@ladyrebel
|
"Tenimden silinmeyecek izler bırakan gözyaşlarım bir güneş kadar sıcak ve acımasızdı..." İnsan, ne zaman insan olurdu? Kendisi boktan bir yolun üzerinde yürüyüp de acı çektikten sonra bir başkasının o yolda yürüdüğünü görünce yardım eden mi yoksa sırf kendisi o boktan yoldan zar zor geçti diye onu da zorla geçirmeye itekleyen mi? İkisi de insanı bir davranış değil miydi? Empati de insanda vardı, kibir de. Sevgi de insandaydı açgözlülük de. Şimdi insan ne zaman insan olmalıydı? Her duygu bir saç teli olsaydı bile sayamayacakları kadar saç telleri vardı. Hangisinin döküldüğünü, hangisini kestiğini nereden bilebilirdi ki. Bazen kibrini kaybeder, bazen umudunu, bazen sevgisini, bazense nefretini. Ne zaman ve ne için olduğu pek de önemli değildi. Önemli ol olan, o an onda ne kadar olduğuydu. Mesela ben. Şu an ne kadar mutluyum? "Hiç." Elimdeki poşete bakarken adam gergince yüzüme baktı. "Bir problem mi var?" dediğinde eldivenlerine bakıp kafamı sakince iki yana salladım. Kışın ortasında, saatlerce, bir aptal gibi dikildiğimden dolayı artık benden rahatsız olmaya başlamıştı. "Hayır, sadece bir hata yaptım." diyerek dimdik karşıya baktım. Gözlerini hâlâ üzerimde gezdiriyordu belliydi. "Nasıl bir hata?" dediğinde dönüp kendisine kısa bir bakış attım. Elindeki portakalı ovuştururken gözlerime baktı. "Kız meselesi mi?"
Ak düşmüş kaşlarını havaya kaldırınca ela gözleri belli olmuştu. Bir de yüzündeki o samimiyet. Nedeni bilinmez ama beni rahatsız etti. Birinin benimle samimi olma çabası. Yarın beni hatırlamayacağı gerçeğini aklıma getirdi. "Belli mi oluyor?" Lafım ile kafasını kaldırdı ve gökyüzüne baktı. Sonrasında ise elime. "Elinde bir pastane poşeti, bir kış gecesi, arabanda bile beklemeyişin..." diyerek iç çekti. "Ne oldu?" Sorusu ile gözlerim tekrardan karşı binaya döndü. "Hastayken kendisini kovdum." dediğimde 'hı' diye bir ses çıkarmıştı. "Beni o halde görsün istemedim." dedim kaşlarımı çatarak. "Hastalıkta ve sağlıkta değil miydi bu söz?" deyince gözlerim gözlerinde gezindi. Öylece yüzüme bakarken elindeki portakalı tezgaha bıraktı. "Bence kovmamalıydın." "Abi ne hastalığı ne sağlığı?" dedim gerilerek. "Biz evlenecek değiliz ya."
Tek kaşını havaya kaldırdıktan hemen sonra çatarak önüme geçti. "Madem evlenmeyeceksin ne demeye demeye, kışın ortasında, evinin önünde dikiliyorsun hergele?" Hergele? "Öldürelim." Fısıltı'nın agresifliği üstündeydi sanırım.
"Anlamadım." dedim ifadesizce yüzüne bakarak. Bana uzun zaman sonra hakaret edilmişti. "Kızın duygularıyla oynama..." dediği sıra arkadan gelen ayak sesleri ile ikimiz de bayırın aşağısına baktık. Ellerinde market poşetleri, ayaklarında hafif topuklu, siyah botları ve kafasındaki beresiyle yokuş yukarı çıkıyordu. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Belki de buraya gelmekle yanlış yapmıştım. Ona saplantılı olduğumu ya da sıkboğaz ettiğimi düşünecekti. Elimdeki poşete bakıp da arkamı döndüğümde adam ile yüz yüze geldik. "Nereye?" dedi kısa boyuna rağmen tepeden bakmaya çalışarak. "Eve." deyip sağ tarafa adım attığımda o soluna atmış ve önümü kesmişti. "Boşuna mı bekledin onca zaman?" "Evet." Bir anda cevap verince şaşırıp kalmıştı. "Öğretmen hanım mı?" dediğinde dudaklarımı birbirine bastırıp cevap vermedim. "Kimi sevmen gerektiğini biliyorsun." Kaşlarım çatıldığı sıra arkamdan gelen tanıdık ses ile gözlerimi kapattım. "Merhaba Tayfun abi." Soğuk insanın sesini değiştirebilir miydi? Soğuk hava onun narin sesini daha da inceltmişti sanki. Sesi titrek çıkıyor gibiydi. "Hoş geldin Ela." diyen adam ile sessiz sessiz arkamı döndüğümde göz göze geldik. Önce şaşırdı sonrasında ise hiçbir şey olmamış gibi Tayfun olacak abisine baktı. Beni tanımamış gibi mi yapmıştı ben mi yanlış anlamıştım? "Hoş buldum abi, kolay gelsin." diyerek bir adım geri atacağı sıra adam öne çıktı. "Bu arkadaş da saatlerdir seni bekliyor." dediğinde gözleri gözlerimi buldu. Havadan bile soğuk gözlerinin beni nasıl üşüttüğünden bir haberdi. "Hmm..." diye bir şeyler mırıldanınca yerin yedi kat dibine inmek istedim. İlk defa utanç denen illet enseme böylesine yapışmıştı. "Ben..."diye mırıldandığımda gülerek sözümü kesmiş ve yanımızdaki adama bakmıştı. "Bana iki kilo portakal verir misin, abi?" dediğinde gözlerimi kaçırdım.
