Yeni Üyelik
7.
Bölüm

YEDİNCİ BÖLÜM

@kutuphaneciih

 

SEVGİLİ OKURLARIM BİR GÜN GEÇ GELDİ BÖLÜM🥹BEKLEDİK AMA DEYDİ BENCE🌷

 

✨BEĞENİLERİNİZ VE YORUMLARINIZ BENİM İÇİN ÇOK KIYMETLİ✨

 

&&&&&&&&&&&

Sakinliğin karakterime ters olduğunu düşündüğüm zamanların nasıl da ziyan edildiğini fark ettiğim o anlardaydım. Biraz durmak, düşünmek hiç de sandığım gibi sancılandırmıyordu ruhumu. Aksine cezvede ağır ağır köpüklenen kahvemi alıp denize karşı sessizce içmek ruhumdaki sızılara iyi geliyordu. Tam olarak o anın içindeydim. Ahi’yi uyutmuştum. Dün akşam Afşin’den ödünç aldığım kitabımı okuyordum. Altınoluk’a gelişimizin 7.günündeydik. Bir haftayı geride bırakmış olmama rağmen sanki yıllardır bu küçük kasabada yaşıyor gibi hissediyordum. Afşin bana market, fırın gibi lazım olabilecek yerleri göstermişti. İki gün önce hava güzel olduğu için Ahi’yi arabasına yatırıp ilk kez markete yalnız gitmiştim. Hem bana yürüyüş olmuştu hem de Ahi ile yaşadığımız yeri keşfetmek adına ilk adımı atmıştık.

Telefonumun zil sesi kısık olduğundan titreşimdeydi ve masanın kenarına kadar gelmişti. Düşmeden alıp cevapladım.

“Oooo Kraliçe!” serzeniş dolu sesi ile Serdar göründü ekranda. “Hani homeoffice çalışma disiplini? Hani uzaktan işleri yürütme? Sen baya baya beni koca şirketle baş başa bırakıp terk ettin!”

Bıkkın ifademle cümlelerini tamamlamasını bekliyordum. Elimdeki kitabın kaldığım sayfasına Su Ela’nın iki yaş doğum gününde çekilmiş fotoğrafını -kitabı alınca içinde bulmuştum. Afşin’de kitabın ayracı olduğunu söylemişti.- bırakıp masanın üzerine koydum.

“Amerikalı ortaklar programın ara yüzünü sunmamızı bekliyorlar. David, senin ne zaman yanına gideceğini soruyor. İtalya projesindeki taslaklar onayını bekliyor ama sen oturmuş deniz karşısında kitabını okuyup anını romantize ediyorsun! Napsın bu Serdar? Ne yana koşsun?”

Yüzümde kocaman gülümsememle baktım ona. Gözlerini kırıştırdı. Hayret ifadesini çok açık okuyabiliyordum. O bana sorgular gözlerle baktıkça ben daha da gülüyordum.

“Kraliçe?”

“Buyur benim.” Dedim keyifli sesimle.

“Görüntü okey ama huy…” başını iki yana salladı. “Sana ne oldu bir hafta da? Hayır her gün de görüştük. Bu değişimi illaki fark ederdim.”

Kahvemden bir yudum daha alıp boşalan bardağı da kitabımın yanına bıraktım. Denizin kıyaya vuran dalgaları ne çok hırçındı ne de sakin. Kendi halinde gelgitlerinin sesi ruhuma vuruyordu.

“Abartma Serdar.” Dedim yine aynı tonla.

“Yoo! Yoo…” derken başını hayretle sallıyordu. “Ben abartmıyorum. Benim bildiğim Kraliçe onca lafın altında kalmazdı. Daha ilk cümlede ‘Beni buraya sen yollamadın mı? Ne bu tantana!’ der ağzımı kapatırdı. Ben bu Kraliçeyi tanımıyorum. Bünyemin bunu hazmetmesi lazım.”

Eskinden içimde her zaman öfke kusmaya hazır biri varmış gibi hissederdim. En ufak bir laf, en ufak bir ima bile yeterliydi öfke patlaması yaşamama. Ama artık içimdeki öfkeli kadını bastırabiliyordum. Onu yok etmeyi istiyordum ama o kadar güçlü hissetmiyordum. Onun için zamana ihtiyacım vardı.

“Keyfim yerinde, o yüzden seninle uğraşmayacağım.” Dedim sadece. “Amerikalıların istedikleri ara yüzü ekip halledebilir. O kadar donanımları var. David’e bir mail atıp kısa süreçte görüşmemizin mümkün olmadığını, online toplantı yapabileceğimizi iletsin Asel. İtalya projesine gelince de buraya gelmeden önce Doruk’a bu iş hakkında bilgilendirme vermiştim. Taslağı bitirdiğinde bana sunacak.”

Ellerini teslim olur gibi havaya kaldırdı. Kaşları havalanmış bana bakmaya devam ediyordu.

“Peki Kraliçe her şeye okey. Altınoluk sana sandığımdan çabuk yaramış.” Yüzüne yerleşen o gülümsemesine göz devirdim. Biliyordum ki o pis gülümsemenin ardından beni sinir edecek bir şey gelecekti. “Ne desem ki? Acaba sana yarayan Altınoluk mu yoksa yan komşun mu?”

“Serdar!” dedim onun en aşinası olduğu uyarıcı ses tonuyla. Tek kaşım kalkmış, hafif telefona doğru eğilmiştim. “Zevzek zevzek konuşmak için aradıysan kapat. İnan ki senin bu saçmalıklarını dinlemek yerine kitabımı okumayı tercih ederim.”

“Tamam tamam kızma hemen. Sakin ol! Sakin ol!...” O suratını böyle şebek gibi yaptığında benim de kaşlarım normale dönmüştü. Ne kadar kızsam bile uzun sürmüyordu. “Ben seni aramadım zaten, nerde benim minik adamım?”

“Uyuyor.”

“Aaaah!” diye çıkıştı birden. “Bu çocuk dayısını niye sevmiyor. Ne zaman arasam uyuyor.”

“Dayısı hep uyuduğu zamanlarda arıyor da ondan.”

Serdar telefonun ucunda uflayıp puflarken bebek telsizinden gelen mırıltılarla sustu. “Heyt be! Dayısının aslanı duydu sesimi uyandı.” Sesindeki sevinç içimi ısıttı. Serdar’ın beni benimseyişinden daha çok birisini benimseyeceğine inanmazdım. Bu sahiplenişi, aile oluşu… Bir gün bana bir şey olsa bile biliyordum ki Ahi’yi eksiksiz büyütmemeye çabalayacak bir dayısı vardı.

“Hadi götür yanına da göreyim.”

Sandalyeden kalkıp içeriye doğru ilerledi. Üst kata çıktığımda yatağın ortasında kendi kendine elleriyle oynayan Ahi’yi görüp yanına uzandım. Telefonu havada tutuyordum ki Serdar ikimiz de rahatça görsün.

“Günaydın minik insan.”

Anlamsız sesler.

Tercümesi ‘Günaydın dayıcım’

“Sen dayını özledin de uyandın mı?”

Anlamsız mırıltılar.

Tercümesi ‘Alakası yok, sadece acıktım.’

“Nasılsın dayısının aslanı? Sevdin mi yeni evini?”

Mırıltıların tonu yükseldi.

Tercümesi ‘kesinlikle sevdim. Deliksiz uykularımın keyfini çıkartıyorum.’

“Demek sevdin? Anne de sevmiş. Evi sevmiş… komşusunu sevmiş. Yüzündeki ışıltısından belli…” Yaptığı ima ile telefon kadrajına sadece kendimi aldım.

“Serdar! Edebinle konuş! Yoksa telefonu suratına kapatacağım.”

“Kötü bir şey demiyorum ki Kraliçe! Sen bekar, Afşin be-“

Daha fazla konuşmasına izin vermeden kapattım telefonu suratına ve yatağın kenarına bıraktım.

Benim aklım, fikrim, kalbim zaten bir haftadır karma karışıktı. Bir de Serdar ve imaları ile başa çıkamazdım. Çabuk etkilenen bir kadın değildim. Hatta buz dağı gibi olduğumu söylerdi insanlar. Ama etkileniyordum. Belki de yeni bir yere taşınmanın, son bir aydır hayatımın tamamen değişmesinin içimde oluşturduğu boşluktan kaynaklıydı. Gelip geçici bir histi belki de… Afşin iyi bir adamdı. Yardımsever bir komşuydu. Ben alışık olmadığım için etkilenmem doğaldı. Alıştığımda içimdeki düzensiz hisler yığını da normaline dönerdi.

