Yeni Üyelik
2.
Bölüm

İKİNCİ BÖLÜM

@kutuphaneciih

Sevgili okurlar hikayeme şans verip okumanız benim 12 yıllık hayalime giden en büyük yoldur♥️ BEĞENİ VE YORUMLARINIZI BEKLİYORUM🌷

&&&&&&&&&&&

Ağlayan bebek nasıl susturulur

Bebek bezi değiştirme videosu

Karnı tok bebek neden ağlar

Bebekler için doğru mama ısısı nasıl anlaşılır

Bebek maması yapma videosu

Bebek niye ağlar

Serdar beni bir fasulye tanesine benzeyen ve durmaksızın avazı çıktığı kadar bağıran bu şeyle bıraktığından beri 1 saat geçmişti. Bir kahve yapmış hayatımı sorguluyorken sanki etini kopartıyorlarmış gibi ağlamaya başlamıştı. Tabi ki ilk işim Serdar'ı aramak oldu. Ona telefonda o kadar öyle bir bağırmıştım ki bebek mümkünmüş gibi daha çok ağlamıştı.

"İlk kural bebeğin yanında ani ses artışı yapmamalısın." gibi bir uyarı yaptıktan sonra internetten araştırmamı söyleyip telefonu yüzüme kapatmıştı. Başıma bu belayı sarmamış gibi işin içinden sıyrılması beni küplere bindirirken arayacak başka kimsem olmadığı için el mecbur internete başvurmuştum.

Ah Dilay, bebeğini internet yardımıyla bakan birine emanet ettiğin için şu an ne hissediyorsun acaba.

Ama suçlu ben değildim. Onu ben istememiştim. O yüzden bir gecelik geçici bakıcılık hizmetimiz anca bu kadar oluyordu.

İnternetten bebeğin aç olabileceğini öğrenmiş, Serdar'ın aldığı poşetleri karıştırarak zor da olsa bir mama kabı ve biberon bulmuştum. Videoyu üç kez başa almak zorunda kalsam da nihayet mamayı yapmıştım. Ama sanki fazla sıcak gelmişti. Sonra yine internetten öğrendiğim bilgiyle mamayı bileğime döküp yakmayacak kıvama gelene kadar soğuk suyun altında tutmuştum. Tüm bu aşamaları yaparken fasulye tanesi ise bir saniye bile susmamıştı. Gerçekten 50 santim bir bebeğin bu kadar gürültü çıkarttığını bilmiyordum.

Mamayı ilk başta almak istemediğinde bir kez daha Serdar'ı aradım. Bu kez bağırmak yerine -telefonu tekrar yüzüme kapatmasını göze alamamıştım- gayet ılımlı bir sesle konuştum.

"Bay bebek yıkıcı, bu bebek yaptığım mamayı kabul etmiyor. İnternete başvurmam dışında vereceğin herhangi bir tavsiyen var mı?"

Serdar ise beni zerre kadar kale almıyordu. Sanki bir bebeği bana bırakmamış gibi kaygısızca cevapladı beni.

"Kırk yıl düşünsem bakışıyla bir ordu insanı dize getiren Dalya Ulus'un sesini alçaltarak, neredeyse yalvarır gibi yardım isteyeceğini düşünmezdim."

Kucağıma almaya korktuğum için hala koltukta yatıp yaşlı gözlerle beni izleyen fasulyeyi korkutmamak için sinirimi dizginledim. Şu an karşımda olsa Serdar'ın kafasını dişlerimle kopartabilirdim.

"Birincisi sana yalvarmıyorum, başıma açığın belayı çözmen için fırsat veriyorum. İkincisi zevzekliği bir kenara bırakıp n'apacağımı söyler misin?" dedim. Fasulyenin dudakları titrediğinde korkuyla gözlerim büyüdü. Henüz susalı birkaç dakika olmuştu. Ve bir ağlama krizini daha kaldırabileceğime inancım yoktu.

"Hey, sakin ol kraliçe. O yalnızca bir bebek." dedi bilmiş bir ses tonuyla. "Uluslararası bir şirketi yönetiyorsun 50 günlük bir bebekle başa çıkabilirsin."

"Uluslararası şirket avaz avaz bağırmıyor!" diye çıkıştım. Ve o an olanlar oldu. Fasulye derin bir nefes aldı ve ağlamaya başladı. Dişlerimi dudaklarımı öyle şiddetli bastırdım ki kanın metalik tadı ağzımda yayıldı. Gözlerimin dolduğunu buğulanan görüşümden anladım. Ve olası bir ağlama krizi yaşamamak için başımı havaya kaldırdım. Serdar'ın telkin edici sesi bebeğin ağlama sesinden dolayı zor duyuluyordu.

"Tamam Dalya, sakin..." diyordu. Ağlamak üzere olduğumu biliyor muydu bilmiyorum. "Şimdi seni görüntülü arayacağım. Ve adım adım ilerleyeceğiz."

