Yeni Üyelik
8.
Bölüm

SEKİZİNCİ BÖLÜM

@kutuphaneciih

 

Evvvettt yeni bölüm geldi.... beğenileirmiz ve yorumlarınız benim için çok kıymetli💛

 

Buyrunuz efendim sekizinci bölüm sizlerle....

SEKİZİNCİ BÖLÜM

      

Özlemin damarlarımda aktığını hissettiğim bir anın içine düşmüştüm Serdar’ı gördüğüm anda ama bunu ona söylemek yerine yanına doğru hızlıca adımladım. O benim abim gibiydi. Dara düştüğümde elimde tutanımdı. Sırrımı paylaştığımdı. Tabi her kızın abisinin yaptığı gibi beni gıcık eder, mütemadiyen sinirlendirirdi.

Yüzünde kocama sırıtışıyla açtığı kollarını sallıyordu. Aramızda bir adım kaldığında ceketinin kol kısmından tuttuğum gibi çekiştirdim.

“Biz ikimiz seninle biraz yalnız konuşalım mı yalancı çoban!”

“Dur bi be Kraliçe,” derken benim gücüme uyum sağlayıp ilerlemeye başladı. “Daha toprağa yeni ayak bastım. Sonra sorardın hesabını. Daha iki gün buradayım.”

Nasıl da biliyordu suçunu. Omzumun gerisinden ters bir bakış attığım da ağzına hayali bir fermuar çekti.

Eve girer girmez elimi kolundan çekip karşısına dikildim.

“Seni şimdiden uyarıyorum Serdar Bahadır Bakırcı!” Tek kaşımı kaldırdım ve yarım adım kadar üzerine yürüdüm. “En ufak bir saçma konuşmanda seni mahvederim. Ağzından, gözünden, elinden bir ima sezersem de seni mahvederim. Edebinle misafirliğini yap sonra da İstanbul’a dön!”

Yüzündeki sırıtışı daha da büyürken kaşlarımı çattım. Ben ne diyordum o ne anlıyordu.

“Anladın mı beni bay gevşek ağız?”

Başını ağır ağır sallarken sırıtışını dizginlemeye hiç zahmet etmiyordu. Eliyle kolumu sıvazladı.

“Ben durumun bu kadar ileri derece olduğunu hiç düşünmemiştim,” başını biraz eğip göz hizama indi. “Sen abayı yakmışsın.”

Tüm güzümle dirseğimi karnına geçirdim. Acıyla geriye kaçarken kahkahasını serbest bıraktı.

“Şu telaşlı haline bak…”

“Serdar!”

Yanaklarıma kan toplanıyordu. Alev ateş yanmalarının başka açıklaması olamazdı. Gerçekten Serdar’ın Afşin’in yanında ima yapması şuan için dünyanın en kötü şeyi olurdu.

“Bu iki gün çok eğleneceğim.” Derken dış kapıya yönelmişti.

“Seni eve almam!” diye bağırdım. Adımlamaya devam ederken omzunun gerisinden bana baktı.

“Afşin’de kalırım.”

“Serdar gel buraya daha bana yalan söylemenin hesabını vereceksin!” arkasından yürürken bağırıyordum ama hiç oralı değildi. Elini kaldırıp boş ver dercesine salladı.

“Sen o hakkını tehdit ile harcadın Kraliçe.”

Serdar büyük adımlarla bahçeye döndüğünde omuzlarım düşmüş verandaya çıktım. Kapıyı kapatırken bilerek çarpmıştım ve bakışalr bana dönmüştü. Dafne bu halimize alışık olduğundan kucağındaki Ahi’den çekmedi bakışlarını. Su ela ise Dafne’nin yanına oturmuş sarı dalgalı saçlarıyla kendi saçlarını yan yana tutup bir şeyle söylüyordu. Ben de bahçeye ilerledim. Serdar gayet rahat şekilde sandalyeye kurulurken ben tüm suratsızlığımla girdim ortama. Afşin ile göz göze geldiğimde ‘Hayırdır’ dercesine bakıyordu. ‘Yok bi şey’ dercesine omuz silkip Serdar’ın karşısına, Afşin’in yanına oturdum.

“Dalya bu küçük adam bir haftada büyümüş resmen.” Diyen Dafne’ye döndüm.

“Bana hala çok minik geliyor.” Bakışlarım battaniyesi içinde kıpırdanan Ahi’ye kaydı.

“Büyür tabi dayısının aslanı, koca adam olacak daha o.”

Su Ela kıkırdarken elini dudaklarına kapattı. “Daha ben bile büyümedim Seldal amca… fasulle büyüyene kadal…” elini ‘çok’ dercesine salladı. “Sen yaşlanılsın da saçlalın dökülül kel olulsun bi kele.”

Su Ela’nın sözleriyle keyfim yerine gelirken Serdar yanında ayakta duran kızı kollarından yukarıya kaldırıp havada tuttu. Sarı saçları savruluyordu. Kahkahası bahçede yankılanıyordu.

“Sen beni ihtiyar babanla karıştırdın Su kuşu.” Dedi Serdar ve birkaç kez hoplattı Su Ela’yı.

“Benim babam senden yakışıklı bil kele! Hem o denç daha.” Kahkahaları arasında Serdar’a laf yetiştirmekten geri durmuyordu.

“Ben senin babandan küçüğüm bi kere! Senin baban 40’ına merdiven dayadı. Asıl onu. Birkaç seneye dökülür saçları. Kel kalır.”

Su Ela’yı yavaşça aşağı indirip kucağına oturttu.

“Olsun, ben babamı kel de sevelim ki!” Bakışlarını Dafne’ye çevirdi. “Ama sen kel kalınca Dafne seni sevmez ki! Çilkin olulsun.”

O kadar çok gülüyordum ki öne doğru eğilip karnımı tutmaya başladım. Serdar’ı bu kadar mat eden birisini ilk kez görüyordum. Ve bu 5 yaşında bir kız çocuğuydu.

“Bak bak! Laflara bak! Seni yiyeyim de babanın kendisini kel kalınca bile sevecek kızı kalmasın.” Dediğinde Su Ela kucağından fırladı ve kaçmaya başladı.

“Yakalsan yelsin!” diye bağırıyordu koşarken. Serdar sandalyesinden kalkıp peşine düştüğünde şen kahkahaları duyuluyordu.

“Sen çok yaşlısın Seldal amca beni yakalayamassın!”

Su Ela, Serdar’ı kışkırtırken Serdar onu bilerek yakalamıyordu. Çocukla çocuk olması çok güzeldi. Gerçi Serdar büyükle de çocuk oluyordu da neyse.