Yüzüme dokunan minik parmakları kavradım ve öpücükler kondurdum. Ahi, gülümsüyordu. Ayaklarını hızlı hızlı hareket ettiriyordu. Heyecanına ortak olup kıkırdadım.

“Sen bakma dayına fasulye tanem.” Ahi’yi dikkatlice kucakladım. “Onun hastalığı bu. Benimle uğraşmadan duramam sendromuna kapılmış. Senelerdir şifasını bulamadık.” Gözlerini kocaman açmış beni dinliyordu. Tüm dikkati bendeydi. “Dafne ablan ona iyi gelir, beni biraz rahat bırakır diye ümit etmiştim ama pek de öyle olmadı. Aynı tas aynı hamam devam ediyor…”

Yataktan kalkıp alt kata indim. Ahi, birazdan acıktığı için fırtınalar kopartabilirdi. O yaygarayı basmadan ben karnını doyurmalıydım. Mutfağa geçtiğimde mama kabını açtım. Dibinde sadece iki biberon için mama olduğunu gördüğümde kendime kızdım. Neredeyse bir koca aydır Ahi’yle yaşıyordum ama hala alışamadığım şeyler vardı. Mesela bezinin azaldığını ya da mamasının bitmek üzere olduğunu takip edememek gibi.

“Sanırım alışverişe çıkmamız gerekiyor.”

Anlamsız mırıltılar.

Tercüme ettiğimde ‘Kesinlikle, yoksa aç kalacağım.’ Diyordu.

“Ama hava çok soğuk, rüzgârda sert esiyor. Ya seni hasta edersek?”

Anlamsız mırıltılar.

‘Olabilir… ben de şimdi tam bilemiyorum.’

Bir yandan mamayı yapmaya koyuldum. Isıtıcıdaki su kaynarken biberona mamasını koyuyordum.

“Seni Afşin’e bıraksam?”

Anlamsın mırıltılar.

‘Fena fikir değil ama geç kalırsan kopartırım yaygarayı.”

Isıtıcıdan suyun kaynadığını belli eden ‘tık’ sesi geldi.

“O zaman bi arayıp soralım bakalım müsait miymiş?”

Biberonun ağzını sıkıca kapatıp çalkalarken kendimi koltuğa bıraktım. Isısını kontrol edip iyi olduğunu görünce Ahi’nin minik dudaklarına yaklaştırdım. Hızlıca kavrayıp mamasını içmeye başladı. Bir ay öncesinde birisi çıkıp kucağında bebek besleyeceksin, o mamasını iştahla içtiği için sevinçten dört köşe olacaksın deseydi inanmazdım. Şimdi onun karnı doyuyor diye ben de tok hissediyordum. Saçlarım önüme düşüp onun yüzüne değdiğinde yüzünü buruşturdu. Saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. Ve onu izledim. Benim minik mucizemi.

“Teşekkür ederim… Bana sıkı sıkı tutunduğun için. Beni yalnızlığıma terk etmediğin için…”

Gözleri hafiften kapanıyordu. Maması bittiğinde biberonu saldı. Dudaklarında kalmış bir damla mamayı sildim parmağımın ucuyla. Gülümsedi. Gözleri tamamen kapanmıştı. Biberonu koltuğun kenarına bırakıp odaya çıktım. Ahi’nin etrafına yastıkları dizdikten sonra telefonumu alıp çıktım odadan.

Rehbere girip Afşin’in üzerine tıkladım. Birkaç gün önce öğle vaktinde kapım çalınmıştı. Afşin elinde tuttuğu minik kâğıdı bana uzatmıştı. Gülümsemesi her zamanki gibi parlak, bakışları denizleri kıskandıracak kadar maviydi.

“Herhangi bir şeye ihtiyacın olursa diye numaram bu kâğıtta yazıyor.” Demişti. “Ne bileyim bir yere gideceksindir yol tarifi istersin. Adar için bir şeye ihtiyacın olur… Çekinmeden arayabilirsin. Saatin bir önemi yok. Çok geç oldu, çok erken diye düşünme. Yalnızca tuşa bas… iki kez çalmadan açmış olurum.”

Şimdi tam da öyle bir anın içerisindeydim. Ve bir kez çaldı, ikinci çalışı duymadan Afşin’in sesi doldu kulağıma.

“Yıldız çiçeği?”

Bir ufak nefes verdim. Kalp ritmim bir tuhaftı. Boğazımı temizledim.

“İyi günler Afşin.” Dedim zar zor bulduğum sesimle. “Nasılsın?”

“İyiyim…” dedi. Ses tonu enerji doluydu. Onu diğer herkesten ayıran bir özelliği de buydu. Her daim yaşam doluydu. Hiç acı görmemiş gibi… Hiç zorluk çekmemiş gibi… Ama ölüm görmüş birisiydi. Acı çektiğini biliyordum. Sadece güzel toparlanmıştı.

“Eğer müsaitsen Adar’a göz kulak olabilir misin?” diye sordum. “Markete kadar. Gidip geleceğim. Hava soğuk, şimdi onu çıkartmayayım dışarıya. Çok uzun sürmez.”

Telefonun ucundan gelen uğultulu ses durdu. Sanırım atölyede çalışıyordu.

“Çok acil bir şey mi lazım?”

“Ahi’nin maması azalmış. Onu alacağım.”

“Tamam, sen hiç çıkma. Ben Su Ela’yı okuldan almaya gideceğim birazdan. Dönüşte alırım.”

Derin bir nefes aldım. Neden içimde bir yerlerde kendime hâkim olamıyordum. Adam sadece bana, kızını okuldan aldıktan sonra mamayı alabileceğini söylüyordu. Ben neden içimde bir yerlerde çok değişik duyguları yaşıyordum?

“Hatta sen başka ihtiyaçların varsa onları bana mesaj at. Hepsini bir alırım.”

“Zahmet etmeseydin.” Dedim çekinerek. Afşin’in bu yardımseverliği kafamdaki karışıklığı içinden çıkılmaz hale sokuyordu.

“Aşmadık mı bu zahmet meselesini Yıldız çiçeği?” diye sordu. Sesinde sitem yoktu. “Alt tarafı markete uğrayacağım. Zaten Se Ela’ya da söz vermiştim markete gideceğiz diye.”

“Tamam o zaman,” derken alt kata iniyordum. “Ben liste yapmıştım bahçedeysen vereyim.”

Mutfağın duvarındaki mantar panodan yaptığım eksik listesini çıkarttım ve üzerine mamayı ekledim. Kapının yanındaki askıda asılı duran çantamdan kredi kartımı alıp kapıyı açtım. Afşin verandanın basamaklarını çıkıyordu. Göz göze geldiğimizde gülümsemesi yayıldı yüzünde ve bana bulaştı.

Üzerinde hâkî renk kazağı, lacivert kot pantolonu vardı. Çalışırken taktığı bel önlüğünde bir sürü alet görünüyordu. Ağır adımlarla yanıma vardığında yorulduğunu belli eden ter damlacıklarını gördüm. Gülümsemem mahzunlaştı. Babamın da alnında böyle ter damlaları birikirdi.

“Babacım neden senin alnında bir sürü su var?” diye sordum. Sokağın başında eve geldiğini görüp koşarak yanına gitmiştim. Beni tek hamlede kucağına almıştı. Birlikte evimize doğru yürüyorduk. Güneş batmak üzereydi. Gözlerine vuruyordu ışığı. Kahve gözleri parıldıyordu. Yüzünde yorgun bir gülümseme vardı.

“Onlar su değil Yıldız çiçeğim,” dedi. “Onun adı alın teri.”

“Alın teri ne baba?”

“Alın teri evine, çocuklarına helal lokma getirmek için çok çalışan babaların alnında biriken bu ter damlaları Yıldız Çiçeğim.”

Ellerimle silmiştim o ter damlalarını. “Yorulduğun mu babacım.”

“Yoruldum.” Yanağımdan kocam öptü. “Ama seni öpünce tüm yorgunluğum kuş olup uçtu.”

Elim yanağıma gitti. Yıllar sonra o kocaman öpücüğü yeniden hissettim sanki. Bir rüzgar esti ve kokusu geldi burnuma. Bu küçük kasaba mıydı beni çocukluğuma götüren yoksa Afşin ve Su Ela mı? Tekrardan evde hissetmek, yeniden Yıldız Çiçeği olmak… bu tarif edebileceğimden daha büyülü bir mucizeydi.

“Yorulmuşsun.” Dedim. Dudaklarımdan birden kaçıvermişti. “Kahve içer misin?” bir haftadır gözlemlediğim şeylerden birisi de Afşin’in gün içinde yoruldukça kahve içmesiydi.

“Şöyle köpüklü bir kahve tüm yorgunluğumu alır.”

