Yeni Üyelik
4.
Bölüm

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

@kutuphaneciih

Kemerleri bağlayın millet... Ege'nin eşsiz güzelliğindeki sahil kasabasına doğru yola çıkıyoruz! ✈️

&&&&&&&&&

Tarifsiz duygularımın kelimelere döküldüğü anlardaydım. Kesinlikle huzur hissediyordum. Huzurun kokusu ciğerlerime işliyordu. Yıllar önce kaybettiğim yuva hissi doluyordu yüreğime. Serdar'ın açtığı kapıdan içeriye girdiğimde eve gelmiş gibi değil de yuvama kavuşmuş gibiydim. Beni bir ıssızlık karşılamıyordu mesela. Bugün hayatımı geri almıştım. En saf haliyle açıklayacak olursam durumun özeti buydu. Yıllar önce benden söke söke alınana ailemi geri almıştım. Yalnız değildim. Köksüz değildim.
Artık bir ailem vardı.

Adım attıkça uzun koridorun ışıkları otomatik şekilde yanıp yolumu aydınlatıyordu. Salona ulaştığımda koridordan yansıyan ışığın loşluğuyla etrafı inceledim. Siyahın ve grinin hâkim olduğu salon beni ilk kez rahatsız etti. Halbuki özenle seçmiştim bu renkleri. İçimi yansıttığını düşünmüştüm. Ama şimdi karanlık geliyordu. İçimde renk şelalesiyle asla bağdaşmıyordu. Kucağımda mavi battaniyesine sarılı şekilde etrafı izleyen fasulye taneme uymuyordu. Onun cıvıl cıvıl bir evde büyümesi gerekliydi. Benim çocukluğumun ilk zamanlarında büyüdüğüm gibi bir evde...

O kadın renkleri severdi. Çiçekleri de öyle. Evin güneş alan tüm pencerelerinde birkaç çiçek saksısı bulunurdu. Kasaba da dışı bizim evimiz gibi rengarenk boyalı başka ev yoktu. Babam, o kadının sevdiği renklere kendi elleriyle boyardı evimizi. En son ben 9 yaşımdayken birlikte boyamıştık. Ben ne kadar yapamayacağımı söylesem de babam elime ufak fırçayı verip saçlarımı okşamıştı.

"Sen emek ver yıldız çiçeğim, zaten güzel olur." demişti. Beceriksiz fırça darbeleri moralimi bozup da fırçayı sinirle kovaya geri bıraktığımda babam da işini bırakmıştı. Boya kovasını koyduğumuz kütük parçasının üzerinden kaldırıp kendi oturmuş beni de kucağına almıştı. Bakır rengi saçlarım dağılmış, terleyen alnıma yapışmıştı. Özenle onları geriye çekişini, başımın üzerine buseler konduruşunu hatırlıyordum. Boyadığım duvarı işaret etmişti.

"Ne görüyorsun orada?"

Bir süre beceriksizce boyamaya çalıştığım duvara baktım.

"Çirkin bir boya." diye yanıtladım onu. Başını iki yana sallarken gülümsüyordu. Beni sinesine biraz daha çekmişti.

"Peki benim ne gördüğümü bilmek ister misin?" Meraklı gözlerimi onun gözlerine çevirdim. Hafif kirli sakalları, dudaklarını örtmeyecek kadar uzattığı bıyığı terlemişti. Alnında aynı benim gibi boncuk boncuk terler vardı.

"Bak yıldız çiçeğim," dedi. "Ben bu duvarı bir boyacı bulup boyatabilirdim. Eminim ki kusursuzca boyardı. Ama kendim boyamak istedim."

"Çünkü sen çok güzel boyuyorsun. Boyacıya gerek yok ki." cevabıma kocaman şefkatli bir gülümsemeyle cevap verdi.

"Sen baban olduğum için öyle düşünüyor olabilir misin yıldız çiçeğim?"

Omuzlarımı kaldırdım. "Hayır. Huriye teyzelerin evini boyacı boyamıştı ama bizim evimizin boyası kadar güzel değildi."

"Evet, çünkü biz kendi evimiz için emek veriyoruz. Biz boyuyoruz. Özeniyoruz. Seviyoruz. Emek verilen, severek yapılan hiçbir şey kötü, çirkin olmaz Dalya. O yüzden ben senin boyadığın duvara baktığımda kızımın evini ne kadar sevdiğini, minicik elleri ile alnından boncuk boncuk terler akarak boyadığını gördüğümde dünyadaki en güzel boyalı evin bizim evimiz olacağını biliyorum."

Beni kucağından indirmeden ayaklandı. Bıraktığı fırçasını aldı ve tutmam için önüme doğru uzattı. Sopayı tutan koca ellerinin üzerine koydum elimi. Birlikte boyamaya devam ettik. Babam fırçayla şekiller yaptı. Benim için, o kadın için ve kendisi için üç çiçek çizdi. Etrafına çerçeve yapıp orayı öyle bıraktı.

"Unutma ki yıldız çiçeğim, bir şeyi güzel yapan kusursuz olması değildir. Kusurlar eşyalara, nesnelere ve insanlara ruh katar. Kusur yaşamın belirtisidir. Kusursuzu aramaya dalıp hayatı kaçırırsan o zaman nice güzellikleri de ıskalamış olursun."

Babamın bu öğüdünü unutmuştum. Şimdi anılara daldığımda zihin duvarlarımda yankılanıyordu. Ben kusursuzun peşine düşmüştüm. Ve yıllardır tek bir güzelliğe bile denk gelmemiştim. Az kalsın kusursuz bir ebeveyn olamayacağım için kucağımda duran bu güzelliği de ıskalayacaktım. Nerde ve ne zaman başlamıştım babamı, bana anlattıklarını unutmaya hatırlamıyordum ama sanırım öğrendiklerimi hatırlamaya ihtiyacım olacaktı.

Salonun iç kısmına doğru ilerledim. Boydan boya canım ardından ihtişamlı İstanbul manzarası parıldıyordu. Alışkın olmayan için çok büyük bir kuyuya benzerdi İstanbul. Ama eğer yaşamına kapıldıysan, bir parçası olduysan o zaman korkmamayı öğreniyordun. Tek omzumu cama yaslamış dışarıyı izlerken kucağımdan gelen mırıltılarla bakışlarımı ona çevirdim. Battaniyesinden çıkarttığı elleriyle oynuyordu. Tek elini ağzına sokup emmeye çalıştığında çıkan sesle kıkırdadım.

"Sanırım acıktın?" diye sordum. "Ha fasulye tanem?" mırıldanmaya devam etti. Ağlamıyor oluşunun verdiği rahatlıkla biraz öylece durup onu izledim. Bir minyatür insan duruyordu kucağımda.

"Evine hoş geldin Ahi Adar..." diye fısıldadım kulağına. "Evimize... hoş geldin."

Derin bir soluk çektim ve ciğerime mis kokusunun dolmasına izin verdim.

"Dalya."

Serdar bana seslene kadar onları unutmuştum. Mutfak ve salonu ayıran barın arkasındaydı. Bana yüzünde kocaman bir tebessüm, bakışlarında yüklü bir şefkatle bakıyordu.

"Akşam yemeği hazırlayacağız. O sırada sen de küçük adama evi gezdirmeye ne dersin?"

Gözlerimle evi taradım hızlıca. Doğruydu, eve gelen yeni bireye ev tanıtılırdı. Nerede yaşayacağını büyüyeceğini bilmesi gerekiyordu. Gerçi bu ev çocuk büyütmek için pek uygun değildi bence. Onu binalar yığının ortasında büyütmek yerine bahçeli daha geniş bir eve taşınabilirdim. Bu ev tek başına yaşayan ruhsuz Dalya için uygundu ama bir bebek ile yaşayacak hayat dolu hisseden Dalya bu eve sığmazdı. Tıpkı küçükken evinden başka hiçbir yere sığamayan o kız çocuğu gibi.

"Mutfak işi bizde." Dedi Dafne mutfağa geçerken. Serdar'ın yanına geldiğinde hemen kolunun altına girdi. Bu ikisi yan yana geldiklerinde sarılmadan duramazlardı. Nefes almak gibi bir şeydi, kendiliğinden oluyordu. İkisi birbirlerine yaklaştıkları an Serdar Dafne'yi kolları altında sarmalardı. Defne ise kollarını Serdar'ın beline dolardı. İkisi o kadar bütündüler ki, onlar için iki vücut bir insan demek çok doğru olurdu.

İkisine bakıp muzipçe gülümsedim. Yaslandığım camdan çekilip onlara doğru yöneldim. Serdar bana bakarken, Dafne'nin gözleri kucağımda hala elleri ile oyalanan fasulyedeydi.

"Siz ikiniz baş başa kalmak için beni buradan postalamaya çalışıyor gibi duruyorsunuz!" Dafne başını hızla, iki yana sallarken Serdar çapkın bakışlarıyla Dafne'yi süzüyordu.

"Fena fikir değil gibi..."

Dafne, Serdar'ın koluna vurup bakışlarını kaçırdı. Yunan kızıydı, Avrupa görmüştü filan ama oldukça utangaç bir yapısı vardı. Böyle ilişki özeli konusunda katı kurallara sahipti. İnsan olan yerde yanağından bile öptürmezdi. Dafne'nin katılığının yanı sıra Serdar yer yüzündeki en rahat adamdı. Bu kadar zıt olup bu kadar uyumlu olmak da onlara has bir enerjiydi işte.

"Her ne yapıyorsanız yapın," dedim. "ama mutfağım sağlam kalsın!"