Telefon kapanıp bir saniye sonra tekrar çaldığında beklemeden cevapladım. Beklemek gibi bir lüksüm olduğu söylenemezdi. Her saniye yükselen desibel tüylerimi diken diken ediyordu.

"Bu şey hiç susmuyor." diye sinirle solumdum.

"Hey... Bebek nerde?" soruna cevap olarak telefonu bebeğe çevirdim.

"Orada yatıyor." deyip telefonu tekrar kendime çevirdim. Serdar başını göğe doğru kaldırmış yüzünü sıvazlıyordu.

"Dalya, onu kucağına alıp da mamayı yedirmeyi denedin mi?" Gözlerim fal taşı gibi açıldı.

"O şeyi nasıl kucağıma alacağım konusunda bir fikre sahip değilim." Savunmam çok zayıftı. Hâkim ise kesinlikle taraf tutuyordu. Fasulyenin tarafını.

"Birkaç saat önce gayet iyi şekilde başardın."

"Onu kucağıma hemşire verdi."

Kaşları hayretle havalandı. Sabrını zorladığımı anlıyordum. Ben onu anlıyordum da o beni anlamıyordu. Ya kucağıma alırken zarar verirsem? Ya yanlış bir hareketim onda kalıcı bir hasara sebep olursa? Bu riski göze alamazdım.

"Dalya," dedi solurcasına. "Şimdi sana adım adım tarif edeceğim. Hatta," Telefonunu bir yere sabitledi ve onu geniş açıdan görmemi sağladı. Oturduğu koltuktaki köşe yastığını eline aldı ve koltuğa yatırdı. "Sana uygulamalı göstereceğim. Bir elini bebeğin başının altına koy." derken yastığın üst kısmına elini koydu. "Parmaklarını iyice aç ve boynu dahil kavra. Amacımız başını dik tutmak." Aynı şeyi yapmam için bekliyordu. Elimdeki telefonu orta sehpanın üzerindeki vazoya sabitledim. Fasulye ağlamayı bırakmış bizi dinliyordu. Bana kocaman kahve gözlerini dikmiş bakarken elimi Serdar'ın tarif ettiği şekilde başının altına koydum.

"Böyle mi?" diye sordum. "Emin misin?"

"Elbette eminim Dalya," dedi. "Abimin iki çocuğunu büyüttüm ben. Sen benim tecrübelerime güven."

Derin bir nefes aldım.

"Peki süper dadı şimdi ne yapacağım?" Fasulyeden bir kıkırdama sesi çıkar gibi oldu. Halime eğleniyordu sanırım. Ona kızmıyordum. Ben de olsam 34 yaşına gelmiş ama bir bebeği kucağına nasıl alacağını bilmeyen birisine gülerdim. Annelik hani iç güdüsel bir şeydi? Her kız çocuğunda doğuştan var olan bir histi? Şahsen ben bunu artık inanmıyordum.

"İkinci aşama," derken boştaki elini yastığın alt tarafına koydu. "Bebeğin poposuyla birlikte belini sabit tutmak. "

Derin bir nefes daha aldım. 3 kg 900 gramlık bir şeyi kucaklamak bir ton demiri kucaklamaktan daha zor geliyordu. Elimi bebeğin poposu ve belini kavrayacak kadar açtım ve güzelce yerleştirdim.

"Tamam kraliçe şimdi son aşama," dedi ve yastığı yavaşça kaldırdı. "Dikkatlice kaldır. Sırtını geriye yasla." Hamleleri hem söylüyor hem de gösteriyordu. Onu taklit ederek dediklerini yerine getirdim. Elimde kırılmasından korktuğum bir vazoyu tutuyor gibiydim.

"Biraz kendine yaklaştır." derken hipnoz olmuş gibi dediklerini dinliyordum. "Aferin kızıma... Şimdi bebeği tek elle tutmaya çalış."

"Yapamam... İki elimle bile zor."

Serdar'ın kıkırtısı kulağıma dolduğunda telefona öğle bir baktım ki ağzına fermuar çekiyormuş gibi yaptı. Şu halimden keyif alıyordu. En azından belli etmeseydi memnun olurdum.

"Dalya iki elinle tutarken nasıl mama içireceksin." dedi. Mantıklıydı. Ama yavaş yavaş ilerleyebilirdik. Bu seferlik de fasulye eliyle yutup içse olamaz mıydı? Bebekler takribi ne zaman kendi yemeklerini yemeğe başlıyorlardı?

"Şimdi bebeği sol kolunun üzerinde sabitle. Elin bacaklarını kavrarken kolunla başını desteklemelisin."

Hala iki elimle sıkı sıkı tuttuğum fasulyeye çaresizce baktım. Sıkıntılı bir nefes verdim. Serdar'ın yastıkla yaptığı hamleleri bakarak yapmaya çalıştım. Nihayet fasulye doğru konuma ulaştığında biberonu aldım ve dudaklarına tuttum. Şaşırtıcı şekilde hemen kabul etmişti. Öylesi iştahla emiyordu ki sesi karşı daireden bile duyuluyor olabilirdi. Bu hali beni gülümsetti. Komik görünüyordu.

