Yeni Üyelik
3.
Bölüm

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

@kutuphaneciih

Canım okur, hikayeme şans verip bu bölüme kadar geldiğin için teşekkürler... Hikaye daha yeni başlıyor💛

&&&&&&&&&&

"Anne... gitmeyeyim. Yemin ederim daha az yemek yerim..." Dedim acı acı bağıran sesimle. Bir çocuğun yediği ne kadar olurdu ki... Bir çocuk terk edilecek kadar çok yemek yiyebilir miydi? "Yeni giysiler de istemem..." Bayramdan bayrama alınırdı zaten yeni kıyafet bana, ama onu da istemezdim. Bir kat kıyafetten başkasına göz dikmezdim. Annem isteseydi ben bir hırkayla yanında büyümeye razı gelirdim. "İste anne, okulu bırakıp çalışayım. Eve para getireyim..." Bu ona son yalvarışımdı. Kaşlarını çattı. Şimşek gibi gözlerini dikti ürkek bakışlarıma. Kolumu öyle çok sıkmıştı ki hatırlayınca bile acısını o gün ki kadar net hissederdim.

"Gir şu yurda Dalya!" Diye bağırdı. "Senden gelecek üç kuruşla mı geçineceğiz!"

O an anlamıştım aslında vazgeçmeyeceğini. Kabullenmişlikle yıkıldı omuzlarım. Elimin tersiyle göz yaşlarımı sildim. İçimde bulduğum son umut kırıntısıyla sordum anneme. "Gelecek misin beni görmeye?"

Kolumdaki eli gevşedi. Gözle görülür bir sarsılma yaşadı. Ellerinden tuttum. Gözlerime baktı. Benim annem gibi baktı. Beni dünyadaki her şeyden çok seven annem gibi...

"Yol uzak Dalya," dedi fısıltıya benzer bir sesle. "Bir daha ya gelirim ya gelmem! Sen beni bekleme." Bu sözler benim anneme ait olmazdı. Benim bildiğim, tanıdığım annem bir gece bile benden ayrı kalmazdı. Dilay'ı doğurduğunda bile yanında kalmam için hastaneyi ayağa kaldırmıştı. Benim annem beni bırakmazdı.

Anneler evlatlarını bırakmazdı. Bırakmamalıydı. Ama o kadın beni o gün kolumdan sürükleyerek yetiştirme yurduna bıraktığında anlamıştım ki doğurmakla anne olunmuyormuş. Her doğurana anne denilmiyormuş. Bir insan nasıl olurdu da evladı hasta mı, uyuyor mu, yemek yiyebiliyor mu diye düşünmezdi. Ben anne değildim. Anneliğin ne olduğunu bilmiyordum. Ama doğurmağım bebeğin ne halde olduğunu düşünmekten bir saniye bile vazgeçmiyordum. Ağlaması dinmiş miydi? Mamasını yemiş miydi? Yanında olmadığımı anlamış mıydı? Bunları düşünmekten kafayı yemek üzereydim. O kadın yıllarca nasıl vicdanı rahat nefes alabilmişti.

"Dalya!"

Omzumdan sarsıldığımda daldığım anılardan sıyrıldım. Dafne boncuk mavi gözlerini bana dikmiş merakla yüzümü inceliyordu. Kuruduğunu hissettiğim dudaklarımı dilimi gezdirerek ıslattım.

"Efendim?"

"Sen iyi misin?" diye sordu çekingen bir tavırla. Aksansız lisanı vardı. Türkçeyi çok düzgün konuşuyordu. Başımı aşağı yukarı salladım. "Emin misin? Çok dalgın görünüyorsun." Ona elimden geldiğince gülümsemeye çalıştım. Dudaklarımda milimetrelik bir hareketlilik oldu. Sıkıntılı bir nefes verdi. Başını aşağı yukarı sallayıp elini omzumdan çekti.

"Serdar'ın yanına uğramıştım." dedi, Omuzlarından göğsüne saçılmış saçlarını geriye doğru çekti. Gülümseye çalıştığın görüyordum. "Toplantı da pek iyi görünmediğini söyleyince uğramak istedim."

"Uykusuz bir gece geçirdim hepsi bu." dedim. Sıkıntılı bir nefes verdim. "Serdar her zamanki gibi abartmış."