Dafne; "Dalya!" diye ismimi uzatarak beni uyarırken Serdar eyvallah dercesine kafasını yana eğdi. Onları mutfakta bırakıp odama ilerledim. Koridorda sağda kalan kapıyı açtığımda karanlık odaya girdim. Fasulye ağlama benzer bir ses çıkarttığında ışığı açtım. Neyse ki ağlama belirtileri de karanlıkla birlikte kaybolmuştu. Onu kabullenmiş olmam ondan korkmadığım anlamına gelmiyordu. Ağlamasından, canının yanmasından deli gibi korkuyordum. Ama savaşmaya hazır hissediyordum. Zor da olsa altından kalkmak için elimden geleni yapacaktım. Ve yıllardır heba ettiğim hayatımın kalan günleri ne kadarsa onları en güzel şekilde tadını çıkartarak yaşayacaktım. Kusursuz olmaya çalışmadan. Hata yapmamaya özen göstererek ama ilk hatada pes etmeden. Emek vererek.

Ve babam haklıydı. Emek verip, severek yapılan bir şeyin çirkin olması mümkün değildi.

Ahi Adar'ı dikkatlice yatağa bırakıp ben de yanına uzandım. Ona doğru döndüğümde kolyem aşağı doğru sarktı. Minik elleri kolyemi bulduğunda buruk bir tebessüm yeşerdi yüzünde.

Belli ki bu onun alışkın olduğu bir hamleydi. Belki de Dilay ile -annesiyle- arasında bir bağdı. Gözümden süzülen bir damla yatağa düştü. Derin bir nefes aldım.

"Sana anne olabilir miyim bilmiyorum... Annenin yeri dolduramam. Hiç kimse anne babanın yerini dolduramaz." Parmaklarım eline değdiğinde kolyemdeki parmakları işaret parmağıma dolandı. "Ama hep burada olacağım. Seni koşulsuz bir sevgiyle büyüteceğim. Eksikliklerini hissetmemen için tüm gücümü sarf edeceğim. Etrafını bir fanus gibi çevreleyip seni tüm kötülüklerden koruyacağım. Zamanı geldiğinde tek başına kalman gerekirse diye sana çabalamayı, savaşmayı öğreteceğim. Tıpkı dedenin bana öğrettiği gibi..."

Beni kavgadan gürültüden koruyan bir babam vardı. Bir de okulda kavga etmem gerekirse diye bana nasıl adil dövüşüleceğini öğreten bir babam vardı. Kavga etmenin ne kadar kötü bir şey olduğunu ama dünya da ne yazık ki kavga etmem gereken zamanların da gelebileceğini söylerdi. Haksızlığın olduğu yerde susmamayı, zulüm gören kişiye el uzatmaktan çekinmemem gerektiğini öğretmişti bana. Güçlünün güçsüzü ezmeye kalktığı yerde adaleti sağlamak için korkusuzluğu aşılamıştı. Ve ben yetiştirme yurdu zamanlarımda hiç ezilmemiştim. Etrafımdaki hiç kimsenin de ezilmesine müsaade etmemiştim. Bu uğurda benden büyük çocuklardan dayak da yemiştim, ceza da almıştım. Ama babamın öğrettiği gibi yılmamıştım. Şimdi sıra bana geçmişti. Öğrendiğim ne varsa aktaracağım, yetiştireceğim bir can emanet edilmişti.

"Sana anneni anlatacağım... Babanı... dedeni..." derin bir nefes aldım. "Ve ananeni."

Tanımıyordum onları evet ama tanıyacaktım. Araştıracaktım. Onun köklerinden bağımsız büyümesine izin vermeyecektim. Odasını anne ve babasının fotoğrafları ile süsleyecektim. Dedesinden bahsedecektim ona. Ne kadar mert ve yiğit olduğundan. Ananesi ile ilgili sadece iyi şeyleri anlatacaktım. Ölmüş gitmiş bir kadının arkasından -ne kadar hak ediyor olsa bile- kötü konuşmayacaktım.

Ahi gözlerini gözlerime kenetlediğinde parmağımı kavramış elini seviyordum. O an aklıma bir şarkı geldi. Nerde ve ne zaman dinlediğimi hatırlamadığım bir şarkı... Sözlerini çok beğendiğimi anımsıyordum. Yattığım yerden doğruldum ve cebimdeki telefonu çıkarttım.

"Sanırım sana ilk öğreteceğim şeyi buldum..." derken şarkıyı başlattım.

Karanlıktan gelicekler

Önünde dikilecekler
Sarı sarı, dişleri olucak
Sivri pencereleri olucak
Yakalayacak sanıcaksın
Ama hep sen kazanıcaksın

Ben sana, koşmayı öğreticem
İçinden gülmeyi öğreticem

Yalanlar söylicekler
Sözlerinden dönecekler
Buzdan kalpleri olucak
Acı sözleri olucak
Yaralicak sanacaksın
Ama hep sen kazanacaksın

Üstlerine, gitmeyi öğreticem
Düşünce, kalkmayı öğreticem

Bazen de, susmayıp, bağırmayı
Utanmadan hüngür hüngür, ağlamayı

Sevgililer gelecekler
Kalbini delicekler
Ahu bakışları olucak
Tatlı dilleri olucak
Hep sevecek sanıcaksın
Ama bazen yanılıcaksın

O an orda, durmayı göstericem
Bu da geçer yahu'yu öğreticem

Bazen de, tam ortadan, kırılmayı
Yere düşen, camlar gibi, dağılmayı

Bazen yalnız bırakıcaklar
Ne yapacaksın bakıcaklar
Hep planları olucak
Hep bir başları olucak
Kırılacak sanıcaksın
Ama hep sen başarıcaksın

İçinden yanmayı göstericem
Kendini sevmeyi öğreticem

Gidipte varmayı öğreticem

&&&&&&&&&&&

Serdar'ın yemeğinin hazır olduğunu söylemesiyle Ahi Adar'ı kucaklayıp mutfağa geçtim. Dafne çok aç olmadığını söyleyip Ahi'yi almak istediğini söylediğinde başta çekinsem de kabul etmiştim. Serdar'ın güven veren bakışlarının da etkisi vardı tabi bu teslimiyet hamlesinde. Dafne Koltuğa geçmiş Ahi ile ilgilenirken biz de Serdar'ın hazırladığı spesiyal tavuklu mantarlı makarnasını yemeye koyulduk. Serdar bunun içine farklı bir şey katıyordu ama şefin sırrı diyerek asla söylemiyordu. O yüzden onun yaptığı bu tarifi ayrı kılan bir tadı vardı. Yıllardır Dafne dahil kimse ile paylaşmamıştı. Biz de artık kabullenmiş lezzetli yemeğin tadını çıkartmaya odaklanmıştık.

"Ellerine sağlık şef."

O kendine güvenen sırıtışı yayıldı yüzüne. "Bu benim en özel tarifim kraliçe." dedi. Ağzına attığı tavuğu gözlerini kapatmış reklam filmi çekiyormuş gibi abartılı tepkiler vererek yemeye başladı. "Ben harika bir şefim." dedi ağzındaki lokmasını bitirdiğinde.

"Mütevazilik paçalarından akıyor Serdar, topla da ziyan olmasın."

Başını iki yana salladı. "Başarılı olduğu şeyleri küçük saymak senin kişilik özelliğin Dalya Ulus!" keyfi yerindeydi, bunu benimle fütursuzca uğraşmasından anlayabilirdiniz. "Sen ki Amerika'da, İngiltere'de, Almanya'da dünyaca ünlü üniversitelerin Yazılım bölümlerinde dersler veren bir yazılımcısın ama sorsalar 'Birkaç bilgisayar programı ile uğraşıyorum.' işte dersin."

Abartısına gözlerimi devirdim. "Çünkü bay kendini beğenmiş, sadece birkaç bilgisayar programı yapıyorum."

"Bak işte! yine aynı şeyi yapıyorsun." dedi. Elindeki çatalı kenara koymuş dirseklerini bara yaslamıştı. "Senin yaptığın program kaç ödül aldı! Bir tane de değil tam dört program yazdın. Ve hepsi de uluslararası büyük ödüllü. Dünya bile senin bu işin en iyisi olduğunun farkında."

Sıkıntılı bir nefes verdim. "Ben sadece işimi yapıyorum hepsi bu."

Omuz silkip yemeğine devam etmeye başladı. "Peki kraliçe bu konuda seninle savaşmayacağım."

Bu kez muzırca sırıtan bendim.

"En azında kaybedeceğin savaşa girmemeyi biliyorsun."

Yemeklerimizi yemeye devam ettik. Serdar yine bulduğu fırsatta benimle uğraştı. Ama çok da takılmadım. Ara ara arkamda kalan Dafne ve Adar'ı izliyordum. Serdar'ın da gözleri sık sık oraya takılıyordu. Dafne'yi izlerken gözlerinden fışkıran kalplerin farkında mıydı acaba? Başımı geriye çevirip bir kez daha baktığımda Dafne, Adar'ı göğsüne yatırmış sırtını sıvazlarken yunanca bir şarkı söylüyordu. Sarı saçları koltuğa savrulmuş, mavi gözleri Adar'a kilitlenmişti. Şarkıyı ruhunu katarak söylüyordu. Serdar'a döndüğümde elinde telefonuyla muhtemelen bu anı kayıt altına alıyordu.

"Serdar evin barkın yanıyor..." dedim gülerek. Omzunu silkti. Bakışları bir anlığına beni buldu.

