyorlardı. Bu aramalar vicdanıma her seferinde daha büyük bir darbe indiriyordu. Bir yanlış yapmak üzreymiş gibi hissediyordum. O şeyi alamazdım. Benim karanlığımda hayat bulması imkansızdı.

Telefonun acı çalışı sonlandığında odamın kapısı tıklatıldı. 'Girebilirsiniz' dediğimi duyduğunda kapı yavaşça açıldı. Herkes temkinliydi bana karşı. Göz göze bile gelmekten kaçıyorlardı. Kimse bir yanlış yapmamaya üstün bir çaba harcıyordu. Stajyerleri gözümün önünden almışlardı. Eminim ki tüm bunlar çalışanlarımızı korumak için yapılmış Serdar'ca bir plandı. Ama ona minnettardım. Kimseye haksız yere bağırmayı sevmiyordum. Bu bana kendimi zalim hissettiriyordu. Kendimden daha da nefret ediyordum.

"Dalya Hanım yazılımın ara yüzünü sunacaktım." dedi Erdinç. Üç yıldır benim ekibimdeydi. "Müsait değilseniz daha sonra da uğrayabilirim." dediğinde sinirli bir şekilde bakışlarımı gözlerine diktim. Bana böyle davranmalarına gerek yoktu. Halime acıdıklarını hissediyordum. Ve bu da beni çileden çıkartmaya yetecek bir şeydi.

"Söz konusu iş olduğunda ne zaman müsait olmadım Erdinç?" bu çıkışımı beklemediğinden bir an şaşırdı ama çabuk toparladı.

"Özür dilerim Dalya Hanım."

"Dileme Erdinç!" diye çıkıştım. Her şey gözüme batıyordu. Sıkıntıyla ofladım. "Göster bakalım ara yüzü." Hemen yanıma gelip yaptığı ara yüzü gösterdi. Kodlarda ki bir hata yüzünden yazılım tıkandığında yüzü renkten renge girmişti. Bilgisayarı sinirle kapattım.

"Siz böyle mi çalışıyorsunuz!" diye bağırdığımda başını önüne eğdi. "Bu şirkette kaç kişi çalışıyor. Bir senedir bu iş için hazırlanıyoruz. Çocuklarının özel günlerini kaçıran kaç anne var bu şirkette? Eşiyle aylar önceden yaptığı tatili ertelemek zorunda kalan kaç kişi var? Ben size geçen hafta toplantıda bu iş çok önemli demedim mi?"

"Özür dilerim Dalya Hanım." Bu mahcup tavrı sinirime daha çok dokunuyordu.

"Benden değil, çalışma arkadaşlarından dile özürünü."

"Peki efendim."

Elimle kapıyı gösterirken dışarıdaki birkaç meraklı göz odamı izliyordu.

"Çık dışarı!" diye bağırırken gözlerimle dışardakilere de zor anlar yaşatıyordum. "Kapıyı da kapat!" Erdinç gerçekten büyük bir mahcubiyetle odamdan çıkarken telefonum yeniden çaldı. Bu kez aramayı cevapsız bırakmak yerine açtım. Ve karşımdaki kişiye konuşma fırsatı vermeden bağırdım.

"Size kaç kez daha söylemem gerekiyor. O ŞEYİ ALMAYACAĞIM!"

Karşı taraftan ses gelmediğinde gözlerimi yumdum ve bekledim. Cevap alamayacağımı anladığımda da telefonu kapattım. Berbat ötesi birisiydim. İnsanlığın yüz karasıydım. Sinirle masanın üzerinde ne var ne yoksa yere fırlatırken kapım aniden açıldı. Tam bağırmaya hazırlanıyordum ki Serdar'ı görünce durdum. Bana şaşkın gözlerle bakıyordu. Ben kendimi kaybetmiştim. Ben en savunmasız anımda bile bu kadar dağılmazdım.