"Madem bu kadar açtın neden az önce içmedin?"

Bu gayrı ihtiyari bir soruydu. Öyle ağzımdan kaçıvermişti. Ne yaptığımı Serdar'ın kısık kahkahasıyla anlamıştım. Bakışlarım yeniden telefona döndü.

"Bu işten kurtulduğumda dünyanın öbür ucuna bilet almış ol! Gözüme gözüktüğün yerde seni parçalayacağım."

Ellerini af diler gibi birleştirmiş ama hala gülmeye devam ediyordu.

"Serdar! Telefonu derhal kapat." diye dişlerim sıkarak konuştum. Elim dolu olmasaydı bunu zevkle ben yapardım. Hobilerim arasında Serdar'ın yüzüne telefon kapatmak vardı. Onun hobileri arasındaysa beni çileden çıkartmak.

"Tamam kraliçe sakin kal!" dedi. Telefonu kapatmadan önce zihnimde bir başka soruya sebep olacak şeyleri söyledi ve beni yine bebekle baş başa bıraktı. "Gazını çıkartmayı unutma!"

Peki ben gazını nasıl çıkartacaktım?

Hayal meyal hatırladığım bir şey vardı. Sırtına mı vuruyorduk? O boğulmalarda mıydı? Gazı çıkmazsa ne olurdu?

Mama bitti ve ben son sorumun cevabını bir ağlama seansıyla aldım. Telefondan bakmak için fasulyeyi koltuğa geri yatırmıştım ki ağlaması daha da şiddetlenince gerisin geriye tekrar kucağıma aldım.

Bir gaz çıkartma videosunu beş kez izledikten sonra bir pırt sesi ile derin bir nefes verdim. Birisi bana bir hafta öncesinde birisi osurduğu için sevineceğimi söyleseydi ona ters ters bakar ve bunu söylediğine pişman ederdim ama şimdi cidden sevinçten göz yaşlarım akıyordu. Ağlıyordum. Çünkü başarmış gibi hissediyordum. Ağlıyordum. Çünkü korkuyordum. Ağlıyordum. Çünkü... Göğsümün üzerinde uyuyan bu şey içimde bir şeyleri kıpırdatıyordu.

&&&&&&&&&&&

Kaybolmuş gibiydim. Yabancı birinin hayatına ışınlanmış olmalıydım. Çünkü kendi hayatımda yatağımın ortasında uyuyan bir fasulye olmasına imkân yoktu. Ben ve bebek ile bir gece geçirmek? Kulağa hiç mantıklı gelmiyordu. Tüm bu sorgulamalarla birlikte yatağa dikkatlice oturdum. Battaniyesinin içinde görünmeyecek kadar büzüşüp kalmış bebeği görmek için biraz yaklaştım. Kıpırtısız duruyordu. Kaşlarım çatıldı. Nefes almıyor gibiydi. Ellerim telaşla battaniyeye gitti. Hızlıca açmaya çalıştım ama ellerim titriyordu. Bir elimle battaniyeyi açmaya çabalarken diğer elimi minik burnuna tutup nefesini hissetmeye çalıştım ama anlaşılmıyordu. Kalbim telaş içinde çırpınan bir yaralı kuş misali atıyordu. Göz yaşlarım hızlı hızlı battaniyeye düşerken nihayet bebeği battaniyeden kurtardım. Ve o an inip kalkan göğsünü fark ettim. Derin bir nefes verirken dudaklarımı birbirine bastırmış hıçkırmamak için çabalıyordum.

Birkaç dakika kendime gelmeyi bekledim. Tüm vücudun titriyordu. Sadece bir dakika nefes alamadığını düşünmek bile beni mahvetmişti. Sanırım hayatımın en uzun ikinci gecesini yaşayacaktım. Birinci yetimhaneye ilk bırakıldığım geceydi. Sabah kadar pencerenin önünde oturmuş o kadını beklemiştim. Beni fark eden diğer çocuklar 'Boşuna bekleme, gelecek olsaydı gitmezdi!', 'Seni almaya asla gelmeyecek!' gibi acımasız sözlerle minicik kalbimi parçaladıklarından habersizlerdi. O gece güneş bir türlü doğmadı. Sanki bir gece değil de bir yıl geçmişti hava aydınlandığında. Babam yoktu, Dilay yoktu, o kadın da yoktu. Babam varken hep o uyuturdu beni. Son duyduğum ses, son hissettiğim sıcaklık onundu. Ama o gece sadece soğuğu hissetmiştim. Yetimhanenin kendisine özgü bir kokusu vardı. Her bir nefeste ciğerinizi deşiveren bir koku. Dışarıdan ziyarete gelenin hissedemeyeceği ama orada büyüyen çocukların nefret ettiği o soğuk, hissiz koku...