"Yansın!" dedi umursamazca. Serdar'ın da zorlu bir hayatı olmuştu. Ailevi olarak benimkisiyle yarışır bir derdi vardı. Maddi kazancı iyi olan ama eve para vermeyen, kazandığı parayı kumara ve başka kadınlara yatıran bir baba. ‘En azından başımda bir adam var’ diyerek boşanmaya yanaşmayan bir anne. Eve bakmak için küçük yaşından itibaren çalışan iki erkek kardeş. Serdar ve abisi Serkan bu günlere pek de kolay gelmemişlerdi. Hiç unutamadığım bir an vardı. Serdar'ın cebinde beş kuruş para yok, yatak döşek hasta vaziyetteydi. Annesi arayıp para istemişti. Ne iş bulsa yapan Serdar o an parmağını bile kaldıramayacak kadar kötü haldeydi. İlk kez annesine parasının olmadığını söylemişti. Ertesi gün üniversitenin bahçesinde babasını görmüştük. Serdar'ı fark ettiğinde hiddetle gelmiş ve hiç düşünmeden yüzüne kuvvetli bir tokat atmıştı. Söylediği sözler hala yankılanıyordu zihnimde. 'Sen kimsin de annen para istediğinde göndermiyorsun lan! Okul okuyorsun diye adam mı oldun! İşe yaramaz herif! Serseri köpek!' Serdar hasta olduğunu, çalışmadığını söylemeye çalıştıysa da dinlememişti. 'Hastasın ama okula gelip keyif yapıyorsun!' dediğinde Serdar'ın düşen omuzlarını hatırlıyordum. Onlarca öğrenci durmuş bizi izliyordu. O gün ki derste devamsızlık hakkı olmadığı için okula gelmişti. İlaçlarını bile Rafet abi almıştı. Hatta hanımına çorba yaptırmış gece gece kaldığı yurda götürmüştü. Sabah da kendi arabası ile almış okula kadar getirmişti. Ayakta duracak hali yoktu da koluma girmiş benden destek alıyordu. Ama en rencide enden an babasının Serdar'ın ceplerini kontrol edip cüzdanını aldığı andı. Cüzdanı kurcalamış içindeki kimlik, kart ne varsa yere dökmüştü. Para olmadığını görünce de cüzdanı Serdar'ın suratına fırlatmış başka da bir şey demeden gitmişti. Sonradan öğrenmiştim ki annesi parayı babasının kumar borcu için istemiş. Serdar 'İstanbul'a gelecek parası varsa gidip borcunu ödeseymiş, bana tokat atmak için yol parası ödemeseymiş!' deyip annesine bağırmıştı. Ve o gün Serdar için dönüm noktası olmuştu. Okulda onu gören bazı kendini bilmezler Serdar'ın duyacağını bile bile 'Çulsuz prens! Tokat manyağı!' gibi kelimeleri bağırıyorlardı. Birçok kez o kendimi bilmezlerle kavga etmiştim ama Serdar beni kenara çekip 'Boşa uğraşma onların dedikleri canımı yakmıyor. Benim canımı yakan böyle berbat bir babanın oğlu olmak!' demişti. Ben kötü bir babanın evladı değildim. Onu anlayamazdım ama ben de 12 yaşındaki kızını 'Sana bakamam!' diyerek evine kilometrelerce uzakta bir yetiştirme yurduna bırakan, hiç arayıp sorma zahmetinde bulunmayan bir annenin kızıydım. Yaralarımız denk değildi evet ama acılarımızı bölüşüyorduk. Biz yaralarımızı birlikte saran iki dosttuk.

Şimdi Serdar'ın hayatında Dafne'yi görmek beni mutlu ediyordu. Serdar hak ettiği sevgiye ulaşmıştı. Artık hayatında ona dert yükleyen babası değil derdine omuz atan bir kadın vardı. Serdar'ı tamamlayan, güldüren, huzura kavuşturan birisi olması onun adına derin bir nefes almamı sağlıyordu.

"Hey! Kraliçe. Daldın gittin." Serdar'ın koluma dokunmasıyla kendime geldim. "Ne oldu nerelere daldın gittin?"

Ona buruk bir gülümsemeyle cevap verdim.

"Hiç..." dedim. "Hayatımızın geldiği noktaya bakıyorum da... Sen hayatının aşkını buldun. Bense ailemi. Ne dersin hayatımız yoluna giriyor ha?"

Başını ağır ağır salladı. Göz ucuyla Koltuktaki Dafne ve Adar'a bakıp bana döndü.

"Sonunda hayat bize hak ettiklerimizi sunuyor Dalya..."

"Öyle..."

Derin bir nefes verdik aynı anda. Gülümsedik. Serdar önümdeki tabağı alıp kendi tabağı üzerine koydu. Hızlıca toparladı önümdeki bulaşıkları. Ben de yardım için kalkarken durdurdu.

"İki kahve yapıp geliyorum kıpırdama." dedi. Beş dakika sonra bulaşıkları makineye yerleştirmiş iki fincan kahve ve bir biberon mama ile yerine geri oturmuştu. Biberonu alıp Dafne'nin yanına geçtim.

"Ben mamasını vereyim." dedim. Bana yüzündeki kocaman gülümseme ile bakarken Adar'ı mama yemesi için kolunda yatırır pozisyona geçirdi. "Bu seferlik ben içirebilir miyim?" diye sorduğunda gözlerimi yumdum ve biberonu ona uzattım. Dafne, Adar'ın karnının doyururken ben de kalktığım yere geçtim.

"Eee... bir planın var mı?" Serdar'ın sorusuyla omuzlarım düştü. Başımı iki yana salladım.

"Hiçbir plan yapmadım. İçimden bir ses onunla olmam gerektiğini söyledi. Ben de önünü arkasını düşünmeden gidip onu aldım. Bir bebek nasıl bakılır? Nasıl büyütülür bilmiyorum Serdar? Nereden başlamam gerektiğini bile bilmiyorum. Ben annesi değilim. Ben anne bile değilim! O hayatıma bir anda girdi. Onu beklemiyordum. Normalde annelerin bu durumla baş edebilmeleri için 9 ayları olur. Ama benim ondan önce kucağıma aldığım tek bebek annesiydi. En son Dilay'ı kucakladım. Çocuktum... Üzerinden seneler geçti. Onunla sadece bir gece geçirdim ve sabah aynada kendimi tanıyamadım. Ağlamasından deli gibi korkuyorum. Zarar vereceğim diye içim gidiyor."

Barın üzerindeki elimi elleri arasına aldı. Gözlerini gözlerime kenetledi. Yüzünde güven verici bir tebessüm vardı. "Bilmediğin bir şey evet... Oldukça da zor." dedi. Yüzümün aldığı şekli gördüğünde ellerimi daha sıkı tuttu. "Korkutmak için söylemiyorum Dalya. Değil 9 ay, 9 sene de hazırlansan onu kucağına aldığında korkardın. Şu an ne hissediyorsan o zaman da aynı şeyleri hissederdin. O bir bebek, sevilmeye, ilgiye ihtiyacı var. Karnını doyuracaksın, altını temizleyeceksin ve seveceksin hepsi bu."

"Nasıl hepsi bu?" dedim.

"Tabi arada bir banyo da yaptırman gerekli." dedi gülerek. Kıkırtıma engel olamadım. Ağlanacak halim vardı ama gülüyordum. Serdar başıyla arkamı işaret etti. Başımı geriye çevirip batım. Dafne tam ilgisini Adar'a vermiş o biberonunu emerken ona bir şeyler anlatıyordu.

"Bak işte bu kadar basit...Ayrıca," dedi. Bakışlarım yeniden onu buldu. "Biz buradayız. Tek başına değilsin. Zorlandığın her anında ben buradayım. Ve tabi Dafne ‘de öyle. Sen yalnız değilsin Dalya. Ama yalnız olsaydın da ona senden daha iyi bakabilecek kimse olmazdı."

Derin bir nefes aldım. İhtiyacım olan tek şey zamandı. Zaman ve sabır. Elbet öğrenecektim. Mama yapmayı, altını değiştirmeyi, gazını çıkartmayı öğrenmiştim. Yalnız değildim. Serdar ve Dafne buradaydı. Bana yardım edeceklerdi. Öğrenecektim.

Sadece yüreğimi ortaya koymam gerekiyordu. Ve ben onu kucağıma aldığımda çoktan yüreğimi onun yoluna koymuştum.

&&&&&&&&&

O gece Ahi Adar uyuduktan sonra Serdar ve Dafne evlerine gitmişlerdi. Bir gece öncesine kıyasla daha sakindim ama yine de zor bir gece olmuştu. Adar bir saat ara ile uyanmış ve gece boyu birçok kez ağlama krizine girmişti. Her bir ağlamasının sebebi ayrıydı. Altını kirletmiş, gaz sancısı çekmiş, acıkmıştı. Ama en tuhaf olanı saat 05:47'yi gösterirken uyandığı andı. Ne yaptıysam dinmemişti ağlaması. Artık dayanamayacak raddeye geldiğimde ellerini tutup gözlerinin içine baktım.

"Ne oldu minik fasulye tanem? Ne istiyorsun benden?" diye ciddi ciddi sorduğumda ağlaması yavaşlamıştı. Ve neredeyse yarım saat boyunca gözlerine bakıp onunla konuşmuştum.

"Annen uslu bir bebekti Adar... Öyle çok ağlamazdı. Uyurdu çok. Uyanık olduğu zamanlarda etrafa gülücükler saçardı. Güzel bir bebekti. Sen de güzelliğini annenden almışsın."

Ona annesinden bahsettiğimde dudakları titriyordu sanki ama gözlerini bana kenetlemiş dinliyordu. Bebekler biliyorlar mıydı? anlıyorlar mıydı? Bilmiyordum. Ama hissettikleri kesindi. Annesi olmadığımı ama annesinden bir parça olduğumu hissediyordu.