Rüzgâr estiğinde kollarımı sıvazladım. Üzerimde pek de kalın sayılmayacak bir üst vardı. Afşin’in üstü. Dün gece Ahi uyandığında mutfağa inmiştim. Ben mamasını yapana kadar ortalığı ağlama sesiyle ayağa kaldırmıştı sağ olsun. Birkaç dakika geçmeden Afşin yarı uyur şekilde mutfakta belirivermişti. Dağınık saçları, kısık gözleriyle başka bi güzel görünüyordu. Bir süre ona bakmış kalmıştım. Daha sonra ben Ahi’yi sakinleştirirken o mamasını yapmıştı. İlk kez gecenin bir yarısı tak başıma olmamak garip gelmişti.

Garip ama güzel…

Dafne, İstanbul’dan gidişimden sonra Serdar’ın daha çekilmez olduğunu söyledi. Şirkettekilere beni aratmadığını… Beni özlediğini… Ben de özlemiştim. Evet burası güzeldi, sakindi, huzurluydu ama İstanbul benim hayatımın çoğunluğuydu. Serdar da öyle. En ufak bir sorunda ona koşmayı özlemiştim. Toplantılarda yaptığı zevzeklikleri bile… Şebeklikleriyle yüzümü güldürüşünü.

Afşin biz konuşurken masadan kalkmış içeriye geçmişti. Serdar ve Su Ela işi oyuna çevirmiş ebelemece oynuyorlardı. Sarı çizmeleri yağmur birikintilerine bastıkça su sıçratıyordu Su Ela buna daha çok gülüyordu.

“Alışabildin mi?” Dafne’nin sorusuyla bakışlarımı ona çevirdim. Ahi uyumuştu ama hala kucağında tutuyordu. “Pek alışık olmadığın bir yaşantı sonuçta.”

Gözlerim etrafı süzdü. Alışamam sanmıştım. Hatta bir iki hafta durur soluğu İstanbul’da alırım diyordum ama pek öyle olmamıştı. Sanki hep buradaydım. Uzunca yıllar burada yaşamıştım da geri dönmüştüm. Hiç yabancılamamıştım burayı.

Daha yalın haliyle söyleyebilirdim ki eve dönmüş gibiydim.

“Alıştım sayılır.” Dedim sadece.

“Seni daha iyi gördüm Dalya,” gözleri Su Ela’ya döndü. “Burası sana iyi gelmiş belli.”

Bu sözleri söylerken Serdar gibi ima barındırmıyordu sesi. Amacı benimle uğraşmak değildi. Benim adıma gerçekten seviniyordu. Sanki aramızdaki mesafeler artık yoktu. Dafne ve ben Serdar’dan bağımsızca arkadaşlık kurmuştuk. Yıllardır bunu ihtiyacım olduğunu düşünmemiştim. O sadece Serdar’ın sevdiği kadındı ben de ona bulaşmıyordum. Ama şimdi… bir kız kardeş gibiydi. Ve buna ihtiyacım vardı. Bağ kurmaya…

Köksüz bir nilüferdim ben. Şimdilerde bulunduğum suya kök salmak istiyordum. Bunun için yanıp tutuşuyordum.

Omuzlarıma bırakılan bir şeyle başımı kaldırdığımda bana gülümseyen Afşin’i gördüm. Biraz üzerime doğru eğilmişti. Göz bebekleri tepesindeki gökten de maviydi. İstemsiz bir iç çektim.

“Üşüteceksin, giy üzerini.”

“Teşekkür ederim.” Derken omzuma bıraktığı ceketi kollarımdan geçirdim. Afşin Serdar’a seslendi.

“Serdar!” Oyunlarına ara veren ikilinin gözleri Afşin’i buldu. “Kahvaltıyı içerde mi yapalım yoksa bahçe de mi?”

Dün geceki fırtınanın aksine güneş kendisini gösteriyordu. Ama yine de serindi.

“Bence içeriye hazırlayalım.” Dedim. “Su Ela koşturdu terledi. Daha fazla dışarda durmayalım rüzgâr vurmasın.”

Serdar, Su Ela’yı kucaklayıp bize doğru gelmeye başladı.

“Emir büyük yerden Patron! Kraliçe ne derse o.”

Hep birlikte ayaklanıp Afşin’lerin evine geçtik. Dün geceki ev kampı toparlanmıştı. Ev eski halindeydi. Dafne Ahi’yi koltuğa yatırıp yanına oturdu. Bir eli battaniyesinin üzerindeydi.

“Serdar,” dedim ayakkabılarımı çıkartırken. “Su Ela’yı indir de üzerini değiştirelim.”

Serdar, Su Ela’yı kucağından bırakırken bakışları beni süzdü. Dudaklarında beliren sırıtışı, gözlerinde parıldayan o hin bakışlarına kaşlarımı çattım.

“Stil değişikliği yakışmış.” Dediğinde ayağıma terlikleri giymiş ona doğru büyük bir adım attım. Kendisini Su Ela’nın arkasına aldı.

“Bunlal babamın kıfayetleri.” Diyerek gerçekliği salonun ortasına bırakan Su Ela’ya ‘aşk olsun’ bakışları atıyordum.

“Öyle mi?” diye ağzını yaydıra yaydıra soran Serdar’a ölümcül bakışlarımı yolladım. Lakin Serdar’ı durdurmaya yetmedi. “Neden acaba?”

“Çünkü dün fıltıla çıktı. Bis de ev kampı yaptık. Dalya teyse ve fasulle bisim evde kaldı.”

İleriye atılıp Su Ela’nın elini tuttum. “Gel biz senin üzerini değiştirelim Su Perisi. Hastalanma.” Serdar’ı durduramayacağımı bildiğimden apar topar üst kata çıkarttım Su Ela’yı.

İl sınırların dışından bile benimle uğraşmaktan geri durmayan Serdar’ı aynı evin içinde nasıl tutabilirdim ki? İflah olmaz bir serseriydi. Elimde ona karşı kullanabileceğim bir kozumun olmaması da beni savunmasız bırakıyordu.

Su Ela’ya açık kahve kadife bahçıvan tulumunu, içine de beyaz badisini giydirdim. Ayağına ayıcıklı panduflarını giyerken kirlilerini kaldırdım.

“Su Perisi saçlarını örelim mi? Kahvaltı yaparken rahat edersin.”

“Olul Dalya teyse.” Oturduğu puftan inip çekmeceden tarağını ve tokalarını çıkarttı. Minik ellerinde tuttuğu malzemelerini bana uzatırken gülümsüyordu.