Kapının önünden çekilip girmesi için yer açtım. Afşin ayakkabılarını çıkartırken ben mutfağa doğru geçiyordum. Kapı kapandı, Afşin masaya oturdu. Arkam dönükse de seslerden yaptığı hareketleri anlayabiliyordum.

“Sipariş yetiştirmeye mi çalışıyorsun?”

“Bu seferki oldukça özen isteyen özel birisi için.” Dediğinde omzumun gerisinden baktım ona. Yorgunluğuna rağmen mutlu yüz ifadesiyle beni izliyordu.

“Eminim harika bir şey oluyordur.” Dedim. Marangoz olduğunu söyledikten sonra atölyesini detaylı gezdirmişti. Öncelerde yaptığı siparişlerinin fotoğraflarını görmüştüm. Bazıları dünyaca ünlü insanlar için özel hazırlanmıştı. İş dünyasından tanıdığım birçok iş insanı ile çalıştığını duyduğumda şaşırmıştım. Hakkını vermek gerekirse yaptıkları normal bir marangoz işçiliğinin çok üstündeydi.

“Bittiğinde gösteririm.” Dedi. Cezveyi ocağa aldım. Hala kahve yapmayı becerebildiğim söylenemezdi o yüzden geriye dönüp Afşin’e en masum bakışımı attım.

“N’oldu?” diye sordu.

“Bol köpüklü olmasa?”

Kıkırtısı doldurdu mutfağı. Gözlerimi devirmemek için kendimi tuttum. Serdar’da kilometrelerce uzağa gelmiştim ama benim de illetim dalgacı adamlardı sanırım.

“Afşin! Daha bir hafta önceye kadar suyumu bile yardımcım getiriyordu!” diye sitemlendim. “Mutfak konusunda bir haftada özel yeteneklerimin çıkmasını bekleme!”

Gülmeye devam ederken sandalyeden kalktı ve yanıma doğru geldi. Ocağın üzerine koyduğum cezveye göz ucuyla baktıktan sonra ocağın altını yaktı.

“Senden harikalar beklemiyorum Yıldız. Çiçeği,” Yüzünü bana doğru dönüp avuç içleri tezgaha yasladı. “Ama sinirlendiğinde bir şeyleri yapma konusunda daha motive oluyorsun.”

“Ne çabuk gözlemlemişsin beni!”

Uzanıp dolaptan bir fincan çıkarttım.

“Hadi ama…” derken cezveye göz attı. “Tanıştığımızda mutfak bezinin yerini bile soruyordun ama biraz üzerine gelip ‘Sen mi hazırlayacaksın?’ dediğim kahvaltıda beklenmedik bir performans gösterdin. Tabi hazırladığın akşam yemeği de fena değildi. Ve sen bunları sırf yapabildiğini kanıtlamak için yaptın.”

Pişen kahveyi ocaktan alıp fincana boşaltırken bir eliyle de ocağı kapatmıştı. Masaya doğru yürüyüp oturdum.

“Sen benim gazla motive olduğumu mu iddia ediyorsun?”

Bu kez kıkırtıdan daha fazlasıydı yankılanan. Şen kahkahası doldu kulaklarıma. Sandalyeyi çekip karşıma oturduğunda hala gülüyordu.

“Dalya sence de ‘gazla çalışmak’ Tabiri için fazla yaşlı değil miyiz?”

Onun gülümsemesi yüzünde yayılırken benim suratım asılmıştı. Havasından mıydı suyundan mıydı bilmiyorum buraya yerleştiğimden beri fazla alık davranıyordum. Afşin söylediğinde daha net dank etti. ‘Gazla çalışmak’ da neydi? İlk okul 3.sınıf öğrencisi jargonuyla kurduğum cümleme bende güldüm.

Kahvesini yudumlardı. Derin bir nefes alıp gülümsemesini bastırırken geriye doğru yaslandı.

“Ben buna gazla çalışmak demezdim.” Dedi sesindeki o muzur ton yerli yerinde duruyordu. “Motive oluş şeklin sinir olmak. Birisi sana ‘yapamazsın’ dediğinde gözün kararıyor. Ve o şeyi başarana kadar durmuyorsun. Azimlisin.”

Evet çünkü başarısızlık benim lügatimde yoktu. Başarılı olmak için verdiğim çaba beni hayatta tutuyordu. Önemli olan başarmak değil, çabalayıp gerçekliğimden kaçmaktı. Ve bunu o kadar uzun yıllardır yapıyordum ki artık huyum haline gelmişti.

Afşin kahvesini bitirinceye kadar bir daha konuşmadık. Ben iç muhasebemi yaparken o beni sessizce izlemişti.

“Kahve için teşekkürler.” Dedi bardağı tezgâha bırakırken. Ona yarım yamalak gülümsedim.

“Teoride kahveyi ben yapmış olsam da pratikte pişiren sendin.”

Bardağı yıkayıp bulaşıklığa bıraktı. Mutfakla gerçekten bir uyum içerisindeydi. Benim gibi ayrıkotu değildi. Ellerini havluya kuruladıktan sonra bedenini tamamen bana döndürdü.

“Yorulduğumun farkında bile değildim.” Dedi. “Kahve teklifin sayesinde yorgunluğum kuş olup uçtu.”

Önüme düşen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. Başımı hafifçe kaldırıp gülümsedim ona.

“Rica ederim lafı bile olmaz.” Dedim. Tezgâha bıraktığım liste ve kartımı aldım. “Ne zaman yorulursan kapımı çalabilirsin. Saatin bir önemi yok. Çok geç oldu ya da çok erken diye düşünme. Sen zile ikinci kez basmadan kapıyı açmış olurum.”

Gülüşü aydınlandı. Uzattığım listeyi aldığında ben de ona gülümsedim. “Kartı almadın?”

“Komşuluk ölmedi ya…” dedi kapıya doğru ilerlerken. “Başka zaman da sen benim listemi alırsın. Böyle ufak detaylara takılma Yıldız Çiçeği.”

İtiraz etmeme fırsat vermeden çıktı ve kapıyı da ardından yavaşça kapattı.

Elimi kalbimin üzerine bastırdım.

Sakin ol Dalya!

Hayatında ilk kez yardım görmüyorsun!

Liseli bir kız gibi heyecanlanmaya son ver!

Dışarıdan bir aptal gibi göründüğüne eminim!

Kendime verdiğim uyarılarım pek de işe yaramıyordu. Yanmaya başlayan yanaklarım, hızlı çarpan kalbim bunu işaret ediyordu.

Tamam kabul ediyordum, Afşin yakışıklıydı, ilgiliydi, yardımseverdi, sahipleniciydi, merhametliydi… Ama o benim komşumdu. Yalnızca 1 haftadır tanıdığım yan komşum!

&&&&&&&&

Sabahki sert rüzgarlar yerini sağanak yağışa bırakmıştı. Kısa bir süre dolu yağmıştı. Hava oldukça kapalı olduğundan evin içerisi de karanlıktı. Ahi huzursuzdu. Karnı tok, altı temiz olduğu halde ağlıyordu. Gazını da çıkartmıştım. Onu yüzü koyun göğsüme yatırmış salonda dolanıyorken yağmur şiddetini arttırdı. Cama vuran yağmur damlaları Ahi’yi daha da huysuzlandırdı. Bir yandan onu sallıyor bir yandan da adımlamaya devam ediyordum.

“Şişşşt… tamam bebeğim. Sadece yağmur yağıyor.”

Onu sakinleştirmek için verdiğim çabaya hava şartları pek yardımcı olmuyordu. Gök öyle bir gürledi ki ben bile yerimde hopladım. Tabi benim tepkim olayları daha da kötüleştirdi. Ahi’nin ağlayışı şiddetlendi.

“Tamam bebeğim… bir şey yok.” Kollarımı ona sarmaladım. Sırtını okşayıp başına öpücükler konduruyordum.

Birden ışıklar kapandı. Sıkıntılı bir nefes verip Sigorta kutusunu aramaya başladım. Bir tek bu eksikti çünkü. Serdar bana neden buranın fırtınalı bir yer olduğundan bahsetmemişti? Bunu ona ayrıca soracaktım.

Sigorta kutusunu buldum ama sigortalar atmamıştı. Bu da elektriklerin kesildiği anlamına geliyordu. Ev klima ile sındığı için bu sıkıntılı bir durumdu. İçerinin soğuması pek de uzun sürmezdi.

Üst kata çıkıp yatağın içerisinde durmak aklıma gelen en parlak çözüm olduğu için merdivenlere doğru yöneldim. Daha ilk basamağa adım atmıştım ki çalan zille geriye döndüm. Koltuğun üzerindeki battaniyeyi Ahi’nin üzerine attırdım.