Zorlu gecenin akabinde bir de sabah mesaimiz olmuştu. Neyse ki gece gösterdiği ağlama performansı yerine etrafa gülücükler gönderip kendi kendine mırıldanmıştı. Saat 11 sularında yeniden uykuya daldığında onu yatağıma bırakıp yanına uzanmıştım. Bilgisayarımı da yanıma alıp halletmem gereken birkaç mail ile ilgili asistanımla görüşmüştüm. Aynı anda hem bebek hem de şirket nasıl idare edilecekti bilemiyordum. Yoğun bir dönemin içerisindeydik. Herkesin verdiği büyük emekler vardı. Şimdi gemiyi terk edemezdim ama Ahi Adar tüm enerjimi kendisine istiyordu. Hem çalışıp hem de ona bakabilir miydim? Bilmiyordum...

Uykusuzluktan gözlerim yanıyordu. Bilgisayardaki işleri hızlıca halledip ben de gözlerimi yummuştum ki Adar'ın sesi odayı doldurdu. Önce o minik cüssesine aykırı olacak kadar derin bir nefes aldı ve sonra yaygarayı koparttı. Sırtımı yatak başlığına yaslayıp onu koynuma yüzü koyun şekilde yatırdım. Elim sırtını yavaşça sıvazlarken sakinleşmesini bekledim. Acıkmış olması mümkün değildi çünkü 20 dakika önce bir biberon mamayı bitirmişti. Belki gazı vardır diye ayaklarını karnına doğru sıkıştırıp rahatlatmaya çalıştım. O da pek işe yaramadı. Bezini kontrol ettim ama hiçbir ıslaklık yoktu. Bildiğim her şeyi denedim yine de sakinleştiremedim. Son çare olarak kucağıma alıp çıktım odadan. Salonda birkaç tur attım. Bu bir nebze de olsa onu oyalamıştı.

"Sen gezenti bir oğlan olacaksın anlaşılan..." dedim. Sırtını göğsüme yaslamış camdan şehrin manzarasını izletiyordum. "Sanırım delikanlı olduğun zaman biraz uğraştıracaksın beni..." Mırıltıları ve kıkırtısı doldu kulaklarıma.

"Sen fena bir çocuksun fasulye tanesi. Peşinden çok koşacağız gibi..."

O minik dudaklarından çıkan mırıltılar içimi gıdıklıyordu. Telefonumun melodisi odamdan duyulduğunda oraya yöneldim. Adar'ı yatağa bırakıp oyalanması için eline oyuncağını verdim. En azından bir iki dakika oyalanırdı. Ben de telefonla konuşurdum.

Arayan Serdar'dı. Telefonu alıp hoparlöre verdim. Kendimi Adar'ın yanına bıraktım.

"Eee kraliçe nasıl gidiyor ebeveynlik?"

"Benim bildiğim tek bebek bu küçük fasulyenin annesiydi." dedim buruk bir sesle. "Ve o da sürekli uyur asla üzmezdi. Ama bu küçük şey uyumuyor, özellikle geceleri feryat figan ağlıyor beni ne yapacağımı bilemez bir hale sokuyor."

Oyuncağı küçük parmaklarıyla çekiştiriyordu. Yüzünü buruşturmaya başladığında ağlayacağını anlayıp bunu önlemek adına onu yüzü koyun göğsüme yatırdım. Parmakları kolyemi bulduğunda oyalanmaya devam etti.

"Biraz zaman vermelisin," dedi. Sesinde yüklü bir şefkat vardı. "Hala yabancılık çekiyor. Alışık olduğu kokuyu arıyor."

Alışık olduğu koku...

Anne kokusu...

Annesinin kokusu...

"Ben ona o kokuyu asla veremem..." dedim ağlamaklı sesimle. "Tüm dünyayı önüne serebilirim ama ona annesini geri veremem." Gözlerim doldu. Son günlerde ağladığım kadar hiç ağlamamış olabilirdim.

"Dalya... Kraliçe," dedi. "Evet annesini geri veremezsin. Senden bunu isteyen de yok. Alışacak. Bildiği, tanıdığı, güvendiği ve en nihayetinde aradığı koku sen olacaksın. Aranızda bir bağ var. Ve zamanla daha da kuvvetlenecek. Sadece biraz sabır."

Kollarımı minik bedene sardım. Başka bir şansım yoktu sanırım. Zamana bırakmayı, sabretmeyi öğrenmeliydim.

"Bugün şirkete gelemeyeceksindir diye düşünüp toplantılarını kaydırdım."

"İyi yapmışsın." dedim. "Bu şartlar altında çalışabileceğimi düşünmüyorum. En kısa zamanda bir tam zamanlı bakıcı bulmam gerekecek."

"Sen o işi bana bırak." dedi güven veren sesiyle. "Dafne ile birlik olup en iyilerini listeleriz. Son mülakatı da sen yaparsın. Aklına yatanla da çalışmaya başlarız."

"Teşekkür ederim Serdar."

"Lafı bile olmaz kraliçe."

Telefon konuşmamızı sonlandırmadan önce Serdar son bir öğüt daha verdi.

"Bir de o uyuduğunda sen de uyu... Güçten düşmeni istemiyorum. Çok sıkıştığını hissettiğinde bir telefon uzağındayım."

&&&&&&&&&&&&

Günler birbirini kovaladı. İlk birkaç gün şirkete hiç uğrayamadım. Acil yapılması gereken toplantılara online katıldım. Şirkete gitmem gereken durumlarda Dafne Ahi Adar’a bakmak için benim evime geliyordu ya da ben Ahi'yi ona bırakıyordum. Geceler uykusuz ve sancılıydı. En kötüsü ise Adar'ın ateşlendiği geceydi. Ateş ölçerde gördüğüm 38.6 sayısıyla ne yapacağımı bilememiştim. Serdar'ı saati umursamadan aradığımda eve gelmesi sadece 15 dakika sürmüştü. Hemen hastaneye gitmiştik. Hayatımın en sancılı gecesiydi. Neyse ki çabuk toparlamıştı. O küçücük bedenin titreyişi, acı acı ağlayışı beni çaresizlik ateşinde yakmıştı.

Serdar'ın bulduğu bakıcılarla görüşmelerim istediğim gibi sonuçlanmamıştı. Hiç birisi istediğim gibi değildi. Onlara Adar'ı emanet etmem imkân dahilinde bile değildi. Artık 8. bakıcı adayını da reddettiğimde Serdar "Aklından ne geçiyor Allah aşkına... Her birine bir kulp buluyorsun. Hayır hala bir önceki kızı neden reddettiğini anlamıyorum. Eğitimi güzel, tecrübesi de var." diye çıkışmıştı. Bense ona cevap olarak kızın sürekli gözünün telefonunda olduğunu söylemiştim. Sürekli telefona bakan birisi bir bebeğe nasıl güzel bakabilirdi ki?

Projemizle ilgili yüz yüze katılmak zorunda olduğum bir toplantıya gitmem gerekiyordu. Ve ben 15 gündür bakıcı bulamadığım için ve Dafne de marka iş birliği etkinliğine katılması gerektiği için -infuluncerdı- bu seferlik Adar'a bakamayacağını ve çok üzgün olduğunu söylemişti. El mecbur Adar'ı hazırlamaya koyuldum. Serdar'ın yaptığı bebek alışverişi -Ahi Adar'ı eve getirdiğim günden sonraki gün yapmıştı- o kadar çoktu ki yatak odam bebek mağazasıyla yarışırdı. Bu kadar eşyayı kullanamadan büyüyecekti. Adar'ı yatağa yatırıp yıkanmış kıyafetlerinden turkuaz tulum ve yeşil eldiven şapkayı seçtim. Yanına oturup üzerini çıkartmaya başladığımda gülücükler saçmaya başladı. Üzerini çıkartmamdan aşırı zevk alıyordu. Giydirmem ise tam tersiydi.

"İş hayatına atılmak için küçük olduğunu biliyorum fasulye tanem..." Bezini kontrol ettim. Çok dolu olmasa da belki şirkette fırsat bulamam diye değiştirdim.

"Sana işi çekirdekten öğreteceğim. Belki ilerde çok iyi bir yazılımcı olursun?"

Turkuaz tulumu giydirmeye başladığımda huysuzlandı. Dikkatini dağıtmak için konuşmaya devam ettim.

"Şirketi bir gör bakalım, eğer sevmezsen anlarım. Karınca yuvasını andırıyor. Herkes çalışıyor. Yoğun bir ortam. Ben bu telaşeli anları seviyorum. İstediğin mesleği seçebilirsin. Seni her koşulda desteklerim. Belki de doktor olursun? Ya da mühendis? Gemi kaptanı? Pilot?"

Dikkatini bana vermiş dinlerken onu hızlıca giydirdim. Dudaklarını kocaman açmış esnerken işaret parmağımın tersiyle yanağını sevdim. "Seni hazırladık, şimdi sıra bende. Burada usluca beni bekle tamam mı fasulye tanem?" Emziğini kutusundan çıkartıp dudaklarına yaklaştırdım. Hiç beklemeden emziği kabul etti. Hızlı hızlı emerken gözleri yavaştan kapanıyordu. Hızlıca üzerimi değiştirdim. Sabah seçtiğim yüksek bel, geniş paçalı kot pantolonumun üzerine askılı beyaz ipek bluzumu giydim. Pusula kolyemin yanına gold iki kolye ekledim. Calvin Klein yeşil kordonlu saatim ve ufak kalp detaylı gold bilekliğimi taktım. Saçlarımı hızlıca dalgalandırdıktan sonra yüzümdeki yorgunluğu kapatacak bir makyaj yaptım. YSL marka siyah stiletto ayakkabılarımı ayağıma geçirirken iş için hazırlanmayı özlediğimi fark ettim. Bu hazırlık aşaması, ayna karşısında saçımı makyajımı yapmak bana hep iyi gelirdi. Askıdan trençkotumu alıp odama geri döndüm. Hemen Ahi Adar'a hırkasını giydirip mavi battaniyesine kundakladım. Giyinme odamdan puseti getirip uyuyan fasulye tanesini dikkatlice yatırdım. Önceden hazırladığım bebek çantasını da aldıktan sonra evden çıktım. Asansörle otoparka indim. Ahi Adar'ın pusetini araç koltuğu şeklinde arka koltuğa sabitledikten sonra sürücü koltuğuna geçtim. Dikiz aynasından son kontrolleri yaptıktan sonra yola koyuldum. İlk kez Ahi Adar ile yalnız yola çıkıyordum. Yanımda ya Serdar olurdu ya da Dafne. İkisi yoksa şoförü çağırırdım. Artık alışmak için kimseyi aramamıştım. Ne demişti büyükler 'alıştırma usta yapar.'