“Sen pufa otur.” Dediğimde beni ikiletmeden hemen dediğimi yaptı. Saçlarına spreyini sıkıp dikkatlice taramaya başladım.

“Dalya teyse!”

“Efendim Su perisi.”

Başını geriye atıp beni görmeye çalıştı. “Bana dün gece söylediğin şalkıyı söylel misin?”

Başımı aşağı yukarı salladığımda Su Ela önüne döndü. Ben de artık tüm hepsini ezbere bildiğim Nil Karaibrahimgil’in Benden Sana şarkısını söylemeye başladım.

Saçlarını ikili balık sırtı örmüştüm. Saçları bitene kadar da şarkıyı birkaç kez başa alıp söylemiştim. Güzel bir sesim yoktu ama Su Ela beğendiği için onu kıramamıştım.

İşlerimiz bittiğinde el ele indik merdivenlerden. Su Ela salona doğru koşarken beni de sürüklüyordu. Serdar’ı gördüğünde kendi etrafında döndü.

“Saçlalım nasıl olmuş Seldal amca? Dafne?”

Serdar koltuktan kalkıp elinden tuttuğu Su Ela’yı birkaç ke z döndürdü. “Zaten çok güzeldin şimdi daha da güzel olmuşsun Su kuşum.”

“Dalya teysem öldü saçlalımı.”

“Ne güzel örmüş. Sana çok yakışmış.”

Su Ela bana doğru koşup bacaklarıma sarıldı. Kollarım onu sarmalarken kocaman gülümsüyordum.

“Dalya teysem çok sevk sahibi bilisi. Çok güzel kıfayetler seçiyol. Saçlalımı da çok güzel yapıyol.”

“Bak sen?” dedi Serdar heceleri uzatarak. “Dalya teyzeni neredeyse süper kahraman ilan edeceksin.”

Su Ela kollarını çözüp benim etrafımda zıplaya zıplaya döndü. Bir elini yumruk yapmış havada tutuyordu.

“Haklısın ki Seldal amca… Dalya teyse süpel kahlaman gibi.”

Serdar Su Ela’yı gövdesinden kaldırıp hava da süzdürürken ben de Mutfak tarafına yöneldim. Afşin dolaptan çıkarttığı malzemeleri doğruyordu. Yanına vardığımda çekmecede olduğunu bildiğim önlüğü çıkarttım. Üzerimdeki kalın ceketten kurtulurken önlüğü üzerime geçiriyordum.

“Su kuşum benin gözlerim hayal mi görüyor yoksa Dalya mutfak önlüğü mü takıyor?” Serdar’ın sorusuna hiç aldırış etmeden tezgâha yaklaştım.

“Benim yapabileceğim ne var?”

Afşin doğrama işine ara vermeden başını bana çevirdi. “Pankek yapabilirsin.”

Ben malzemeleri tezgâhın üzerine dizerken Serdar’ın bakışlarını üzerimde hissediyorum. Anını kolluyordu. Tüm malzemelerimi dizdiğimde bu hafta üç kez yaptığım için -Su Ela sevmişti- artık elimin alıştığı tarifi yapmaya başladım.

Afşin’in yanında çırağı gibiydim. -ki bana bu hafta köfte, pilav, mücver yapmayı öğrettiğini hesaba katarsak zaten öyleydim.- Neyse ki Serdar tüm hazırlık süreci boyunca sessizce Su Ela ile oynamıştı. Onu durduranın Dafne olduğunu masaya kahvaltılıkları dizerken şahit olmuştum. Ben değil ama o bakışları ile Serdar’ı dize getirebiliyordu.

Afşin ile el birliği ile hazırladığımız kahvaltı masası tamamlandığında herkesi davet ettik. Herkes sandalyelerine otururken ben Ahi’yi yerdeki minderine aldım. Henüz dönemese de aklım kalıyordu. Afşin’de ardiyeden getirdiği ahşap tabureye oturduğunda ilk kez kalabalık bir sofraya oturmuş olduk.

“Ben önce Dalya’nın pankekinden başlamak istiyorum. İnsanlık için küçük benim için büyük bir adım.” Diyerek pankek tabağına çatalını batırdı Serdar.

“Sus ve sadece kahvaltını yap Serdar!” dediğimde ağzına attığı lokmasını ağır ağır çiğniyordu. Sanki zorlanarak yutuyormuş gibi yaptığından kötü olmuş olabileceğini düşündüm ve hızlıca kendi tabağıma bir tane aldım. Böldüğüm lokmayı ağzıma attığım her zamanki tadı aldım. Usanmış bakışlarımı Serdar’a çevirdiğimde pis pis sırıtıyordu.

“Korkma! Korkma güzel olmuş becermişsin.”

“Sen niye geldin ki! Ben ne güzel huzurlu huzurlu yaşıyordum.”

Ağzına bir zeytin attı.

“Ben de seni çok özledim Kraliçe.”

Ona göz devirip önüme döndüm ve birazdan uyanacağını bildiğim bebeğim gözünü açıp ağlamadan önce yiyebildiğim kadar yemeye çalıştım. Henüz çayım bile bitmeden beklenilen oldu ve Ahi’nin yüksek desibel sesi evin içinde yankılandı. Sandalyemden kalkıp yanına gittiğimde gözleri yumuk sadece bağırıyordu.

“Gel buraya, gel…” kucağıma aldım. “Buradayım, ağlama hemen.” Battaniyesinden çıkartırken koltuğun kenarındaki ince örtüsünü sırtına attırdım. Ben masaya dönerken Afşin ayaklanmış mamasını yapıyordu. Sandalyeme oturduğumda Serdar’ın bakışları ikimiz arasında gidip geliyordu. Ona doğru eğildim.

“Tek kelime edersen eğer seni cidden döverim.” Dedim ve sandalyemde geriye yaslandım. Bir dakika geçmeden Afşin elindeki biberonu bana uzattı.

Ben mamasını içirirken Su ela bıcır bıcır bir şeyler anlattığından tüm dikkatler ondaydı. Ahi biberonu bitirdiğinde gazını çıkartmak için omzuma doğru yatırmak için kaldırmıştım ki Afşin kollarını uzattı. Gözlerimiz kesişti.

“Sen çok yiyemedin. Ben ilgileneyim sen de kahvaltını yap.”

Ahi’yi onun kollarına bırakıp kahvaltıma döndüm.