Sarsılan bedenimi minik fasulyenin yanına bıraktım. Bir elim hafifçe karnının üzerindeyken bir elimi başımın altına almıştım. Onu izledim. Geçmişi hatırlatıyordu bana bu görüntüsü. Ben henüz 11 yaşındayım, aylardan ocak ya da şubat. Dışarıda kar var. Odada yanan sobanın çıtır çıtır sesi içimi ısıtıyor. Deliklerinden tavana yansıyan alevin ışığında Dilay’ı izliyorum. Uyuyor. Henüz ufacık. Hep uyuyor. Minicik parmaklarını tutmak için kundağı biraz gevşetiyorum. Uyanacak gibi oluyor. Mırıltılar çıkarttığında onu kucağıma alıyorum. Babamın öğrettiği gibi pışpışlıyorum.

Bu görüntüden çıktığımda göz yaşlarım yanaklarımdan süzülüyordu. Şimdi bir bebeği kucağıma almaktan deli gibi korkarken bir zamanlar Dilay’ı kucağımdan hiç indirmediğimi hatırlamak canımı yakıyor. Bu kadar sevgisiz olmak da...

Gözlerimi kapatıp babam ölmeseydi hayatım nasıl olurdu onu düşündüm. Yetimhanedeki ilk zamanlarımda bunu sık sık yapardım. Hayallerle uykuya dalar, rüyalarımda hep mutlu bir aile görürdüm. Rüyaların sonu hep kabusa dönüşürdü. Gecenin bir yarısı uyanır şafak sökene kadar da uyuyamazdım. Ertesi gün okulda uyukladığım için de hep ceza alırdım. Kimse neden uyukladığımı sormazdı. Halbuki ki anne babasız kalmış bir çocuğun uykuları hiç tam olmazdı. Birisi sorsaydı ona evimi çok özlediğimi, babamı, kardeşimi hatta beni terk eden o kadını bile çok özlediğimi söylerdim. Belki birisi beni evime geri götürürdü.

Ama kimse sormamıştı.

Ben de eve hiç gidememiştim.

&&&&&&&&&&

   02:48

Dijital saatin üzerindeki sayılar. Fasulye yine avaz avaz ağlıyordu. Gözlerimi ovuşturdum. Onu Serdar'ın öğrettiği gibi kucağıma aldım. Hafifçe pışpışladım ama susmadı. Yavaşça salladım yine susmadı. Tam beş dakika boyunca odanın içinde gezindim -İnternette bebeği gezdirmenin onu susturacağı yazıyordu-. Ama bu da işe yaramamıştı. Yine son çare olarak Serdar'ı aradım.

Çalıyor...

Çalıyor...

Çalıyor...

"Kraliçe?" Ve uykulu sesi ile ortam giriş yapan bay bebek yıkıcı. "Bu saatte aradığına göre bir sorun mu var?"

Burnumdan soluyordum.

"Avaz avaz ağlama sesi sence de bir sorun değil mi?"

"Hey sakin," derken kulağıma su sesi geldi. Muhtemelen yüzünü yıkıyordu. "Acıkmıştır."

"Daha yatmadan önce bir biberon mama içti." dedim.

"Dalya henüz 1 buçuk aylık bir bebek o." Bebeğin sırtını sıvazladım. Belki gaz sancısıdır diye.

"Yani?" ama pek de işe yaramadı.

"Minimum 1 saatte bir acıkır ve emmek ister."

"Ne?" bu bilgi bana verilmemişti. Nasıl oluyordu da saat başı yemek yemek için uyanabiliyordu. Bebek dediğin uyurdu. Hatta ninni bile söylüyordu.

Uyusun da büyüsün ninni...

"Evet Dalya'cım, Şimdi ona mama yap bakalım." dedi. Sıkıntılı bir soluk verdim. Bebekle birlikte odamdan çıkıp salona geçtim. Onu koltuğa bırakmıştım ki büyük bir yaygara koparttı.

"Ama bu daha çok ağlıyor!" diye sitem ettim.

"Kucağından bırakma!"

"Peki o kucağımdayken nasıl mama yapacağım bay oturduğu yerden akıl veren?"

Ellerimle yüzüme gelen saç tutamlarını geriye atarken çaresiz gözlere ağlayan bebeğe bakıyordum. Neden bu kadar çok ağlıyordu? Ve bu kadar yüksek sesle?

"Dalya poşetlerden birisinde kanguru var. Bebeği göğsünde sabitlemene yarayan bir araç." dedi. Gözlerim hala Serdar'ın koyduğu yerde duran poşetlere kaydı. "Onu tak, bebeği de içine koy."

Hızlıca poşetleri karıştırdım.

"Burada o dediğin şey yok!" diye bağırdım. Bağırmak zorundaydım çünkü bebek her saniye daha da ses yükseltiyordu. Ağlamak üzereydim. Hem de bağıra bağıra.