Sakin bir yolculuğun ardından şirket otoparkına giriş yaptım. Önce bagajdan bebek arabasının çıkartıp daha sonra puseti taktım. Bebek çantasını arabanın altına koyarken sağ koltuktan kendi çantamı aldım ve şirketin asansörüne yöneldim. Beni gören herkes selam verirken bebeği görmek için bebek arabasına bakıyorlardı. Şirkette aşırı gürültü yoktu ama yine de ahi Adar'ın ses hassasiyeti oldukça yüksek olduğundan uyanmıştı. Çıkarttığı anlamsız mırıltılardan anlıyordum ki uykusunu almıştı. Eğer almamış olsaydı şu an çığlığı basmış olurdu.

Direk odama geçtim. Ben daha yerime oturmadan kapım tıklatıldı ve içeriye asistanım girdi. Her zamanki özenli hali, çalışkan duruşuyla bana bakıyordu.

"Buyur Asel?" dedim Ahi Adar yavaştan huzursuzlanmaya başladığı için onu kucağıma alırken.

"Öncelikle hoş geldiniz Dalya Hanım, şirket sizi özlemişti." İçerisi sıcak olduğu için Battaniyeyi arabasına bıraktım. "Toplantı başlamak üzere. Herkes hazır siz gelmenizi bekliyorlar."

"David ve ekibi geldi mi?"

David, bizim yabancı iş ortaklarımızdan birisiydi. En son ihalesini aldığımız projede bize finansal destek verecekti. Tabi bu destek bugün ki sunuma bağlıydı. Eğer son 15 günüm bir bebekle geçtiği için proje sunumu ile yakından ilgilenmiştim. Tüm ümidim bunca yıl emek verip yetiştirdiğim yazılımcılarımın iyi iş çıkartmış olmasıydı. Bu finansal destek şirket için kritik bir roldeydi. O yüzden bu toplantıya yüz yüze katılmam gerekiyordu.

"Evet efendim," elindeki tableti kontrol etti. "Beş dakika önce şirkete giriş yaptılar. Serdar bey bizzat kendisi karşıladı ve toplantı salonuna aldı."

"Anladım Asel," derken kucağımda mırıltılar çıkartan Adar'ı havaya kaldırıp yüz yüze gelecek şekilde hizaladım. "Ben şimdi toplantıya gideceğim fasulye tanem. Sen beni burada Asel abla ile bekleyeceksin. Anlaştık mı?"

Anlamsız mırıltıları çoğaldığında onu göğsüme yasladım. Asel'in bir kızı vardı. Ve anneliğini biliyordum. Her fırsatta bakıcısıyla irtibata geçer, kızını kontrol ederdi. Sevgi dolu bir yapısı vardı. Ayrıca şefkatli biriydi. Ahi Adar'ı bir saatliğine ona emanet edebilirdim.

"Bakabilirsin değil mi Asel?" diye sordum yine de. Asel kocaman bir gülümse ile baktı bana. Birkaç adımda yanımıza ulaştığında elindeki tableti masama bıraktı.

"Gözünüz arkada kalmasın diyeceğim ama biliyorum ki kalacak. İki yıldır aynı bakıcıyla çalışıyorum, çok iyi ilgilendiğini bildiğim halde aklım yine de kızımda kalıyor. Ama bana güvenebilirsiniz. Siz gelene kadar bu küçük adam ve ben sizi bekleyeceğiz."

Ona teşekkür ederek gülümsedim. Adar'ın başına şakası üzerinden bir buse kondurduktan sonra Asel'e verdim. "Maması ve lazım olacak her şey çantasında. Eğer bir sorun olursa, ağlarsa ne olursa olsun bana haber ver."

"Peki Dalya Hanım."

Odamdan çıkmadan önce bir kez daha baktım. Keyfi yerinde görünüyordu. Toplantı salonun geçtiğimde geciktiğim için özür diledim. Benim gelişimle toplantı başladı. Çalışma arkadaşlarım gerçekten sunum için güzel hazırlanmışlardı. Bir kez daha anladım ki iyi eleman yetiştirmek bir şirket kurmaktan daha mühimdi. Tek bir falso dahi vermeden devam eden toplantı boyunca ekibimle gurur duydum. Belki de benim başlarında durduğumdan çok daha iyi iş çıkartmışlardı. Hiçbir eksik yoktu. David oldukça etkilenmiş görünüyordu.

Toplantının bitmesine az bir zaman kalmıştı ki kapı tıklatıldı. Eğer kulaklarım yanılmıyorsa şiddetli bir ağlama sesi duyuyordum. Şirkette ağlayabilecek tek canlı da benim fasulyemdi. Koltuğumdan ayaklandığımda herkesin bakışları beni buldu. Odanın kapısı açıldığında herkesin dikkati kapıya -yüksek desibel ağlayan Ahi Adar'a- yönelmişti.

"Dalya Hanım rahatsız etmek istemezdim ama çok ağlayınca ne yapacağımı bilemedim." Asel mahcupça içeriye girdiğinde ben çoktan yanına ulaşmıştım.

"Önemli değil," derken Ahi Adar'ı kucağıma alıp göğsüme yatırdım. "Sen çıkabilirsin."

Ahi Adar sırtını sıvazladıkça sakinleşti. Minik parmakları kolyelerin arasında kendi kolyesini buldu. Derin bir nefes aldım ve beni izleyen 12 çift göze döndüm.

"Çok affedersiniz... toplantımız zaten az kalmıştı. Lütfen devam edelim." dedim ve yerime geçmek yerine cam kenarına yöneldim. Evin manzarası kadar dikkat çekici olmazsa da Ahi Adar'ı oyalayacak manzarayı görebilmesi için yüzünü cama çevirdim.

Serdar'ın komut vermesiyle toplantı yeniden başladı. Yaklaşık 15 dakika sonunda David anlaşmayı imzalamaktan onur duyacağını söylemişti. Serdar anlaşma ve imza işlerini ayarlaması için asistanına direktif verirken David ve ortağı Sarah yanıma geldiler.

"Who is this baby?" *Bu bebek de Kim?* David’in sorusuna gülümsedim.

"My baby." *benim bebeğim*

Sarah, minik elini elleri arasına alıp okşadı. Çok soru sormadılar neyse ki. Çok güzel bir bebek olduğunu ve hemen bir hediye göndereceklerini söylediler. Sarah bir bebeğim olduğunu bilmediğini ve tebrik çiçeği göndermediği için ne kadar mahcup olduğunu söylerken David hangi şanslı erkekle evli olduğumu sormuştu. Ona evli olmadığımı ya da Ahi'yi benim doğurmadığımı nasıl açıklayacağımı düşünürken imdadıma Serdar yetişmişti. O tüm dikkatleri bizim üzerimizden çekerken ben de Ahi Adar'ı alıp kendi odama geçmiştim.

Yarım saat sonra Asel, David ve ekibinin şirketten ayrılmak üzere olduğunu haber vermişti. Ahi'yi ona bırakıp yeni finansal ortaklarımızı uğurladım. Serdar ve ekip ile hızlı bir değerlendirme toplantısı yapmak istediysem de huysuzlanan Adar buna izin vermemişti. Şirkete ilk kez geldiği için yabancılık çekiyordu. Mekân algısı henüz tam oluşmamış olsa bile kalabalık onu huzursuz ediyordu. Bir de buna meraklı gözler eklenince ne kadar rahatsız olduğunu tahmin edebiliyordum.

Ben Serdar'a ekibe benim adıma teşekkürlerimi iletmesini söyleyip şirketten ayrılırken Ahi Adar pusetinde uykuya dalmıştı. Ama ne yazık ki dönüş yolumuz gidiş kadar sakin geçmemişti. Ahi yolun daha yarısını geçmeden uyanmıştı. Ağlaması oldukça şiddetliydi. Arabayı kenara çekip arkaya geçmiştim. Kucağıma alıp pışpışlamam işe yaramamıştı. O an ellerini ağzına götürüp parmaklarını emmeye başladığında başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Acıkmıştı. Ve ben onun acıkabileceğini hesaba katmadığım için şirkette mama yapmamıştım. Şimdi yolun kenarında sıcak su nereden bulacağımı bilmiyordum. Daha eve yolumuz vardı. Üstelik trafiği de hesaba katarsam en az 45 dakika sürerdi eve varmamız. Ön koltuğa uzanıp telefonumu aldım ve kurtarıcımı aradım.

Çalıyor...

Çalıyor...

"Alo, Dalya?"

"Serdar yardımın lazım." dedim. Ahi'nin sesi gittikçe yükseliyordu. "Yine ve yine beceremedim." Omuzlarım düştü. Sesim titredi. Bebek bakmak yazılımcı yetiştirmeye hiç benzemiyordu. Dünya çapında yazılımcılar yetiştiriyordum ama bir bebeğin acıkacağını hesap edemiyordum.

"Sakin ol kraliçe. N'oldu?"

Burnumu çektim. Kucağımda açlıktan ağlayan bir bebek varken sakin olmak pek mümkün görünmüyordu.