“Bisim sınıfta Eltuyyul val, o çok güzel oyulcaklalı getiliyol.” Soğumuş çayımı tazelerken Su Ela’yı dinliyordum. Bir haftada sınıf arkadaşlarına hâkim olmuştum. Ve bu Ertuğrul, Su Ela’yı üzüyordu. O yüzden konuyu dikkatlice dinliyordum.

“Ama benimle hiç paylaşmıyol. Hep Yüya ile paylaşıyol.”

Masaya geri döndüğümde bakışlarım Su Ela’yı buldu.

“Sen boş ver Su kuşum. Zaten erkek oyuncakları çirkindir.”

Su Ela omuz silkti. “Onun oyulcaklalı güsel Seldal amca.” Dedi. Anlatırken bile yüzü düşmüştü. “Malket oyulcaklalı getildi. Oyuna beni almadılal. Yüya, Eltuyyul bi de Bolan oynadı hep. Ben hiç oynayamdım.”

“Bak sen şu hergele Ertuğrul’a! Sen de ona paylaşma oyuncağını.” Dedi Serdar. Afşin ona alttan alttan bakıyordu.

“Öyle olmas ki Seldal amca. Ben biliyolum bi kele paylaşmanın güsel olduğunu.”

Su Ela’nın cevabıyla bakışlarım Afşin’i buldu. O da bana baktığında harelerimiz kavuştu. Bakışlarında ‘İşte benim kızım’ gururu vardı. Bu dünyanın karanlığında bir aydınlık pencereydi Su Ela. Kalbi o kadar saf ve temizdi ki…

Küçük Dalya’ya benziyordu. Ama tek temennim onun benim kadar üzülmemesiydi. Bir zamanlar ben de karanlık dünyaya açılan aydınlık bir pencereydim sonra peni paramparça ettiler. Kendimi bile aydınlatamaz hale gelmiştim. Umarım o hep tek parça kalıp aydınlık kalırdı.

&&&&&&&

Unesco tarafından korumaya alınmış Adatepe Köyündeydik. Çanakkale’nin Küçükkuyu kasabasına bağlıydı. Bize mesafesi ise 15 dakikaydı. Tarihi dokusu, evleri, yeşilliğin ciğerlere kurduğu hükümdarlığı ile beni büyülemişti. Su ela köyü bize gezdirirken bir sürü şey anlatmıştı. Rengarenk panjurları olan evleri gösterirken yerinde zıplayıp durmuştu.

Zeus Altarı’na çıkışımız ise biraz maceralıydı. Uzun bir patikadan ilerlemiştik. Su Ela yolun başında yorulduğu için biraz Afşin’in biraz da Serdar’ın omzunda gitmişti. Rüzgâr tepeye tırmandıkça şiddetleniyordu. Bu da bebek arabasını itmek konusunda beni zorlamıştı. Neyse ki Serdar Su Ela’yı aldığında Afşin bana destek vermişti.

Tüm bunlar olurken Dafne hesabı için vlog çekiyordu.

İlerlerken bir anlığına boşluğuma gelmişti ve ayağım burkuldu. Düşmek üzereyken Afşin dirseğimden kavramıştı. Giydiğim kare topuk çizmelerim pek de bu yola uyum sağlamıyordu. Önden bilgi sahibi olmadığım içi pek şartlara uygun giyinmemiştim. Üzerimde siyah jeans pantolon ve siyah kazağım vardı. Üzerime attığım deri ceket beni rüzgâra karşı pek korumuyordu. Neyse ki bir atkı almayı akıl edebilmiştim. En azında rüzgâr göğsüme vurmuyordu.

Zorlu mücadelelerin sonunda Zeus altarı’na vardık. Sunağın üzerine çıktığımızda gözümün görebildiği yer Ege Deniziydi. Rüzgâr çok sert esiyordu. Çocukları tek bırakmamak için iki postaya bölünmüştük. Önce Afşin ve ben çıkmıştır sunağa. Hemen arkamdaydı. Rüzgâr beni savuracak gibi olduğunda kollarıma sarmalanan kollar beni yerime sabitledi. Sırtım Afşin’in göğsüne temas edip etmemek arasındaydı. Kalp atışlarım şaha kalkmıştı. Sol yanımda bir bando takımı ritim tutuyordu. Saçlarımdan çıkan tutamlar savrulurken kulağımın dibinde nefesini hissettim.

“Büyüleyici değil mi?” diye sorduğunda başımı salladım.

Büyüleyiciydi.

Belki de büyüydü bilmiyorum.

Ama kalbimin bu denli coşmasının başka açıklaması olamazdı.

Büyülü olan manzara değildi.

Yaslandığım bu adamın kendisi büyüydü.

“Homeros, İlyada Destanında Tanrıların İda Dağında yaşadıklarından ve Troia -Truva- Savaşını buradan izleyip yönettiklerinden söz eder. Tanrılar Tanrısı Zeus'un da burada yaşadığı ve savaşı izleyip yönettiği yine bu destanda yer alır.”

Diye kısa bir bilgi verdi.

“Savaş izlemek için güzel bir konummuş.” Dedim nihayet bulduğum sesimle. Artık sırtım göğsündeydi. Yaslanıyordum. Kolları biraz daha kuvvetli sarmalıyordu beni.

“Buraya defalarca çıktım Yıldız Çiçeği,” diye fısıldadı kulağımın yanında. “Ama ilk kez böylesi büyüleyici görünüyor gözüme.”

Bir an durdum. Yanlış anlamak istemedim. Hemen üzerime alınmaktan korktum. Bekledim.

“Yoksa sen misin bu kadar büyüleyen?”

Ben mi?

Ben ve bir manzarayı büyülemek?

Mümkün müydü bu?

Cevabı bulmak için başımı yan çevirdim. Gözlerinin tam içine baktım. Görmek istedim. İçimde yankılanan bu hislerin onun da içinde yankılanmasını istedim. Parıldayan mavilikleri laciverte dönmüştü yine.

“Bence büyü senin gözlerinde…” diye fısıldadığımda kendime inanamadım. Birden dökülüvermişti dudaklarımdan.

“Bence büyü senin yüzünde…” dedi beni taklit ederek.

Diyecek sözüm kalmamıştı ki benim çok da bir sözüm yoktu zaten. Uzun uzun konuşamazdım. Çocukken dinleyeni olmadığında konuşmayı bırakıyordu insan. Oysa şimdi çok şey söylemek istiyordum.

Korkuyorum demek istiyordum.

Bu kadar erken sana kapılmaktan korkuyorum.

Senin dünyanda fazlalık olmaktan korkuyorum.

Seni sevmekten korkuyorum.

Sevdiklerini kaybetmiş olan biri olarak sevmekten korkuyorum.