"Toplantı boyunca sorulan hiçbir soruya cevap vermediğin ve toplantının ortasında çıkıp gittiğin gerçeği düşünülünce pek de abartmış sayılmıyor." Dafne'nin de dili en az Serdar’ınki kadar sivriydi. Doğruyu söylemek konusunda çekinme duymaz, karşısında kimin olduğuna da takılmazdı. Doğru bildiği ne varsa üzerine giderdi. Belki de ona karşı hoş görülü olmamın bir sebebi de bu doğruculuğuydu.

"İnsanlık hali... herkesin başına gelebilir." diye çok da mantıklı olmayan bir açıklama yaptım. Dafne ise kollarını birbirine bağladı. Konumumuz sebebiyle bana üstten bakıyordu. Bense onun yüzüne bakabilmek için başımı iyice geriye yaslamış bulunuyordum.

"Bu insanın sen olduğunu varsayarsak pek de insanlık hali diyemeyiz. Sen ve toplantıyı terk etmek?" dedi bilmiş ses tonuyla. "Kendini kandırma Dalya iyi değilsin. Ve sana bir dostun olarak diyeceğim şu ki, vicdanının sesini kesmediğin sürece iyi olamayacaksın."

Sözlerinde haklılık payı olması onu destekleyeceğim anlamına gelmiyordu. Kollarımı göğsümde kavuşturdum ve koltuğumda geriye yaslandım. Artık göz göze değildik. Direk karşı duvarımda asıl duran Akdeniz manzaralı kavas tabloya bakıyordum. Sıra sıra dizilmiş yelkenliler mavi denizin üzerinde bir inci kolye misali sıralı duruyorlardı.

"Vicdanımı rahatsız edecek hiçbir şey yapmadım Dafne," Önüme gelen saçlarımı geriye çektim. Başımı hafifçe çevirmiş alttan alttan baktım ona. "Asıl o bebeği yanıma alsaydım ona yaptığım haksızlıktan dolayı vicdanım sızlardı."

Alay vari bir tebessüm belirdi yüzünde. Başını hafifçe sağa yatırdı. Gözlerimin içine baktı uzunca.

"Kabuk tutmuş bile olsa bir kalbin var Dalya," dedi. Kaşlarım çatılmış devamını bekledim. "Ve Kalbin sana doğru yolu elbet gösterecek. Sen onun için en doğru seçeneksin. Neden biliyor musun?" Cevap vermemi bekledi.

"Neden?" diye sordum geri ihtiyari.

"Çünkü artık yalnız olmaman gerekiyor. Aslında o sana emanet edilmedi. Sana bahşedildi. Kabuk bağlamış benliğini sana hatırlatmak için gönderildi."

Çünkü artık yalnız olmaman gerekiyor.

O sana emanet edilmedi, bahşedildi.

Kabuk bağlamış benliğini sana hatırlatmak için gönderildi!

Ben aklımda Dafne'nin sözlerini döndürürken o kapıya yönelmişti. Açtığı kapıdan çıkmadan önce omzunun gerisinden baktı. "Senin için gelen tüm hediyeleri paketini bile açmadan yardım kuruluşlarına bağışladığını biliyorum Dalya ama bu kez sana verilen hediye senin imkanlarınla sahip olamayacağın kadar kıymetli. O yüzden onu yabancı ellerin insafına bırakma."

&&&&&&&&

Sıcak suyun altında dertlerim akar giderdi. En büyük felaketlerde bile sıcak bir suyun iyi geleceğini bilirdim. Ama bir saati aşkındır duş başlığının altında ıslanıyordum. Bir gram bile eksilmiyordu acım. Sebepsiz bir yara oluşuyordu içimde. Kanıyordu. Birden fazla yerden hem de. Sıkıntılı bir nefes verdim ve suyu kestim. Havlularıma sarılıp çıktım banyodan. İçeri buhardan görünmüyordu. Kapıyı açtığımda olan bütün buhar odama geçmişti. Derin bir nefes verdim. Gözlerim yatağıma kaydı. Çok uzun zaman geçmemişti üzerinden, hatta daha gün bile devirmemiştik o şey benim yatağımın ortasında bir fasulye tanesi gibi yatıyordu. Dudağımın kenarı kıvrıldı. Evi dinledim biraz, soluk seslerimden başka bir ses yoktu. Tek yaşam belirtisi benim soluğumdu. Issız bir evdi benim evim. Halbuki ki dün gece o kadar yüksek seslere şahit olmuştu ki... Issızlığı delip geçmişti o ses. 50 cm bir fasulye evimde yaşam belirtisi göstermişti.