"Yol kenarındayım. Ve aptalın teki olduğum için-" dudaklarımı birbirine geçirdim. Ağlamak istemiyordum. Ama kızgındım. Kendime çok kızgındım.

"Dalya, konum at. Yanına geliyorum."

"Nasıl yapacağım ben Serdar? Daha onun acıktığını bile anlayamıyorken onu nasıl büyüteceğim?"

Göz yaşlarım yanağımdan süzülüyordu. Ben ağladıkça o daha yüksek bağırıyordu sanki.

"Bak şirketten çıktım ben. Sakinleşmelisin." sesi nefes nefese geliyordu. Belli ki koşmuştu.

"Ben yapamıyorum... altından kalkamıyorum."

"Dalya neredesin sen tam olarak? hadi güzelim konum at."

Telefonu kapatmadan canlı konum gönderdim.

"Tamam çok uzak sayılmam. 10 dakika daha dayan. Geleceğim ve sorun her neyse çözeceğiz." dedi yatıştırır sesiyle.

"Sorun benim bir bebeğe bakamayacak kadar aciz olamam!" diye çıkıştım. Sinirim kendimeydi. "Sadece karnını doyurup, altını alacağım ama ben bunu bile yapamıyorum."

"Dalya! Dalya! Şu an bunu yapma kendine. Bak Ahi'nin sakinleşmesini istiyorsan önce sen sakin ol. Senin tüm hislerin ona yansıyor. Lütfen... lütfen biraz daha dayan. Gelmek üzereyim."

Serdar'ı dinlemeye çalıştım. Telefonu hiç kapatmadan sürdü arabasını. Göz yaşlarımı dizginlesem bile içinde duyduğum acıyı gizleyemiyordum bu da Ahi Adar'ın sakinleşmesini zorlaştırıyordu. Serdar dediği kadar kısa bir sürede yanıma geldi. Arabasını benimkisinin arkasına park ettikten sonra aceleyle indi arabadan.

Yan tarafımdaki kapıyı açıp iri bedenini koltuğa bıraktı. O an başım omzuna düştü ve hıçkırıklarım benden izin almadan dudaklarımdan kaçtı. Kollarını bana doladığında sinesine daha çok sokuldum. Ben ağladım, Ahi ağladı Serdar ikimizi de sakinleştirmeye çalıştı. Bir süre sonra Ahi Adar'ı kucağımdan aldı ve arabadan indi. Onları izlemeye başladım. Serdar oldukça rahat bir tavırla onu kucağında sallıyordu. Göz yaşlarım ard arda yanaklarımda süzülüyordu. Ahi adar susmasa bile çığlık atmayı bırakmıştı. Titreyen dudaklarımı dişledim. 15 gündür çabalıyordum. Ona iyi bakabilmek için ama günün sonunda manzara yine aynıydı. Ben kendisinden başkasına bakamayacak olan birisiydim. Bir çiçeği bile yaşatamazken bir bebeği büyüteceğime inanmıştım. Kolay gibi görünüyordu ama değildi. Dünyanın en zor şeyiydi. Bir bebeğe anne olmak yer yüzündeki en zor şeydi.

Ben arabamın arka koltuğunda kendimle savaş verirken Serdar Yolun karşısındaki kafeden sıcak su bulmuş ve mamayı yapmıştı. Kendi arabasında Ahi'yi doyururken ben de kendimi toparlanmaya çalışıyordum. Bir süre sonra Serdar Ahi Adar'ı pusetine bıraktı.

"Hadi biraz hava alalım." dediğinde kendimi zar zor attım arabadan. Hava soğuk olduğu için arabanın kapılarını kapattım. Serdar'la kaputa dayandık ve öylece durduk.

"Dört sene önceyi hatırlıyor musun Dalya?" Sessizliği bozan o oldu. "İflas bayrağını çekmiştik. Tüm emeklerimiz hiç olmuştu. Bitik durumdaydım. Gücüm yoktu. Bana ne dediğini hatırlıyor musun?"

Başımı salladım. O günleri unutmam mümkün değildi. Sıfırdan tırnaklarımızla kazıya kazıya kurduğumuz şirket ellerimizin arasından kayıp gidiyordu. Daha kötüsü Serdar, dedi gibi bitik bir haldeydi.

"Biz en dipten geldik. Buraya çıktık. Bir kere başardık. İlk engelde bırakacaksak neden bu kadar çabaladık. Tırnaklarımızı kanattık bu konuma tırmanabilmek için. Bir kere başarmışken ikinciyi denemekten seni alıkoyan ne?"

Yıllar önce ona kurduğum cümlelerdi bunlar. O zamanın şartları için çok doğru konuşmuştum. Ama bu durum çok farklıydı.

"Farklı değil." dedi Serdar içimi okuyormuş gibi. Şaşırmıyordum. Beni benden iyi biliyordu. "Dalya, onu kabul ettin. Onu hayatına aldın. Sen hayatına aldığın kimseden kendi isteğinle vazgeçmezsin. Seni ne kadar zorlarsa zorlasın. 15 gündür ona elinden geldiğince bakıyorsun. Ve başarıyorsun."

"Yapma Serdar!" diye böldüm sözünü. "Bu mu başarmış halim?"

"Sana iki hafta önce ne söylemiştim. Biraz zaman ve sabır... İlk zamanlarda geceleri uyanıp annesinin kokusunu arıyordu. Saatlerce sakinleşmediği anlar vardı. Ama bugün senin kokunda sakinleşti. Evet onu sen doğurmadın. Ama anneliğin doğurmakla olmadığın en iyi bilenlerden birisi sensin."

Akan göz yaşlarımı elimin tersiyle sildim. Evet doğurmakla anne olunmuyordu. Bunu annesi tarafından terk edilen bir çocuk olarak çok iyi biliyordum.

"O sana ait. Senden bir parça. Korkunu anlıyorum. Endişeni de anlıyorum. Ama bu pes etmiş tavrını anlamıyorum. Benim bildiğim Dalya savaşçıdır. Değil ilk engelde pe etmek üzerine engelli parkur atsanız savaşmayı bırakmaz. Düşerse kalkar, yaralanırsa sarar ama yola devam eder."

Serdar kollarımı iki yandan tuttu. Gözlerini gözlerime kenetledi.

"Bir yandan iş bir yandan bebek tabi ki de çok zor. Bakıcıya da yanaşmıyorsun."

"İyi birisi-"

"Yapma Dalya!" diye böldü beni. "En iyilerini buldum getirdim sana. Sen Ahi'yi kimseye bırakamazsın. Bugün toplantıda bile eğer Asel getirmeseydi sen gidip kendin alacaktın zaten onu. Çünkü onu gözünden bile sakınırken başka kollara bırakamıyorsun. Bunu da anlıyorum."

"Peki tavsiyen ne?"

"Bilirsin ben anne babamdan çok ananemi sever, dinlerdim."

"Evet."

"Yıllar önce bana ettiği nasihati dinlememi söylemiştin. Bazen durmak gerekir. Yorulduysan dinlen. Biraz durmak hayatı kaçırmana sebep değil. Dinlenmiş ruh yaşamı yakalar. Ve dinlenmek için en iyi yer bir sahil kasabasıdır. En güzel sahil kasabası ise Altınoluktur. "

İflas bayrağını çektiğimizde Serdar beni dinleyip tekrar çalışmıştı. Toparlandığımızdaysa eskisinden daha da çökmüştü. Durumu günden güne kötüleşiyordu. Kendine bile faydası yoktu. Ona o zaman ananesinin nasihatini hatırlatmıştım.

"Beni hatırla... 4 yıl önce çökmüştüm. Devam edemeyecek haldeydim. Durmayı seçtim. Ve hayata yeniden yetiştim. Yetişmekle de kalmadım fazlasını kazandım. Dafne'yi, hayatımın aşkını buldum."

Evet büyük aşkın temel taşları bir sahil kasabasında atılmıştı. Ve evet Serdar altı ay içerisinde onu tanıdığım en sağlam halinden bile daha sağlam şekilde geri dönmüştü.

"Şimdi ben sana diyorum ki, Dur! Bırak buradaki hayatı. Bırak akıp gitsin. Elbet yakalarsın. Ama onunla geçireceğin en önemli zamanları böyle bitip tükenerek harcama."

"Nasıl yapacağım?"

"Birkaç ay, al Ahi'yi ve git Altınoluk'a."

Kaşlarım çatıldı. Sıkıntılı nefeslerim arttı.

"Orada bir başıma nasıl olacak?"

"Orada ananemin evi var. Bir bahçede iki ev. Yan evde tıpkı senin gibi bebeğini tek başına büyüten bir arkadaşım oturuyor. Ben orada olduğum zamanlarda kızı henüz Ahi kadar anca vardı. Eşini kaybetmişti. O sana destek olur. Yardım istemekten çekinmeyeceğin birisi. Biraz sana benziyor."

"Nasıl bana benziyor?"

Muzırca gülümsedi. "Senin gibi çatık kaşlı. Pek gülmeyen birisi ama özünde iyidir. Kalbi sevgi doludur. İyi anlaşırsınız."

Söylediklerine gözlerimi devirdim.

"Hadi ama kraliçe!" dedi kolumu sıvazlarken. "Sadece birkaç ay... kendine zaman ver. Hem belki sen de benim gibi hayatının aşkına rastlarsın?"

"Serdar!" dedim kolumu elinden çekerken. "Benim aşk düşünecek halim mi var?"

Kocaman gülümsemesi yeşerdi yüzünde. "Buradan giderken benim de aşk düşünecek halim yoktu. Ayrıca aşk düşünmekle gelen bir şey değil. Senden izin filan da almaz."

Ne yapacağımı bilmiyordum. Biraz durmak? Dinlenmek? Zaman tanımak? Bende karşılığı olmayan anlamsız kelime bütünüydü bunların hepsi. Ben hep çalışmıştım, hep koşmuştum. Yorgunluğuma inat daha da çok...