Gitmenden korkuyorum.

Ki hayatıma gireli henüz bir hafta olmuşken… sensizlikten korkuyorum.

Beni sevmemenden korkuyorum.

Gerçek Dalya’yı gördüğünde benden nefret etmenden korkuyorum.

Eğer kelimelerim olsaydı bunları söylerdim ona. Ama söyleyemedim. Sadece baktım mavi menevişlerine. O da bir şey demedi. Rüzgâr estikçe biraz daha sokulduk birbirimize.

&&&&&&&&

Gezimiz bittiğinde Adatepe’nin meşhur Manlama’sını -Kıymalı gözleme, üzerinde yoğurt ve salça ile servis ediliyor- yemek için Çınaraltı Kafe’ye oturduk. Yaşadığımız an orada kalmıştı. Merdivenlerden inerken eski halimize dönmüştük.

“Hava şartları dışında muhteşem bir geziydi.” Dedi Serdar. Kucağında uyuyan Su Ela’nın üzerindeki şalı düzeltti. “Yaza doğru bir daha gelelim.”

“Bence de.” Dedi Dafne. Başındaki beresini aşağı doğru çekiştirirken ısıtmak için ellerini birbirine sürtüyordu.

Hava soğuktu ama ben üşümüyordum Afşin bana sarıldığından beri içimde bir yangın vardı. Sesim soluğum çıkmıyordu. Serdar’ın bakışları ise hep üzerimdeydi.

Çaylarımız geldi. İçimiz ısındı -ki benim ihtiyacım yoktu-. Daha sonra da gerçekten çok lezzetli olan manlamalarımızı yedik. Konu gündemimiz sürekli değişti.

“Senin Serdar’ın peşinde koşarken verdiğin çabayı düşündükçe bu halleriniz beni gerçekten şaşırtıyor.” Dedi Afşin, Dafne’ye.

Pek aşk hikayelerine de vakıf değildim. Sadece bildiğim Dafne’nin Serdar’ı tavladığıydı.

“Hayatımın en zor altı ayıydı.” Serdar’a döndü. “Bu intacı keçiyi ikna etmek ayıya hendek atlatmaktan zordu.”

Biz yaptığı hataya gülerken Serdar yüzünü avuçları arasında sıkıştırıp onu düzeltmişti.

“Ayı değil akıllım deve o deve!”

“Ha ayı ha deve ne fark eder ikisi de hayvan değil mi?”

Serdar geri çekildi. “Sen ne dersen o sevgilim. Artık Ayıya hendek atlatmak o değim. Atalarımızın deneyimleri neticesinde verdiği bu karar an itibari ile değişti.”

Dafne kollarını birbirine doladı.

“Acaba sizin atalarınız benim altı ayda çektiğimi ömürlerince çekmişler midir?” dedi sitemle. “Ya ben senin kapının önünde sabahladım! Var mı ötesi. Nazını kaprisini çektim. Sen bana sadece ‘git Yunan kızı, benden uzaktur Yunan kızı, üzülürsün Yunan Kızı’ deyip durdun.”

Serdar’ın mental olarak çöküşlerde olduğu zamanlardı. Ve o zamanlar pek de kibar bir adam değildi. Anlatılanlar beni şaşırtmıyordu o yüzden.

“Eşeklik etmişim sevdiceğim.”

“Eşektin tabi!” diye çıkıştı.

“Ama sıpa olanından de mi?” Serdar’ın masumca sorduğu soruya Dafne’nin yelkenleri suya indi. Gülümsemesi büyüdü.

“Neyse ki altı ay verdiğim mücadelemin neticesinde dört senedir benimsin.”

“Ben bir ömür seninim Yunan kızı.” Dediğinde Dafne artık aşık bakışlarını kuşanmıştı. Muhabbet artık onlar arasında dönüyorken ben de sağıma döndüm.

“Çok güzel bir gündü.” Dedim Afşin’in maviliklerine hapsolurken. Acaba ben de dışarıdan Dafne gibi mi görünüyordum? Böyle aşık aşık bakıp sırıtan birisi gibi?

“Bence de Yıldız Çiçeği…” Rüzgârda uçuşan saçlarımı önüme geliyorken parmakları yüzüme düşen tutamlara değdi. Kulağımın arkasına sıkıştırırken gözleri gözlerimdeydi. “Bu sıra bütün günler öncekilerden daha güzel.”

Bir derin iç çektiğimde kokusu doldu burnuma. Gözlerimi ağır ağır kırpıştırdım.

Bazı şeyler için geç kalmıştım.

Artık geri dönüşü olmayan bir yola girdiğimin farkındaydım.

Âşık olmuştum.

Felfena bir şekilde komşuma tutulmuştum.

Bu etkilenmekten çok fazlasıydı.

Bu heyecandan çok farklıydı.

Bu babamın işten döndüğünü gördüğünde yüzünde güller açan annemin anımsadığım sevdasıydı.

Ben Dalya Ulus, sevmekten kaçmış durmuş da en savunmasız anımda sevdanın içine düşmüştüm.

Korkmuştum da korkuma doğru koşmuştum.

Artık emindim. Biliyordum.

Afşin Adalı’ya vurulmuştum.

&&&&&&&&&

Her ne kadar gelmesine sitem ediyor görünsem de, beni iki gün boyunca sinir etse de ayrılık vakti geldiğinde kollarımı Serdar’a sıkıca sarmalamıştım.

“İyi ki geldin serseri oğlan.” Biraz geri çekildim. “Sık sık gelin. Özletmeyin.”

Gülümsesin aydınlandı.

“Valla söz veremem, ortağım tüm işi bana yıkıp kaçtığı için iş yüküm arttı. Vaktim olmayabilir.”

Kıkırdadım ve bir kez daha sarıldım. İki gün hızlıca geçmişti. Yetmemişti. Keşke Serdar ve Dafne de burada yaşasaydı. Böyle hep birlikte kalsaydık. Serdar’a kızsam da neşe kaynağımdı. Bana abilik yapmasını seviyordum.

“Tamam tamam ağlama geleceğim sık sık.” Dedi ayrılırken.

“Git artık Serdar!” dedim onu hafifçe karnından iterken.

“Dengesizsin kızım sen! Az önce gel diye ağlanıyordun.” Kahkaha atarken bakışlarını Afşin’e çevirdi. “Allah sana sabır versin patron!”

Afşin kollarını iki yana açtırdı.

“Her haliyle başım gözüm üstüne.” Dediğinde bakışlarım maviliklerini buldu.

“Eyvallah patron,” dedi Serdar ve omzuna vurdu. “Sana emanetler.”