"Krem rengi, sırt aparatına benzer bir şey."

Tarif ettiği şeyi bulduğumda sağını solunu çekiştirdim. Neden bir kullanma kılavuzu yoktu.

"Bu Allah’ın cezası şeyi nasıl takacağım?"

"Öncelikle sakin ol." dedi. Yatıştırıcı ses tonunu kullanıyordu ama işe yarayacak konumda değildik.

"O şey bu kadar gürültülü ağlarken sakin olamam." diye çıkıştım.

"Dalya her bebek ağlar. Eğer sakin olmazsan bu işi daha da geciktirir." dedi. Arkadan Dafne'nin uykulu sesini duydum.

"Sorun yok tatlım sen uyumaya devam et." Telefonu ucundan hışırtılar geldi.

"Sevgilini yatırmak yerine bana bunun nasıl takılacağını anlatabilir misin?"

Gerçekten zor durumdaydım. Bebek artık renk değiştirmişti. Kırmızı bir pancara benziyordu.

"Kol kısımlarını bul ve omzuna geçir. Sırtındaki kilit sistemini birbirine tak ve boyutunu ayarla."

"Yavaşça söyle şunları." diye bağırdım. "Sadece kolları buldum."

Serdar sabırla bir kez daha tarif etti. Kanguruyu takmayı başardım ama bir problemimiz daha vardı ki bebeği içine nasıl yerleştirecektim?

"Koltuk altından tut ve içerisine yerleştir." Serdar'ın komutunu dinledim. İlk anda olmasa da ikinci denemede başarmıştım. Hızlıca mutfağa ilerledim ve su ısıtmaya koyuldum. Bir yandan da bebeğin başını okşuyordum. İstemsiz bir hareketti ama sesini bir nebze de olsa kısmasını sağlamıştı. İlki kadar zorlanmadan mamayı hazırladım.

"Peki bu kanguruyu nasıl çıkartacağım?" diye sordum. Ama Serdar'dan ses gelmedi.

"Serdar sana soruyorum?"

Yine ses yok.

"Bana sakın uyuduğunu söyleme!" diye çıkıştığımda hoparlöre aldığım telefondan uykulu bir mırıldanma yükseldi.

"Serdar!" diye bağırdım bu kez. "Ben burada hayatımın sınavını veriyorum sen uyuyor musun?"

"Kızma kraliçe," dedi uykulu bir sesle. "İçim geçmiş. Hazırladın mı mamayı?"

"Evet!" dedim sinirle. "Ve bebeği bu şeyden nasıl çıkartacağımı bilmiyorum."

"Bir elinle bebeği tut ve sırtındaki kilitleri aç. Kanguruyu bebekle birlikte kendinden uzaklaştır."

Bu kez her şeyi yavaşça söylediği için tek seferde yaptım. Nihayet koltuğa oturup bebeği kucağımda sabitledim. Mamayı verdim ama kabul etmedi.

"Hadi ama..." diye sitemlenirken burnuma kötü bir koku geldi. Yüzümü ekşitirken kokunun kaynağını bulmaya çalıştım.

"Ne oldu?" diye sordu Serdar.

"Burada çok kötü bir koku var."

"Dalya çok saf bir niyetle soracağım," dedi. Aldığı derin nefesi duyuyordum. "Bebeğin bezini değiştirdin mi hiç?"

Kaşlarım çatıldı. Aklıma bile gelmemişti. Burnumu bebeğe yaklaştırdım. O kötü kokunun kaynağı gerçekten de kucağımdaki minik fasulye tanesiydi.

"Hayır." dedim dürüstçe. "Nasıl yapacağımla ilgi hiçbir fikrim yok."

Bugün gerçekten hiçbir şey hakkında bir fikre sahip değildim. Kendimi bilgisiz, tecrübesiz bir cahil gibi hissediyordum. Omuzlarım düştü.

"Tamam sorun değil, Şimdi senden bebeği bırakmadan poşetlerden alt açma örtüsünü, bezi, ıslak mendili ve pişik kremini çıkartmanı istiyorum."

Derin bir nefes aldım. İçli içli ağlamaya devam eden bebeği Göğsüme destekleyerek tek elimle kavradım. Ve çok zor olsa bile Serdar'ın dediği bütün malzemeleri buldum.

"Tamam buldum." dedim.

"Önce alt açma bezini ser." dedi. Koltuğa oturdum ve dediğini yaptım. "Şimdi Bebeği dikkatlice yatır."

Onu göğsümden uzaklaştırdığımda ağlaması arttı. Pışpışlayarak onu sakinleştirmeye çalıştım.

"Şimdi dikkatlice altındakini çıkart. Muhtemelen zıbın vardır. Onu da aç. Bezle karşılaşacaksın." Sonlara doğru sesindeki o eğlenen tınıyla dişlerimi sıktım.

"Serdar!"

"Tamam Kraliçe, sakin."