"Buna ihtiyacın var Dalya. Bunca yıl hep koştun, biraz dur ve yaşamanın keyfini çıkart. Bu sırada hayatın sana getirdiklerini kucakla. Koşma, kaçma... yalnızca hayatını yaşa."

Gözlerim arabanın içerisinde uyuyan Ahi Adar'a kaydı. Bu kadar bitik hissederken ona iyi, bir ebeveyn olmama imkân yoktu. Ona iyi gelmek istiyorsam iyi hissetmem gerekiyordu. Hem orada benim gibi bebeğini bir başına büyütmüş bir kadın vardı. Birinin yürüdüğü yolları takip etmek iyi olabilirdi.

"Eee! Ne diyorsun kraliçe vereyim mi evin anahtarını?"

Derin bir nefes aldım. Bakışlarımı Ahi'den çekip Serdar'a çevirdim.

"Eğer birkaç ayda şirketi batırmayacağına söz verirsen..."

Kahkahası yankılandı. "Hiç şüphen olmasın. Ayrıca artık teknoloji çağındayız evden çalışma diye bir şey var. Sana dinlen derken işi gücü sal demedim."

"Peki o zaman," dedim ve avucumu açıp ona doğru uzattım. "Ver bakalım şu anahtarı."

Elini cebine attı ve gerçekten bir anahtar çıkarttı. Kaşlarım şaşkınlıkla çatılmış ona bakıyordum. "Sen?"

O kendini beğenmiş tebessümü yeşerdi yüzünde.

"Bugün bu mama krizini yaşamasaydık da ben sana bu akşam bu teklifi yapacaktım Dalya. O yüzden gözün arkada kalmasın. Buralar bende. Sen git ve bebeğinle biraz hayatı keşfet."

Bebeğim ve ben

Benim bebeğim

Dalya'nın bebeği

O artık benimdi.

Benim minik oğlumdu.

Evet ben doğurmamıştım.

Ben onun anne yarısıydım.

Ben Ahi Adar'ın annesi yerineydim.

&&&&&&&&&&&&&

Altınoluk'a taşınma kararımın üzerinden üç gün geçmişti. Hızlıca toparlanmıştım. Serdar oradaki evi hazırlatmıştı. Komşusuna -artık benim komşuma- da geleceğimizi haber vermişti. Serdar'ın dediğine göre komşumuz bana seve seve yardımcı olacağını söylemişti. Ve birkaç dakika önce uçaktan inmiştim. Serdar arabamı benden önce göndermişti. Edremit havalimanından çıktığımda gözlerim arabamı aradı. Serdar yeni komşumun beni almaya geleceğini söylemişti. Başta taksiyle geçebileceğimi, komşumun gelmesine gerek olmadığını söylesem de kabul etmemişti. Ben de bilmediğim bir şehirde tanımadığım taksiciler yerine Serdar'ın güvendiği birisiyle yolculuk yapmanın daha sağlıklı olduğuna karar vermiştim.

Gözlerim siyah Mercedes-benz G 63 model aracımı bulduğunda ilk dikkatimi çeken arabanın önüne yaslanmış üç dört yaşlarında sap sarı saçlı kız çocuğu oldu. Sıkı sıkı tuttuğu elin sahibine bakarak bir şeyler anlatıyordu. Serdar'ın bahsettiği bebek bu olmalıydı. Ama uyuşmayan bir şey vardı. Yanında annesi olması gerekirken bir adam duruyordu. Serdar babasının öldüğünü söylemişti. Belki de kadın bu dört yıl içerisinde birisiyle tanışıp evlenmişti. Derin bir nefes alıp yeni hayatıma ilk adımlarımı attım. Sürdüğüm bebek arabası ile oldukça dikkat çekiyor olmalıydım ki küçük kızın elini tutan adam beni işaret ettiğinde kız bize döndü ve heyecanla ellerini birbirine çarptı.

"Geldiler! Geldiler!" diye sevinç çığlıkları kulağıma geldiğinde kendimi kocaman gülümserken buldum. Ben onlara doğru adım atarken adam ve kız da bize doğru adımlamaya başladılar. Nihayet orta noktada buluştuğumuzda kız hemen bebek arabasını içine bakma için parmak uçlarına yükseldi.

"Baba bak aynı oyuncak gibi."

Demek ki bu adamı çok seviyordu ki ona baba diyordu.

"Evet babacım gerçekten çok güzel. Şimdi uyuyor, ses yapıp uyandırmayalım."

Kız başını sallayıp gerisin geriye adamın yanına geçip elini tuttu. Belli ki adam onu kendi kızı gibi seviyordu. Babalık da annelik gibiydi. Biyolojiden daha esas olan kalp ile sevmek ve bağlanmaktı. Bilmeyen birisi kesinlikle gerçek babası sanardı.

"Hoş geldiniz Dalya." dedi Adam. Elini uzattı. "Ben Afşin." Başıyla boyu dizlerini biraz geçen kızı gösterdi. "Bu güzel hanımefendi de benim kızım Su Ela."

Uzun boyluydu, hemen hemen Serdar’ın boyuyla kıyaslandığında 1,85 üstü gibi görünüyordu. Omuzları çok genişti. Gözleri maviydi. Tıpkı küçük kız gibi. Okyanus mavisi…

Uzattığı elini sıktım. Gülümsemesine karşılık ben de gülümsedim. "Memnun oldum Afşin Bey."

"Yeni tanıştık ama biz komşuyuz lütfen aramıza bey, hanım gibi mesafeler koymayalım."

Biraz şaşırmıştım doğrusu. Bu kadar sıcak bir karşılama beklemiyordum. Gerçi ben beni bir adamın karşılamasını da beklemiyordum. Belki de kızın annesi evde yemek filan hazırlıyordu?

"Yoldan geldiniz, yorgunsunuzdur. Hadi sizi evinize kavuşturalım."

"Teşekkürler." dedim. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Ben bebek arabasını sürerken küçük kız çoktan hoplaya zıplaya arabaya gidip arka koltuğa oturmuştu. Ben puseti arabadan çıkartacağım sırada Afşin Bey elini attı.

"Sen geç arabaya ben hallederim."

"Gerek yoktu-"

"Yeterince yorun görünüyorsun, izin ver komşun olarak yardımcı olayım."

"Peki." dedim ve sürücü koltuğunu yanına geçtim. Ben arabaya bindiğimde Su Ela kemerini takmaya çalışıyordu.

"Yardımcı olmamı ister misin?" diye sordum. Oldukça bocalıyordu çünkü.

"Çok sevinilim."

Hafif peltek konuşması o kadar sevimli geliyordu ki kulağıma gülümsemem kocaman oldu. Geriye doğru uzanıp kemerini taktığımda boncuk mavi gözlerini dikmiş beni izliyordu. Çok güzel bir çocuktu Su Ela. İpek gibi parıldayan sarı saçları, bembeyaz bir yüzü, biçimli burnu ve pembe dudaklarıyla muhteşem bir görüntüye sahipti. Annesi de bu kadar güzel miydi?

"Teşekkül edelim Dalya teyse."

Sanırım hayatımda ilk kez birisi bana teyze diyordu. Ama bu kulağa beklediğim kadar korkunç gelmemişti. Aksine sanki içimde bir yerlerde bir şeyler kıpırdıyordu. Birisinin teyzesi olacağıma bu kadar sevineceğimi düşünmemiştim.

"Rica ederim Su Ela'cım."

Afşin Bey, Ahi Adar'ın pusetini koyup sabitledikten sonra Su Ela'ya öpücük gönderip göz kırptı. Dikiz aynasından görmüştüm. Yoksa onları izlemiyordum. Kapıyı kapattıktan sonra sürücü koltuğuna yerleşti ve ilk önce kemerini bağladı.

"Evet sayın yolcularımız kemerleriniz bağlandı mı?" Neşe dolu sesi ile sorduğu soruya arka koltuktan aynı neşeyle bir cevap geldi.

"Evet kaptan!" Su Ela ellerini çırparken Afşin Bey ona dikiz aynasından göz ucuyla baktı.

"O zaman şarkımızı seçelim ve yola başlayalım."

"Baba benim şalkımı aç. Lüften lüften baba!"

Afşin bey dikiz aynasından Su Ela ile göz teması kurdu. Yüzünde babamın bana bakışı gibi bir şefkat seziyordum. "Küçük hanımefendi önce ne yapmalıyız?"

Su Ela'nın omuzları düştü.

"Yeni geldikleli için Dalya teyseye solmalıyız."

"Aferin benim kızıma."

Su Ela kemerin izin verdiğince öne doğru geldi.

"Dalya teyse benim şalkımı açalım mı?" Boncuk gözlerini bana dikmiş böyle tatlı tatlı sorarken hayır diyebileceğimi sanmıyordum.

"Tabi açabiliriz." dedim.

"Baba tabi dedi. Hadi açalım."

Afşin Bey ona kocaman gülümsedi ve şarkıyı açtı.

Önce melodisi yükseldi. Dikiz aynasından gördüğüm kadarıyla Su Ela omuzlarını sallayarak oynamaya başlamıştı bile.

Yine yeşillendi fındık dalları

Yine yeşillendi fındık dalları

Tekrar yeşillendi fındık dalları

Bir türküyü andırıyordu ama çocuklar söylüyor gibiydi. İstemsizce insanı oynamaya itiyordu arkadaki fonu.

Afşin Bey arabayı çalıştırdığında gülümseyerek bana döndü.

"Bizim kız Kukuli delisidir de." dedi.

"Kukuli?" dedim sorarcasına. Bu halim ona komik gelmiş olmalı ki hiç çekinmeden güldü.