“Kim o?”

Bu fırtınada kapımın çalışması beklediğim son şey bile değildi. Bir kez daha gök gürlediğinde içim ürperdi. Normalde yağmurdur, şimşektir pek korkmazdım ama bu fırtına beni geriyordu. Camdan dışarıya baktığımda denizin ne kadar hırçın olduğunu görüyordum. Bahçe duvarımıza çarpıp yükseliyordu.

“Benim Dalya, Afşin.”

Duyduğum isimle kapıyı araladım. Afşin şemsiyesini yanına koymuş endişeli gözlerle bana bakıyordu.

“Fırtınada elektrikler kesiliyor bazen…” dedi hızlıca. “Bizim evde şömine var. Su Ela’yla düşündük ki tam da ev kampı yapmak için bir fırsat…”

Kucağımda biraz olsun sakinlemeyen Ahi’ye göz ucuyla baktım. Ya yatağa girip battaniye ile ısınacaktık -ki Ahi böyle ağlarken pek yatakta durabileceğimizi sanmıyordum- ya da Afşin’in oldukça mantıklı ve eğlenceli görünen teklifini kabul edecektim.

“Aslında bizim için de çok iyi olur.” İkinci seçenek daha güzel göründüğü için beklemeden kabul ettim. Afşin içeriye girip kapıyı kapattı.

“Sen Adar’ı bana ver,” derken ellerini uzatmıştı. “Yanına lazım olacak şeyleri al.”

Ahi’yi, Afşin’in kucağına bırakıp telefonumun fenerinden faydalanarak hızlıca Ahi’nin ihtiyacı olacak şeyleri çantasına koydum. Üzerime ceketimi atıp yanlarına geldiğimde Ahi sakinlemişti. Minik minik iç çekişleri vardı sadece.

“Geldim,” dedim ayakkabılarımı giyerken. “Hazırım.”

Afşin battaniyeyi güzelce sarmaldı ve kapıyı açtı. Şemsiyeyi boştaki eline aldığında kapıyı kilitlememi ve yanına geçmemi bekledi.

“Şimdi üç dediğimde koşar adımlarla ilerleyeceğiz.” Dedi. Yağmur göz gözü görmeyecek derecede yağıyordu. “Basamaklara dikkat et.”

Afşin’in uyarılarını dikkate alarak dediklerine uydum. Ve birkaç saniye içinde onun kapısına gelmiştik. Su Ela heyecanla kapıyı açıp biraz geri çekildi.

“Hos geldinis. Nelde kaydınıs? Ayaç oldum bulda.”

İçeriye geçip ayakkabılarımızı çıkartırken Afşin, neden geç kaldığımızı açıklıyordu. Salon kısmına geçtiğimde içerisi sıcacıktı. Şöminenin yanan ateşi etrafı aydınlatıyordu. Koltuklar geriye çekilmiş, yere minderler bırakılmıştı. Ceketimi çıkartıp koltuğun kenarına bıraktım. Afşin, Ahi’yi battaniyesinden sıyırırken Su Ela babasının etrafında zıplıyordu.

“Baba uyanık mı? Sevebilil miyim?”

Afşin iç kısma doğru yürüyüp mindere oturduğunda, Su Ela’da hemen babasının dizinin dibine oturdu. Minik parakalarıyla Ahi’nin ellerine dokunup kendi kendine kıkırdadı.

“Fasulye de bizimle ev kampı yapacak de mi baba?”

Afşin kızına gülümsedi, başını onaylarcasına sallarken ben de minderlerden birisine bıraktım kendimi. Birkaç dakika önceye kadar kas katı kesilmişken yavaş yavaş gevşiyordum. Ceketimi çıkartıp yanıma bıraktım.

Odunların çıtırdayan sesi, alevlerin duvarlara yansıyan dansı, içeriyi kaplamış odunsu koku beni rahatlatıyordu.

Su Ela bana doğru döndüğünde parıldayan maviliklerini gözlerime kenetledi. “Dalya teyse seninle ev kampı yapacağımıs için çok helcanlıyım.”

Ellerini çırpıp ayağa kalktı ve yemek masasının üzerinden bir şey alıp geri döndü. Minik elleri arasında tuttuğu kutuya benzeyen şeyi önüme bıraktığında anlamak için gözlerimi kıstım. Etraf biraz loş olduğundan seçmek zordu.

“Dalya teyse ilk kes mi ladyo gölüyolsun.” Derken kıkırdamaya başladı. Su Ela radyo olduğunu ondan öğrendiğim şeyi yukarıya kaldırıp göz hizama tuttu.

“Ev kampında hep şalkı çalal. Bis de şalkılala eşlik edelis.” Bakışları babasına döndü. “De mi baba?”

Ahi’yi kucağında pışpışlarken kızını onayladı Afşin. “Bizim ev kamplarımız meşhurdur.”

Afşin’in verdiği ek bilgiyle gülümseyip Su Ela’nın uzattığı radyoyu aldım ve biraz tuşlarıyla oynadım. Cızırtılı seslerin arasında yükselen şarkıyla Su Ela ellerini çırpmaya başladı. Sezen Aksu, Manifesto şarkısı çalıyordu. Radyoyu yere bıraktığımda ellerimin üzerine minik eller kapandı.

“Hadi Dalya teyse dans edelim.” Uygulanan minik kuvvete dayanamayıp ayaklandım. Ben öylece dururken Su Ela belini kıvıra kıvıra ritme uyum sağlıyordu. Ellerimi daha sıkı kavrayıp beni de hareketlendirmeye çalıştığında ona biraz yardımcı olmak adına ben de ritme bıraktım kendimi.

Afşin bize ıslığıyla ritim tuttuğunda Su Ela’nın kahkahaları doldurdu ortamı. Tabi onun neşesine uymamak elde değildi. Bir fırtınalı nisan akşamında, şömine ateşinin yansımasında radyodan çalan şarkıda dans ediyorduk. İçimde neşeli kahkahalar atan kız çocuğunun coşkusu yankılanıyordu. Huzurlu hissediyordum. Mutlu. Ve eksiksiz…

Şarkılar değişti, biz dans ettik. Birkaç şarkı sonunda benim enerjim tükenmişti ama Su Ela’da sonsuz bir enerji vardı. Ben kendimi mindere bıraktığımda o dansına devam etti. Afşin ıslıkla eşlik ederken ben ellerimi çırpıyordum. Öyle güzel kıvırtıyordu ki, tütülü eteği uçuşuyordu. Saçları dalga dalga savruluyordu. Artık yorulduğunda kendisini kucağıma bırakmıştı. Saçları terlemiş alnına yapışmışken parmaklarımla hemen tutamları geri çektim.

“Ne güsel bil aksam oldu de mi Dalya teyse?” boncuk gözlerini bana kenetlemiş yüzündeki yorgun gülümsemesiyle sordu. “Çok eylendik.”

Ellerim benden izinsiz saçlarını okşuyordu. Yumuşacık saçlarında kayıp giden parmaklarım onu mayıştırıyordu. Kocaman esnerken eliyle ağzını kapattı.

“Çok eğlendik Su perisi.” Dedim heyecanlı sesimle. Gerçekte de çok güzel bir akşam olmuştu. Ne fırtınayı ne de gök gürültüsünü duymuştum.

“Senin biraz uykun geldi sanırım?” diye sorduğumda başını salladı.

“Bilascık.”

Afşin kucağında uyuyan Ahi’yi yanındaki mindere bırakmıştı. Ayaklanacağı sırada Su Ela elini ‘dur’ dercesine kaldırdı. Bakışlarını yeniden bana döndürdü.

“Beni sen uyutul musun?”

Ses tonundaki o rica beni sol yanımdan vurdu. Göz bebekleri titriyordu. Saçlarında gezinen ellerim durdu.

“Uyuturum tabi.” Dedim hiç düşünmeden. Su Ela bir şey istediğinde hayır demek mümkün değildi. En katı iradeyi bile kıracak bir gücü vardı.

Afşin yerine geri otururken gözlerimiz buluştu. Minneti gördüm. Sessiz teşekkürünü ona kocaman gülümseyerek cevapladım.

Su Ela’ya önce dişlerini fırçalattım. Daha sonra odasına çıkıp pijamalarını giymesine yardımcı oldum. Pıtı pıtı adımlarıyla yatağına yürüyüp hoplayarak çıktı yatağına. Sol tarafa doğru kayıp bir boşluk bıraktı. Minik ellerini boşluğa vurdu birkaç kez.

“Hadi gel yanıma.” Dediğinde kendimi bırakıverdim. Elektrikler hala gelmediği için odayı ufak baş ucu lambasıyla aydınlatıyorduk. Anladığım kadarıyla buralarda fırtınalar çok oluyordu. Çünkü Afşin’in evinde bu durumlar için tedbirler alınmıştı.