"Bu kızı da mı öldürmeliyiz?" dedi Fısıltı. Sesi bozuk çıkmıştı. Sanki o da sinir olmuştu. En azından fiilen sinir olamıyordu. Bir poşet portakal aldıktan sonra ücretini ödemiş ve arkasını dönmüştü. Elimdeki pastane poşetine bakarken adamın da bana baktığını hissediyordum. Acıdığını... Gelmekle hata ettim. "Gelmiyor musun?" Duyduğum ses ile kafamı kaldırdığımda, evin girişinde, beni beklediğini gördüm. Tek kaşını kaldırmış, hevessiz bir ifadeyle bana bakıyordu. Zorlama gibi de olsa en azından davet etmişti. Koşarak yanına gittiğimde öylece yüzüme baktı. "Bu pastane sponsorunuz mu?" dediğinde anlamadım önce ama hemen sonrasında ise elimdeki poşete ve içerisindeki pakete baktım. "Ne?" Kafasını yana yatırıp poşete baktı o da. "Sadece buradan alıyorsun ve sürekli bana getiriyorsun. Bir şey mi ima etmek istiyorsun da ben anlamıyorum." deyince ağzımı açmıştım ki cevap vermeme izin vermeden arkasını dönüp de kapıyı açınca dudaklarımı birbirine bastırdım. "Nedenini bilmiyorum ama ben fazlaca sinirleniyorum sanırım." diyen Fısıltı'yı duymamış gibi yapmaya çalıştım. İlk defa birisi beni görmezden gelmiyor da değildi. İçeri girdiğinde kapının önünde bir müddet bekledim. Ellerindeki poşetleri kenara bıraktıktan sonra doğru portmantoya ilerledi. Bir çift terlik ile geri dönüp ayaklarımın önüne bıraktığında garip bir şey ki başımdan aşağı döküldü, önce tenimi sonra içimi yaktı. Sessizce eğilip terlikleri giyerken kaşlarını çatarak yüzüme baktı. "Neden bu kadar ıslaksın?" dedi kabanıma bakarken. Sonrasında geri çekilip gözlerime baktı. "Cidden saatlerce bekledin mi?" dediğinde gözlerimi kaçırdım. "Bekledim, de. Dondum, mahvoldum falan de." "Çok beklemedim." diyerek yüzümü saklamaya çalıştığımda bir adım üzerime atınca bir adım geri attım. Attığım adıma bakıp o da geri bir adım attı. "Öyle diyorsan..."
Yüzüne baktığımda hızlıca kafasını çevirip içeri yöneldi. "Ebelenmeç mi oynuyorsunuz?" dedi Fısıltı iğneleyici bir tonda. "Kaç yaşınıza gelmişsiniz ne kadar da rezil. İnsanın flört hakkında hiç mi yeteneği olmaz." İyi ki beden benimdi. Eğer ben Fısıltı'nın yerinde olsaydım her şey çok daha kaotik olurdu. Sanki o çok daha agresif olandı. "Ne içmek istersin?" diye seslendiğinde ellerimle pantolonumun ceplerini yokladım. Gerginlikten yaptığım anlamsız bir hareket. "Aslında ben özür dilemek için geldim." dediğimde salonun ortasında durduk. Dönüp bana baktıktan hemen sonra hafifçe gülümsedi. "Üzerimi değiştirip geliyorum. Oturup keyfine bakabilirsin." Peşi sıra bir müddet dikildikten sonra kendi eksenimde döndüm. Beyaz ve mavi. Evinin her yerinde yer alan ufak çiçekler. Duvarlara astığı çerçeveler ve koltukların üzerindeki battaniyeler. Sıcak bir ev gibiydi. Benimkinin tamamıyla aksiydi. Ufak bir iki adım ile karşı duvara yöneldim. Beyaz çerçeveler ile süslenmiş fotoğraflara baktım merakla. Birinde elinde kocaman eldivenler vardı ve bembeyaz bir yerdeydi. Kayak merkezi gibi. Gözlerim bir başka fotoğrafa kaydı. Kendisi güzel bir mekanda yemek yiyordu. Üzerinde tatlı bir elbise. Yan masadaki bir iki adam da ona bakarken yakalanmıştı fotoğrafa. Onlar da takım elbise giymişlerdi. Ciddi bir ortam olmalıydı. Bir adım daha ileri gittiğimde bir konserde olduğunu gördüm. Bir adamın sırtına çıkmış ve kollarını kocaman açmıştı. Sevgilisi miydi? Acaba sevgilisi var mıydı? "Bu kadar dolu bir hayatı olan kızın mutlaka sevgilisi vardır." Fısıltı, canımı iyice sıktı.