Düşüncelerimle boğuşmaktan sıyrılıp hızlıca üzerimi giyindim. Banyoya geri döndüm. Yatmadan önce aksatmadan yaptığım cilt bakım rutinimi yaptım. Nem maskemi yüzüme yerleştirirken aynadaki aksime baktım. Işığı sönmüş bir çift koyu kahve göz... Düz bir çizgiden farksız duran dudaklalar... Çatılmış kaşlar... Bu aksi yüz benimdi. Solgun, ışıltısız, renksiz yüz benimdi. 34 yaşında bir kadından daha çok 80 yaşını devirmiş bir nineye ait hissettiğim bu ruh...

Dışı kabuk bağlamış kalbim...

Elim kalbimin üzerine gitti. Hissetmeye çalıştım. Atmıyordu sanki. Duymuyordum. Elimin altında bir makine vardı da sadece kan pompalıyordu. Nefes alıyordum evet ama yaşıyor muydum? Kalbim kan pompalıyordu evet peki yaşıyor muydum?

Tek kişilik ıssız bir hayatın içinde yaşıyor sayılıyor muydum?

'Senin için gelen tüm hediyeleri paketini bile açmadan yardım kuruluşlarına bağışladığını biliyorum Dalya ama bu kez sana verilen hediye senin imkanlarınla sahip olamayacağın kadar kıymetli. O yüzden onu yabancı ellerin insafına bırakma.'

Yetimhanede kaldığım zamanlarda bayramlarda bize hediyeler gelirdi. Kıyafetler, ayakkabılar... Bir sürü güzel ve yeni şey. Ama hiç birisi bayramdan önce babam ve annemin elini tutup da çarşı pazar gezip aldığım bayramlıklar kadar mutlu etmezdi beni. O yüzden hiç birisini giymez başkalarına verirdim. Gururumu incitirdi o hediyeler. Büyüyünce kendi imkanlarımı elime aldıktan sonra da bu değişmedi. Doğum günlerimde, özel güzlerde ya da herhangi bir sebeple verilen hiç bir hediyeyi almazdım. Geri çevirmemek adına kabul eder sekreterim vasıtasıyla bir yardım kuruluşuna bağışlardım. Bazılarında milyon dolarlık çantalar, saatler olurdu. Satıp parasını bağışlardım. Serdar'dan bile kabul etmezdim. Bana çok kızardı ama alışmıştı. Artık hediye almıyordu. Ben hediye sevmezdim. Bana babamı hatırlatıyordu. Evimi, benden kopartılan hayatımı hatırlatıyordu. Babam bana hep zamansız hediyeler alırdı. Bir gün henüz altı yaşında var ya da yokum bahçeden bana seslenmişti. Koşa koşa bahçeye çıktığımda direksiyonunu ponponlarla süslenmiş, çiçekli bir bisikletle bana gülümsüyordu. Bir başka seferse ben uyurken baş ucuma özenle paketlenmiş bir hediye bırakmıştı. Uyanıp da hediyeyi açtığımda çok istediğim sarı saçlı bebeği görmüştüm. Babam imkânı el verdiğince beni hediyelere boğardı. Sürprizler yapar yüzümü güldürürdü. O yüzden o gidince onun beni güldürdüğü gibi kimsenin beni güldürmesini istememiştim.

Bu kez bana verilen hediye benim kendi imkanlarımla satın alabileceğim bir çanta değildi. Bir son model araba da değildi. Sıraya girip alabileceğim bir ayakkabı da... Bu kez bana kardeşimin canı pahasına verdiği hediyesiydi. Son nefesini vermemek için direnmişti çünkü o bebeği canından bir parçaya bırakmak istemişti.

Şimdi düşünüyordum da bir bebek ne kadar yemek yiyebilirdi?

Terk edilecek kadar çok mu?

Kaç kıyafet eskitebilirdi?

