@l_mia1
|
'Ne yer tanır, ne de zaman. Bir anda gelir, altüst olur, sandığın tüm duygular.' ⏳ 16 sene önce... "Baba nereye geldik biz?" "Anneni görmeye geldik güzel kızım" Küçük kız babasının sözleriyle, heyecanla çarpan kalbi ve kocaman açtığı gözleriyle bakışlarını etrafta gezdirdi. İçinde kocaman bir korku vardı ama heyecanı onu öyle gizlemişti ki, ona korkutucu gelen siyah giyinmiş adamları bile görmüyordu gözleri. Etrafta dolaşan bakışları annesini ararken daha kendi bile kimi aradığını bilmiyordu. Küçük kız, daha annesini hiç görmemişti. Bunu biliyordu ama yine de etrafa bakınmayı kesmedi. Nerden çıktığını görmediği bir kadın elindeki tepsiyle ilerlediğini gördüğünde gözleri daha çok açıldı. İşte görmüştü, bu kadın annesi olmalıydı. Hiç düşünmeden yüzündeki kocaman gülümsemeyle öne doğru atıldı. "Anne!" diye bağırdığında babası onu tutmak istedi ama kızı çoktan ellerinin arasından kaçmıştı. Kadın şaşkınlıkla ona doğru koşan küçük kıza baktığında korkuyla gözleri aralandı. Ona doğru gelmemesi için başını iki yana salladığı sırada istediği olmamıştı. Küçük kız hızla açtığı kollarıyla kadına sarıldığında ne yapacağını şaşırmıştı. "Çok özledim seni anne," diyerek kollarını daha sıkıştıran küçük kız, annesine sarıldığı için çokça mutluydu. Kadın, küçük kızın ona sarılmasını büyük bir endişeyle izliyordu. Bu onun için kötü bir senaryoydu. Böyle bir görüntü bu evde kabul edilemezdi. Eğer, onu böyle görürse üzeri hiç düşünülmeden çizilirdi. Bu yüzden korkuyordu. Ama küçük kızın bırakmaya niyeti yoktu. Kadını sarmaladıkça sardı. Babası gelip onu çekiştirmeye çalıştığında bile bırakmadı. "Baba izin ver de sarılayım anneme... Bırak." Gözleri dolu dolu olan kız, babasının çekiştirmesine daha fazla dayanamamış kollarını annesi sandığı kadından çözmüştü. Bakışları babasına döndüğünde "Ne yapıyorsun baba, bırak da anneme sarılayım!" diye sinirle bağırdı. Babasının bu görüntü karşısında kalbi bin parçaya bölünmüştü ama belli etmedi. "O senin annen değil." Küçük kız babasının sözlerine hemen inanmıştı. Çünkü annesini hiç görmemişti bu yüzden kim olduğunu bilmiyordu. Babası o değil demişse, o değildir. "Nerede annem o zaman," dedi az önceki heyecanı darmaduman olmuş bir şekilde. Ne de sevinmişti annesini gördüğünü sandığı için. Baba-kızın konuşmasını fırsat bilen kadın elleri tir tir titreyerek hızla oradan ayrıldı. Kimsenin görmediğini umuyordu ama içinden bir ses bu olayın çoktan gerekli yerlere ulaştığıydı. Umutsuzca o anın gelmesini bekledi. "Söylesene annem nerede Baba," küçük kız inatla aynı şeyi söyleyip dururken, babası bakışlarını etrafta gezdiriyordu. Birini aradığı ortadaydı. Ona cevap vermedikçe küçük kız öfkeyle bağırdı. "Söylesene baba, annem nerede?!" "Ty deystvitel'no khochesh' uvidet' svoyu mat?" (Anneni mi görmek istiyorsun?) Uzaktan gelen sesle küçük kız bakışlarını babasından çekerek o tarafa döndü. Bir adam, arkasında başka adamlarla ona bakıyordu. Az önce babasına öfkeyle bakan küçük kız ona değişik bakan adamla korkmadan edemedi. Ne söylediğini de anlamamıştı zaten, garip konuşuyordu. Korksa da kaşlarını çatmadan duramadı. "Baba, bu adam ne diyor?" diye bakışları adamdayken parmağıyla babasını dürttü. Ne dediğini merak etmişti. Hem bu adam niye böyle konuşuyordu ki. Babası daha cevap vermeden karşısındaki adam ona yaklaştığında korkuyla babasına sarıldı. Bu hareketiyle ona doğru gelen adam durdu. Yüzündeki ifade değişmezken "Anneni görmek mi istiyorsun?" diye sordu ama bu sefer ne dediğini anlamıştı. Babasının omzuna gömdüğü başını kaldırarak adama bakarak başını salladı. Adamın yüzünde bir gülümseme oluştuğunda sağ elini ona doğru uzattı. "Gel, seni annene götüreyim." "Babam tanımadığım kimsenin elini tutmamamı söyledi," diye sinirle mırıldandı küçük kız. Babasından başka kimsenin elini tutmazdı. Buna belki annesi de dahil olabilirdi ama önce gerçekten görmeliydi onu. İnanmalıydı varlığına. Adam kızın sözleriyle kısa bir an sinirlense de yüzündeki gülümsemenin bozmadan omuz silkti. "O da gelsin ama sen benim elimi tutmadığın sürece anneni göremeyeceğiz." "Senin elini asla tutmam," diye inatla karşı çıktığında adam kaşlarını kaldırdı. "O zaman annen de yok." Küçük kız öyle öfkelenmiş ki babasından koparak adama doğru birkaç adım attı. Adam onun elini tutacağını düşündüğü için memnun bir şekilde ona baktığı sırada kız tam dibine gelmişti. Adamın boyu çok uzun olduğu için başını geriye atmak zorunda kalan kız, öfkeyle baktı. Sonra daha kimse ne olduğunu anlamadığı sırada bacağını kaldırarak adamın ayağına bir tekme attı. "Sen kimsin de benim annemi göstermiyorsun, he!" Babası kızının yaptığı hareketle endişeyle kızına doğru yöneldi. Küçük kızı kucağına aldığı gibi geriye doğru adımladı. Kız babasının bu hamlesiyle daha da sinirlendi. "Bırak beni baba, bırak da bu adama haddini bildireyim." "Sus Pera, sus" dedi endişeyle. Çünkü karşısındaki adamın ne yapacağını kestiremiyordu ve bu onu oldukça korkutuyordu. "Onu hemen yere indir Doğu Saraç," diye sakince konuşan adamla küçük kız kafasını kaldırmak istedi ama babası izin vermedi. Doğu, karşısındaki adama baktığında az önce kıza baktığı bakışları ürkütücü bir hal aldığında başını iki yana salladı. "Sakın Rex, ona bir şey yaparsan seni öldürürüm," demişti korkusunu gizleyerek. Kızı duymasın diye Rusça konuşmuştu. Çünkü bunlar onun duyacağı ufak şeylerdi ama yine de onu üzmek en son isteyeceği şeydi. Bundan sonra hayatı zaten zorlu olacaktı, birkaç saat daha hiçbir şey bilmesine gerek yok diye düşündü. "Sen kimi, kimden koruyorsun Doğu?" dedi aynı onun gibi kendi dilini konuşarak. Türkçeyi çok önceden öğrenmişti. Aksanı kendini belli etse de iyi derecede biliyordu. Aslında kimse için bir şey yapmazdı ama biri için herşeyi yapardı. "Rex, o hiçbir şey bilmiyor. Bunca sene beni babası bildi ve ben hariç kimseye güvenmiyor." "Bunu zaten ben istedim Doğu." "O zaman neden buraya çağırdın. Neden Pera'yı, Rusya'ya getirmemi istedin?" demişti ama duyacaklarından oldukça korkuyordu Doğu Saraç. Küçük Dünyası için burası çok tehlikeliydi, hem de çok. "Özledim ve çağırdım. Sana hesap mı vermem gerekiyor? Onun kim olduğunu unuttun mu yoksa Doğu?" dedi Rex kaşlarını çatarak. Bu adam yıllarca ona karşı öfkeliyim biliyordu ama Pera'ya en iyi bakacak tek kişi de oydu. "Unutmadım Rex. Ama onu buraya neden çağırdın? Neden Türkiye'den ayrılmamızı istedin?" "Uzun hikaye, sonra sana anlatacağım ama onun öncesinde onu yere bırak ve elimi tutmasını söyle." "Asla elini tutmaz," dedi Doğu. Çünkü biliyordu, tanıyordu kızını. Bir kere inat etti mi asla yapmazdı. Fakat Rex öyle düşünmüyor olacak ki korkutucu bir gülümsemeyle başını salladı. "O zaman sürprizimle erken karşılaşacak," dediği an elini kaldırdığı gibi iki adam öne çıkarak Doğu Saraç'a doğru ilerledi. Doğu olacakları tahmin az çok tahmin ettiği için geriye doğru adımlayarak başını iki yana salladı. "Hayır Rex, sakın ona dokunma." Rex onu dinlemedi. İki adam hızla onlara doğru geldi. Bir adam Doğu'nun arkasına geçti diğeri ise elini küçük kıza uzattı. Doğu debelendikçe sırada adam Pera'yı kendine çekti ve diğer adam Doğu'yu tuttu. Küçük kız babasından ayrıldığını fark ettiğinde koca bir çığlık attı. Onu tutan adamdan kurtulmak istedi ama adam onu öyle sıkı tutuyordu ki kemikleri sızlıyordu. Ama durmadı Rex'in kucağına geçtiğinde bile debelendi. Doğu Saraç kızı bırakması için bağırsa da bir faydasını göremedi. Çaresizlikle ona uzanmaya çalışan küçük kızı gördüğünde öfkeyle bağırdı. "Kızın burada, saklandığın yerden çık da kızına bir bak! Sen onu görmek istemezken o seni görmek için heyecanla buraya kadar geldi ama sen korkak bir annesin!" Rex, sağa sola bağıran Doğuya baktı. Öyle çok bağırıyordu ki, sesini malikanedeki herkesin duyduğuna emindi. Özellikle küçük kızın annesinin... Onu durdurmadı. Bağırmasına müsaade etti çünkü ortaya çıkmasını Doğudan ve küçük kızdan daha çok istiyordu. Bu yüzden kucağında debelenen kızın kulağına yaklaşarak "Daha çok bağır, bağır ki annen gelsin seni kurtarsın," dedi. Kız duyduğu kelimelerle kısa bir an debelenmeyi kesti ama daha sonra sözleri