Serdar kapıyı hızlıca kapatıp bana doğru geldi. Göz yaşlarım bir çeşme misali akıyordu. Omuzlarım düştü. Çaresiz hissediyordum. Sıkışmış. İçimde yıllardır yanan alev daha da harlanmıştı. Öyle ki artık içimde yangın değil yanar dağ vardı. Ve patlıyordu.

"Ben berbat bir insanım." diye fısıldadım. Serdar yanıma gelmiş beni kolları arasına almıştı. "Hişt... geçecek." diye mırıldandı. Eli sırtımı sıvazlıyordu. Göğsüne yaslanmış göz yaşlarımı akıtıyordum. "Ben buradayım. Ve sen berbat birisi değildin. Sadece zor şeyler yaşıyorsun. Yolunu kaybettin ama bulacaksın. Her zaman bulursun."

Başımı iki yana salladım. "Bu kez bulamıyorum. Hiçbir yıldız yok gökyüzünde. Zifiri karanlık. Savruluyorum." içimdeki hisleri bir tek ona açabiliyordum. Çünkü beni dikenlerime rağmen seven birisiydi. Dikenlerimi batırdığım halde bana sarılmaktan hiç vazgeçmemişti. Ben kötülüğümde boğulurken o ben de iyi bir şeyler olduğuna inanan tek kişiydi. Serdar bana içimde gömülü olan kalbi hatırlatıyordu.

Biraz zaman geçtiğinde artık ağlamıyordum. Hala aynı pozisyondaydık. Serdar sırtımı sıvazlıyor ve varlığını hissettiriyordu. Odamdaki sessizliği sonlandıran onun çalan telefonu oldu. Açmıyordu. Ama ısrarlı çağrıya kayıtsız kalamamıştı.

"Ah Dafne'm... arayaca-" telefonu cebinden çıkartıp ekrana baktığında sözleri yarım kaldı. Kaşları çatılmıştı. Gözleri beni buldu.

"Hastaneden arıyorlar." diye mırıldandı ve çağrıyı cevaplayarak telefonu kulağına götürdü. Bu bir hafta boyunca bebekle ilgilendiğini biliyordum. O yüzden hastanede telefon numarası olmasına şaşırmadım. Ve sessizce bekledim.

"Buyurun... Anlıyorum...Şimdi nasıl?"

Kaşlarım çatıldı. Bebeğe bir şey mi olmuştu? Gözlerimi beklentiyle Serdar'a çevirdim. Ama bana gözlerini yumarak 'Sorun yok' sinyali verdi. Yüz ifadesi, kasılan kasları aksini gösteriyordu. Ters giden bir şeyler vardı.

"Tamam geliyorum." dedi ve telefonu kapattı. Meraklı bakışlarıma karşılık onun sitemli bakışları vardı.

"N'olmuş?" diye sordum çekinerek.

"Az önce aramışlar. Ama onlara bağırdığın için söyleyememişler." Sesindeki hayal kırıklığını dizginlemeye çalışsa da anlıyordum. Suç işlemiş bir çocuk gibi boynumu bükmüştüm. Kendimi bir pislik gibi hissediyordum ve bu her geçen saniye artıyordu.

"Bebek..." dediğinde başımı kaldırdım ve gözlerine baktım. "Ateşlenmiş. Mama yemiyormuş. Damardan besliyorlarmış."

Gözlerim kocaman açıldı. Minicik bir bebek nasıl damardan beslenebilirdi. Onun damarları dikiş ipliğinden de ince değil miydi?

"Ben gidip bakarım. Sen de eve geç. Yeterince yıprandın." dedi ve kapıya döndü. Odada bir başıma kaldığımda elimi kolumu nereye koyacağımı bilemedim. Masanın üzerinden çantamı ve telefonu aldığım gibi çıktım odamdan. Serdar asansör bekliyordu. Ona yetiştiğimde bana yandan bir bakış attı. Asansörde sessizliğimizi koruduk. Otoparka geldiğimizde kendi aracım yerine onun aracına yöneldiğimde şaşkın bakışları beni buldu.