“Aklın kalmasın kardeşim”

Dafne ile de sarıldık.

“Bu Serseri mayına dikkat et.” Dedim sessizce. “Kavgaya karışmasın ve şirketi batırmasın.”

Dafne kıkırdarken göz ucuyla Serdar’a baktı.

“Merak etme o bende. Sen de yeri hayatının keyfini çıkart. Belli ki buralısın bundan sonra ama bizi de ihmal etme. Topla herkesi gel İstanbul’a, özletme kendini.”

Vedalar yapıldı, yolcular arabalarına yerleştiler. Her ne kadar hava alanına kadar bırakalım desem de Serdar gerek olmadığını söyleyip durmuştu. Aslında dün gece yapılacak olan yolculuk bu sabaha kalmıştı.

Araç gözden kaybolana kadar baktım arkalarından.

“Vedalar zor oluyor.”

Yanımda duran Afşin’e döndüm. Gözlerini ortaya çıkartacak yeşil kazağı vardı üzerinde. Her zamanki gibi yakışıklıydı. Gülümsüyordu içimi sıcacık ettiğinden habersiz.

“Zor,” diye destekledim onu. “Şimdi ne iyi giderdi biliyor musun?”

Aynı anda cevapladık sorumu.

“Şöyle bol köpüklü kahve.”

“Şöyle bol köpüklü kahve.”

Gülüşlerimiz doldurdu bahçeyi. İçeriye doğru yürürken o bebek arabasında ki Ahi’yi kucakladı. Yan yana ilerledik.

Güzel görünüyorduk bence.

Güzel olurduk yani.

İlk kez kendimi birisinin yanına yakıştırıyordum.

İlk kez birisinin yanında kendimi fazlalık görmüyordum.

Bu paha biçilemez bir şeydi.

&&&&&&&&&&

Günler günleri kovalayıp geçti. Sayısız kez akşam yemeği hazırladım. Ahi’yi tek başıma yıkmayı öğrendim. Salonumdaki şömineyi yakmayı bile öğrendim.

Fırtınalı günlerimiz oldu. Hepsini de ve kampı yaparak değerlendirdik.

Afşin’e olan sevgim her geçen gün çoğaldı. Hiç dillendiremedim ama bence o anladı.

Su Ela’yı okula bıraktım, okuldan aldım. Birlikte kız günleri yaptık.

Rutinlerimiz oluştu. Her gün kahve içmek gibi. Su Ela’yı uyuturken ona şarkımızı -Benden Sana- söylemek, Cuma akşamları sinema günü yapmak, hafta sonları Cemal’in yerine kahvaltıya gitmek gibi.

Ahi artık dönebiliyordu. Büyümüştü. Aguluyordu. Göz rengi yeşile dönmeye başlamıştı.

Serdar söz verdiği gibi sık sık gelmişti. Dafne ile birlikte tabi.

Hayatım huzurlu ve güzel ilerliyordu. Havalar ısınmaya başlamıştı. Fırtınalar azalmıştı. Altınoluk’a taşınmamızın üzerinden iki ay geçmişti. Mevsim değişmişti.

“Afşin kilerden patates getirebilir misin?”

Akşam yemeği hazırlıyorduk. Menüyü Su Ela seçmişti. Kumpir.

“Getiriyorum hemen.” Diye seslendi arka odadan. Bizim evdeydik. Su ela Solon kısmında Ahi’ye hikaye kitabı gösteriyor kendi hikayesini anlatıyordu. Benim minik fasulye tanemse onu dikkatlice dinliyor arada sırada ses çıkartıp bir şeyler söylüyordu.

Malzemeleri almak için buzdolabını önüne geldim. İki ay boyunca biriktirilmiş bir sürü anının fotoğrafıyla doluydu. Su Ela’nın okul gösterisinde çekildiğimiz fotoğrafımızı asmıştım en son. Su Ela ve ben beyaz renk elbise giymiştik. Bilerek aynı rengi seçmiştik, Su Ela öyle istemişti. Ama Afşin ve Ahi’nin yeşil renk giymeleri tesadüftü. Ortaya çıkan görüntü gerçek bir aileye benziyordu.

“İşte getirdim.” Diyerek mutfağa giren Afşin ile kendimi toparladım.

“Ohoooo! Sen daha malzemeleri bile çıkartmamışsın yıldız Çiçeği. Aç kalacağız bu gidişle.”

Dolabı açıp malzemeleri çıkartmaya başladım. Bir yanda da Afşin’e laf yetiştiriyordum.

“Sen mangalı yaktın mı onu söyle?”

“Yaktım tabi… ben hızlıyımdır.” Yanımda bitiverdiğinde göz ucuyla baktım. “Senin gibi uyuşuk değilim bir kere.”

“Ben miyim uyuşuk? Sen patatesleri közlemeden ben masayı bile kurarım.”

Serçe parmağını uzattı bana doğru. “Var mısın iddiaya?”

Serçe parmağımla kavradım parmağını. “Varım. Nesine?”

“Kaybeden bulaşığı yıkar. Çocukları uyutur. Kahveyi de yapar.”

Bir rutinimizde buydu. Her konuda iddiaya giriyorduk. Ve kazanmak için de çirkefleştiğimiz zamanlar oluyordu.

“Kabul.” Dedim ellerimizi sallarken.

“O zaman hızlı olan kazansın.”

“Hızlı olan kazansın.”

Yarış başladı. Artık iyice mutfağa hakimdim. Evin içinde bahçeye malzemeleri taşıyor bir yanda. Da bahçe masasını hazırlamaya çalışıyordum. Gözüm her seferinde mangaldaydı. Suyu çıkartırken Afşin’in patatesleri mangaldan aldığını görüp masaya doğru hızlandım. Masaya ilk bırakan kazanmış olacaktı. Afşin beni görünce o da hızlandı. Masaya bir metre kadar kalmıştı ki ayaklarım birbirine takıldı ve sürahiyi yere düşürdüm. Dengemi toparlamaya çalışırken Afşin’in eli belimi kavradı.

“İyi misin?”

Dengemi sağlayıp dik durduğum başımı salladım.

“Ayağım takıldı.”

Belimdeki elini yavaşça çektiğinde yere düşen sürahiyi aldım. İçi boşalmıştı. Yarışı kaybetmenin verdiği üzüntüyle içeriye yöneldim.