algıladığında debelenmeden bağırmaya başladı. "Bırak beni, bırak! İstemiyorum seni babamı istiyorum! Bırak dedim sana! Anne neredesin anne? Beni kurtar anne, lütfen beni kurtar!" Yukarı katta bir hareketlilik olduğunda herkes sustu. Rex bile gözleri aralanmış bir şekilde bakışları yukarıdayken bekledi. Saniyeler çoğaldıkça içlerindeki heyecan da çoğaldı ama istedikleri olmadı. Merdivenlerden hızlıca inen bir çocuktan başka kimse yoktu. "otets!" diye bağırarak merdivenlerden indiğinde herkesin bakışları ona döndü. Çocuk mavi gözleri kızarmış, korkuyla kocaman açılmışken bakışları sadece babasındaydı. Rex, oğlunun halini gördüğünde kalbi korkuyla kasıldı. İçinden 'bir şey oldu' diye geçirdiği sırada oğlunun sesini duydu. "Papa, mama ne prosypayetsya." (Baba, annem uyanmıyor.) Rex, telaşla kucağındaki kızı yere bırakarak merdivenlere koştuğunda arkasından gelen adamlara "Vyzovite vracha! (Doktor çağırın!)" diye bağırdı. Ortam bir anda kaos alanına döndüğünde küçük kıza şaşkınlıkla etrafına bakınıyordu. Babası da Rex'in peşinden gittiği için orada tek başına kalmıştı. Bir de az önce gelen çocuk vardı. İkili tek kaldıklarında bakışları nihayetinde karşılaştı. Pera, kendinden yaşça büyük çocuğun yüzüne baktığında üzüldüğünü hissetti. Ne dediğini anlamamıştı ama belli ki kötü bir şey olmuştu. Yavaş adımlarla çocuğa yaklaştığında kendisiyle birebir aynı olan mavi gözleri onun adımlarını takip ediyordu. Tam önünde durduğunda ne diyeceğini bilemedi çünkü onu anlayacağından emin değildi. "Kto ty?"(sen kimsin?) ağladığı için boğuk çıkan sesiyle konuşan çocuğa baktığında dudak büzdü. Ne dediğini anlamadığı için kaşları çatıldı. "ya zadal tebe vopros" (Sana bir soru sordum.) Küçük kız tekrar ne dediğini anlamamıştı. Çocuğun gözlerinin içine bakmaya devam ederken kendi kendine homurdandı. "Ne dediğini anlamıyorum ki. Böyle bir konuşma şekli mi vardı. Babam hiç anlatmadı ki." Çocuk, küçük kızın homurdanmasını duymuştu. Ne dediğini de anlamıştı. "Sen Türk müsün?" diye sordu kızın anlayacağı şekilde. Anladığı dili duyduğunda heyecanla gözleri açıldı. Başını sallayarak "Evet, sen de türkçe biliyorsun," dedi. Çocuk bir an duraksadı. Karşısındaki küçük kıza baktı. Uzun kumral saçları, masmavi gözleri ve küçük burnuyla kendisinin kız haliydi. Bu ayrıntı onun aklına sadece bir ihtimali getiriyordu. "Senin adın Pera mı?" diye sordu merakla. Küçük kız karşısındaki çocuğun adını bildiğine şaşırırken başını salladı. "Evet, nereden biliyorsun ki sen?" Çocuk karşısındaki kızın kim olduğunu anladığında yüzünde bir gülümseme oldu. Bu gülümseme öyle büyüdü ki dayanamayarak hızla kollarını karşısındaki küçük kıza doladı ve sımsıkı sarıldı. Küçük kız ne olduğunu anlamamıştı ama çocuğun sarılışına karşılık verdi. Bu sarılış içinin huzurla dolmasına neden olduğunda şaşırmıştı. Babasından sonra ilk defa biri ona güven vermişti. Sarılmayı uzatmadan ayrıldıklarında tekrar yüz yüze geldiler. Küçük kız karşısındaki çocuğun gözünden bir damla yaşın aktığını gördüğünde kendini tutamayarak O yaşı minik parmaklarıyla sildi. "Neden ağlıyorsun abi?" diye sordu. Bu soru çocuğu öyle bir dumura uğratmıştı ki gözlerinden daha fazla yaş aktı. Küçük kız ne yapacağını bilmiyordu, sildikleri daha fazla yaş akıyordu. "Ağlama lütfen, sen ağlarsan ben de ağlarım," dedi küçük kız karşısındaki çocuğu gördükçe gözleri doluyordu. Çocuk onun ağlamasını istemediği için başını iki yana sallayarak elleriyle yüzünü sildi. "Tamam, tamam ağlama sen." "Neden ağladın ki?" "Seni çok özledim çünkü" Çocuğun itirafıyla küçük kızın gözleri açıldı. "Sen beni tanıyor musun?" diye sordu. Çocuk başını salladı. "Evet tanıyorum. Hem de çok iyi tanıyorum." "Ama ben seni tanımıyorum," dedi kız üzgünce. Çünkü karşısındaki çocuk onun hakkında bir şeyler bilmesine rağmen kendisi hiçbir şey bilmiyordu. Bu da onun en nefret ettiği durumlardan biriydi. "Ben Boris, ama bana abi diyebilirsin," dedi çocuk heyecanla. Ona bir daha abi desin istiyordu. Kızın yüzünde bir gülümseme oluştu. "Boris, çok güzelmiş ismin. Hiç duymamıştım," diyerek ellerini iki yana açtı. Heyecanlandığında ne yaptığını bilmediği için şimdi de ne yaptığını bilmiyordu. "Çünkü ben yarı Rus, yarı Türk'üm." "O nasıl oluyor abi?" Küçük kızın abi demesiyle Boris'in gözleri parlamıştı. 13 yaşında olmasına rağmen şuan kendini yeni doğmuş gibi hissediyordu. Karşısındaki küçük kıza bakarken abi içgüdüsünün ortaya çıkmasını engelleyemiyordu. Kendini zor tutuyordu kıza sarılmamak için. Onu ürkütmek istemiyordu. "Babam Rus, annem Türk. Bu yüzden hem Rusça hem de Türkçe biliyorum." Küçük kız anlamamıştı ama anlamış gibi başını sallamıştı. "Rusça az önceki konuştuğun garip şeydi dimi?" diye merakla sordu. Boris başını salladı. "Da, mladshiy brat"(Evet, küçük kardeşim) "Ne dedin, ne dedin?" "Evet Pera dedim" "Vay" Küçük kız hayran kalmıştı. Anlamasa da çok güzel konuşuyordu. Hem kendi bildiği gibi konuşuyor, hem de başka bir şekilde konuşmasını havalı bulmuştu. "Bana da öğretir misin Boris abi?" dedi heyecanla yerinde zıplarken. Başını sallayarak onayladığında küçük kız son kez zıplayarak Boris'e sarıldı. "Teşekkür ederim, teşekkür ederim." "Ben teşekkür ederim, beni çok bekletmediğin için." Ama küçük kız onu duymadı sevinçle sarılmaya devam etti. Ta ki bir adam hızla gelerek onu Boristen ayırana dek. Ne kadar dirense de karşı koyamadı. Babası olmadığı için ağlamaya başlamıştı. Etrafında sadece Boris vardı ama onu da başka bir adam tuttuğu için yanına gelemiyordu. Sadece bağırıyordu. "Ağlama Pera, korkma tamam mı?" "Korkuyorum abi, babam nerde? Babamı istiyorum. Baba!" Kimse gelmedi. Boris'in yanına yaklaşan başka bir çocukla ona baktı. Siyah saçları ve siyah gözleri vardı ve oldukça korkutucu duruyordu. Gözleri öyle siyahtı ki bu durum ona bakmasına engel oluyordu. Bu kimdi ki? Boris de onu fark ettiğinde başını yan tarafına çevirdi. "Darsi, pomogi, spasi yego." (Darcy yardım et, onu kurtar.) Darcy denen çocuk karşısındaki küçük kıza baktı. Mavi gözleri dolu dolu olmuştu ve korkudan titriyordu. Ama debelenmekten ve bağırmaktan vazgeçmiyordu. Bu kızı tanımıyordu ve tanımadığı herkes kendi için bir tehlikeydi. Tanıdıkları bile öyleydi onun için. "Net"(Hayır) ""Delay, kak ya tebe govoryu, Darsi, spasi yeye. (Sana ne diyorsam onu yap Darcy, onu kurtar!) diye bağıran Borisle kaşları çatıldı Darcy'in. Ona bağırmazdı hiç bir zaman. "ya ne uznayu" (Tanımıyorum) dedi Darcy umursamazca. Gözle tekrar mavi gözlere kaydığında onları anlamsızca izliyordu. Çünkü dillerini anlamıyordu. "Darcy!" diye bağırdı. Boris ona dönen siyah gözlerle devam etti. "Eta devushka moya sestra" (O benim kız kardeşim) Bu sefer şaşırma sırası Darcydeydi. Borisin sözlerini kafasında tekrarlıyordu. Sonunda O gün geldi diye geçirdi içinden Darcy. Sonunda Boris kardeşine kavuştu. Darcy tekrar küçük kıza baktığında işaret parmağıyla kızı işaret etti. "Pera?" kelimeyi telaffuz etmekte zorlandı ama başardığını umuyordu. Küçük kız ona dediğini anlayarak başını salladı. Fakat üç çocuk daha fazla konuşmadan adam kızı götürdüğünde geriye sadece bağırışları kaldı. Boris debelenirken, Darcy sessiz kaldı. Çünkü biliyordu onu o adamın elinden alamazdı. Buna ne gücü ne de iradesi izin verirdi. Pera'yı alt katta bir odaya götüren adam kızı odanın ortasına bıraktığı gibi çıktı. Geriye küçük odada kalan kız, ağlamaya başladı. Baba dedi, anne dedi, Boris abi dedi ama kimse gelmedi. Ağladı, ağladı, ağladı. Günlerce ağladı ama istediği kimse gelmedi. Küçük Pera çaresizliği ilk defa tattı. Birkaç gün sonra odadan çıkmıştı ama bu sefer babasını görmedi. Bu yüzden tekrar o odaya girdi günlerce yine çıkmadı. Ta ki bir adam odaya girerek onu spor salonuna götürene kadar. İstemedi ilk ama adam onu eğitmek isterken canını yaktığı için istemese de uygulamaya başladı. Ona öğretilen her hamleyi tekrarladı. Kendini savunmayı, dövüşmeyi öğrendi. 