"Seninle geleceğim." dedim ve ön koltuğa oturdum. O da bir şey demeden sürücü koltuğuna geçti. Bir şey söylemedi ama gözlerindeki parıltıyı yakalamıştım. Yolda birkaç kez bana dönüp gülümsedi ama hiçbir şey söylemedim. Hastanenin önüne geldiğimizde onun park etmesini bekledim. Bebeğin neye benzediğini bilmiyordum. Serdar ve Dafne onu görmüşlerdi. Serdar yanıma geldiğinde onu takip ettim. Bildiği yollarda ilerliyordu. Nihayet bebek odası olduğunu anladığım yere geldiğimizde Sevecen bir hemşire -Serdar'ı tanıyordu muhtemelen- yanımıza gelip gülümsedi.

"Hoş geldiniz. Ufaklık da yeni uyandı." verdiği kısa bilgiye göz devirdim.

"Bebek mama yemiyormuş." diye çıkıştım. Hemşire ters tavrımı beklemiyor olacak ki şaşkınca baktı bana.

"Evet..."

"Küçücük bir bebeğe bakamıyor musunuz? Hiç bebek damardan beslenir mi? Canı ne kadar zaten..."

"Maalesef Paranteral beslenme yolu ile besleyebiliyoruz. Mamaları kabul etmiyor. Bünyesi zayıf düşmemesi için bu şekilde beslemek zorundayız."

Serdar kolumdan tutup üzerine doğru yürüdüğüm hemşireden uzaklaştırdı beni. Ters bakışlarını bana dikmiş kaşlarını da çatmıştı.

"Arkadaşımın kusuruna bakmayın. Bebeğin teyzesi, biraz endişelendi."

Hemşire başını salladı ve yanımızdan uzaklaştı. Serdar bana döndü.

"Biraz sakin olabilir misin? İnsanlara bağırman bir şeyleri değiştirmeyecek."

Derin bir nefes alıp kolumu ondan kurtardım. Camın arkasında bir sürü bebek vardı. Göz gezdirdim. Hepsi birbirine benziyordu. Ben henüz kız mı erkek mi onu bile bilmiyordum. Serdar yanımda durdu. Parmağını camın üzerine koydu.

"Şuradaki..." dedi. "Üçüncü olan."

Gözlerim dediği noktaya değdiğinde açık mavi bir battaniyeye sarılı sadece yüzünün bir kısmı gözüken ufacık bir şey gördüm. Dikkatli bakmasam sadece battaniye var sanırdım.

"Erkek mi?"

Başını aşağı yukarı salladı.

"Çok ufak." diye mırıldandım.

"Maalesef bu bir haftada ciddi bir kilo kaybı yaşadı."

Endişe dolu bakışlarım Serdar'a döndü. Zaten ne kadar kilosu vardı ki? Neyi kaybedecekti. Bakışlarım onu gülümsetti. Kaşlarımı çattım.

"Ne diye gülüyorsun?" diye sordum sinirle. Komik bir şey göremiyordum.

"Senin endişelendiğini görmek..." dedi inanamıyormuş gibi. "alışık olmadığım bir şey."

"Bir anlam yüklemene gerek yok." dedim ve cama geri döndüm. "Kim olsa endişe duyardı." Sonuçta dünyanın en kötü insanı bile bir bebeğin hasta olmasını istemezdi. İstemezdi değil mi? Dünya da bebeklere zulmedecek kadar kötü zalimler yoktu? Olmasındı. Bebekler hiç hasta olmasın, hiç ölmesindi.

"Yanına gitmek ister misin?" diye sordu.

Bilmiyordum. Bir yanım buradan kaçarak uzaklaşmak istiyordu. Ama bir yanım onunla tanışmam gerektiğini fısıldıyordu. Evet onu yanıma almayacaktım ama arada sırada görmeye gidebilirdim. Başımı onaylarcasına salladığımda Serdar hemşireye içeri girmek istediğimizi söyledi. Uygun kıyafetler giydikten sonra birlikte girdik. Bebekler uyuyorlardı. Hepsi miniciklerdi. Kendimi fasulye tanelerinin içine düşmüş gibi hissettim. Bu düşünce beni gülümsetmişti ama kimse görmeden onu dudaklarımdan sildim.