"Ne yapıyorsun?" Arkamdan gelen ses ile yavaşça geriye döndüğümde dişlerimi birbirine bastırdım. O bu kadar tatlı mıydı yoksa ben kafayı mı yiyorum? Altı üstü bir ayıcık gibi giyinmişti. Kaç yaşında kızdı. Ayıcık gibi giyinmesi nasıl bana dert olabilirdi? "Fotoğraflara bakıyordum." diyerek ona doğru bir iki adım attığımda o benden daha fazlasını atmıştı. Ellerini omuzlarıma uzatınca kaçmak istedim. Geriye doğru bir adım attıktan hemen sonra zorla durdurdum kendimi. Önünde sonunda, ya o ya da ben, birimiz yanlışlıkla da olsa çizgiyi aşacaktı zaten. Omuzlarımdan kabanımı sıyırırken mırıldandı. "Bu şey ıslanınca ne kadar ağır oluyor." dedikten sonra arkama geçmiş ve ıslak kabanımı sıyırıp almıştı. "Sen de ıslandın mı?" Sorusu ile hızla kafamı iki yana salladım. Elindeki kabanı ikiye katlayıp benden uzaklaştı. Bir kalorifer peteğinin karşısına, tekli koltuğun üzerine, astı. Sonrasında bana döndü ve hafifçe gülümsedi. "Otur. Sana sıcak bir şeyler hazırlayayım. Battaniyelerimi kullanabilirsin." Büyük bir yerden gelmiş emir gibi. O bir şey söylesin de ben yerine getireyim gibi. Bu anı beklermiş gibi oturdum koltuğa. Katlı battaniyeyi özenle açtım ve omuzlarıma koyup bedenimi sardım. Onun çiçek kokusu kapladı her yanı. Kokuyu almamak için tavana falan baktım. "Bence bu kız da kötü." dedi Fısıltı. "Ona karşı semapti beslememizi sağlıyorlar. O zaman öldürmesi zor olacak diye." Bunca zaman hiçbir şekilde tepki vermediğim Fısıltı kaşlarımı çatmama sebep oldu. Onu öldürmek. "Türk kahvesi yaptım ama..." dedi elindeki tepsiyi ortadaki sehpaya bırakarak. Sonrasında beni gördü. Battaniyeye sımsıkı sarılmış halimi. "Kombiyi biraz daha açayım mı? Çok mu üşüdün?" Üzerimdeki battaniyeyi hızlıca indirirken kafamı iki yana salladım. "Ben özür dilerim." dedim dağdan iner gibi. Bodoslama. Öncesini sonrasını tartmadan gözlerine baktım. "Hastaydım ve o anki panik ile beni öyle görmeni istemedim." Kahverengi gözlerini gözlerime dikti. Hiçbir tepki vermeyişi daha da gerilmeme sebep oldu. Sinirli olursa daha iyi değil miydi? En azından beni kafasına takacak kadar önemsediğini göstermez miydi? Beni önemser mi ki? "Elinden bir şey gelmemesi ne kadar kötü." dedi ortamızdaki sehpaya uzanarak. Aldığım ekleri masanın ortasına koydu ve sözlerine devam etti. "Hani düşmeden önce tutanabilecekken tutmamak." Kahve bardağını önüme koyduğunda gözlerimi saçlarında gezdirdim. "Hani araba çarpmasın diye kaçmak varken durup ona bakmak ya da sırf gururun incinmesin diye yardım istememek." dediğinde sözünü kesmek istedim ama izin vermedi. "Ben yeterince şey kaybetmiş biri olarak şunu söylemek istiyorum." dedi gözlerime bakarak. Kahverengi gözler ilk kez beni rahatsız etmedi. "Denize düşen yılana bile sarılır." Alt dudağımı içten içe ısırırken gözlerine baktım. "Sana karşı öyle bir duruma düşmek istemedim." dediğimde kaşları havaya kalktı. "Bana?" "Kıza mı yürüyorsun?" Gözlerimi kaçırdım. Şimdi ne demeli? "Yani evime gelen ilk kişisin ve ben sanki çok kaba davrandım."