“Su perim hadi ellerini yıkayıp masaya.” Diye Su Ela’ya seslenirken sürahiyi temizleyip içine yeniden su doldurdum. Minderinde dönmeye çalışan Ahi’yi kucaklayıp evden çıkarken Su Ela da bize yetişmişti. Afşin hala bıraktığım yerde duruyordu, elinde patates tabağıyla. Yüzümde bir tebessüm yeşerdi.

“Neden koymadın?” diye sordum yanına vardığımda.

“Kazanmak uğruna verdiğin mücadeleyi hiçe sayamadım.” Dediğinde gülümsedim ve suyu masaya bıraktım.

“Niye?”

“Kaybedince üzülüyorsun diye.”

“Üzülmemi istemediğin için mi?”

Duymak istiyordum. Afşin’den güzel şeyler duymak iki aydır en hoşuma giden şeydi.

“Üzülmene dayanamadığım için.”

Bu kadardı işte. Mutlu olmak bu kadardı. Yer yüzünde benden daha mutlusu yokmuş gibi hissediyordum. Afşin gözümün içine bakıp da kalbime işleyecek şeyler söylediğinde kendimi çok şanslı hissediyordum. Yaşadığım onca kötü hatıraya rağmen.

&&&&&&&&&

2 Buçuk aylık ebeveynlik sürecim boyunca yaşadığım en zor zamanlar kesinlikle Ahi’nin hastalandığı anlardı. O ateşlendiğinde, öksürdüğünde benim canımdan can gidiyordu sanki. Yeryüzündeki hiç bir kötülük, hiçbir acı, hastalık ona uğramasın istiyordum. Onun yerine ben hasta olabilseydim keşke. Yeter ki onun canı acımasın.

“Tamam bebeğim… birazdan geçecek.” Koltuk altında tuttuğum ıslak bezi çekip yeniden leğene bırakırken kenarda hazır beklettiği değer bezi alıp boyun girintisine koydum. Ağlayışı odanın içerisinde yankılanıyordu. Saat sabahın 6’sını gösterirken güneşin kızıllığı odanın içini aydınlatıyordu. Geceden beri bir düşüp bir yükselen ateşi beni iyiden iyiye korkutuyordu.

“Geçecek bebeğim… iyi olacak benim minik fasulyem.”

Sakinliğimi korumak için verdiğim tüm çabam ağlayışı yükseldikçe azalıyordu. Isınan bezi geriye çekip komodinin üzerinde duran ateş ölçerle ateşini ölçtüm.

39.4 gördüğüm derece ile artık telaş beni bütünüyle sarmıştı. Geceden beri bu kadar yüksek dereceyi ilk kez görüyordum. Ahi’yi kucağıma aldım. Dolaptan cüzdanımı ve ceketimi aldığım gibi çıktım evden. Bahçede adımlarken iki gün önce arabamı servise bıraktığımı hatırlayınca rotamı hemen değiştirip Afşin’lere yöneldim. Ahi tenine çarpan rüzgârdan etkilenmesin diye göğsümde gizlerken zile bastım.

İki aydır başım ne zaman sıkışsa geldiğim yer belliydi. Ayaklarım beni hep ona getiriyordu. Biliyordum ki hep elini uzatmak için hazırdı. Bu güveni yaşamak güçlü hissettiriyordu. Afşin hayatıma girdiğinden beri daha güçlüydüm. Adımlarım daha sağlamdı.

Kapı açıldığında beni uykulu gözleriyle karşılayan Afşin halimi gördüğünde gözleri açıldı. Kucağımda titreyen bebeğimle çaresiz bakışlarım onun gözlerindeydi.

“Ateşlendi…” dedim titreyen sesimle. “Geceden beri düşmüyor. Araba-“

Afşin Bir adım yaklaşıp elini Ahi’nin vücudunda gezdirdi. Bazen ben fazla evham yapabiliyordum. Mesela Su ela oynarken düştü diye hastaneye gitmek için ısrar etmiştim ama Afşin küçük bir yara olduğunu evde pansuman yapabileceğini söylemişti.

Elini çektiğinde yüzünde benim evham yapmadığımı gösteren ifadesini gördüm. Kapının arkasına uzandı ve sonra bana araba anahtarını verdi.

“Sen arabaya geç üzerime bir şey alıp geliyorum.”

“Su Ela?” diye sordum.

“Ben şimdi Hazan’ı ararım. Su Ela uyanmadan burada olur.”

Hazan, Afşin’in arkadaşıydı. Dönemsel olarak Altınoluk’a gelip birkaç hafta kalıyordu. Biz de geçen hafta sonu tanışmıştık. İyi birisiydi. Biraz farklı bir yapısı vardı. Kendine özgü bir hayat yaşıyordu. Biraz da deliydi açıkçası. Teknede yaşayan, koy koy gezip antika biriktiren bir gezgindi.

Afşin üst kata çıkarken ben de arabaya geçtim. Arka koltukta oturmuş kucağımda alev topu gibi yanan Ahi’yi sakinleştirmek için pışpışlıyordum. Çok geçmeden Afşin geldi ve yola çıktık. 10 dakika mesafemizde özel bir hastane vardı. Rutin kontrolleri için birkaç kez gitmiştim.

“Neden hasta oldu anlamdım?” derken eğilip alnını öptüm. Ger geçen saniye daha da yükseliyordu sanki ateşi.

“Çocuklar hastalanırlar Dalya. Bu sayede bünyeleri güçlenir.”

Afşin tüm soğukkanlılığı ile beni bilgilendirirken ben içimdeki telaşlı kadını susturmaya çabalıyordum.

“İyi olacak ama di mi?”

“Olacak tabi.” Dedi. Dikiz aynasından gözlerime baktığında güven veren gülümsemesi yüzündeydi. “Aslan gibidir o. Bak gör yarına nasılda gülücükler saçacak. Acıktım diye yaygarayı basacak.”

Gözlerim doldu. Titreyen dudaklarına baktığımda kendime engel olamadım. Usul usul indi göz yaşlarım yanağıma. Saçlarını sevdim canını acıtmamaya özen göstererek.

“İyi olacaksın bebeğim.” Diye fısıldadım. Çok geçmeden Afşin arabayı acilin önünde durdurdu. Kapımıza açtığında dikkatlice indim aşağıya. Ben Ahi’yi sarmalarken Afşin de beni sarmalıyordu. Danışmanın önüne geldiğimizde Afşin’e döndüm.

“Kimliği çantamda çıkartabilir misin?”

Afşin kimliği çıkartırken ben de danışmaya durumu anlatıyordum.

“Geceden beri ateşini düşüremedim. Soğuk pres uyguladım ama fayda vermedi.”