Yattığı beşiğe benzer şeyin yanına geldiğimizde hemşire battaniyesini biraz açtı. O esnada gözlerini araladı. Tatlı bir gülümseme yeşerdi yüzünde. Ve o an bir şey dikkatimi çekti. Tıpkı annesi gibi sağ yanağında iki derin çukuru vardı. Diğer bebeklere göre biraz daha küçük görünüyordu. Ellerini battaniyeden çıkarttığında minicik elindeki damar yolunu gördüm. Kaşlarım çatıldı. Ellerim benden izinsiz minik eline uzandı. Parmaklarını aniden parmağımın etrafına doladığında ne yapacağımı bilemedim. Elimi geri çekecekken Serdar engel oldu.

"Sakin ol kraliçe... seni yemez." eğlenen ses tonuna ters bir bakışla karşılık verdim. Hemşire bize gülümsüyordu. Bir süre elimi bırakması için bekledim. Hemşire anlamış olacak ki:

"Henüz bırakma refleksi yok." dedi. Anlamazca kaşlarımı çattım.

"Nasıl yani?" diye sordum.

"Şöyle ki bir şeyi tutmayı biliyorlar ama bırakmayı bilmiyorlar."

Yutkundum. Bu minik fasulye tanesine benzeyen şey elimi bırakmayı bilmiyor muydu yani? Bu hayatta herkes elimi bırakmıştı. Babam, beni doğuran kadın, beni sevdiğini söyleyen sevgilim... ama bu minik şey bırakmayacaktı elimi? İnanması güç geliyordu.

"Kucağınıza almak ister misiniz?" diye sordu hemşire. Korku dolu gözlerimi ona çevirdim. Ben onu kucağıma alamazdım. Kolu bacağı filan çıkardı. Başımı iki yana sallarken küçük fasulye tanesinden büyük bir ses çıktı. Avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Kaşlarım çatıldı, ne yapacağımı bilemez şekilde Serdar'a sonra da hemşireye baktım.

"Sanırım küçük bey sizin kucağınızda olmak istiyor." dedi. Bunu yapabileceğime inanmıyordum. Serdar hemen arkamda durdu. "Seninle birlikte tutacağım. Korkmana gerek yok. Seni istiyor. Kokunu hissetti." Gözlerim doldu. Korkuyordum. Ve ellerim titriyordu. Gönülsüzce de olsa başımı salladım. Hemşire yardımcı olmak için bebeği kucakladığında parmağıma dolanan minik parmakları koptu benden. İçimde büyük bir boşluk hissetmem normal miydi?

Serdar'ın yardımıyla kollarımı açtım. Hemşire dikkatlice kucağıma bıraktığında bacaklarım titriyordu. O büyük bağırış susmadı ama azaldı. Hafif hafif iç çekiyordu. Bu fasulye tanesi ne kadar da... muhteşem bir şeydi.

"Sanırım ayakta duramayacağım." diye fısıldadım. Dünyanın en garip anını yaşıyordum. Hissettiğim duyguyu açıklamam mümkün değildi. Karmakarışıktım.

"Şurada ki koltuğa oturabilirsiniz." hemşire eliyle mor iki kişilik koltuğu işaret ediyordu. Serdar'ın yardımıyla koltuğa kadar yürüdüm. Oturacağım zaman Serdar arkamdan çekilecek gibi olduğunda ona döndüm.

"Bırakma beni." diye can havliyle atıldım. Bana gülümsedi.

"Sakin kraliçe... Buradayım." dedi ve beni dikkatlice oturttu. "Bak bende yanın oturacağım." dedi ve yanımdaki boşluğa dikkatlice oturdu. Bakışlarım yavaşça kucağıma kaydı. Çok hafifti. Varlığını hissedemiyordum bile. Ama kalbimin ortasında bir ağırlık vardı. Yük gibi değildi. Bir boşluğu doldurmuş gibiydi. Kortum. Hem de hiç korkmadığım kadar çok. Sessizce beni izliyordu. Gözleri gözlerime değdi. Gözleri aynı annesi gibiydi.