Su Ela ikimizin arasına sarı saçlı bebeğini yatırıp kollarını bana doladı. Sineme yatışı kalp ritmini değiştirdi. Elim saçlarına gitti, yüzündeki tutamları geriye çektiğimde yüzü açıldı. Gözlerini yummuş beni kokluyordu. Birden gözlerini açıp baktı.

“Sen çok başka kokuyolsun Dalya teyse,” dedi uykulu sesiyle. “Ben öyletmenimi de çok seviyolum. Ona da sıkı sıkı salılıyolum. Ama o senin gibi kokmuyol. Sen çok başka kokuyolsun.”

Cümlenin sonlarına doğru gözleri kapanmıştı. Bir şey diyemedim. Dilim lal oldu. Sadece saçlarını sevdim. Fırtınanın sesi yükseldiğinde uyanmasın diye Ahi’ye sık sık söylediğim şarkıyı mırıldanmaya başladım.

Karanlıktan gelicekler

Önünde dikilecekler
Sarı sarı, dişleri olucak
Sivri pencereleri olucak
Yakalayacak sanıcaksın
Ama hep sen kazanıcaksın

Ben sana, koşmayı öğreticem
İçinden gülmeyi öğreticem

Yalanlar söylicekler
Sözlerinden dönecekler
Buzdan kalpleri olucak
Acı sözleri olucak
Yaralicak sanacaksın
Ama hep sen kazanacaksın

Üstlerine, gitmeyi öğreticem
Düşünce, kalkmayı öğreticem

Bazen de, susmayıp, bağırmayı
Utanmadan hüngür hüngür, ağlamayı

Sevgililer gelecekler
Kalbini delicekler
Ahu bakışları olucak
Tatlı dilleri olucak
Hep sevecek sanıcaksın
Ama bazen yanılıcaksın

O an orda, durmayı göstericem
Bu da geçer yahu'yu öğreticem

Bazen de, tam ortadan, kırılmayı
Yere düşen, camlar gibi, dağılmayı

Bazen yalnız bırakıcaklar
Ne yapacaksın bakıcaklar
Hep planları olucak
Hep bir başları olucak
Kırılacak sanıcaksın
Ama hep sen başarıcaksın

İçinden yanmayı göstericem
Kendini sevmeyi öğreticem

Gidipte varmayı öğreticem

&&&&&&&&&&&

Su Ela iyice daldığında kapısını aralık bırakıp aşağıya inmiştim. Afşin ve Ahi’yi minderin üzerinde muhabbet ederlerken bulduğumda bir süre adım atmayıp izledim. Afşin elindeki biberonu Ahi’nin dudaklarına tutarken ona bir şeyler anlatıyordu. Kısık sesli konuştuğunda kelimelerini seçemiyordum. Sakin adımlarımla ilerledim onlara doğru. Ateşin ışığında daha da parıldıyordu sanki yüzü. Mütebessim çehresine bakarken iç çektim. Bilinçli bir hareket değildi bu. Bir an bu görüntü karşısında nefesim kesildi. Afşin yüzünü Ahi’nin boynuna gömüp bir derin nefes aldı. Gülümsedim. Öyle bir gülümseme ki güller açtı sanki yüzümde.

İçinde boğulduğum hislerimi dizginlemek adına bir derin nefes daha alıp boğazımı temizledim. Afşin geldiğimi fark ettiğinde gülümsemesini hiç silmeden bana doğru çevirdi başını.

“Siz iki erkek ne kaynatıyorsunuz bakalım?” derken Afşin’in karşındaki mindere oturdum.

“Hiç!” dedi i sesini uzatarak.

Önüme düşen saçlarımı omzumun gerisine attım. Bakışlarım yeniden Afşin’i bulduğunda mavilikleri saçlarıma odaklanmıştı. Zordu ne hissettiğini ne düşündüğünü anlamak. Aslında çok açık bir adamdı ama bir o kadar da kapalıydı. Bilinmezlikleri geçmişiydi. Sormaya da çekiniyordum. Merak ediyordum, hem de deli gibi… Kendimi durduramıyordum. Eşini ne zaman ve neden kaybetmişti? Bir daha neden evlenmemişti? Neden bir küçük kasabada yaşamayı seçmişti? Su Ela’yı tek başına büyütürken hiç mi zorlanmamıştı?

“Sor hadi.”

Ansız sözleriyle daldığım gözlerinden çektim bakışlarımı. Etrafta gezindirdim kahverengi harelerimi. O kadar mı belliydi?

“Çekinme sor.” Diye yeniledi. “Neyi merak ediyorsun?”

Bakışlarım onun bakışlarına denk düştüğünde samimiyeti gördüm. Yalınlığı, açıklığı. Afşin çok net bir adamdı. Gerçekten karşılaştığım hiç kimseye benzemiyordu. Bazı yönlerinin benzediği babam hariç.

İkimiz aynı anda derin bir nefes aldık. Sessizlik düşmüştü aramıza. Afşin maması biten Ahi’yi yanındaki mindere yatırdı. Gözleri çoktan kapanmıştı. Dudakları hala emiyor gibi hareketliydi. Birkaç kez göbeğini sıvazladı. Başını hafif yana çevirdi. Bebek bakmaya bu kadar vakıf olması beni gafil avlıyordu. Yakışıyordu bir de. Sanki bu dünyaya baba olmak için gelmiş gibiydi. Hiç hatası yoktu. Bu beni bazen sinir ediyordu. Onun yanında kendimi çok beceriksiz hissediyordum.

“Peki ben sorayım o zaman.”

Sessizliği bozan o oldu. “Neyi merak ediyorsun?” diye sordum. Ben olduğum gibiydim. Göründüğüm kadardım. Pek merak uyandırdığımı düşünmezdim. Ama gözlerindeki saf merak beni de kendime karşı meraklandırdı.

“İstanbul’daki hayatını bir çırpıda kenara atıp buraya yerleşmenin sebebi ne?”

“Kendimi bulmak.”

Sırtını duvara yaslayıp avuç içlerini yere yasladı.

“Nerde kaybettin kendini?”

Durdum.

Göz bebeklerim titredi.

Yutkundum.

Benim can dostum dediğim Serdar bile hiç sormamıştı bunu. Belki de cevap vermeyeceğimi bildiğindendi sorgulamayışı. Ben de sorsa söylemeyeceğimi düşünüyordum ama şimdi eteğimdeki tüm taşları buraya bırakasım vardı.

“12 yaşında bir yetimhanenin soğuk duvarları arasında.” Dedim. Sesim fısıltıdan yüksek ama sesli denilemeyecek kadar da azdı. Yutkundum zar zor. “Ben vazgeçilen çocuğum.”

Göz yaşlarım birikti. Dudaklarımı dişledim. Bir damla süzüldü, hızlıca sildim.

“Anlatmak istemezsen…” diye başladığı cümleye müdahale ettim.

“Artık istiyorum.” Dedim. “İlk kez birisi sormuşken… anlatmak istiyorum.”

Buydu. Sorun bunu bana kimsenin sormamasıydı. Hep eleştirilmiştim.

Neden bu kadar kabasın?

Neden bu kadar işkoliksin?

Neden hiç kimseyi sevmiyorsun?

Neden!

Neden!

Neden!

Birisi de çıkıp canını yakan ne diye sormamıştı. Hep davranışlarımdan dolayı ötelenmiştim. Bir süre sonra da bu benim için konfor alanı olmuştu.

“O zaman dök yüreğindeki tüm yükleri Yıldız çiçeği.” Dedi. “Bu gece senin yeniden doğuşun olsun.”

Göz yaşlarım seri seri ıslattı yanaklarımı. Onlar aktı ben sildim. Hiç çekinmeden burnumu çektim. Sanki ne yaparsam yapayım Afşin beni yargılamayacaktı. Bana bu güveni o vermişti. Bir haftada nasıl başarmıştı bilmiyorum ama yapmıştı işte. Özel güçleri olan sadece Su Ela değildi. Babası da en az onun kadar büyülüydü.