9 yaşında hiç bilmediği ülkede elindeki eldivenlerle büyüdü. Kimseyle iletişim kurmadı. Çünkü babası yoktu, Boris ona bakmıyordu artık. Annesini de hiç görmemişti. Bir tek boks hocası, Rex ve Darcy'i gördü. Darcy'e kızgındı bu yüzden her karşısına çıktığında öfkeyle öğrendiği hareketleri onun üzerinde uyguluyordu. O gün onu kurtarmadığı ve öylece baktığı için sinirlenmişti. Oysa ki Boris bir çaba sarf etmişti. Darbelerini Darcy'e indirdikçe o yerinde öylece duruyor, bir hamle yapmıyordu. Ona vurmasına izin veriyordu. Siyah gözleri sadece mavi gözleri izliyordu. Yorulduğunda geri çekiliyor ve dinlenmek için odasına gidiyordu. Darcy de peşinden geliyor ve odasının kapısının önünde bekliyordu. Her gün, her saat, her dakika oradaydı. Darcy artık küçük kızın gölgesi gibiydi. Ama o artık küçük kız değildi. Büyümüştü, yıllarca o odada kalmak onu büyütmüştü. Pera Dünya olmuştu. Orada kaldığı sürece Rusça öğrenmişti. Ama asla onlara karşı Rusça konuşmuyordu. Hep Türkçe konuşuyordu, çünkü unutmaktan korkuyordu. Babası onu bırakmıştı ama o ülkesini bırakmak istemiyordu. Buna tutunuyordu. Yıllar geçti ve Pera gerçekleri öğrendi. Direndiği tüm her şey bir mum gibi söndü. Boris'e kızgınlığı, Doğu Saraç'ın terk edişini, Annesinin saklanmasını, Rex'in yaptıkları, Darcy'in ilk başta ona yardım edememesini hepsini öğrendiği gün alev aldığını sandı. Ama daha yanmadı. Çünkü onun yanışı, Türkiye'de yangını olacak ela gözlü adamla olacaktı. Bir gün Pera Dünya, cayır cayır yanacaktı. Ve bu yangın o adamın gözleri önünde olacaktı.
☆★☆ Şimdiki zaman... Rusya... Yine buradaydım. Yıllar önce hiç bilmediğim bu ülkeye bu sefer bile isteye gelmiştim. Babamın beni annene gidiyoruz diye kandırmasıyla buraya gelmemin üzerinden 16 sene geçmişti. Ben büyümüştüm, hayır yaş olarak değil. Burada yaşadıklarımla büyümüştüm. Öğrendiğim gerçekler, verdiğim sınavlar, kırıklarla dolu kalbim, kötülükle kuşanan zihnimle ben 9 yaşımda kocaman bir kız oldum. Yıllarca kaldığım bu ülke bana hiç güzel anı bırakmadı. Ne beni sahiplendi ne de ben onu sahiplenebildim. Bu ülkenin dilini bilmiyorum diye dışladılar. Halbuki ben küçük bir kız çocuğuydum. Her ülkenin farklı bir dilinin olduğunu bile bilmeyecek yaştaydım. Bana bu ülkede verilen tek şey, ağlamak istediğimde sığındığım odamdı. Küçüktü ama beni gizliyordu. Kapımın önünde duran, ben çıkmadan oradan ayrılmayan, her yemeğimi önüme getiren, kendini bana adayan Darcyden başka kimse yoktu bu ülkede bana sahip çıkan. Ama kurtulmuştuk. Direndiğimiz yılların mükafatını almıştık. Şimdi yine her şey aynı gibiydi. Elimizde tuttuğumuz bavulların yine o topraklardaydık. Benimle birlikte ülkesini terk etmek zorunda kalan Darcy'di. Yıllarca onu büyüten adamın gerçek yüzünü öğrendiğinde her zaman olduğu gibi sadece benim yanımda durdu. Sen nereye, ben oraya Pera dedi ve dediğini yaptı. Ben nereye gitsem peşimden geldi. Adımlarım kör bir uçurum dibi bile olsa durmaz peşimden gelirdi. "Buraya geldiğimden beri aklımda tek bir şey var. Benden neden nefret ettin?" Darcy sessizlikle geçen yolculukta bir kez bile ağzını açmamıştı. Kafasını kurcalayan bir şeylerin olduğunu anlamıştım ama o söylemeden sormak istemiyordum. Çünkü biliyordum eninde sonunda bana söyleyecekti. Dediğim gibi de olmuştu. Tüm yol boyunca bunu düşünmüştü. "Sana kızgındım çünkü," dedim dürüstçe. Araba hareket ettikçe midemin bulantısı çoğaldı. Stresten olduğumu biliyordum ama stresimi azaltamıyordum. Birazdan Rex'in karşısına çıkacaktım ve olacaklar beni endişelendiriyordu. "Peki neden... Bana neden kızgındın?" "Beni kurtarmayı reddettin," dedim hiç düşünmeden. Sözlerimle bana baktı. Görmesem bile kaşlarını çattığını hissediyordum. "Reddettin derken, sen nereden biliyorsun bunu," dedi merakla. Yüzümde bir gülümseme oluştuğunda bende ona baktım. Onunla ilk karşılaşmamızda bana ürkütücü gelen kara gözleri aklıma geldi. Şuan onun zerresini hissetmeyen ve sevgiyle parlayan gözlerine baktığımda o gün Borisle konuşması kulaklarıma doldu. "Boris beni kurtarmanı söylediğinde onu reddettin." "Sen," dedi ama devamını getiremedi. Kara gözleri ilk zamanlar gibi boş kuyuya evrildiğinde gözlerini açıp kapattı. Tekrar bana baktığında ifadesizdi. "Nasıl anladın yani o zamanlar Rusça bilmiyordun." Ona bakarak işaret parmağımla şakağıma vurdum. "Aklımda tuttum ve ilk öğrendiğim kelimeler ise beni tanımadığın için kurtarmadığın oldu." Darcy sözlerimle öyle bozguna uğramıştı ki, ne yapacağını şaşırmıştı. Bana dönen başını önüne çevirdiğinde ona bakmaya devam ettim. Kara gözleri direkt karşıya bakıyordu. Çenesini sıkarak ve ellerini yumruk yaparak sessiz kaldı. Bende daha fazla ona bakmadan önüme döndüm. Camdan dışarıya baktığımda akşam olmasına rağmen binalardaki renkli ışıklar her yeri aydınlatıyordu. İşte burayı hiç sahiplenemememin bir diğer nedeni ise yanılsama olmasıydı. Burası, karanlıktan aydınlık yaratıyordu ama Türkiye öyle değildi. Karanlıksa karanlık, aydınlıksa aydınlıktı. Ne yaşıyorsak onu yaşatıyordu ama burası önünü görmeden yaşatmayı bilmiyordu. Ben olduğum gibi yaşamayı seviyordum. Karanlıkta ruhum canlanıyordu, aydınlıkta duygularım. Şimdi buradayken ruhumun canlı olması mümkün değildi. Bu yüzden burayı hiç sahiplenemedim. Düşüncelerim boynuma geçirilen bir organ gibi beni boşlukta sallanmaya sürükleyecek sırada kendime geldim. Bakışlarımı tekrar yanımdaki bedene çevirdiğimde hala aynı ifadeyle karşısına baktığını gördüm. Bu görüntüye daha fazla dayanamadım. Biraz ona doğru kayarak başımı omzuna yasladığımda bedeninin kasıldığını hissettim. Yumruk yaptığı elinin üzerine elimi koyarak sıkıca tuttum. "Geçmiş bazen çok canımı sıksa da o can sıkıcı anın içinde asla olmadın." Başımı ona doğru çevirerek yüzünü görmeye çalıştım. "Sen o günden sonra daima benim için kendini siper ettin ya, işte ben o zaman aslında seni anladım." "Ben... Senin için canımı bile veririm," dedi sözlerimin ardından. "Biliyorum," dedim gülümserken. "Biliyorum ve bende senin için canımı bile veririm diyorum." "Sen kimse için canından vazgeçme Pera, ben senin için her şeyden vazgeçerim ama senden asla." Az önceki hali kaybolmuştu. Sözlerim onu bir nebze olsun rahatlatmıştı ama tanıyordum onu. Boş bulunduğu ilk vakitte tekrar tekrar aynı şeyleri düşünecekti. "Hep böyle konuşuyorsun ve bu benim canımı sıkıyor Darcy." Her seferinde beni kendinden bile önde tutması, hiç düşünmeden benim için ölmeyi göze alması kalbimi burkuyordu. Bu zamana kadar birine sadık yaşamak onun seçimi değildi. Kimsesiz bir çocuktu ve nasıl yaşanması gerektiğini bilmiyordu. İlk gerçekten tanıştığımız zamanlar onun Rex'e karşısına duyduğu sadakat öyle çoktu ki, ona kötü bir laf söyleyeceğim an elini dudaklarıma bastırarak beni sustururdu. Kara gözleri karardıkça kararır, kaşları çatılırdı. Sus Pera kötü konuşma, o bana sahip çıktı. O iyi biri derdi hiç durmadan. Bana sahip çıkamayan bir baba yerine onu sonsuza kadar tercih ederim. Böyle söylerdi gerçekleri bilmeden. Ama her gerçek yatsıya kalmadan ortaya çıkardı. Öyle de olmuştu, bir gün ansızın hepimizi uykusundan uyandıran sesle hepimiz o adamın gerçek yüzünü görmüştük. Elinden damlayan kan bu gerçeği yansıtan cinstendi. O zamanlar onun bir mafya olduğunu hiç birimiz bilmiyorduk. Boris ve Darcy onun bir holding sahibi olduğunu biliyordu. Darcy çok sonradan bize şüphelendiğini söylemişti ama emin olamadığı için susmuştu. Herkes onu oldukça korkutucu görse de asla öyle biri değildi. Evet, korkutucuydu ama masumdu. Tabi zamanla bu masumluğu da elinden alınmıştı. "Can sıkıntını herhangi bir şeyden çıkarmak istiyorsan hali hazırda bir seçeneğim var." Sözleriyle omzundaki başımı hafif kaldırdığımda eski anıların gözümün önünde canlanmasına engel olamadım. Bir kaç iyi anılar dışında sadece kötü anılarla dolu eve bakarken içim nefretle doluyordu. Bu Komisere gösterdiğim sahte nefret gibi değildi. Oldukça gerçekçiydi. "Yok almayayım. Zaten kafamın ortasına kurşun yemek isteyecek kadar canım sıkılmamıştı Darcy," dediğim an ikimizden de kahkaha sesi yükseldi. Geriye yaslandığım sırada zaten koltukla bütünleşmiş Darcy'in kafasına çarpan kafamla ikimizde acıyla inledik ama aynı zamanda kahkahamızı kesmedik. "Yeter," diye kendini zar zor dizginleyen Darcy başını hafif öne uzatarak şoföre baktı. Hareketsizce önüne baktığını gördüğünde kendi kendine göz