Danışman ateşini ölçüp önündeki kağıda geçirirken “İçeriye geçebilirsiniz.” Diyerek kağıdı uzattı. Ben önce hızlı adımlar atarken Afşin yavaş ama büyük adımlarıyla hemen arkadan geliyordu. Doktora kağıdı verip aynı şeyleri söylediğimde kucağımda ki bebeğime uzandı. Kollarım daha da sarmalarken doktor şefkatli tebessümünü kuşanmıştı.

“Endişe etmenize gerek yok hanım efendi. Bebeğiniz güvenli ellerde. Bize verebilirsiniz.” Dediğinde gözlerim buğulandı.

“Kucağımda baksanız?” diye sordum çaresizce. Kollarımın üzerinde Afşin’in varlığını hissettim.

“Bırakalım da doktor bey işini yapsın.” Diye kulağıma doğru söylediğinde kollarım gevşedi ve bebeğimi hemşirenin kollarına bıraktığım an bir hıçkırık koptu dudağımdan. Ahi ağlıyordu hem de bağıra bağıra. Ve ben dayanamıyordum. Sığınabileceğim tek yere sığındım. Afşin’in göğsüne. Kolları beni sarmaladı saniyesinde. Bir eli sırtımı bir eli saçlarımı okşuyordu.

“Şişşt… sakinleş güzelim.” Diye fısıldadı kulağıma doğru. “Endişe etme, iyi olacak. Bak doktor ilgileniyor.”

Bir süre sessizlik oldu. Başımı Afşin’in göğsünden kaldırıp Ahi’yi aldıkları bölmeye baktım. Korkulu gözlerim Afşin’in maviliklerini bulduğunda “Neden ağlamıyor?” diye sordum. Ne cevap vereceğini bilemeyen bakışları beni daha da endişelendirdi. Ahi2nin oldu yere doğru adım atmaya hazırlanıyordum ki doktor perdeyi açıp görmemi sağladı. Minicik bebeğime serum takmışlardı. Göz bebeklerim bile titredi.

“Şimdi ateş düşürücü ağrı kesici bir serum bağladık. Onu rahatlatacak.” Yaptığı yetersiz açıklamaya kaşlarımı çattım.

“Neden ateşlenmiş olabilir?” diye sordum.

Doktor yüzündeki o şefkatli ifadesini bozmadan biraz daha yaklaştı.

“İlk bebeğiniz sanırım?” diye sorduğunda anlamazca baktım ona. Bu soru ne alakaydı ki şimdi?

“Endişelerinizi anlıyorum hanım efendi ama bebekler herhangi bir etkenden ötürü hastalanabilirler. Bağışıklıkları bu sayede güçlenir. Mikroplarla savaşmayı öğrenirler. Bebeğiniz sakinleşti. Müşahede altında tutacağız. Bir saate kadar da tahlilleri çıkar. Tahliller çıktıktan sonra da tekrar görüşürüz.”

Gözüm sedyenin üzerinde yatan minik bedendeydi. Gözlerini yummuş uyuyordu. Alt dudağı sarkıktı. Yüzündeki o rahatsız ifadeyi silip atmak istiyordum.

“Eşiniz epey korkmuş görünüyor. Kafeteryadan bir su alın isterseniz.” Doktorun dediğine iç çekerken gözlerim Afşin’i buldu.

“Kendisi biraz hassastır.” Dedi Afşin. Doktora eşim değil, arkadaşız demedi. “Ama savaşçıdır hemen pes etmez.”

Doktor yüzünde genişleyen gülümsemesiyle süzdü. “O zaman bebeğiniz annesine çekmiş. Oldukça savaşçı bir bey.”

Benim gözlerim yeniden Afşin’i buldu. Yutkundum. Onun da gözleri beni buldu. Gülümsemesi belirdi yüzünde.

“Öyledir.” Dedi. “Annesi gibi güçlüdür.”

Doktor gülümseyerek yanımızdan ayrılırken kaybolduğum maviliklerde anın içine hapsoldum.

“Neden düzeltmedin doktoru?” diye sordum sessizce. Duymasınlar istiyordum. Gerçeği bilmesinler. Ne zannettilerse öyle devam etsin istiyordum.

“Neyi?” diye sordu bilmiyormuş gibi.

“Neden o benim karım değil demedin?”

Yüzüme düşen bir tutum saçı kılağımın arkasına sıkıştırırken biraz daha yaklaştı.

“Bir mahzuru var mı öyle zannetmesinin?” diye sorduğunda gözlerim büyüdü. Aylar sonra, -Zeus Altarı’nda yaptığı iltifatından bu yana- en nutkumu kesen soruydu bu.

“Senin için var mı?” diye sordum. Gülümsemesi büyüdü. Kırpıştırdığı kirpiklerine takıldı gözlerim. Kusursuz bir yüzü vardı. Uzun kirpikleri kıvrıktı.

“Dışarıdan gözüken halimizin mi?” diye sorduğunda bir derin nefes daha aldım.

“Nasıl görünüyor muşuz dışarıdan?”

“Aile gibi…”

Aile… dört harf iki hece ama benim tüm ömür hasretini çektiğim şey.

Titreşen kahvelerim laciverte dönen gözlerinde takılı kaldı. Göğsüm heyecandan inip kalkerken onun göğsüne çarpıyordu.

“Bebeğinizin yanına geçebilirsiniz.” Bize seslenen hemşireyle başımı o yöne çevirdim. Derin uykusuna dalmış Ahi korumalı sedyede büzüşmüş yatıyordu. Afşin’den kopup bebeğimin yanına gittim. Sedyenin yanında duran sandalyeye oturduğumda parmaklarım serum takılı elini okşadı.

“Beni çok korkuttun minik fasulyem… bir daha sakın bu kadar korkutma.”

Ahi’nin uyuması beni rahatlatırken sandalyede geriye yaslandım. Gözlerim kapanıyordu. Açık tutmakta zorlanıyordum. Yanımda hissettiğim hareketlilikle gözlerimi araladım. Afşin bana tepeden bakmış gülümsüyordu.

“Sen uyu ben başındayım.” Dediğinde son kalan gücümle ona gülümsedim. Zihnim bulanıklaşırken üzerime bir şey örtüldüğünü hissettim. Gözümü açacak takatim yoktu. Ve sonra uyku ile uyanıklık arasında rüya mı gerçek mi olduğunu bilmediğim o cümleyi duydum.

“Seninle aile gibi görünmenin benim açımdan hiç bir mahsuru yok Yıldız Çiçeği’m.

 

BÖLÜM SONU

 

İNSTAGRAM:kutuphaneciih

 

Loading...
0%