“12 yaşındaydım. Babam aniden hastalandı. Kalbi yetmiyormuş. Fark edememişler. Birden patlak vermiş. Birkaç ay hastanede yattığını hatırlıyorum. Yanına gidiyordum sürekli. ‘Öpünce geçer’ diyerek büyütülen bir çocuktum. O yüzden hep öperdim babamı. O zaman kardeşim çok küçüktü. Daha bir yaşında yoktu bile. Bizim bahçemizde çiçekler ekiliydi. Renk renk, çeşit çeşit bir sürü çiçek. Benim babam ekmişti onları. Elleriyle süslemişti bahçemizi. Bir gün o çiçeklerin solduğu, kuruduğunu gördüm. Çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Sanki o çiçeklerin soluşu gibi soldum bende. O gece, annemin feryatları vardı. Ağlayışları, çığlıkları. O çok güzel bir kadındı. Her zmaan gülümserdi. Bana kızdığında bile gülerdi çehresi. Ama o geceden sonra bir daha hiç gülemdi.” Burnumu çektiğimde bana bir peçete uzattı. Peçeteyi alıp burnumu sildim ve devam ettim hayatımın en kara gecesini anlatmaya.

“O gece hiç bitmeyecek sandım. Bir an önce gün doğsun da babamın yanına gideyim istedim. Ama keşke o gün hiç doğmasaydı. Babamın cenazesini getirdiler eve. Ölmek için çok gençti. Ben babasız kalmak için çok küçüktüm. Dilay… o henüz baba bile dememişti.”

Eğer ki o geceye dönseydim bir daha sabah olmasın diye dua ederdim. Güneş hiç doğmasın, babamın cenazesi o eve gelmesin…

“Babam artık yoktu. Annem günden güne soluyordu. Yemek yemiyordu. Sadece uyuyordu. Ben de yemiyordum. Sadece Dilay ağladığında yanına gidip ona sarılıyordum. Sonra annemin yatağının yanına oturuyor onunla birlikte ağlıyordum. Bir gün komşumuz Nesibe teyze geldi. Beni pek severdi. Hep hediyeler aldığını anımsıyorum. Ne olduysa o günden sonra oldu. Annem göz yaşlarını sildi ayaklandı. Nesibe teyzeyi evden yaka paça kovmuştu. Sebebini bilmem ama annemin gözlerindeki nefreti unutmadım hiç. Annem evden çıktı gitti. Birkaç gün sonra da beni kolumdan tuttuğu gibi otobüse bindirip yetimhaneye bıraktı. Yalvardım ama acımadı. Az yerim dedim, çalışırım eve para getiririm dedim ama o kadın ardına bakmadan gitti.”

Bir hıçkırık kaçtı boğazımdan.

“Ben… kendi annesine yük olan bir çocuktum.” Yutkunamadım. Öksürdüm. Afşin yerinden hızlıca kalktı ve birkaç saniye sonra elindeki suyu bana uzatıyordu. Suyu alıp birkaç yudum içtim. Karşımdaki minder yerine yanımdaki mindere oturdu. Buruk gülümsemle baktım ona. Gözleri gözlerimdeydi. Buğulanan gözlerimi yummak istemedim. Daha çok bakmak istedim gözlerine. Beni anlıyordu. Acıma yoktu bakışlarında anlayış vardı.

“Öyle işte… Sonra da ben ailesiz, köksüz, mutsuz birisi oldum. Sevgisiz…”

Başını iki yana sallarken gözümden akan yaşı sildi. Alaycı bir tebessüm vardı yüzünde.

“Sen misin sevgisiz olan?” diye sordu hayretle. “Sen hiç kendini dışarıdan gördün mü Dalya? Sen misin sevgisiz olan?”

“Yapma Afşin…” dedim cılız sesimle. “Sen bilmiyorsun. Benim ne kadar katı kalpli olduğumu, bakışlarımın insanları korkuttuğunu, benden kaçmalarına sebep olacak kadar öfkeli olduğumu… Sen hiç görmedin.”

“Ben gördüğüme bakarım Yıldız Çiçeği.” Başını hafifçe eğmiş gözlerime bakıyordu. “Durup da sana burada boş teselli verecek değilim. Ben zaten boş konuşmayı sevmem. Sana ne gördüğümü söyleyeyim mi?”

Bir kez daha burnumu çektim. Merak ediyordum. Beni nasıl gördüğünü, hakkımdaki izlenimlerini… Onun gözündeki Dalya nasıl birisiydi?

“Ben bebeğine bakarken gözlerindeki şefkati gördüm. Ağladığında titreyen harelerini. Uyurken ona dalıp gidişlerini… Su Ela’yla dans edişini, onunla birlik olup bana karşı dururken yüzünde oluşan o mutluluğu. Senin anlattığın gibi birisi böyle davranamaz. Katı kalbi izin vermez. Kalbinde bir yerlerde yaralı bereli bir kız çocuğu olduğunu kabul edebilirim ama katı kalpli sevgisiz bir kadın olduğuna inanmamı bekleme benden.”

İç çekişlerim yankılandı odanın içerisinde. Nedense Afşin beni anlattığında ona inanıyordum. Beni gördüğü halimi benimsiyordum. Bir kez daha burnumu çektim.

“Çok çirkinim değil mi?” diye sordum. “Yanında sürekli sümüğümü çekiyorum. Koskoca kadın-“

“Ah Yıldız Çiçeği… Keşke kendinin farkında olsan.” Bunu öyle bir tonda söylemişti ki sitemleniyor gibiydi.

“Sakın bu halimi güzellemeye çalışma Afşin!” diye takıldım ona. Artık göz yaşlarım dinmişti. Rahatlamış hissediyordum. Tamamen hafiflemiş sayılmazdım ama kendi tabularımı yıkıp attığım bu ilk adım beni biraz olsun rahatlatmıştı.

“Güzelleme yapmıyordum ki… Ağlarken herkes çirkindir.”

Kendimi biraz geri çektim. Artık ikimiz de gülüyorduk.

“Ben çirkinim yani?”

“Ağlarken evet.” Dediğinde omuz silktim.

“İyi bir daha yanında ağlamam!” diyerek ona sırtımı döndüğümde dirseğimde bir baskı hissettim. Omzumun gerisinde. Ona baktığımda mavi harelerini kahvelerime kenetledi.

“Eğer ağlamak istersen… kendini tutma.” Gözleri yüzümün her bir noktasında gezinip tekrar gözlerimde durdu. “Belli ki bu güne kadar çok tutmuşsun. Ben senin için ağlama duvarı olurum. Saklarım seni. Kimse görmez.”

Saklarım seni…

Kimse görmez…

Kimse bilmez düştüğünü… yaralandığını… acıdığını…

Beni saklayacaktı… Kimseler bilmesin, görmesin diye.

Kalbimin ritmi hopladı. Gözlerimi kırpıştırdım. Diyecek sözüm yoktu. Afşin artık beni zorluyordu. Sınırlarımı ilk andan beri ihlal ediyordu. Alanıma sızıyordu. Ördüğüm kaleleri aşıyordu. Bu kalbime bu kadar yakından dokundu ilk andı. Sanki elleriyle yara bere içindeki kalbimin kanamasını durdurmaya çabalıyordu.

“Anlaştık mı Yıldız Çiçeği?”

Başımı onaylarcasına salladığımda kocaman gülümseyip ayaklandı. Mutfağa doğru geçerken ben bedenimi ona döndürdüğümden habersizdim. Onu izledim. Dolap kapaklarını sessizce açıp bir şeyleri karıştırıyordu. Afşin’in etrafından saçılan bir ışık vardı. Benden başkası görüyor muydu o ışığı bilmiyordum. Bir konserve şişesi çıkarttı. Sıkışmış kapağın etrafına bez sarıp tüm gücünü uyguladı ve açtı kapağını. İçindeki koyu renk katı bir şeyi bardaklara koydu. Tüm bu işleri yaparken de kusursuz görünüyordu. İşinin ehli olan elleri sanki sihirliydi. İzledikçe izleyesim geliyordu. Alnına dökülen kumral bir tutamı üfleyerek geriye attı.

Dalya liseli kızlar gibi davranmayı kes!

Senden etkileniyorum diye bağırıyorsun!

Elinde iki bardakla bana doğru yürürken derin bir nefes aldım. Kalktığı mindere oturup bardaklardan birini bana uzattığında merakla baktım bardağa. Kokusu biraz garipti.

“Ekşitme yüzünü tadı güzeldir.” Dedi bardağı avcumun içine bırakırken.

“Ne ki bu?”

“Erik kompostosu.” Dedi. Bardağından kocaman bir yudum aldığında dudaklarındaki beğeni dolu gülümsemesinden etkilenerek ben de bir yudum aldım. Mayhoş bir tadı vardı. Ekşi desem değil tatlı desem değil. Garipti. Kokusu gibi ama fena değildi tadı. Şömine ateşi gürül gürül yandığından mıdır yoksa Afşin’e karşı çekilmemden midir bilmem sıcaklamıştım. Serin serin iyi gelmişti.

“Sen mi yaptın?” diye sordum bardağımı yarıladığımda. Başını iki yana salladı.

“Su Ela’nın ananesi yaptı. Sağ olsun hoşaf, komposto, salça kışlık olarak hazırlanan ne varsa bize de yapar.”