devirdi. Bu hali daha komiğime gittiği için dinmesini umduğum kahkaham usanmadı. Arabada kahkahalarım yankılanıyordu. "Gülmen hoşuma gitmiyor değil hatta ben de gülmek isterdim ama," diye kolumu tuttuğunda ona döndüm. Bakışları ön camdan bir yere bakıyorken devam etti. "Şu sıfatı gördükten sonra öfkelenmekten başka bir şey hissedemiyorum." Kahkaham anında kesildiğinde bende onun gibi bakışlarımı cama çevirdim. Bakışlarım kapının önünde dikilmiş ve arabaya doğru dönmüş bakışları gördüğümde yavaşça yutkundum. İtiraf etmek gerekirse buraya gelme kararını verdiğimden beri huzursuzdum. Daha yaklaşmamıza rağmen Rex'in mavi gözlerindeki ürkütücülüğü buradan bile görebiliyordum. Bu bakışla daha 9 yaşındayken tanışmıştım ama alışabildiğimi söyleyemiyorum. O gözlerde öyle bir ifade vardı ki, sanki öldürdüğü tüm insanları onun gözlerinden görebiliyordum. O korutucuydu. Öyle korutucuydu ki gözünü kırpmadan herkesin üzerine çarpı işareti bırakıp sonunu tek bir hamleyle ölümüne karar kılabilirdi. Herkes ondan korkardı, kimse tam anlamıyla Rex'i tanımazdı. Bilirlerdi kim olduğunu neler yapabileceğini ama kimse tam anlamıyla neye dönüşeceğini bilmezdi. Ben bile daha onun o halini görmemiştim. Ama gören birinden biliyordum. Bu düşünceyle bakışlarımı camdan alarak yanımda oturan Darcy'e çevirdim. O biliyordu. Dönüştüğü canavarı o çok iyi biliyordu. Tekrar önüme döndüğümde araba durmuştu. Ama arabadan inmeden önce ikimiz de soluklandık. İçimize derin nefesler alırken birazdan karşılaşacağım adama karşı kendimizi toparlıyorduk. "Sana yapacağı herhangi bir ters durumda sakin kalmam," diye sertçe konuşan Darcy'le başımı iki yana salladım. "Bana bırak, hiçbir şey olmayacak." "Ben söyleyeyim de, gerisini göreceğiz," dedi ve beklemeden kapıyı açarak dışarı çıktı. Ne yapacağını bildiğimden bekledim. Darcy arabanın etrafından dolanıp benim tarafıma gelerek kapıyı açtı. Onun açtığı kapıda bir nefes vererek çıktığımda bir adım gerileyerek buraya geleceğimiz için önceden ayarladığı siyahlar içindeki takımını ilikleyerek başını yere eğdi. Aynı anda diğer korumalar da önünü ilikleyerek başını eğdi. Bu bir Rex ilkesiydi. Saygınlık önce gelirdi. Ama ben o değildim. Arabanın önünde durmak yerine birkaç adımda Darcy'in önüne gelerek elimi çenesine koydum. Yukarıya doğru hafif bir baskıyla kafasını kaldırdım. İfadesizce bakan kara gözler gözlerime dokunduğunda Rex görmeden ona göz kırptım. Daha sonra başımı omzumdan geriye atarak Rex'in göz göze geldim. Bana yüzündeki gülümsemeyle baktığı sırada dudaklarım tek çizgi halindeyken "Kafanızı kaldırın," dedim. Buradayken mecburen Rusça konuşmam gerekiyordu. Yoksa kim anlasın ki beni. Benim sesimle kimse kıpırdamadığında bu sefer daha yüksek sesle "Kafanızı kaldırın!" diye bağırdım. Bağırışımla tüm kafalar kalktığında bakışlarımı Rex'ten ayırmadım. O da yüzümdeki gülümsemeyi silmedi. Darcy'in yanından ayrılarak merdivenlerin başında durmuş adama doğru ilerledim. Yüzüne baktığımda 45 yaşında olmasına rağmen genç görünüyordu. Yaşını asla göstermiyordu. Siyah saçlarına bir beyaz tel bile düşmemişti. Yüzünde bir tane bile kırışıklık yoktu. Üzerine giydiği beyaz gömlek ve altındaki siyah kumaş pantolonla tam bir iş adamına benziyordu. Fakat, hiçbir şey asla göründüğü gibi değildir. Karşı karşıya kaldığımızda elinde daha yeni fark ettiğim bardağı dudaklarına yaklaştırarak bir yudum aldı. Bu sırada gözleriyle beni inceliyordu. Uzun zaman olmuştu onunla görüşmeyeli. Türkiye'ye döndükten sonra telefon harici hiç görüşmemiştik. Daha doğrusu o istemişti ama ben hep bir bahaneyle geçiştirmiştim. Şimdi, onu neden görmek istemediğimi bir kez daha hatırlatıyordu bu ev. Büyüktü, hatta üç tane villanın sığacağı büyüklükteydi ama lanetliydi. Büyük salonunda, merdivenlerinde, her bir odada gezen küçük bir kızın ruhu geziyordu bu evde. 9 yaşındaki bir kızım laneti bu evin üzerindeydi. Hangi güç bana burayı sevdirebilirdi ki şimdi? "Hoş geldin Dünya güzeli," diyen sesini duyduğumda ondan bir basamak altta durduğum için başımı dikleştirdim. "Merhaba Rex." "Olmadı," dedi ve elindeki bardaktan bir yudum daha aldı. "Rex değil demiştim." "Bende asla sana onu söylemeyeceğim demiştim," diyerekten kollarımı önümde bağladım. "Hm," diyerek dudaklarını büktü. "Ama söylememen bu gerçeği değiştirmiyor." Alay edercesine gülümsedim. "Bu noktada haklısın," diye başımı başımı salladım. "Bu arada Baba'mın selamı var." Rex sözlerimle gözlerini kıstı. Bardak olan elini bana doğru uzattı. "Bu iyiydi." Gözlerimi devirerek bağladığım kollarımı çözdüm. Ellerimi siyah kargo pantolonumun cebine koyarak ağırlığımı tek ayağımın üzerine verdim. Rusya'nın soğuğuna rağmen üzerimdeki siyah kısa kolla üşümüyordum. Karşımdaki adama karşı duyduğum nefret ateşi öyle büyüktü ki, soğuğu bile hissetmiyordum. "Hiç niyetin yoksa ben içeri geçiyorum," diyerek yan kayarak onunla aynı basamakta durdum. Kolum koluna çarptığında bakışları o temasa kaydı. Gözlerinde bir parlama oluştuğunda yutkundum. "Üşümüşsün, geçelim hadi dünya güzeli." Ona bir cevap vermeden ilerlediğini sırada bakışlarım arkaya takıldı. Darcy'in hala aynı yerde durduğunu görünce adımlarımı durdurdum. Benim durmakla duran Rex gözlerini bana çevirdi ama ona bakmadım. "Darcy, benimle ilerle." Sözlerimle Darcy bir kez başını aşağı yukarı salladı ve hızlı adımlarla tam arkamda durdu. Tekrar önüme döndüğümde Rex'in bakışlarının Darcy 'de olduğunu gördüm ama tahmin ettiğim gibi Darcy ona bakmıyordu. Rex önüne döndüğünde "Gözlerim yaşardı. Sizi böyle görmek ne büyük sevinç," diyerek alayla kafasını iki yana salladı. "O benim korumam ve aramızdaki ilişkinin seni ilgilendirdiğini sanmıyorum," dedim ve yürümeye devam ettim. Rex de benimle aynı anda yürürken boş durmuyor, konuşuyordu. "Ne o, yoksa birbirinizden mi hoşlanıyorsunuz? Ya da zaten çoktan sevgili mi oldunuz? Yok artık." "Şuan ne saçmalıyorsun?" Omuz silkti. "Seni gördüğüm için fazla mutluyum." Yüzümü buluşturarak yan gözle ona baktım. "Aynı şeyi söylemek çok isterdim ama duygularımız karşılıklı değil, asla olmayacakta." Evden içeri girdiğimizde bedenimi bir ürperti sardı. Buraya ilk girişmiş korktuğum adamlar her bir saatimle yine aynı yerindeydi. Fakat hepsi farklıydı. Çünkü eskileri ya ölmüştü, ya ölmüştü. Başka seçenek yoktu. İlerlerken gözüme takılan devasa avizeye baktığımda irkildim. Bunu Rex fark etmemişti ama Darcy fark etmişti. Arkadan koluma kısa bir an dokunup elini çekti. Sakin ol, diyordu. Çünkü neyi düşündüğümü anlamıştı. Gözlerimi avizeden kaçırdığımda bu sefer kenardaki merdivenler takıldı. Alt kata inen merdivenleri gördüğünde oraya zorla götürülüşüm gözlerimin önünde canlandı. Debelenişim, Boris'e beni kurtarmasını söylemem, çığlıklarım hepsi oradaydı. Taptazeydi. "Hiçbir şey değişmemiş, ilginç," derken bakışlarımı merdivenlerden çektim. Daha fazla etrafta dolaştırmadan direkt salona geçtim. Deri siyah koltukların önüne geldiğimde Rex'i beklemeden oturdum. Bu hareketin onun kaşlarının havalanmasına neden olmuştu. Fazla mı sakindim? Arabadaki telaşımın zerresi yoktu. Buraya adım attığımdan beri Türkiye'de olduğum kişiden çok farklıydım. Orada Doğu Saraç'ın kızıydım. Tıp Fakültesi'ni bitirmiş ve dans etmekten zevk alan Pera Dünya Saraçtım. Burada, hepsinden uzak biriydim. Yıllarca boks dersi almış, kendini savunma dallarında ustalaşmış, silah ve bıçak kullanma konusunda bir numaraydım. Yani burada sadece Pera Dünyaydım. Saraç yoktu. O yüzden kendim olabilirdim. Rex de benim karşımdaki koltuğa oturduğunda Darcy arkama geçti. Bakışlarım kısa bir an şöminenin üzerindeki çerçeveleri kaydı. Gördüğüm yüzlerle yutkunmam zorlaştığında bakışlarımı kaçırdım. Rex nereye baktığımı görmüş olacak ki geriye yaslanarak bakışlarını çerçevelere çevirdi. Elindeki bardaktan bir yudum aldığında bir daha o tarafa bakamadım. "Çok benziyorsunuz-" dediği an devamını getirmesini engellemek adına öne eğilerek "Buraya gelmemin bir nedeni var," dedim. Rex bana dönmeden hala o tarafa baktığında boğazımı temizleyerek devam ettim. "Neden komiseri öldürmüyorsun?" Ani sorumla Rex'in arkasındaki aynadan beni izleyen Darcy'in