Gülümseyerek masaya baktığında gergince ellerimi ovuşturdum. Daha ne kadar bastırabilirim ki? Yani daha ne kadar bu durum boktan bir hal alabilir? "Sanırım cidden sosyal biri değilsin." dediği sıra Fısıltı mırıldandı. "Eymen Akgün." Yüzümdeki ifade buzdan soğuk bir hal alınca elimi fincana attım. "Ben seni daha fazla rahatsız etmek istemiyorum." dedim fincanı dudaklarıma götürürken. "En azından böyle habersiz gelmek." Kafasını hafifçe aşağı yukarı sallarken bir yudum alıp masaya bıraktım. "Bu hafta sonu müsait misin?" Öylesine sallayıp durduğu kafasını kaldırınca göz göze geldik. "Ne?" Ellerimi dizlerime koyup gergince ovuşturdum. "Beraber bir şeyler yapabiliriz." dedim kendimi rahatlatmaya çalışarak. "Kayak yapabiliriz ya da sinemaya..."derken gözlerim kısıldı. Sinema çok mu flörtöz kaçmıştı? Elleri arasında döndürüp durduğu kahve fincanını bırakırken kafasını salladı. "Pazar günleri müsait değilim. Cumartesi günü olur." dediğinde ellerimi hızlıca yumruk yaptım. "Başardın!" Kafamı salladım hızlıca. "Ne yapmak istersin?" dedim eğilip yüzüne bakarken. "Ona göre hazırlık yapıp seni alabilirim." Gözlerini kırpıştırdı. Çok tatlı gözüktü o an gözüme. Üstelik şaşırınca yüzünü öyle bir ifade aldı ki ben de şaşırdım. "Kayak." dedi kafasını sallayarak. "Zaten kış."
Kafamı aşağı yukarı sallarken ayağa kalktım. "O zaman ben gidip hazırlanayım." dediğimde gözlerime baktı ve o da ayağa kalktı hızla. "Şimdi mi?" dedi ellerini kaldırarak. "Evet." dedim büyük bir ciddiyet ile. "Almam gereken çok şey var ve güzel bir yer bulmalıyım. Cumartesi gideceğiz ama pazar işin var. Geri dönüşü kolay olmalı, ertesi güne yorgun olmamalısın. Zaten şımarık çocuklar seni yeterince yoruyordur." Diye diye kapıya yöneldim. O ise arkamdan geliyor anlamsızca yüzüme bakıyordu. "Üstelik ben de seni yormamalıyım." Ayağımdaki terlikleri bir kenara bırakıp kendi ayakkabılarımı aldım. "Sanırım bir şeyleri unuttum." Bir anda arkamı döndüğümde yüz yüze geldik. Belli belirsiz bir ifade ile yüzüme bakıyordu. "Kabanın?" dedi kaşlarını kaldırarak. Kafamı salladım. "Kabanım." Dönüp de tekli koltuğun üstünden kabanımı alıp da yanıma geldiğinde nazikçe elinden aldım ve üzerime geçirmeye başladım. O ise hızlıca arkasını dönüp içeri gitmişti. Eğilip ayakkabılarımı düzeltirken yanıma geldi. Elinde küçük bir saksı içerisinde garip bir çiçek vardı. Minyatür bir ağaca benziyordu ve kırık beyaz, sahte gibi duran, çiçekleri vardı. "Sana hediye etmek istiyorum." dedi bana uzatırken. "Evin çok boştu. Belki biraz renk getirir. Haftada üç kere bir çay bardağı su versen yeter." Gözlerim onun minik elleri arasında kocaman duran küçük çiçekte takılı kaldı. "Hediye." diye mırıldandım. Nasıl karşılık verilir onu da bilemedim. "Eğer beğenmediysen..." Uzanıp da hızlıca çiçeği elime aldığımda gözlerime baktı. Kafamı salladım.
"Cumartesi sabahı, dokuz sularında, seni almaya geleceğim." dedikten sonra dikkatle çiçeğe baktım. "Hafta üç kere bir çay bardağı su..." Beni kafasıyla onaylarken bir adım geri çekildi. "Evet." Elimdeki saksı ile evden şaşkınca çıktım. "Sana hediye mi verdi?" Kaşlarımı çattım. "Sanırım evet." "O zaman senin de ona hediye vermen lazım." "Neden?" "Flört dediğin şey karşılıklı olmalı." "Flört?" Şaşkınca kafamı kaldırmıştım ki bir lastik sesi duyuldu. Ela'nın bana hediye ettiği dikkatsizlik o an yüzüme vuran kaput kadar sert ve gerçekçiydi.
|
0% |