"Kukuli bir çizgi film. Şarkıları filan da var." diye açıkladı. Bakışlarında 'cahil misin be kadın?' yargı görmeyi bekledim ama o sadece içten bir şekilde gülümsüyordu.

"Anladım."

Yine yeşillendi fındık dalları

Yine yeşillendi fındık dalları

Tekrar yeşillendi fındık dalları

Tekrar yeşillendi fındık dalları

Yola çıktığımızda başka çocuk şarkıları çalamaya devam etti. Onca şarkı sesine, Su Ela'nın sevinç çığlıklarına Ahi Adar'ın hiç uyanmaması beni biraz şaşırttı. Çıt sese uyanan bebek uçaktan indiğimizden beri uyuyordu.

15 dakika kadar süren yolculuğumuz toprak bir yolun sonunda bittiğinde karşılaştığım manzara şaşırmıştım. Yolun sonu denize çıkmıştı. Serdar deniz manzarası olduğunu söylediğinde evin önünün kumsal olabileceğini düşünmemiştim.

"İşte geldik." dedi Afşin Bey. Kemerini çözdü. "Yeni evinizde hoş geldiniz."

Su Ela kemerini çözdükten sonra ellerini birbirine çırptı. "Bebek uyandı. Baba bebek uyandı. Sevebilil miyim?"

"Biraz sabırlı ol bakalım su perisi." dedi ve kapısını açıp indi. Su Ela'nın kapısını açtı. "Önce ellerimizi yıkamalıyız. Sonra da Dalya teyzenden izin almalıyız."

Su Ela, Afşin Beyin yardımı ile arabadan inip koşmaya başladı. Ben de Arabadan inip Ahi Adar'ın pusetini çözdüm. Ben kaldırıp indireceğim sırada pusete bir el daha uzandı. Bu kez yardımını sessizce kabul edip puseti bıraktım.

"Teşekkürler."

"Ne demek rica ederim." Afşin Bey geri çekilirken ben de arabanın kapılarını kapattım. O elinde Ahi Adar ile önce ilerlerken ben de arkasından onu takip ediyordum. Biraz toprak yolda gittikten sonra sola doğru dönüp taşlı yoldan ilerledik. Beyaz demir bahçe kapısından geçip patika şeklinde taşla döşenmiş zeminde durdu. Ben de onunla birlikte durdum. Bana doğru dönüp bahçeyi gösterdi.

"Burası ortak bahçemiz. Patikanın sağ giden kısmı senin evin. Sol kısmı da bizim evimiz." Şöyle bir gözden geçirdiğimde oldukça büyük bir bahçeydi. Etrafında çeşit çeşit ağaçlar vardı. Bahçe duvarı 70 ila 80 cm arasındaydı. Yeni bir yapı olmadığı belli olan iki evi inceledim. Afşin Beyin bizim dediği ev üç katlıydı. Ve oldukça geniş görünüyordu. Önünde verandası ahşap kaplamaydı. Sağ tarafta senin dedi ev ise iki katlıydı. Ve biraz daha küçük görünüyordu. Yine de İstanbul’daki evime göre daha büyük ve daha renkliydi. Geniş verandası aynı yan ev gibi ahşap kaplamaydı.

"Serdar eşyalarınızı arabayla birlikte göndermişti ben içeriye kadar taşıdım."

"Teşekkür ederim."

Bana kocaman gülümsemesiyle bakarken batan güneşin ışığı yüzüne vuruyordu. Geniş gülümsemesi nedense bana çok parlak gelmişti. Güzel gülüyordu. Hafif kirli sakalları, dudaklarını örtmeyecek kadar uzun bıyıkları bana babamı hatırlatmıştı. Onun gibi şefkat yüklü bakışları, derin ve manalı gülüşü içimi bir tuhaf etmişti doğrusu.

"Ne çok teşekkür ettin kısacık zamanda. Bir şey yapmadım ki."

Gülümsemesine karşılık ben de gülümsedim.

"Olur mu hiç, işinizin gücünüzün arasında beni karşılamaya geldiniz, yardımcı oldunuz. Eşyalarımızı taşımışsınız."

"Komşuluk öldü mü canım?" dedi ve yürümeye devam etti. Şimdi yan yana ilerliyorduk" Sizin İstanbul'da yoktur gerçi komşuluk filan. Kalabalık metropolden gelince şaşırmış olmanız normal ama kısa zamanda alışırsınız." Verandaya ulaştığımızda puseti bıraktı ve bana döndü. "Burası küçük bir yerdir. Herkes herkesi tanır. Yazlıkçı kesim gittiğinde biz bize kalırız. Samimi bir kasabadır Altınoluk. İnsanları dost canlısıdır. Yardım severdir. Kol kanat germeyi çok severler."

"Bana doğduğum yeri hatırlattı."

"Demek böyle sıcak kasabaların yabacısı değilsiniz. İşte buna çok sevindim. Komşumun bir metropol kurbanı olmasından endişeliydim."

Afşin Bey gerçekten anlattığı kasaba halkından birisi gibi görünüyordu ve evet İstanbul'da böyle samimi ilişkiler kurmak pek mümkün sayılmazdı. Afşin Beyin bıraktığı puseti alırken:

"Tekrardan her şey için teşekkürler." dedim.

"Tekrardan rica ederim." diye karşılık verdi. "Ayrıca yeni taşınan komşuya yemek yaptırılmaz. Akşam yemeklerini ben hazırlayacağım. Lütfen bu akşam misafirimiz olun."

Ne diyeceğimizi bilemeden baktım öylece. İstanbul’daki evimde 5 yıldır yaşıyordum daha bir kez bile bir komşu kapımı çalmamıştı. Asansörde otoparkta karşılaştığım kadarıyla sima olarak tanıyordum bazılarını. Ama hiç konuşmamıştım. Şimdi sırf yeni taşındığım için yemeğe davet edilmek garip gelmişti.

"Rahatsızlık vermeyelim şimdi."

"Ne rahatsızlığı, hem Su Ela da çok sevinir."

"Eşiniz ne der böyle habersiz misafire?"

Gülen yüzü değişti. Tebessümü silikleşirken bakışları kendi evini buldu.

"Eşimi yıllar önce kaybettim." dedi buruk sesiyle.

Duyduklarımın doğruluğunu anlamak için biraz bekledim. Eşimi kaybettim mi demişti o? Hem de yıllar önce? Peki bu bebeği tek başına büyüten annesi yıllar önce öldüyse bu adam kimdi?

Serdar bana ne demişti?

Yan evde tıpkı senin gibi bebeğini tek başına büyütmüş bir arkadaşım oturuyor. Ben orada olduğum zamanlarda kızı henüz Ahi kadar anca vardı. Eşini kaybetmişti. O sana destek olur. Yardım istemekten çekinmeyeceğin birisi. Biraz aana benziyor."

Ben sanırım olayları biraz yanlış anlamıştım. Bebeği tek başına büyüten birisi vardı evet ama bu annesi değildi. Bebeği tek başına büyütmek sorunda kalan babasıydı.

Kırdığım pot ile mahcupça baktım.

"Ben özür dilerim Afşin Bey. Bilmiyordum."

Anlayışlı gülümsemesini takındı. "Önemli değil Dalya." O esna da evinden çıkıp koşarak bize gelen Su Ela ile ikimizde ona döndük. Yanımıza geldiğinde ellerini babasına doğru uzattı.

"Baba bak ellelimi üs kes yıkadım. Teltemis oldu." dedi. Bana doğru döndü ve boncuk mavisi gözlerini gözlerime sabitledi "Simdi bebeği sevebilir miyim Dalya teyse?"

Onun o istekli bakan gözlerine bakarken gülümsedim. Onaylarcasına başımı salladığımda pusetin yanına çöktü. Su Ela, Ahi Adar'ı severken ben de Afşin Bey ile göz göze gelmemeye çalışıyordum.

Serdar'ı verdiği eksik bilgi yüzünden parçalayacaktım. İnsan doğru düzgün açıklamaz mıydı? Beni bilmediğim bir şehre yan evimde kızıyla tek başına ilgilenen bir baba ile komşu yapmıştı. Bunun hesabını soracaktım ama önce yerleştirmem gereken eşyalar vardı.

"Su perisi, şimdilik bu kadar yeter. Hadi biz eve geçip yemek hazırlayalım. Akşama misafirlerimiz var."

Su Ela babasını sözüyle ayaklandı. Hemen Afşin Beyin elini tuttu ve beklemeye başladı.

"Sen istersen eve gir Dalya. Ben evini bize temizliğe gelen Tülay ve Gülcan hanımlara temizlettirdim. Rahatça dinlenebilirsiniz." dediğinde kaçırdığım gözlerim gözlerine değdi. "Yemek hazır olduğunda Su Ela size haber getirir." Başını eğip kızına baktı. "Değil mi Su perim."

Su Ela heyecanla başını salladı.

"Sana iyi dinlenmeler." dedi. Verandamdan inerlerken durdu ve gün batımında parlayan yüzündeki kocaman tebessümü ile baktı bana. "Tekrardan hoş geldiniz."

Verebildiğim tek cevap onun gibi kocaman bir gülümseme oldu.

Bu küçük sahil kasabası bakalım bana daha ne sürprizler yapacaktı. Artık yaşayıp görme kısmına geçiş yapmış bulunuyorduk.

Eğilip Ahi Adar'ın pusetini aldım. Öyle usul usul yatmış etrafı izliyordu.

"Sana bir sakinlik geldi sanki? Ha, fasulye tanem?"

Gülümsemesi yüzünde yeşerdiğinde gamzeleri açık seçil göründü.

"Sanırım yeni evimizi sevdin." dedim ve içeriye doğru ilerledim. "İtiraf etmek gerekirse ben de sevdim."

 

Loading...
0%