kendini sıktığını gördüm. Birden konuya girdiğim için şaşırmıştı ama bu işin sonundan korktuğu apaçık ortadaydı. Onun aksine karşımdaki adamın yüzünde kocaman bir gülümseme oluştu. Bu gülümseme alay eder cinsten değildi, keyifli bir gülümsemeydi. Mavi gözlerini çerçeveden ayırarak gözlerime diktiğinde orada gördüğüm pırıltılar hiç de iyiye işaret değildi. Benim açık mavi gözlerime zıt olan koyu mavi gözlerinde öyle deli pırıltılar vardı ki, bu bakıştan ben bile korkuyordum. "Adas Alacakan," diye mırıldandı gülümsemeye devam ederken. Komiserin ismini onun ağzından duydukça bu görevi bana verdiğinde söyledikleri aklıma geliyordu. "O tam bir psikopat Dünya. O Boris'i öldürdü. Gözünü kırpmadan onu öldürdü ve kamera karşısına geçerek gülümsedi. Bu görevi sana veriyorum çünkü en güzel intikam onun sonu olman olacak." Böyle söylemişti. Önümde Boris'in kanlı bedeni varken sözleri öyle içten geliyordu ki, inanmam gerekiyordu. İnanmıştım da, o yüzden Boris'in kanıyla intikamını alacağım yeminini etmiştim. Alacaktım da. O intikamı söke söke alacaktım. Yanacaksam yanarım, söneceksem de kül olur, tekrar doğar alırdım. "Rex, ben bu işi yapmak istemiyorum." Düşüncelerimin ateşiyle bir anda söylemiştim. Bunu söylemeden önce daha başka şeyler söyleyecektim ama kendimi durduramamıştım. Ne olacaksa şimdi olsun. Ne Rex'in yüzünü daha fazla görmek istiyordum ne de bu evde daha fazla kalmak. Rex'e baktığımda yüzündeki gülümseme silinmemişti. Elindeki bardaktan bir yudum aldığında oldukça sakin gözüküyordu. Bu şaşırtıcıydı. Rex çok hızlı bir adamdı. Her işini hızlı yapar, buna duyguları da dahildi. Sinirlenecekse beklemez, dinlemez sinirlendirdi. Ama şimdi, oldukça sakindi. Aynadan Darcy'e baktığımda o da oldukça şaşkındı. Böyle bir tepki beklemediği ortadaydı. "Dünya güzeli, yaşlandığımı biliyorum ama iyi duyduğumu anlamak için tekrar edeceğim." Elindeki bardağı koltuğun kenarındaki sehpaya bırakarak öne eğildi. Ellerini önünde birleştirdiğinde gözlerini üzerime dikti. Bu hareketi, sinirlendiğinde yapardı ama şuan oldukça sakindi. "Sen Boris'in intikamını almaktan vazgeçiyorsun, öyle mi?" diye sordu gülümseyerek. Cevap vermeden gözlerinin içine baktım. Normal bakan gözleri adım adım dalgalandığında anladım. Bu sakinliği infazdan önceki çan sesiydi. "Rex-" dediğim anda onda tüm ipler koptu. Sehpaya bıraktığı bardağı tuttuğu gibi bana doğru fırlattığında gözlerimi sıkıca kapattım. Bardağın kırılma sesinin ardından yüzümü çizen bir kaç cam parçası hissettim ama canım acımadı. Gözlerimi araladığımda önüme kalkan olan bir kol gördüm. Darcy, kolunu önüme siper etmişti. Bardak kolunda parçalanmış yüzüme gelmesini engellemişti. Kafamı arkaya çevirerek ona baktım. Yüzünde tek bir mimik oynamıyordu ama kara gözleri alev alevdi. Az önce beni korumak için Rex'e karşı gelmişti. Beni korumak için, kendini feda etmişti. Farkındalıkla gözlerim hızla açıldığında önümdeki kolunu iterek çoktan ayağa kalmış Darcy'e doğru ilerleyen Rex'in önüne geçtim. Sert adımlarla bir yırtıcı canavarı andıran ifadesi Darcy'in üzerindeydi. "Dur," diyerek elimi göğsüne koyduğumda bakışları bana döndü. Şimdi o bakışların hedefi benken "Ona dokunursan beni de unut," dedim. Fakat Rex benim sözlerimi duymamazlıktan gelerek "Çekil yoksa çekmesini bilirim," dedi. Başımı iki yana sallayarak karşı çıktım. "Sana dediğimi duydun Rex, ona dokunmayacaksın." "Pera önümden çekil," dediğinde duraksadım. Rex bu zamana kadar bana bir kez bile Pera dememişti. Daima bana Dünya derdi ya da Dünya güzeli. Hep merak ederdim neden bu şekilde seslendiğini. Öğrenmiştim de. Dünya güzeli, Dünya'nın güzeli. Derin anlamı vardı, çok derin. "Hayır Rex, çekilmeyeceğim ve şimdi sen ve ben yalnız bahçede konuşacağız." Gözleri öfkeden büyürken "ÇEKİL DEDİM!" diye bağırdı. "Annemin hatırı için çık şu bahçeye." İşte Rex için alevin sönüş noktası. İrkilerek geriye adımladığında bende onun kadar öfkelenmiştim. Annemi böyle bir ana karıştırdığım için öfkeliydim ama onu durduracak tek şey annemdi. Ona duyduğu aşk öyle büyüktü ki, ölüsüne bile hala sevgi besliyordu. Herkese karşı kötü olabilirdi ama anneme karşı asla öyle değildi. Her kötünün bir zaafı vardır. Rex'in zaafı da onun Dünyasında saklıydı. Bir keresinde onun annem için ağladığını hatırlıyorum. Su içmek için çıktığım odadan onun annemin kapısına yaslanmış hüngür hüngür ağladığını görmüştüm. Tabi, o zamanlar annemin kapısında ne işi olduğunu sorgulamıştım ama zamanla öğrenmiştim onun da nedenini. Şimdi o sevginin emarelerini hala gözlerinde gördüğümde emin olmuştum. Rex, annemi asla unutmayacaktı. Her gün mavi gözlerime baktığında bile hatırlayacaktı. Biliyordum, çünkü bende gözlerime baktığımda onu ve Boris'i hatırlıyordum. "Hadi Rex, bahçeye gidelim," dedim daha sakin bir tonda. Bakışlarını gördükçe öfkem azalmış, bir mum gibi sönmüştü. Dediğimi yaptı. Bakışlarını benden ayırarak yere diktiğinde öylece yanımdan geçerek cam kapıdan bahçeye çıktı ve başını gökyüzüne kaldırarak derin bir nefes aldı. Gök, mavi... Arkamda kalan Darcy'e bakmadan elimi dur anlamında kaldırdım. Ve Rex'in ardından bahçeye çıktım. Rex başını eğmeden gökyüzünü izlemeye devam ederken ben de onun gibi yaptım. Başımı gökyüzüne çevirdim ve orada beliren iki çift mavi gözleri izledim. Daima o gökyüzündelerdi ve bizi izliyorlardı. Tüm kötülükleri renkleriyle canlandırıyorlardı. "Çok güzel," diye mırıldanan Rex'le istemsizce başımı salladım. Neyden bahsettiğini biliyordum. O da benim gibi iki çift mavi gözleri izliyordu. "Biliyor musun?" diye sorduğunda bakışlarımı gökyüzünden ayırmadan "Neyi?" dedim. Rex havanın soğukluğu sanki ona işlemiyormuş gibi huzurlu gözüküyordu. Zaten insan sevdiğine baktığında, huzur bulmaz mıydı? "Annen ve Boris bana küs gittiler," dediğinde ilk kez bakışlarımı gökyüzünden ayırarak ona baktım. Siyah saçları gecenin karanlığında kendini gizlerken koyu mavi gözleri ona zıt bir şekilde parlıyordu. "Sana küsmekte haksızlar mı?" diye sordum acımasızca. Çünkü ona karşı zerre acıma duygum yoktu. "Değiller." "Bende öyle düşünmüştüm" Sessizlik tekrar baş gösterdiğinde bakışlarımı bahçede dolaştırdım. Her bir detayı aynı olan bahçede akşam olduğu için tüm korumalar dışarıdaydı. Etrafı kolaçan ediyorlardı ama bize asla bakmıyorlardı. Baksalar sonuçlarının kötü olacağını biliyorlar. "Rex, hiç pişman değil misin?" diye sordum aniden. Bu soruyu neden sordum bilmiyorum ama bir cevaba ihtiyacımın olduğunu biliyordum. "Değilim," derken sesi tereddütsüzdü. "Asla pişman olacağım bir şey yapmam." "Peki, vazgeçtiğimi söylediğimde yaptığın hareketten de pişman değil misin?" "Değilim" Tek kelimeyle sözler bitti. Onun gerçek yüzünü bir kez daha gördüm. O hep aynıydı, o acımasız Pakhan'dı. "Ne yaparsan yap," diye söze başladığım sırada gözlerimin önüne gelen ela gözlerle cümleye devam ettim. "Bu işe devam etmeyeceğim." Rex bu sefer başını gökyüzünden ayırarak bana diktiğinde hiç şüphesiz eski korkutuculuğunun geldiği apaçık ortadaydı. Ani duygu geçişleri beni öyle korkutuyordu ki, söylenen bazı gerçekleri göz ardı etmek oldukça zorlaşıyordu. "Sen bilirsin," derken yüzünde eski alaylı gülüşü ortaya çıktı. "Zaten Doğu da bu işe karşıydı." "Babam, ne alaka şimdi." Gözleri değişik bir hal aldı. "Bilmem onun varlığını hatırlatmak istedim," derken elini kaldırarak saçlarını geriye taradı. "Sen şuan babam üzerinden beni tehdit mi ediyorsun?" Sözlerimle gülüşü büyüdüğünde omuz silkti. "Tehdit etmem, yapmak istediğimi yaparım." "Senden nefret ettiğimi söyledim mi?" diye kinle konuştuğumda gülüşü solmadı ama bozulduğu anlaşılıyordu. "Çok defa," diye normal bir şeymiş gibi konuştu. "İyi o zaman, tekrar edeyim." Tamamen ona dönerek gözlerimi yüzüne diktim. O da bana döndüğünde tüm nefretimle "Senden nefret ediyorum Pakhan." Senden nefret ediyorum Rex. Bana... Bize yaşattığın her şey için günlerce sana lanet okuyacağım. Son kez gözlerinin içine baktıktan sonra arkama dönerek eve gireceğim sırada kulağıma dolan sesle adımlarım durdu. Öylece durduğumda ensemde hissettiğim soğuk metalle içime derin bir nefes çektim. Rex bana silah çekmişti. Bu