“Sık sık görüşüyor musunuz?”

“Bursa’da yaşıyorlar. Ben de aslen Bursalıyım. Kendi aileme gittiğimde Su Ela’yı da mutlaka götürürüm onlara. Netice annesinin ailesi. Bağlarını kopartmak vefasızlık ve vicdansızlık olur.”

Gülümsedim. İnce düşünceli bir adamdı.

“Su Ela senin gibi bir adamın kızı olduğu için çok şanslı.”

Derin bir nefes aldı. Bakışları düştü.

“Asıl ben şanslıyım. Hayatımda o olduğu için.” Dedi. Bir pişmanlık sezdim sesinde. Üzerine gitmedim. Anlatmak isterse anlatırdı.

“Kesinlikle.” Diye onayladıktan sonra bardağımla ilgilenmeye başladım. Merak içimde alev alev yanıyordu. Sorarak haddimi aşmaktan korkuyordum ama sormak istiyordum.

“Afşin?” dedim yüzüne bakmadan. “Hadsizlik etmeyeceksem bir şey sorabilir miyim?”

“Sor bakalım.” Dedi beklentili sesiyle. Gözlerimi bardağımdan kaldırıp ona çevirdim.

“Su Ela’nın annesi…”

Eşin…

“Neden vefat etti?”

Gözlerindeki acıyı gördüm. Bakışları havaya kalktı. Şöminenin üzerindeki fotoğrafa bakıyordu. Düğün fotoğraflarına… Ahşap oymalı bir çerçevenin içinde gülümseyen gelin ve damat. Siyah beyaz bir fotoğraf… Bir filimin posteri gibi.

“Trafik kazası.” Dedi titrek sesiyle.

Acıydı. Yakın zaman da böyle ani bir ölümü yaşamıştım. Beklenmedik ölümler daha derinden sarsıyordu. Her şey normalken, hayatından çıkıp gidiyordu. Öylesi hazırlıksız… öylesi beklenmedik. Geriye koca bir boşluk kalıyordu.

“Su Ela yeni doğmuştu... Ankara’da yaşıyorduk o zaman. Biz çok genç evlenmiştik. Henüz yirmilerimizin başlarında. Üniversite okurken. İki Bursalı üniversitenin bir organizasyonunda denk gelirler. Aşık olur evlenirler. Herkes karşı çıktığı halde hem de. Bekleyin, okul bitsin diyenleri duymadan.” Nasıl aşık olduğunu anlatıyordu. Gözleri resimde kenetliydi. Sanki o günleri görüyordu, yaşıyordu yeniden. Yüzünde bir tebessüm vardı. Hafif buruk, özlem dolu bir tebessüm.

“İkimiz de kariyerinde başarı hedefi olan ideal insanlardık. Koşuşturup duruyorduk. Başarmak için. Yeteneklerimizi dünyaya duyurmak için. Bu uğurda her şeyi erteledik. En başta da çocuk sahibi olmayı. Bunu isteyen bendim. Aslı, birkaç kez çocuğumuz olsa nasıl olur diye ağzımı aramıştı. Bense zamanı olmadığını söyleyip durmuştum. Önümüzde çok uzun yıllar olduğuna inanıyordum.”

Öyle bir iç çekti ki yangınını gördüm. Nasıl pişman olduğunu gördüm. Zamanı geriye alabilse değiştireceği şeyler olduğunu…

“İkimiz de başardık. Adımızı dünyaya duyurduk. Markalarımızı kurduk. Ben metropol insanıydım. Aceleciydim. Aslı benim aksime her zaman küçük bir sahil kasabasına yerleşip mütevazi bir hayattan bahsederdi. Bense belki emekliliğimizde derdim. Öyle çok işimle meşguldüm ki hiç fark edemedim Aslı’nın gerçek isteklerini. O aslında sadece benimle olabilmek için bana ayak uydurmaya çabalıyordu. Bense onun da istediği hayatın bu olduğunu sanıyordum.”

Ağır bir yük vardı omuzlarında. Mahcubiyet vardı.

“Hamile kaldığını söylediğinde o kadar heyecanlıydı ki… Gözleri parıldıyordu. Ben ne yaptım?” Gözünden düşen damlaya bakakaldım. Silmedi. Akıp gitmesine izin verdi.

“Ben hıyarın teki olduğum için! Adam olamadığım için hevesli karımın gözlerine bakıp ‘keşke daha dikkatli olsaydık!’ dedim. Benim bebeğime hamile olduğunu söyleyen 11 yıllık karıma hamile kaldığı için sitemlendim.”

Kendine kızgındı. Affedemiyordu. Elinde olsa kendi ölmüş olmayı dilediğini hissedebiliyordum.

Gözleri gözlerimi buldu. Mavilerinin rengi laciverte çalıyordu. Öfkeyi gördüm gözlerine. Alev ateş o öfkeyi. Derin bir nefes aldım.

“Bana hiç mi hata yapmıyorsun demiştin ya…” dedi titreyen sesiyle. “Ben hayatımın en büyük hatasını çocuğumun annesine ve çocuğuma yaptım. Başka hata yapmaya hakkım yok.”

Dudakları titrediğinde. İçim çekildi sanki. Yüreğimde bir yerler acıdı. Üzüldüm. Afşin’in kendisine yüklediği yük bana bile ağır geldi.

“Eğer Aslı ilk bebek meselesini açtığında bir çocuğumuz olmasını istediğimi söyleseydim en azından kızım annesiyle birkaç sene geçirmiş olacaktı. Koynunda büyümüş olacaktı. Annesinin sütüyle beslenecekti. Anne diyecekti…” Göz yaşları akın etti. “Benim kızım hiç anne diyemedi… Anne onun eksik yanı. Ve bunun suçlusu benim bencilliğim.”

Akan göz yaşlarına gitti parmaklarım. Elim yanağında kalırken baş parmağım akan göz yaşlarını siliyordu.

“Geri dönsek o kadını affeder miydim bilmiyorum? Ama kardeşime söz vermiştim. Büyüdüğümde onu alacaktım. Eğer ben kardeşim için gururumu bir kenara bırakıp geri dönseydim erken yaşında evlenip de henüz kendi çocuk sayılacak yaştayken çocuk doğurmazdı. Her ne kadar sevdiğiyle evlenmiş olsa da ben olsam izin vermezdim. Karşı çıkardım.”

Göz bebekleri titreşirken benim de gözlerim buğulandı. Kalbine dokunduğumu hissettim. Yaralarla bezeli olan o kalbinin avuç içlerimde attığını hissettim.

“Pişmanlıklarımız Afşin… bizi bugün ki insan yapan şeyler. Evet hatalar yaptık. Ve ağır bedeller ödüyoruz. O yük hep yüreğimizde olacak. Bu saatten sonra hata yapmayacağız. Geç kalmayacağız…”

Sustum.

Devamını getirmedim.

O kadarına cesaretim yoktu.

Bir haftadır tanıdığım bir adama… bu derece vurulmuş olmak delilikti.

Bana bir şeyler oluyordu.

İçimde sıkı sıkıya dizdiğim taşların hepsi yer değiştiriyordu.

Sadece bir hafta…

Çok kısa bir süre.

Ve çok uzun…

“Çocuklarımıza yani.” Dedim geriye çekilirken. “Sorumlu olduğumuz canlara artık geç kalmayacağız.”

Gülümsedi. Anlamlı bir gülümsemeydi. Ben de gülümsedim. Kuruyan dudaklarımı dilimle ıslattım. Yanaklarım yanıyordu. Hızlı nefes alıp verdiğim için göğsümün inip kalkışları şiddetliydi ve gözle görülür biçimdeydi.

“Geç oldu...” dedim ortamı dağıtmak için. “Kalkalım biz. Fırtınanın da dineceği yok gibi…”

“Kalın burada.” Dedi hızlıca. “Misafir odamız var.”

Gitsek daha iyiydi zira iyi değildim. Aklım dumanlıydı. Olmayacak şeyler düşünüyordum.

Komşuma âşık olmak gibi şeyler!

Bir haftalık komşuma!

“Elektrikler de gelmedi.” Dedi ikna etmek için.

Gözlerim Ahi’yi buldu. Şimdi eve gitsem üşütebilirdi. Onun için burada kalmamız en doğrusuydu.

“Rahatsızlık vermeyeceksen eğer-“

“Dalya!” uyarıcı tonuyla gözlerimi kaçırdım. “Biz bence bu gece artık birbirimize zahmet vermeyecek kadar yakınlaştık.”

Gözlerimi kırpıştırdım hızlı hızlı.