Dediklerini yaptım. Tabi altını çıkartma konusunda biraz korkmuştum. Her an kürdan kadar olan bacakları elimde kalacak gibi inceydi. Ürkütücü derecede minikti.

"Açtın mı?"

"Evet." dedim.

"Şimdi bezin iki yanında bant var. Onları aç." dedi. Bantları açmak için uzandım. "Önce birkaç tane ıslak mendil çıkart." dediğinde ellerimi hızlıca geri çektim. Yanlış bir şey yapmaktan delicesine korkuyordum. Islak mendilleri çıkarttım.

"Şimdi açayım mı bantları?"

"Aç ve bebeğin poposunu sil."

Dediklerini yaptım. Çıkarttığım ıslak mendiller yetmedi için birkaç tane daha çıkarttım.

"Bebeğin poposunu kaldır, kirli bezi çekip al."

Bacaklarında tutup hafifçe kaldırdım ve kirli bezi aldım. Etrafa bakınındım çöp poşeti var mı diye ama yanıma almayı unutmuştum.

"Çöp poşeti yok." dedim bu dünyanın en büyük sorunuymuş gibi. Gerçi benim dünyamın şu an bundan daha büyük bir sorunu yoktu.

"Bezin bantsız olan tarafını içe doğru kıvır. Bantlı kısmı üstte kalsın. Bantları yapıştır ve kenara koy. Sonra banyo çöpüne atarsın.

"Dediklerini yaptım. Şimdi n'apacağım?"

"Bebeğin poposu kızarmış mı?"

Bebeğin bacaklarını kaldım ve baktım.

"Evet hafif kızarmış."

"Pişik kreminden biraz al ve yavaşça sür."

Tüpün kapağını açtım. İki parmağımın ucuna biraz döküp dikkatlice sürdüm. Canı yanıyor olmalıydı çünkü her dediğimde biraz daha ağlıyordu.

Nasıl akıl edememiştim bezini değiştirmeyi. Acaba kaç saattir böyle duruyordu?

"Şimdi temiz bezin bantlı kısmı altta kalacak şekilde bebeğin poposuna yerleştir. Tıpkı açtığın zamanki gibi."

Temiz bezi aldım dikkatlice yerleştirdim.

"Şimdi n'apacağım?"

"Bezin bantsız kısmını kapat. Yanlarında dile bezer şeyler var. Onları beline doğru it ve bantları üzerine yapıştır."

Serdar'ın dediklerini harfi harfine yaptım. Bebeğin ağlaması biraz dindiğinde derin bir nefes verdim.

"Şimdi üzerini giydir, üşümesin."

Çıkarttığım ufacık donu elime aldım.

"Dalya sırtını kontrol et. Terlemişse üzerini değiştir."

Elini zıbının içine soktum. Evet terlemişti.

"Terlemiş."

"Tamam, yeni aldıklarımızı giydirme. Önce yıkansınlar. Hastaneden verdikleri çantaları kontrol et. Orada temiz kıyafeti vardır."

Sanki görüyormuş gibi başımı salladım. Koltuktan kalktım. O sırada Serdar bir şey daha söyledi.

"Bebeğin üzerini ört, üşür yoksa."

Geriye dönüp battaniyesini üzerine örttüm. Fasulye gözlerini kocaman açmış mırıldanarak etrafa bakıyordu. Kendince çıkardığı seslere gülümsedim. Tuhaf bir his kapladı içimi.

Oyalanmadan çantaları kontrol etmeye başladım. Bir poşet vardı içinde. Çıkartım ve içindekileri yere boşalttım. Parkenin üzerine bir metal çarpma sesi geldiğinde gözlerim o yöne kaydı.

Bir kolye…

Oyulmuş pusula şeklinde bir kolye

Babamın benim için elleriyle yaptığı pusula kolyem. Gitmeden önce Dilay'a bıraktığım kolyem. Uzanıp elime aldım. Biraz eskimiş görünüyordu ama her detayı aynıydı. Avucumun içerisinde sıkıca tuttum.

Keşke yanımda olsanız... Böyle yapayalnız kalmasam...

"Bulamadın mı?" Serdar'ın sorusuyla toparlandım. Kolyeyi orta sehpaya bırakıp bulduğum iki parça kıyafeti alıp koltuğa oturdum.

"Buldum."

"Üzerini çıkart ve yenilerini giydir."

"Tamam." dedim ve koluna bacağına zarar vermemeye özen göstererek kıyafetlerini değiştirim. Az önce avaz avaz ağlayan o değilmiş gibi uslu sulu etrafı izliyordu. Elimle burnunun ucuna dokundum.

"Sen çok fena bir şeysin!" dedim.

"Ne fenalığımı gördün Kraliçe?" Serdar'ın üzerine alınmasına mı yoka sinirlerimin boşalmasına mı bilmem beni bir gülme aldı. Böyle kıkırtı filan da değil bildiğin kahkaha.