sahnenin yaşanacağını zaten biliyordum. Çünkü o acımasız biriydi. Karşısında kim olduğunu zerre düşünmeyen kötü biriydi. Hiç düşünmeden hayatındaki herkesi elindeki silahla öldürebilecek kadar psikopat bir Pakhan'dı. Rusya'nın soğuğuna ek olarak eklenen metalin soğukluğu beni titretmesi gerekirken, hiçbir şey hissetmiyordum. Demek ki, yanmak hiç yanlış bir karar değilmiş. Koca dünyada bile yanmak bana bir lütuf gibi önüme sunulmuşken, benim o alevden kaçamayacağım acı bir gerçekti. "O komiseri avcumda istiyorum. Eğer yine de yapmayacağım diyorsan, bugünden itibaren sönen mum, bir daha hiçbir alevi kabul etmeyecek." Mum... Her şeyin başlangıcı olan o mum benim karanlığımdı. Neden anne, neden Rex'e ilk hediyen bir mum'du. Olduğum yerde bir süre sessizce bekledim. Zihnimde her bir yandan yankılanan seslerin bir sonuca varmasını bekledim. Olmadı. Sesler çoğaldıkça çoğaldı. Beni içlerine çekmeye yakınken, onları daha küçük yaşımda duymamazlıktan gelmeyi öğrendiğim için o çukurdan kendimi kurtardım. Hala ensemden soğukluk yerini korurken bir adım öne atarak ondan uzaklaştım. "Andım olsun ki, iş bittiğinde bu dünyayı alev almadan kendim senin gözlerinin önünde yok edeceğim." Ve bir, iki, üç adım derken ondan tamamen uzaklaştım. Ben sözünü tutan bir kız bu zamana kadar olamamıştım. Boris'e verdiğim onlarca sözü ve Darcy'e verdiğim sözü tutamayacağımı bilerek vermiştin. Ama bu sefer öyle olmayacaktı. Bu sözü kendi benliğimi kurtarmak için tutacaktım. Bir söz bin cümleye bedeldi. Ben cümleleriyle daima kendimi yakmıştım ama bu sefer bir sözümle kendimi o alevden kurtaracaktım.
☆★☆ Türkiye... Yarım kalkınmışlıklarla dolu bu dünyada, her bir canımızın eksikliğiyle ortada kalmışlığımız bizi duygusuz birer robota dönüştürürdü. Annemiz ölür, kalbimiz parçalanır. Babamız ölür, aklımız sessizliğe bürünür. Kardeşimiz ölür, benliğimizi kaybederiz. Bunlar sonucunda geriye yaşayan bedenlerimiz kalır. Ne yaptığımız işten, ne de yaşanması beklenen duyguları yaşayabiliriz. Tüm yaşamsal fonksiyonlarımızı kaybettikten sonra tekrar insan olmamız beklenmezdi. Ben Pera Dünya Saraç'tım. Annem öldü, kalbim parçalandı. Kardeşim öldü, benliğimi kaybettim. Bu ikisi arasında beni ayakta tutan tek şey babamken onu da kaybedemezdim. Tutunacak tek bir dalım var. Onu tüm kuvvetimle sımsıkı tutmak için her şeyi yapardım. Ona gelecek herhangi bir zararda ben tamamen bir robota dönüşürdüm. Siz hiç küçükken korktuğunuz bir şeye dönüşmek ne demek biliyor musunuz? Ben bilmiyorum ama dönüşmekten ölesiye korkuyorum. Rusya'da geçirdiğim bir ayın sonunda tekrar beni arafta bırakmayan yerdeydik. Buradaydım. Buraya dönmek içimi öyle bir huzurla kaplamıştı ki, karanlık, kapalı bir alanda uzun süre kalmış ve özgürlüğe kavuşmuş gibi hissediyordum. Nefes alıyordum, dahası var mı? Bir ay boyunca orada her ne kadar Rex'ten kaçmaya çalışsam da beni her yerde buluyordu. Ona karşı gelemiyordum çünkü gelsem bir bilim bile yanımdan ayırmayan Darcy'in sonunu getireceğini biliyordum. Buna izin vermezdim. Bir kez daha sevdiklerimi kaybetmenin acısını kaldıramazdım. Darcy zaten kolunu önüme siper ettiği gün Rex'in gözüne batmıştı. Her fırsatta onu yalnız konuşmak için çağırıyordu ama ben buna izin vermiyordum. Çünkü girdiği odadan sağ çıkacağının garantisi yoktu. Türkiye'ye döneceğimiz zamanda Rex yanıma başka bir koruma verecekti ve Darcy Rusya'da kalacaktı ama bunu reddettim. İlk başlarda benim reddimi ciddiye almamıştı ama sonra bir şekilde ikna etmiştim. Bu yüzden çok acil bir şeyler yapmalıydım. Rex artık eskisi kadar bize güvenmiyordu. Belki bu son Rusya ziyaretimiz olabilirdi. Çünkü orada bir daha gittiğimde sağ çıkabileceğimi sanmıyorum. Ya ben ölecektim ya da Darcy. Ben ettiğim sözü tutmadan ölmeyi düşünmüyorum. Ne olursa olsun o sözü tutacak, alevleri bir suda boğacaktım. Pera sözü... "Ne düşünüyorsun?" sorusuyla geldiğimizden beri tabaktaki makarnaya bakarak daldığım düşüncelerden sıyrıldım. Kafamı kaldırarak kara gözleriyle bana bakan Darcy'e baktım. "Hiç, dalmışım." Türkiye'ye geleli birkaç gün olmuştu. Bu süre zarfında sadece evde oturmuş ve bu işten nasıl sıyrılacağımı düşünmüş durmuştum. O kadar çok düşünmüştüm ki, sabahları Wendy'le konuşuyor, geceleri rüyamda Boris'i görerek ona soruyordum. Kafam artık öyle dolmuştu ki doğru düzgün yemek yemediğim için Darcy artık bu halime dayanamamış beni zorla dışarı çıkarmıştı. Aslında istesem çıkmaz onu geçiştirirdim ama bunu yapmasına izin vermiştim. Çünkü artık bu günlerimi zindan eden düşünceden onunda haberi olması gerekiyordu. Bugün ona her şeyi anlatacaktım. Bilerek evde anlatmamıştım. Onun nasıl karşılayacağını kestiremiyordum. O yüzden onu bir AVM'ye getirerek kalabalık alanın avantajını kullanacaktım. "Darcy," diyerek söze girdiğimde zaten üzerimde olan gözleri dikkatle beni izledi. "Sana bir şey anlatacağım." "Sonunda bana anlatacaksın yani," diye imalı bir tonda konuştuğunda içime derin bir nefes çektim. Nezarethaneye girdiğim gün başka şeylerin de olduğundan biliyordu ve ona anlatmamı beklemişti. "Biz buraya gelmeden önceki gece elimde bir fotoğraf vardı hatırlıyor musun?" dediğimde gözleri kısıldı. Hatırlamaya çalıştığını anladığımda ona biraz zaman verdim. Birkaç saniye sonra hatırlamış olacak ki gözleri normal şeklini alarak "Hani şu Rex'in bakmak istediği ama senin asla izin vermediğin fotoğraf mı?" dediğinde başımı salladım. "O ne alaka Pera?" dediğinde masanın üzerindeki çantama uzandım. Çantayı açarak içindeki küçük fotoğraf karesini çıkardığımda Darcy'in gözleri elimdeki fotoğrafa kaydı. Çantamı tekrar yerine bıraktığımda elimdeki fotoğrafa kısa bir an baktıktan sonra düz çevirerek Darcy'in önünde bıraktım. Bu hareketinle Darcy şaşkınlıkla bana baktı. Çünkü o gece Rex bakmak istediğinde resmen tüm korumalara içinde ona silah çekmiş ve onu tehdit etmiştim. Şaşkınlığı bu yüzdendi. "Bu ne?" "Sadece bak." Bakışlarını benden ayıran Darcy önündeki fotoğrafa baktı. İnceledikçe inceledi ama bir sonuca varamamış olacak ki başını kaldırarak "Bu kim Pera?" diye sordu. "Adas Alacakan." Darcy'in kara gözleri kocaman açıldığında ilk defa onu bu kadar şaşkın görüyordum. Haklıydı da. Fotoğraftan bile belli olan yumuşak kumral saçlar, hafif çekik ve kısık ela gözler, kalın dudaklar ve küçük burnuyla, oydu. Adas Alacakan'dı. Bu fotoğrafı küçükken Rex'in odasında annemin bir fotoğrafını bulmak için gizlice girdiğim zaman bulmuştum. O zamanlar kim olduğunu bilmiyordum. Aslında fotoğrafı almayacaktım ama odaya giren bir korumayla yerine geri koyamayacağım için cebime atmıştım. Yıllarca yanımda kalmıştı o fotoğraf ta ki, Rex bize Adas Alacakan'ın kim olduğu hakkında bilgi verdiğinde aynı fotoğrafı orada gördüğümde anlamıştım kim olduğunu. İlk başlarda unutmuştum ama sonra eşyalarımı topladığım gün dolabımın derinliklerinde bulduğumda hatırlamıştım. Peki bu fotoğrafın, Rex'te ne işi vardı? Bu konu hakkında baya düşünmüştüm. Hep farklı sonuca varmıştım ama bir gün tüm farklı sonuçlar tek bir sonuçta toplandı. Asrın ve Ada Alacakan. "Bu fotoğrafı yıllar önce Rex'in odasında buldum. İlk kim olduğunu bilmiyordum ama sonradan önümüze konulan komiserin dosyasıyla kim olduğunu anladım. Başlarda çok düşündüm. Bu fotoğraf neden Rex 'de var diye. Sonra neden olduğunu anladım." Darcy'e sessiz ve şaşkınca beni dinlemeye devam etti. "Komiserin anne ve babası Asrın ve Ada Alacakan yıllar önce bir uyuşturucu operasyonda şehit düştüler. Sende biliyorsun?" Başını salladı. "Aslında öyle değildi. Onlar Rex yüzünden öldüler...Hatta yüksek ihtimalle onları Rex öldürdü." Uzun bir sessizlik. Algılaması zor, gerçekliğini sorgulamak kadar derin bir sessizlik. Alışveriş merkezinin gürültülü sesi bile bu sessizliğe ortak olmuş gibiydi. "Ne!" Darcy kara gözleri garip bir ifadeye büründüğünde öyle derin bir nefes aldı ki, sanki aldığı nefes bile ona yetmedi. Evet, anladım. Gözlerindeki o garip ifade acı ifadesiydi. Böyle bir şey beklemediği apaçık ortadaydı. Bende bu olayı araştırmaya başladığımda böyle bir şey beklemiyordum. Zor olmuştu ama yapboz parçalarını birleştirdiğimde açığa çıkan resim büyük bir