“O zaman biz yatalım.” Dedim. “Yani ben ve Ahi.” Telaşeli halime güldü.

Ben 34 yaşında yetişkin bir kadınım!

Ben 34 yaşında yetişkin bir kadınım!

Dalya Ulus! Kendini toparlasan iyi edersin. Yoksa seni kimse toparlayamaz.

“Hadi size odanızı göstereyim.” Dedi ayağa kalkarken. O ayakta bana bakarken ben kalkmaya yeltendiğimde elini uzattı. Başımı kaldırıp gözlerine baktım. Parıldayan gözleri deniz mavisine dönmüştü. Gülümsemesi parıldıyordu her zamanki gibi. Her şeye rağmen gülümseyebilmesi çok güzeldi. Yaşadığı acıya kendini gömmemişti. Güçlüydü.

Ondan güç almak adına uzattığı elini tutup ayağa kalktım. Elini tutmak güvenli bir limana demir atmak gibiydi. Bir adım mesafede yakındık birbirimize. Gözlerimi gözlerinden çekmedim. Eğer onun gözleri kaysaydı ne kadar heyecanlandığımı anlardı. Kalp atışlarım gümbürdüyordu. Duyuyor muydu sesini? Benim içimde yankılanıyordu zira.

Elimi zar zor da olsa çektim elinden ve minderde uyuyan Ahi’yi kucakladım. Afşin üst katta Su Ela’nın odasının yanındaki odaya girdiğinde arkasından girdim. İki kişilik bir yatak vardı. Bir dolap. Hepsi bu kadar. Sade bir odaydı. Telefonun feneriyle aydınlattığı odanın renklerini seçemiyordum.

“Ahi muhakkak gece uyanır. Mutfak emrine amade. Sakın çekinme. Çok ağlarsa, seni uyutmazsa bana seslenebilirsin.”

Kapının önünde duruyordu. Bense yatağın ucundaydım.

“Teşekkür ederim Afşin.” Dedim yumuşacık bir sesle.

“Rica ederim Yıldız Çiçeği.” Dedi. Kapıdan çıkmadan önce geriye doğru baktı. “Yüklerimizi paylaşmak bana da iyi geldi.”

Afşin odadan çıktığında kendimi yatağa bıraktım. Dizlerimin bağı çözülmüştü. Hala nefeslerim hızlıydı. Ben lise yıllarımda bile böyle olmamıştım. Bu telaşeli haller yabancısı olduğum duygulardı.

Birkaç dakika sonra kapı tıklatıldı ve Afşin girdi içeriye. “Rahat bir şeyler getirdim.” Derken elindeki kıyafetleri yanıma bıraktı. “Biraz büyük olabilirler ama belini sıkarsan idare eder.”

Başımı onaylarcasına salladım.

“O zaman… iyi geceler Yıldız Çiçeği.”

“İyi geceler Afşin.”

&&&&&&&&&

Gün ışığı gözüme vurduğunda zar zor da olsa araladım gözlerimi. Yatağımda gerinirken gözlerim yatağı taradı. Ahi’yi göremeyince bütün uyku mahmurluğum dağıldı ve yataktan zıplayarak kalktım. Oda kendi odam değildi. Zihnimde bulutlar dağıldı. Afşin’in evindeydim. Yataktan indiğimde beli düşen eşofmanın belini sıktım. Kolları ellerimin üzerinden sarkan üstün kollarını kıvırdım. Ayaklarıma dolanmasın diye eşofmanı yukarı çekerek alt kata indim.

“Afşin? Su Ela?” etrafta hiç ses yoktu. Camlardan giren güneşe bakılırsa fırtınadan eser kalmamıştı. Verandaya çıktığımda tertemiz hava ve ıslak toprak kokusu doldu ciğerlerime. Hafif esen rüzgâr saçlarımı savuruyordu. Soğuk değildi ama serindi. Kollarımı birbirine dolayıp bahçede dolandım. Atölyenin önüne geldiğimde içeriden yükselen çocuk şarkısıyla gülümsedim. Belli ki birileri erkenciydi.

Aralık olan kapıdan içeriye girdiğimde Afşin işine odaklanmış ahşabın üzerinde sanatını konuşturuyordu. Su Ela ise ufak masasının üzerinde ahşap boyuyordu. Benim minik fasulye tanem ise masanın üzerine koyulmuş pusetinde yatmış elleriyle oynuyordu.

“Günaydın.” Diye kendimi belli ettiğimde Su Ela işinden başını kaldırıp bana kocaman gülümsedi.

“Dünaydın Dalya teyse…” dedi ve boyama işlemine geri döndü. “Biste işimisi yapıyolus.”

Yanlarına yaklaştım iyice. Afşin kafes model bir beşik üzerine cila çekiyordu. Çiçek motifleriyle bezenmiş bu beşik harika görünüyordu.

“Ne güzel işler yapıyorsunuz baba kız öyle.” Dediğimde Su Ela kıkırdayıp eliyle Ahi’yi gösterdi.

“Baba kıs deyilis ki Dalya teyse! Fusulle de val ya!”

“Ah! Benim hatam Su Perisi, hemen düzeltiyorum.” Dedim yanına doğru giderken. “Ne güzel iler yapıyorsunuz öyle siz baba kız ve bir de minik fasulye.”

“Şimdi oldu işte.” Derken kıkırdıyordu. Yanına eğilip saçlarına öpücükler kondurdum.

“Beğenmene sevindik Yıldız çiçeği.” Diyen Afşin’e çevirdim bakışlarımı. “Senin beğenmen önemliydi.”

Kaşlarım çatıldı.

“Yoksa bu beşik?” sorgulayıcı bakışlarıma her zamanki gibi gülümseyerek karşılık verdi.

“Afşin bunu kabul ede-“

“Dalya bu senin için değil.” Dediğinde utandım. Her şeyi de üzerime alınmamalıydım.

“Bu Adar’ın.”

Düşen yüzüm aydınlanırken itiraz etmeye hazırlanıyordum ama bu girişimim Afşin’in bakışlarıyla bertaraf edildi.

“Senin bu konuda karışma hakkın yok çünkü bu Su Perisi ve benim Adar’a hediyemiz.”

“Efet Dalya teyse,” diye atıldı yan tarafımdan Su Ela. “Bak ben oyulcaklalı ellelimle boyuyolum. Fasulle için.”

Kollarımı ona doladım. Bakışlarım Afşin’deydi. Nasıl da hiç çaktırmadan ince ince işlemişlerdi baba kız. Fark etmemiştim bile. Halbuki her gün gelip gitmiştim atölyeye.

“Peki öyle olsun bakalım siz kazandınız.”

“Bis hep kasanılıs ki saten.”

Su Ela’nın bilmişliğe kıkırdayıp onu sarıp sarmaladım. Yanağına bir sürü öpücük kondurduğumda kaçmaya çalıştı.

“Dalya teyse yedin bitildin beni… babama kalmadım hiç.”

Dediğine kahkaha atarken Afşin’e kaydı gözüm. Masaya kalçasını dayanmış bizi izliyordu. Bakışlarındaki o ifade yüreğime işledi. O gülümsemesinde takılı kaldım. Sonra mavilikleri ve kahvelerim kesişti. Göz bebekleri gülümsüyordu. Ve benim de öyle.

Bir haftadır hislerimi gözden geçirdiğimde mutluluk ağır basardı. Eksik olan bir şeyler sanki tamamlanıyordu. Ben kendimi buluyordum. Sadece kendimi değil… Sevmeyi buluyordum. Ve sevilmeyi. Gerçekten değer görmeyi…

Biz öylece dalmış bakışırken dışardan korna sesi geliyordu. Hem de düğün konvoyu gibi bir korna. Durmaksızın çalıyordu. Ya birisi evleniyordu ya da kafası direksiyona düşmüştü. Su Ela boşluğumdan faydalanıp kollarımın arasından fırladı.

“Kim geldi bakıcam.” Diye bağırıp bahçeye koşarken ben de meraklandım ve Su Ela’nın arkasından ilerledim. Ucundan geriye baktığımda Afşin Ahi’yi battaniyesine sarmalamış beni takip ediyordu. Korna sesi nihayet kesilmişti. Su ela önümde hoplaya zıplaya ilerlerken ben de ona ayak uydurdum. Ön bahçeye geçtiğimizde kesinlikle beklemediğim iki kişi ile karşı karşıyaydım.

“Beni özlediniz mi millet?”

Ellerini havaya kaldırmış tüm coşkusuyla karşımda duran Serdar’dan başkası değildi. Ve yanında ‘Bu deliyi zapt edemedim’ dercesine bakan Dafne.

 

BÖLÜM SONU

İnstagram hesabıma davetlisiniz: kutuphaneciih

Loading...
0%