"Gözleri sana benziyor." dedi Serdar. Ona yandan bir bakış attım.

"Annesine benziyor. İkimiz de babamın gözlerini almışız." diye açıkladım. Bana benzediği filan yoktu. Annesine benziyordu.

"Peki." dedi Serdar. Sesinde bir gülümseme vardı. Sinirimi bozan bir gülümseme. "Sana benzemiyor."

Hemşire yanımızdan ayrılmıştı. Bir süre sadece onu izledim. Etrafa bakıyordu. Bileğinde takılı gümüş künye çekti dikkatimi. Üzerinde yazılanı okumaya çalıştım.

Ahi Adar

Kulağa hoş geliyordu. Sesli söyleyemedim. Minik parmakları yüzüme çarptı. İstemsizce kıkırdadım. İçimden kaçmıştı. Ve o da bana karşılık verdi.

"Gülebiliyor." dedim. Bebekler güler miydi? Bilmiyordum. Bebekler hakkında hiçbir şey bilmediğim gibi bunu da bilmiyordum. Hemşire elinde minik bir biberon ve önlükle yanımıza geldi.

"Karnını doyurma zamanı." dediğinde bebeği ona vermek için uzatıyordum ki gülümsedi.

"Siz denemek ister misiniz? " diye sordu. Tam itiraz edecektim ki "Bizim elimizden içmiyor." dediğinde el mecbur geriye yaslandım. Bana nasıl yapacağımı tarif etti. Serdar'ın da yardımıyla biberonu minik dudaklarına tuttum. Gözlerini gözlerime dikti. Gülümser gibi yaptı. Kimse içiremediyse ben nasıl içirecektim? yine de biberonu çekmedim dudaklarından En sonunda biberonu kabul etti. Öyle iştahlı içiyordu ki günlerdir aç kalmış sandım. Biberonu beş dakika içinde bitirdiğinde hemşire ellerini yavaşça birbirine çırptı.

"Şükürler olsun ki minik adam nihayet mama yedi." derken uzattığım boş biberonu aldı. "Demek ki sizi bekliyormuş."

Hemşireye bir şey demedim. Kucağımda uykuya dalmış fasulye tanesini izledim. Dudakları hala emiyormuş gibi hareket halindeydi. Bu görüntü karşısında gülümsememi durduramadım. Bu şeyde bir büyü vardı. Beni fena halde etkileyen bir büyü.

Bir süre sonra doktor geldi. Kontrollerini yaptı. Dikkat edilmesi gerekenleri sıraladı. Serdar hepsini not alırken ben etrafa boş boş bakıyordum. Kucağımdan alındığından beri bir boşluk hissediyordum. Ve bunula baş etmeye çalışıyordum.

"Durumu gayet iyi dediğim gibi. Mamayı da kabul etti. Eve götürebilirsiniz." doktorun dedikleriyle bakışlarımı duvardan çektim. Tam itiraz edecektim ki Serdar benden önce davrandı.

"Çok güzel. Biz alalım o zaman ufaklığı."

Doktor hemşireye talimatları verirken ben kızgın bakışlarımı Serdar'a diktim. Bu kez kızgın bakan bir tek ben değildim. Serdar da alışık olmadığım şekilde sinirle bakıyordu bana. Beni kolumdan sertçe tuttu ve bebek odasından çıkarttı.

"Ne yaptığını sanıyorsun sen?" diye çıkıştığımda üzerime doğru yürüdü. Tanıştığımızdan bu yana ilk kez geri adım atmıştım. Sırtım duvara değdiğinde öfke saçan gözlerini bana dikmişti.

"Doktoru duymadın mı? Hastane ortamı bebek için uygun değil. Sağlam çocuğu hasta edeceksin inadından."

"İnat mı?" diye sordum inanamazca.

"Evet inat." diye çıkıştı. "Bebeğe nasıl baktığını gördüm Dalya. Korkularını anlıyorum ama korkmana gerek yok. Onun için en güvenli liman sensin. Ayrıca yaşayan tek akrabasının ona sırtını dönmesi çok büyük haksızlık."