gerçekti. Ve öğrendiğimden beri kafamı kurcalayan tek bir şey vardı. Adas Alacakan bunu biliyor muydu? Bunu kendi içimde binlerce kez düşünüş, onun gözlerine baktığımda anlamaya çalışmış ama yapamamıştım. Her ne kadar bakışlarıyla kendini gizlemeye çalışsa da oradaki duyguları gayet net okuyabiliyordum. Ama bu konu hakkında gözlerinden hiçbir şey okuyamıyordum. Biliyor muydu? Rex'in anne ve babasını öldürdüğünü biliyor muydu? "Bun nasıl olur- yani sen bunu nerden biliyorsun... Gerçek mi bu?" Darcy'in söylemek istediği cümleler birbirine öyle bir karışmıştı ki, hala gerçekliği sorguladığını anladım. Bu durum öyle karışıktı ki, nasıl bir olayın içine düştüğümüzü anlamıyordum. "Gerçek Darcy, inanması zor ama gerçek." "Neden peki, Rex bunu ned-" Darcy'in cümleleri bir çığlık sesiyle kesildiğinde ikimizde hızla başımızı sesin geldiği yere çevirdik. AVM'nin en üst katında oturduğumuz için sesler alt kattan geliyordu. Hemen yan tarafımızdaki korkuluktan aşağı baktığımızda kendini önündeki kadına siper ederek boğazına bıçak dayayan adamı gördüğümde kaşlarım çatıldı. Dikkatli baktığımda aslında bu olayın çok daha önce başladığı ama duymadığımızı etraftaki birkaç polisten anladım. Öyle ki, her ne kadar uzakta olsak da kafama kazınan bir çift ela gözlü adamın orada olduğunu geç olsa da fark ettim. Tekrar bir çığlık koptuğunda adam elindeki bıçağı kadının boğazına daha fazla yasladı. Kadından bir "Bırak beni!" bağırtısıyla birkaç kişi hareketlendi ama daha sonra adamın arkasından ona sırtını yaslayan başka bir adam gördüğümde olayın ciddiyetini kavradım. Durduğumuz konum yüzünden tam olarak göremediğim için bir saniye bile beklemeden masanın üzerindeki fotoğrafı alarak oturduğum yerden kalktım. İlerlerken benim kalkışımla Darcy de kalkarak masaya cebinde ne varsa bıraktıktan sonra birkaç adımda bana yetişti. Aynı adımlarla ilerlerken yürüyen merdivenlerde insanlar aşağıya inmekten korktuğu için olsa gerek yoğun bir kalabalık olduğunu gördüğümde hemen yan taraftaki merdivenlere doğru ilerledim. Hızla merdivenleri indiğimizde meraklı bakışlarla olayı izleyen insanlar yüzünden adamları göremiyordum. Bu durumu Darcy de fark etmiş olacak ki bir adım önüme çıkarak iki eliyle önündeki insanları ittirerek bana yol açtı. O benim önünü aça aça ilerlerken bende onu takip ettim. Arkamızdan insanların homurdanması kulağıma doldu ama umursamadık. En ön kısma geldiğimizde herşeyi daha net gördük. Kadınların gözlerindeki korku dolu bakışları ve adamların yüzlerindeki tehlikeli parıltıları. Bakışlarım birkaç adım ötemizde duran ekibe kaydığında bize arkalarını döndükleri için görüş açılarında değildim. Bu benim için iyiydi ama bir yanım ela gözleri görmek için yanıp tutuşuyordu. "Daha fazla yaklaşmayın!" diye bağıran adamla ekipten adını bilmediğim adamın attığı adım duraksamıştı. Başını arkasına çevirerek komisere hitaben "Ne yapalım?" diye sordu. "Geriye gel." Aradan geçen bir ayın sonunda onun sesini duyduğum an sebepsizce hızlanan kalbimle bakışlarımı ona çevirdim. Üzerine giydiği siyah ceket ve siyah pantolonla her zamanki tarzındaydı. İtiraf etmek gerekirse yüzünü görmeden bile ne kadar yakışıklı olduğunu tahmin edebiliyordum. Yani edebilirsiniz... Siz, ben değil. Kafamdaki düşünceleri başka bir boyuta evrimleşeceğini anladığımda başımı iki yana sallayarak onları engelledim. Şuan önemli bir konu vardı ve iki tane kadın resmen rehin alınmıştı. Evet Pera, olaya odaklan. Tam olaya odaklanacağım sırada Komiserin birkaç adım gerileyerek üzerindeki ceketi çıkartarak elinde tuttu. Ardından sanki fazlalıkmış gibi eline baktıktan sonra arkasını döndü. Yüzü görüş açıma girdiğinde gözlerimi kırpıştırdım. Ne demiştim, çok yakışıklı değil mi? Hayır, siz söylemeyin... Ela gözleri etrafta gezindi. Nefesini tutmuş o gözlerin gözlerimle kavuşmasını bekledim ama olmadı. Komiser kısa bir turun ardından tekrar döndüğünde tuttuğum nefesini vereceğim an bir şey oldu. Komiser tekrar arkasına döndü ve döner dönmez ela gözleri, gözlerime değdi. Ve derin bir nefes bıraktım bu kavuşmanın huzuruyla. Komiser, bana baktığında şaşkın değildi ama gözlerinde farklı bir bakış vardı. İlk defa komiserin bir bakışının anlamını çözemedim. Bana bakarken bir adım attığında bıraktığım nefesimi tekrar tuttum. O adım attıkça kalp atışlarımın sesi öyle çoktu ki, tüm bağırtılara rağmen duyulduğunu düşünüyordum. Öyle olmalı çünkü Darcy'in gözleri bana dönmüştü. Komiser önümde durduğunda ekibi nereye gittiğini anlamadığından olsa gerek olduğumuz tarafa dönmüşlerdi. Hatta Uras'ın şaşkın ve bir o kadar heyecan sesiyle "bu kader değil de ne," dediğini duydum. Fakat tek odak noktam karşımdaki ela gözlü adamdı. Bir süre birbirimize baktığımızda ikimizde sustuk ama bu suskunluk oldukça yersiz bir yer olduğunu hatırlatan çığlıklarla komiser kendine gelmiş olacak ki, gözleri gözlerimden ayrılmazken elinde tuttuğu ceketini bana uzattı. Anlamsızca elindeki cekete baktığımda onun gözleri hala yüzümdeydi. Bir ara saçımdaki, kırmızı tutama kaydı kaşları çatıldı ama tekrar düzeldi. "Ceketimi tutar mısın?" Uzun zaman sonra bana kurduğu ilk cümle bu olduğu için dudaklarım kıvrılacakken kendimi durdurdum. Elimi uzatarak elindeki ceketini alacakken alttan kavradığım için elim eline çarptı. Küçük temasla zaten maratonda olan kalbim soluksuz kaldığında yutkundum. Aynı yutkunuş onda da oluştuğunda gözlerimiz tekrar kesişti ve ben orada yatan küçük bir detay kıskıvrak yakaladım. Bu sefer kendimi tutmadım. Dudaklarım kıvrıldığında karşımdaki adama gülümsedim. Öyle sade bir gülümseme değildi, anlamlıydı... Özlem doluydu. "Tutarım." Ceketi elime alarak kendime çektiğimde gözleri son kez yüzümü turladı daha sonra arkasını dönerek ekibin yanına ilerledi. Ben orada öylece göğsüme yasladığım cesetten buram buram kokan karanfil kokusuyla onu izledim. Attığı her adım öyle kendinden emindi ki, onu uzaktan izlediğim yıllardaki özgüvenini görmek beni biraz heyecanlandırmıştı. Onu ilk defa bir olayın içinde görmüyordum ama şimdi canlı görmek değişik hissettiriyordu. Komiser ekibin yanına vardığında hepsini etrafına toplayarak bir şey konuştu. Ekiptekiler başlarını sallayarak onu dinlediğinde son sözünü söylemiş olacak ki yanındaki Uras'ın omzuna vurarak geri çekilmişti. Ekiptekilerin hepsi bir yana dağıldığında bize doğru yaklaşan Ece'yi gördüğümde ona baktım. Onun da bakışları benim üzerimde olduğunu gördüğümde ve adımları bana yönelik olduğunda yanıma geldiğini anlayarak onu bekledim. Yanıma geldiğinde gözlerini üzerimde tutarak ama etraftaki kalabalığa hitaben "Herkes bir kaç adım gerilesin. Bir daha tekrarlatmayın," dediğinde küçük ve tatlı yüzüne rağmen sert çıkan sesiyle dediği gibi herkes geriledi. Bende geriye gideceğim zaman bakışları benden ayrılmayan kız "Siz burada kalın Pera Hanım, komiserimin emri," dedi. Sözleri beni şaşkınlığa sürüklediğinde o sağ tarafımda duran Darcy'e kısa bir bakış atarak sol tarafıma geçti. Ve bu yaptığı hareketle sanki komiserin benim hakkımda daha fazla şey söylediğini anladım. Bakışlarımı tekrar ortaya çevirdiğimde adamların kapana kısıldığından olsa gerek birbirilerine daha yapışarak az önceki tehlikeli bakışların yerini tedirginlik almıştı. Uras'a takılan bakışlarımla onu izledim. Çünkü eline aldığı silahını arkasına alarak sakladı. Adımları bir mağazanın kapısının önünde durduğunda, olduğu konumdan dolayı iki adamda görüş açısındaydı. Yavaş adımlarla onlara yaklaştığında aynı onun gibi diğer taraftan Sinem'in yaklaştığını gördüm. Bir adamın tam karşısında duran adını bilmediğim adam ve komiserde birbirine eş adımlarla onlara yaklaştığını gördüğümde ne yaptıklarını anladım. Adamların dikkatini dağıtarak kapana kıstıracaklardı. Komisere doğru olan adam, onun yaklaştığını gördüğünde kadını kendine daha çok çekerek "Yaklaşma! " diye bağırdı. Fakat ne komiser durdu ne de diğer adam. İkisi de adamlara yaklaştığında, onların dikkatleri sadece önlerindeki adamlardaydı. "Sana diyorum yaklaşma lan!" dediği an Uras ve Sinema hızla oldukları yerden koşarak adamların ellerinden tuttular. Adamlar şaşkınca onlara baktığı sırada gevşemek