"Kraliçe sen iyi misin?"

"Hayır... Ya da evet... bilmiyorum." diye açıklamaya çalıştım.

"Çok stres yapıyorsun. Akışına bırakırsan zorlanmazsın."

Gülüşüm soldu. Akışına bırakılacak bir şey göremiyordum ortada.

"Demesi kolay," dedim sitemle. "Sıfır bilgiyle hiç istemediği bir bebeğe bakmak zorunda kalan sen değilsin."

"Onu istemediğini söylemen gerçekten istemediğin anlamına gelmiyor Dalya. Kendini kandırıyorsun sadece."

Serdar'ın kişisel yorumuna göz devirdim ve telefonumu elime aldım.

"Yardımın için teşekkür etmeyeceğim." dedim. "Ve artık kapatıyorum."

Serdar'dan manidar bir kıkırdama geldi.

"Peki kaç bakalım." dedi gülerek. "Ama mama soğumuştur. Bir daha yap. Yoksa karnını ağrıtır."

"Tamam." dedim ve suratına kapattım. Telefonu kenara fırlatıp bebeğe geri döndüm. Sanki ağzında emzik varmış gibi emiyordu. Minik dudaklarının arasından ara sıra gözüken dili bile minicikti. Gerçi her şeyi minicikti. Kendisi de.

Hazır bebek ağlamadan duruyorken hızlıca mamasını yaptım ve içirdim. Videodan öğrendiğim şekilde gazını çıkarttıktan sonra ortalığı olduğu gibi bırakıp odama geri döndüm. Bebek gözlerini bir yumuyor bir açıyordu. Kumandaya uzanıp ışıkları azalttım. Onu yüzü koyun göğsüme yatırdım. Bir elimle sırtını sıvazlarken bir elimle de odaya gelmeden önce orta sehpadan aldığım pusula kolyemle oynuyordum. O ellerimdeyken sanki yalnız değil gibiydim. Sanki babam ve Dilay yanımdaydı. Derin bir nefes çektim içime. O an bebek bana çok yakın olduğu için kokusu doldu burnuma. Gülümsedim.

"Tıpkı annen gibi kokuyorsun." diye mırıldandım. Bu koku beni 11 yaşıma götürüyordu. Mutlu hissettiğim, sevildiğim ve sevdiğim günlere...

O anlarımı düşündüm bir süre ve çok geçmeden ben de uykuya teslim oldum.

&&&&&&&&&&

03:56

Bir mama seansı ve 15 dakika gaz çıkarma operasyonu.

05:17

Bez değişikliği ve biraz kucaktan pışpışlama.

07:40

Bir mama seansı daha.

07:58 

Günlük kalkış.

Bir gece nasıl mı geçti? İşte böyle.

Bebeği koltuğa bırakıp değiştirdiğim üçüncü bezi de diğerleriyle birlikte banyo çöpüne attım. Aynadaki aksimle göz göze gelince şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. Uykusuz geçirdiğim gecelerim çok olurdu. Bir projede hata çıktığı için 43 saat uyanık kalmışlığım vardı. Ama hiçbir zaman bu kadar dağınık, harabeye hale gelmemiştim. Saçlarım birbirine girmişti. Gecenin hangi kalkışında yaptığımı hatırlamadığım topuzumdan eser yoktu. Gözlerimin beyazı silinmiş, yerine kırmızı damarlar gelmişti. Göz alttı torbalarım 3 km öteden fark edilebilecek kadar büyük ve karaydı.

Bana ne olmuştu böyle?

İçeriden gelen ağlama sesiyle yüzüme hızlıca su çarptım ve banyodan çıktım. Bu fasulye yanımda olduğu sürece kendimi düşünecek vaktim olmayacak gibiydi.

Salona geçtiğimde ağlaması şiddetlenmişti. Koltuğa oturup onu göğsüme yüzü koyun yatırdım. Bir gecelik gözlem sonucu net söyleyebileceğim bir şey varsa o da fasulyenin en çabuk sakinleştiği pozisyonun bu olduğuydu. Ağlaması mırıltılara dönüştü.

"Mırıl mırıl bir şeyler anlatıyorsun fasulye..." diye fısıldadım kulağına. Kıkırtıya benzer bir ses çıkarttı. Bu ses bana garip hissettiriyordu. "Bu gecenin nasıl bir felaket olduğunu söylüyorsun sanırım." anlamsız mırıltılar çıkarttı.

"Sen de biliyorsun ki sana bakmaya uygun biri değilim." kaşlarını çattı. "Kızıyorsun bana. Bir gece bile başa çıkamadığım için. Haklısın..."

Minik parmakları boynumdaki pusula kolyesine dolandı. Sabah takmıştım boynuma. Artık ait olduğu yerdeydi. Kendimi güçlü hissediyordum. Babam sırtıma destek atıyormuş gibi.