Yetimhanenin soğuk duvarları arasına bırakılacak kadar çok mu? Bir bebek... Sadece sevilmek isteyen, sıcak kolların arasında koşulsuz sevilmek için bekleyen bir bebek.

Ne kadar zor olabilirdi? Evet bir çiçeği büyütemezdim. Evet bir evcil hayvana bakamazdım. Evet annelik hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ama terk edilmişliği biliyordum. Canımı nelerin yaktığını ilk anı gibi hatırlıyordum. Kimsesizliğim hala canımı yakıyordu. Yalnızlığımda boğuluyordum. Yaralarımı sardığımı sanıyordum. Ama kanadıklarını gizleyebileceğim yeri çoktan geçmiştim.

O bana emanet edilmiş bir bebek değildi. O bana bahsedilmiş bir armağandı.

Akıp giden göz yaşlarımı izledim. Yüzümdeki maskeyi çıkartıp attım. Hiçbir duygumu gizlemeden baktım aynada ki aksime. Göğüs kafesimden yükselen ateşleri görüyordum. Göz yaşlarım ateşe düşüyordu da söndürmüyordu. Elimi kalbime koydum yeniden. Ahi'nin göğsüme yattığı anı düşündüm.

Güm! Güm! Güm!

Kalbim atıyordu. Yaşıyordum. Kalbimi çevrelemiş katı kabuk onu düşündüğümde bile çatırdıyordu. Yüzümde bir tebessüm yeşerdi. Sanki çiçekler açıyordu yanaklarımda. Ateşler geri çekiliyordu. Gözlerimde bir ışıltı vardı. Artık aynada 34 yaşında bir kadın değil 12 yaşında bir kız çocuğu bakıyordu bana. Kocaman gülümsemesiyle. Elini uzattı bana. Göz yaşlarımı sildi.

Artık yalnız olmamalıydım.

Yeterince yalnız kalmıştım.

Bu dünya da bir iz bırakmak istiyorsam eğer yapmam gereken şey çok basitti.

Dafne haklıydı.

Bu bana bahşedilmiş paha biçilemez bir hediyeydi.

Banyodan çıktım. Yatağımın üzerinde duran telefonumu aldım ve hiç vakit kaybetmeden numarayı çevirdim.

Çalıyor...

Çalıyor...

Çalıyor...

"Dalya?" ve Dafne'nin şaşkınlık yüklü sesi geldi kulağıma. Derin bir nefes aldım.

"Sanırım haklıydın..." dedim. Başımı iki yana salladım. "Hayır, kesinlikle haklıydın. Bana verilmiş bir hediyeyi öylece belirsiz ellere bırakmamalıyım."

Bir kahkaha sesi geldi kulağıma. Neşe dolu bir kahkaha. Ben de eşlik ettim. İçimden geldiği gibi güldüm.

"Biliyordum." dedi gülümseyen sesiyle. "Kalbinin sesini duyacağını biliyordum."

Kalbim gümbürdüyordu. En son ne zaman böyle atmıştı? Atmış mıydı hiç böyle heyecanla? Hatırlamıyordum.

"Ona gitmeliyim." dedim titreyen sesimle. "Ama dizlerimin bağı çözülmüş durumda. Araba kullanabileceğimi sanmıyorum."

"Beş dakika sonra orada olurum... İstersen seni ben götürebilirim?"

Hiç beklemeden cevapladım onu. Yeterince geç kalmıştım zaten.

"İsterim." dedim. "Çok isterim."

Hiçbir şeyi bu kadar çok istememiştim.

&&&&&&&&&&&

Daha 12 saat anca olmuştu onu bu soğuk duvarlı yetimhaneye bırakalı ama bir asır geçmiş gibi hissediyordum. Bahçede ilerlerken ayaklarım birbirine dolanıyordu. Birkaç kez düşecek gibi olduğumda Dafne koluma gitmişti. Serdar bir adım arkamızdan bizi takip ediyordu. Elim kalbimin üzerinde bekçinin ardı sıra yürüyordum. Merdivenleri tırmandık. Her adımda kalbim göğüs kafesimi tekmeliyordu. Neydi bu heyecan? Beni bu kadar yaşam ile dolduran şey o küçücük fasulye tanesi miydi? Oydu... O 50 cm beni hayata döndürecek olandı.