kolları nedeniyle kadınlar oradan sıyrılarak kaçtılar. Adamlar şaşkınlığı üzerlerinden atmış olacaklar ki onları tutanlardan kurtulmak için debelenmeye başladılar ama diğer ekiplerde geldiğini sonunda bir işe yaramayacağını anlayarak teslim oldular. Hala yanımda duran Ece, yan gözlerle bana baktığında ona döndüm. İlk gördüğüm anda fazla dikkat etmesem de yakından daha güzeldi. Küçük yüzü öyle sevimliydi ki, şuan ki ciddi ifadesi bile oldukça tatlıydı. "Nasılsınız Pera Hanım?" diye sorduğunda benimle iletişime geçmesi şaşırmama neden oldu. "İyiyim, sen nasılsın?" "İdare eder," dedikten sonra bakışları diğer yanımda duran Darcy'e takıldı. Aynı ciddi bakışlarla ona baş selamı verdiğinde görmesem bile Darcy'in de aynı şekilde selam verdiğini biliyordum. Birkaç saniye daha ona baktıktan sonra bana döndü. "Pera Hanım-" devam etmesine izin vermeden sözünü kestim. "Pera de lütfen," dediğimde anlayışla başını salladı. "Pera, Adas komiserim olay bitene kadar ve yanınıza gelene kadar senin yanında durmamı istedi o yüzden bir yere gidecekseniz bu emir neticesinde sizi takip edeceğim." Uzun konuşması sonucunda bana söyledikleriyle şaşırdım. Ne alakaydı ki? Neden beni takip edecekti? "Neden böyle bir şey istedi?" diye sorduğunda Ece omuz silkerek "Bilmiyorum, emirleri sorgulamam," dedi. Komiserin bu emri kafamı karıştırırken olduğum yerde kalmaya devam ettim. Zaten dışarıya Darcy'in zoruyla çıkmış, ona anlatacaklarımdan sonra eve dönecektik. Bir işim yoktu, bu yüzden bekleyecektim. Demek ki bana söyleyeceği bir şeyler vardı. Merak duygum oldukça ağır bastığında gözlerimle komiseri aradım ancak olay yerinde yoktu. Kaşlarım çatılırken dikkatle etrafa bakındım. "Beni mi arıyorsun?" diyen sesi duyduğumda titreyerek arkama döndüm. Konuşurken nefesini saçlarımda hissettiğim için titremiştim. Ve oldukça yakınımdaydı ki, dönerken başım çenesine hafifçe sürtmüştü. Böyle bir yakınlığı beklemiyordum. Ama o sanki bu yakınlığı bilerek oluşturmuş gibi rahattı. "Komiser," dediğimde sesim benden beklenmeyecek kadar kısık çıkmıştı. Kalbim göğüs kafesimi öyle zorluyordu ki, içimi tarif edilmez bir his sardı. Bu his öyle kuvvetlidir ki, gözlerim dolmuştu. Komiser de bunu fark etmiş olacak ki, derin bir nefes verdiğim zaman o da içine derin bir nefes çekti. Rüzgarda dönen rüzgar gülü gibiydik. Hangi yöne esiyorsa o tarafa dönüyorduk ve ne kadar hızlı olursak olalım birbirimizden başka kimseyi görmüyorduk. Öyle bir sarmaşık misali dolanmıştık ki, birbirimize çekilmekten başka çaremiz yok gibiydi. "Dönmüşsün," dedi ela gözleri yüzümü turlarken. "Döndüm," dedim tıpkı onun gibi mavi gözlerim yüzünde dolaştı. "Güzel miydi oralar?" diye sordu sesindeki garip tonla. "Değildi" "Neden?" "Çok karanlıktı," dedim sesimden bile belli olan hüzünle. "Burayı özleyeceğim kadar karanlıktı. Kötüydü." "Burası aydınlık mı?" diye sordu. Ela gözleri saçlarımdaki, kızıl tutama kaydı. Sonra tekrar gözlerime baktı ama ara sıra oraya kayıyordu gözleri. "Aslında hem aydınlık hem de karanlık." "O nasıl oluyor?" "Her ülkenin bir karanlık tarafı vardır ama aydınlığı çok azdır. Burası tüm karanlığa rağmen aydınlığı yok saymıyor...Onu kendiyle birlikte yürütüyor. Eşit davranıyor," Gözlerindeki ifade değişti. Ela gözleri farklı bir tona büründüğünde son cümlemi de tamamladım. "Sen ve ben gibi" Bu sözlerinden sonra Komiser bir an Ece'ye baktı. Aralarındaki o kısa anda bir emir geçti ama ben okuyamadım. Sonra ben daha ne olduğunu anlamadan sıcak bir eli avuç içimde hissettiğimde gözlerim kocaman açıldı. Elini sıkıca tutan komiser bana bakmadan yürümeye başladığında elimi tuttuğu için bende peşinden yürümeye başladım. Arkamdan Darcy'in sesinin yanında Ece'nin de sesi geliyordu. Komiser hızlı adımlarla ilerlerken ona yetişmeye çalışıyordum. Ayağıma geçirdiğim topuklular beni oldukça zorluyordu. Ama yine de az çok ayak uyduruyordum. "Ne yapıyorsun, nereye götürüyorsun beni?" diye kısık tonda bağırdığımda bakışlarımı etrafta gezdirdim. Birkaç kişinin bakışları bizim üzerimizdeydi ama bu bakışlar kim olduğumuzu bilen bakışlardı. "Adas, bize bakıyorlar. Bırak elimi," desem de beni duymamazlıktan gelerek ilerlemeye devam etti. Nereye gittiğini bilmesem de komiser bir kapıyı iterek açtığında karşımıza boş bir koridor çıktı. İçeri girer girmez beni de çektiğinde hızla ardından içeri girdim. Beni öyle sert çekmişti ki, tökezleyerek ona çarptım. Açılan kapı ardımızdan kapandığında uzun boyundan dolayı göğsüne çarpan başımı kaldırmaya cesaret edemedim. Öyle kaldığımda burnuma dolan koku yüzünden derince yutkundum. İtiraf etmem gerekirse bu kokuyu özlemiştim. Üniversite zamanında bir sürü erkekle karşılaşmıştım ama hiçbiri böyle insanı sarsan biçimde bir kokuya sahip değildi. Peki bu komiser nasıl böyle güzel kokabilirdi? "Kendi kokundan haberin var mı?" Komiser'in kısık mırıltısını duyduğumda en nihayetinde başımı kaldırarak gözlerine baktım. O da aynı şekilde başını eğerek gözlerini gözlerime çevirdiğinde kaşları havalandı. "Benim kokum mu?" diye sordum ama gözlerine bakınca kalbim daha da hızlandı. "Evet," derken aynı zamanda başını aşağı yukarı salladı. "Kavun gibi kokuyorsun." Yüzümü buruşturdum. "Hiç sevmem." "Ben çok severim," dediği an buruşturduğum yüzüm düz bir hal aldı. "Hoşuma da gider." Göğsüm göze çarpacak kadar yükselerek derin bir nefes aldığımda alttan alttan gözlerimi kırpıştırdım. Biz şuan neyden bahsediyorduk? Kavundan mı yoksa kokumdan mı? Benim şaşkın ifadem onun hoşuna gitmiş olacak ki, hala birbirimize yakın olmamıza rağmen bir elini bel kıvrımıma sararak beni kendine çektiğinde boşta kalan elimdeki ceket yere düştüğünde omzuna tutundum ve aramızdaki mesafe daha da kısaldı. Komiser sırtını arkasındaki duvara yaslayarak beni daha çok kendine çektiğinde şuan bu yakınlığı kendi içimde sorgulayamıyordum. Avucunun içindeki elim, belimi sıkıca tutan eli ve aramızdaki santimlik mesafe...Nasıl oldu da bir anda bu pozisyona geldik. Komisere nasıl bakıyorsam, "Öyle bakma," diye isyan edercesine mırıldandı. Yüzünü yüzüme daha yaklaştırdığında tuttuğu elimi daha sıkı kavradı. "Ne yapıyorsun?" diyebildim en sonunda. Aslında yaptığı şeyi sorgulamıyordum, nedeni veya nasılı umurumda değildi. Sormak için sormuştum. "Bilmiyorum," dedi kısık sesle. "Şuan ne yaptığımı hiç bilmiyorum ama yapmak da istiyorum." "Neyi?" "Bunu," dediği gibi elimi bırakarak beni kendine çekti ve sıkıca sarıldı. İki eli belimi öyle sıkı kavrıyordu ki sanki kaçmamdan korkuyordu. Uzun boyuna rağmen eğilerek başını omzuma yaslamıştı. Başını eğerek boynuma yaklaştığında orada nefesini hissedebiliyordum. Derin bir soluk çektikten sonra alnını omzuma yasladığında içim titredi. "Hep korktuğum ne varsa kaçtım." Sesi boğuk çıkmasının yanı sıra sitemliydi. "Ama sen, buna izin vermiyorsun." "Adas-" "Sus Pera, sana oldukça kızgınım," derken sesi hiçte kızgın değildi. "Dengemi şaşırtıyorsun ve ben buna karşı çıkamıyorum." "Ama-" "Dur...Sadece biraz izin ver." Sessiz kaldım. Söyleyeceğim tüm sözleri yuttum. Geriye aramızdaki onca mesafeye rağmen ikimizin sessiz yakınlaşması kaldı. Ne ben konuştum ne de o. Dediği gibi ona izin verdim. Bana sarılmasına izin verdim ama kendimi de bundan mahrum bırakmadım. İki yanımda duran ellerimi boynuna dolayarak topuklularımın üzerinde yükseldim. Ve ona bana yaptığı gibi sıkıca sarıldım. Bu sarılma bana bir şeyi tekrar hatırlattı; Ben komiserden asla şüphelenmiyordum. Borisi öldürdüğünü düşünmüyordum. Bu işte bir iş vardı ama ben bunu artık tek başıma yapmayacaktım. Az vaktim vardı. Hele ki Rex bundan sonra bana asla güvenmezdi. Bu yüzden bir karar vermem gerekiyordu. Ya da bu yolu bir şeyleri ortaya dökerek ilerleyecektim. Ya da Rex'in dediği gibi ilerleyecektim. Ve ben daima ilkini seçerdim. Bu düşünceyle birlikte daha sıkı sarıldığımda yüzümde kocaman bir gülümseme oluştu. "Yarın benimle bir akşam yemeği yemeye ne dersin Komiser?" 🕯 Bölüm sonu... Nasıl buldunuz bölümü? Bu bölümde en sevdiğiniz sahne hangisiydi? Yeni bölümlerden haberdar olmak için beni takip edebilirsinizzz Bir sonraki bölümde görüşene dek hoş kalın, hoşça kalın🧷 |
0% |