Duruşumu dikleştirdim. Sinirlerimi tepeme çıkartmayı nasıl başarıyorlardı. Beş dakika öncesinde pamuk gibiydim ama şu an Serdar'ı öldürebilirdim.

"Bu yaptığın şey emri vaki!" Diye çıkıştım. "O şeyi evime götürmeyeceğim."

Bana bilmişçe sırıttı. Bu sırtıma hiç hayra alamet değildi.

"Hayır götüreceksin!"

"Evimde ona bakabileceğim bir yerim yok."

"Daha büyük bir ev alabilirsin. O zamana kadar birlikte uyuyorsunuz. Çok da yer kaplamaz."

"Evimde bebek malzemesi yok."

"Geçerken alırız."

Sunduğum her şeye cevap vermesi beni daha da öfkelendiriyordu. Burnumdan soluyordum.

"Son kez söylüyorum Serdar, onu evime görünmeyeceğim." Başımı dikmiş ona meydan okuyordum. Ama geri durmadı. Bana tepeden bakıyordu. Boyu uzundu ve şu an o bakışlar altında ufacık hissediyordum.

"Son kez söylüyorum Dalya, onu evine götüreceksin. Sen onun tek yakınısın."

Kollarımı göğsümde bağladım. "Ya başka bir akrabası daha varsa?" diye sordum. Araştırmamıştık. Tamam anne tarafında tek olabilirdim ama belki de babası tarafında onu seve seve kabul edecek akrabaları olabilirdi.

O bana cevap vermeden bebek odasının kapısı açıldı. Hemşire kucağında bebekle dışarı çıktı. Bana doğru yürüyordu. Bir adım geri gitmek istesem de Serdar engel oldu. Bebeği neredeyse ağzıma sokacak kadar uzattığı için refleksle aldım kucağıma. İlki kadar sarsılmasam da iyi olduğumu söyleyemezdim. Serdar hemşireye teşekkür etti. Bebeğin eşyalarının olduğu çantayı aldı ve bir heykel gibi kala kalmış beni itekleyerek hastanenin çıkışına yönlendirdi. O ne derse yapan bir kuklaya dönüştüm. Arabayı hastanenin önüne getirdiğinde öne binecekken beni arka koltuğa oturttu. Doğru bebekle öne binilmezdi. Arabayı çalıştırdı. Mart ayının ortalarındaydık. Klimanın sıcak tarafını çalıştırdı. Yol boyunca hiç konuşmadım. Kucağımdaki bebeğe de bakmadım. Yolu izledim. Serdar'ın ara sıra dikiz aynasından arkayı izlediğini görüyordum. Yol üzerinde bir bebek mağazasında durdu. Neredeyse yirmi dakika süren bir süre sonra elinde birçok poşetle çıktı. Aldıklarını bagaja koyup koltuğuna döndüğünde sessizliğimi bozdum.

"Bunca şeyi boşa aldın." dedim. Bana dikiz aynasında baktı. "Onun başka bir akrabasını bulacağım. Ve yarın sabah da onu sosyal hizmetlere teslim edeceğim." Bakışları öfkeye büründü. Bense bakışlarımı cama çevirdim. Bu şeye bakamazdım. Ben buna uygun değildim. Beceremezdim. Ben kazanamayacağım savaşa girmezdim.

Eve geldiğimizde hala uyuyan bebeği koltuğa bıraktım. Serdar bebeğin pozisyonunu düzeltti.

"Sırt üstü yatırma. Başı hafif eğimli olsun." dedi. Ben ona anlamazca bakarken açıklamaya devam etti. "Eğer kusarsa boğazına kaçıp boğulmaması için." Gözlerim kocaman açıldı.

"Ya boğulursa?"

"Boğulmaz. Gözün üzerinde olsun." dediğinde gözlerim daha da kocaman açıldı.