"Parmaklarını kesmeden seni zincirden kurtaralım." dedim. Kürdan kadar ince parmakları dikkatlice kolyenin zincirinden ayırdım. Parmakları işaret parmağımı sarmaladı. Gülümsüyordu. Gamzeleri gözüme çarptığında ben de gülümsedim.

"Hiç bırakmayacakmış gibi tutma elimi..." diye fısıldadım. "Çünkü ben bırakmak zorundayım."

Bir iç çekiş geldi kulağıma. Sonra da ağlaması. Parmağımı daha da sıkı tuttu. Elimi göğsüme yasladım ve Minik elini okşadım.

"Sana söz hep ziyarete geleceğim."

Anlıyor muydu bilmiyorum?

Ama hissediyordu. Onu bırakacağımı hissediyordu.

Bırakmayacaktım ki... Elim hep üzerinde olacaktı. Bırakmış sayılmazdım.

&&&&&&&&&&

"İhtiyacı olabilecek her şey poşetlerde var." dedim yetimhane müdiresi Seren hanıma. Her ay düzenli yardım yaptığım yetimhaneye gelmiştik. Durum daha da uzamadan artık neticelenmeliydi. "Herhangi bir ihtiyacı olduğunu direk beni arayın. Sekreterimle uğraşmayın."

"Peki Dalya Hanım," dedi sevecen bir tavırla. İyi birisiydi, merhametliydi ve çocukları seviyordu. O yüzden içim rahattı. "Ufaklık bize emanet. Gözünüz arkada kalmasın." Gözleri kucağımda uyuyan fasulyeye kaydı. Mavi kundağına sarılı, mışıl mışıl uyuyordu. Her şeyden habersiz, kaygısız. Seren hanım kollarını uzattığında bir adım geriledim. Refleksle yaptığım bir hamleydi. Seren hanım gözlerime tüm sevecenliğiyle bakıyordu.

"Bırakmak istemiyorsanız..." diye söze başlamıştı ki başımı iki yana salladım.

"Hayır istiyorum." dedim ve bebeği onu uzattım. "Ona bakabilecek birisi değilim."

Seren hanım uzattığım bebeği kucağına aldı.

"Ben yine de resmi işlemler için birkaç gün bekleyeceğim." dedi. Kaşlarım çatılmıştı. İtiraz etmeme izin vermeden devam etti. "Eğer resmi kayıtlara geçerse bebeği geri almak isteseniz bile uzun bir süreçle karşılaşırsınız. Üstelik isteğinizle bıraktığınız için de bu durum aleyhinize kullanılır."

"Onu geri almayacağım." dedim. "Ama nasıl istiyorsanız öyle yapın. Şimdi ya da birkaç gün sonra benim için önemli değil."

"O zaman ben Ahi Adar'ı yatağına yatırayım."

"Tamam. Ben de gidiyorum, toplantıya yetişmem gerekiyor."

Derin bir nefes aldım. Battaniyesinin içinde kıpırdanan fasulyeye son kez baktım ve kapıya öneldim. Kapı kolunu indirdim. Eski kapı gıcırdayarak açıldığında Fasulyenin ağlayışı doldurdu odayı. Nefesim ciğerimde sıkıştı.

Uyandığı için ağlıyor Dalya.

Senin gidişine ağlamıyor.

Hiçbir şeyi fark etmiyor.

Uykusundan uyandığı için ağlıyor.

Sakın arkana bakma.

Şimdi bu kapıdan çıkıp, hayatına geri dön.

Başımı arkama çevirmemek için verdiğim savaşı aklım kazandı. Hızlı adımlarla aştım koridoru. Her adımda ağlayışı kulaklarıma daha çok geliyordu. Ben uzaklaştıkça ses artıyor gibiydi. Adımlarım hızlı soluklarım yavaştı. Kendimi bahçeye attığımda başımı göğe kaldırdım. Yağmur damlaları düşüyordu yüzüme. Gözlerimi kapattım.

Sen doğru olanı yaptın Dalya.

Güvenli ellere teslim ettin.

Sevgi dolu bir yerde.

Az öncenin aksine yavaş olan adımlarla ilerledim. Yağmur damlaları siyah kabanım üzerine düşüyordu. Aslında içime geçmeyeceğini biliyordum. Ama her damla bir alev topu gibi tenime çarpıyordu. Yüreğimin orta yerinde bir yangın vardı sanki. Annemin beni yetimhane müdürüne teslim ettiği an içimde yanan yangın gibi. Ben o yangını söndürmüştüm. Senelerimi almıştı. Ama söndürmüştüm. Şimdi harlanmasına izi veremezdim.

Aracıma bindim. Beni bekleyen şoförüm aynadan bana bakıyordu. "Şirkete gidebiliriz." dedim. Sesim titriyordu. Boğazımı temizledim ve bakışlarımı yetimhaneye çevirdim. Gözümden bir damla yaş düştüğünde araç hareketlenmişti.

Ben olması gerekeni yapmıştım.

Doğru olanı...

Loading...
0%