Koridorda ilerledik. Her yer aydınlıktı. Sabah yavaş adımlarla ilerlediğim yerde şimdi koşuyor gibiydim. Müdirenin odasına geldiğimizde bekçi kapıyı tıklattı. Sabırsızca bekledim. Seren hanım geleceğimizi biliyordu. Onu yolda aramıştım.

Arayıp onu hazırlamasını istemiştim.

Bekçi kapının önünden çekildiğinde içeriye adımladım. Seren hanım kucağında battaniyesine sarılmış fasulye ile bana bakıyordu. Yüzünde kocaman bir tebessüm vardı. Gözlerindeki ışıltıyı gördüm. Bana doğru bir adım attı. Ben iki adım attım. Daha yaklaşmadan kollarımı uzatmıştım bile.

"Geleceğinizi daha bu sabah onu bana vermek istemediğiniz de anlamıştım." dedi Seren Hanım sevecen bir tavırla. "Ama bu kadar çabuk beklemediğimi itiraf etmeliyim." Samimi gülüşüne kocaman bir tebessümle karşılık verdim. Artık bebeği kucağıma alabilecek kadar yaklaştığımda battaniyesi içinde etrafı inceleyen fasulyeyi kucağıma bıraktı. Gözleri gözlerime değdi. Buruşmuş yüzü yavaşça açıldı ve gülümsedi.

"Merhaba fasulye tanem..." diye fısıldadım. Gözümden bir damla yaş süzülüp battaniyesine damladı. "Biraz geç oldu ama... geldim."

Hiçbir korku yoktu içimde. Sanki içim bir sevgiyle dolup taşıyordu. Yüreğimin orta yerindeki boşluk dolmuştu. Sırtımda hissettiğim yük hafiflemişti. Kalp atışlarım odanın duvarlarında yankılanıyordu.

"Hadi Kraliçe," dedi Serdar. Ne ara kulağımın dibine gelmişti bilmiyordum. "Eve gidelim." Omzumun gerisinden baktım ona. Gözleri yaşlardan parıldıyordu. Bakışlarında saf bir gurur vardı. Tebessümü içime işliyordu. Gözümden bir damla yaş daha süzüldü. Düşmesine izin vermeden sildi göz yaşımı.

"Teşekkür ederim." diye fısıldadım. Dudaklarımı dişliyordum ki hıçkırarak ağlamayayım. "Yüreği senin kadar sevgi dolu, dobra bir güzele kalbini verip, hayatımıza aldığın için." İkimizin de bakışları Dafne'yi buldu. Kocaman gülümsemesi ile beni izliyordu. Benim aklım başıma gelir miydi bilmiyordum ama eğer Dafne bugün bana hayatımın gerçekliğini hatırlatmasaydı belki de vicdanımın yükü altında ezilirdim de yine de kendime aslında bu bebeği istediğimi itiraf edemezdim.

Kucağımda mırıldanan Ahi'ye çevirdim bakışlarımı. Yüzü gülüyordu. Battaniyesinden çıkarttığı elini kolyeme doladı. Annesinin parçasını nasıl da biliyordu. Yer yüzünde şu manzaradan daha güzeli var mıydı? Sanmam.

Onu tek elimle tutup kolyeme dolanan parmaklarını çözdüm. O ise minik parmaklarını işaret parmağıma doladı. Eğilip elini öptüm. Kokusu işledi ciğerlerime.

"Hadi minik fasulye tanem... evimize gidelim."

Kıkırtısı doldu kulağıma. Anlıyor muydu bilmiyorum? Ama hissediyordu. Tuttuğum eli bırakmayacağımı hissediyordu. Ömrüm el verdiğince elimi bırakmasına izin de vermeyecektim. Bundan sonraki hayatımızı ikimiz üzerine inşa edecektim. Belki takılacaktım, düşecektim ama daha güçlü kalkacaktım. Bu kez kendim için değil. Bu kez hesap görmek, intikam almak için değil. Sevmek için. Büyütmek için. Bu kez yaşatmak için düşsem de daha güçlü kalkacaktım.

Artık hayatımda bir bebek vardı.

Bana bahşedilmiş bir bebek...

 

Loading...
0%