"Sakın bana, beni bu şeyle tek bırakıp gideceğini söyleme." diye bağırdım. Bebek mırıldanıp oynayınca sesimi alçalttım. "Onu eve sen getirdin. Böyle çekip gidemezsin."

Serdar derin bir nefes aldı ve koltuğa oturdu. Derin bir nefes verip ben de tekli berjere oturdum. Sessizce odanın içini inceliyordum. Mobilyalarım siyah ve koyu griydi. Duvarlar antrasit gri, kirşler ise siyahtı. Tablolarımda mobilyalara uygundu. Evin içindeki renkli olan tek şey mavi battaniyesi içinde uyuyan fasulye tanesiydi.

"Arabada söylediklerinde ciddi miydin?" sessizliği bozan o olmuştu. Fısıltıdan yüksek normal sesten alçak konuşuyordu. Ona ayak uydurdum.

"Elbette ciddiydim. Ona bakabilecek son kişi bile değilim."

"Yapma Dalya." Derin bir nefes aldım. Dirseklerimi bacağıma yaslayarak öne doğru eğildim.

"Asıl sen yapma Serdar." dedim. Derin bir nefes aldım. "Ben bir kaktüsü bile yaşatmayı beceremeyen birisiyim. Nasıl bir bebeğe vasilik yapabilirim?

Anlamıyordum bu insanları neden yapabileceğimden fazlasını yüklüyorlardı üzerime. Ben bir bebeğe bakabilir miydim? Böyle bir şey mümkün müydü? Hem de bir başıma! Delirmiş olmalıydılar.

"Onu kendine kaderine terk etmek mi daha iyi." diye sert çıkış yaptı Serdar. Dişlerimi sıktım. Koltuğumda uyuyan bebeğe bakmamak için büyük bir çaba harcıyordum.

"Elim hep üzerinde olur. Hiçbir şeyini eksik etmem."

Sinirle dişlerini sıktığını görüyordum. İki zıt karakterdik. O dünyanın en sevgi dolu adamıydı. Ben ise sevginin sözlük anlamını bile bilmeyen bir kadındım.

"Sence onun ihtiyacı olan şey maddi destek mi? Üniversite öğrencisi mi bu Dalya? Bir bebek. Ve senin yetimhanenin soğuk duvarları arasında büyümemiş gibi konuşman çok can sıkıcı!"

Bu kez dişlerini sıkan bendim. Bam telime basıyordu. Delici bakışlarımı gözlerine diktiğimde yanlış bir konuya değindiğinin farkına vardı.

"Sen dünyada tanıdığım en duvarlı kadınsın. Neyse ki o duvarların ardında atan bir kalp olduğunu bilecek kadar iyi tanıyorum seni. O yüzden ne yapmak istiyorsan öyle yap. Eninde sonunda kalbinin sesi, sana emanet edilmiş bir canı bilinmeyen ellere bırakamayacağını hatırlatacak. "

Serdar'ın son sözleri bunlar olmuştu. Evden çıkmadan önce uyuyan bebeği uyandırmamaya özen göstererek parmaklarıyla hafifçe sevmiş, bana 'pişman olacaksın' bakışlarını atarak beni kendisi ile ne yapacağımı bilmediğim bebekle baş başa bırakmıştı.

Bakmamak için savaştığım noktaya baktım. 50 cm olduğunu öğrendiğim ama hala anne karnındaymış gibi cenin pozisyonunda yattığı için 20 cm anca görünen o şeyi izledim. Hayatım ortasına bomba gibi düşmüştü. Ama hayatımı değiştirmesine izin vermezdim. Kurulu bir düzenim vardı.

Avukatımı aradım. Bebekle ilgili tüm bilgileri verdim. İlla ki yaşayan başka bir akrabası çıkacaktı. Avukatım bilgileri not edip başvuru yapacağını söyledi. Telefonu kapattıktan sonra kendime bir kahve yaptım. Belli ki bu gece zor geçecekti. Kahvemi aldım bebeği en net görebileceğim açıya oturdum.

Yalnızca bir gece baş edebilirdim?

Edebilirdim değil mi?

Loading...
0%