21. Bölüm

19.Bölüm:Eve Dönüş

Lady Yazar
ladyynizzz

Sizden minik bir isteğim olacak. Bölümü okurken sindire sindire yavaş yavaş okuyun. Gelecek adına spoiler var...İyi okumalar.

 

Bölüm şarkısı: Yalnızlık Paylaşılmaz - Duman

"Yalnızlık paylaşılmaz derler fakat ben yalnızlığın paylaşabileceğini senden öğrendim."

Doğduğundan bu yana iki gayesi olmuştu Semih Alpin'in. İlk gayesi, canından çok sevdiği, anası babası bildiği bu topraklar, vatanıydı. Onu çok seven bir annesi ve babası olmasına rağmen, Semih bunu yaşamak için yeterli bulmazdı. Böyle olunca kendince bir arayışa girmişti. Bu arayışı zamanla hüsrana dönüşünce, kendini mesleğine vermişti. Genç yaşta başarısıyla Üsteğmen olan Semih Alp, üstlerinden aldığı emirle çok gizli bir göreve gitmişti, bundan tam 28 yıl önce. Görevi basit gibi gözükse de oldukça zordu. Mardin'in en köklü aşiret ailelerinden birinin konağına girip, çok gizli silah teşkilatının tarihini öğrenecekti. Belki tarihini öğrenmekle kalmayacak, ileriki zamanlarda işlerine yarayacak birçok belgeye ulaşacaktı.

Oraya ağanın ailesinin yakın koruması olarak girdi. Yavuz ismiyle kendini tanıtmış, gelmeden önce ezbere bildiği herkesle tek tek tanışmıştı. Bir kişi hariç. Peşinde olduğu Mehmet Ağa'nın üç oğlu ve bir de kızı vardı. Oğulları ve eşleriyle bir bir tanışan Semih, ağanın biricik kızını görememişti. Sormak haddine olmadığı için bu konu üzerinde çok durmamıştı. Yaklaşan silah ticaretinden dolayı Mehmet Ağa, ailesindeki herkesin başına bir adam dikmişti. Semih ise bir türlü görmediği kızını korumakla sorumluydu, fakat bırakın tanıştırmayı, göstermeye dahi tenezzül etmedikleri için öylece duruyordu.

Mehmet Ağa'nın ağzından üç oğlu için her saat başı iltifat duyan Semih, merak etmekten başka ileriye gitmiyordu. Üç oğluna bu kadar övgüler yağdıran bir adam, biricik kızının adını anmaya tenezzül dahi etmiyordu. O konakta kalacağı ilk gece, susadığı için mutfağa geçmiş, susuzluğunu giderip odasına geçeceği sırada koridorun sonunda duyduğu ağlama sesiyle olduğu yerde kalmıştı. Sıradan bir ağlama sesi değildi, bir çocuğun ağlama sesiydi. O an merakına yenik düşüp, başına alacağı belayı umursamadan sese doğru ilerledi. Çocuklar, Semih'in zaafıydı.

Her adımında ses artıyor ve netleşiyordu. Kulağına gelen sesler ise hiç hoş değildi. "Anne." diyordu narin, kırılgan, tok bir erkek sesi. "Uyan lütfen, korkuyorum." Sesindeki çaresizlik, Semih'in içini ürpertti. Kapının önüne gelmiş, öylece duruyordu. "Anne, söz veriyorum daha uslu olacağım, uyan lütfen."

Çocuğun sesi giderek titrerken, araya bir başka ses daha katıldı. Naif, narin ve bir o kadar da yorgun bir ses. "Sen zaten uslu bir çocuksun." diyordu o ses. Sesi o kadar kısıktı ki, Semih bir an olsun zor duydu.

Kısa bir sessizlik olduğunda, Semih içindeki dürtülere daha fazla engel olamadan kapıyı üç kez tıklattı. İçerideki hareketlilik son bulurken, o yorgun sesin "Dolaba saklan anneciğim." diyen fısıltısını duydu. Kulağını kapıya dayamasa, belki zor duyardı bu sesi Semih.

Devamında, içerideki sessizliğin gelmesine dair aldığı komutla duraksamadan içeriye girdi. Bakışları, normale göre daha karanlık ve basık olan odada gezinirken, burnuna gelen koku rahatsız edici türdendi. Gözleri ağır ağır odada gezindi. Siyah duvarlar, koca konaktaki tüm gösterişli eşyalara zıt, kırık bir gardırop, küçük denecek bir pencere, pencerenin önündeki demirliği saymıyordu bile. Son olarak gözleri, yavaşça çift kişilik yatakta yatan bedene takılı kaldı.

İlk gözlerine inanamadı Semih, sonra gördüğünü sorguladı ve en sonunda kabullendi. Cılız denebilecek bir beden vardı. Sarı saçlı, yeşil gözlü o beden titreyerek kendisine bakarken, kadının suratında gezdi gözleri. Dudağı patlamış, sol gözünün altı yediği yumruktan olsa gerek mosmordu. Ona rağmen tek bir şey geçti Semih Alp'in içinden: Güzel. Tüm kusurlarına rağmen çok güzeldi.

Gözleri, rahatsız etmekten uzak bir şekilde kadının açıkta kalan boynunda gezindi. Parmak izleri, beyaz teninde kendini kolayca gösterirken dakikalar sonra kendisine geri gelen aklıyla büyük bir sarsıntıya uğradı Semih.

Karşısındaki kişi, Mehmet Ağa ve diğerlerinin sır gibi sakladığı, buraya geldiğinden beri yüzünü bir kez görmediği Nagihan'dan başkası değildi. Nagihan, odasına giren yabancıyla olduğu yerde kala kalırken, bir an olsun kendisini yalnız bırakmayan korkusunu iliklerinde hissetti. Korkusu, yabancının kendisine yapacaklarından değildi. Odadaki eski, kırık dolabın içindeki biricik oğluna olacaklardan korkuyordu.

Kendinden bihaber bir şekilde zorlukla ayağa kalktı. Daha birkaç saniye önce içeri giren adama korku dolu gözlerle bakarken bedenini dolabın önüne attı. Karşısındaki kumral adamın kendisine ne yapacağını bile bilmezken, korkusu yerli yerindeydi. Yine mi gözlerini bağlayacaklardı? Yine mi ayaklarını zincirleyeceklerdi? Yapsınlardı, yeter ki dolabın içindeki biricik oğlunu görmesinlerdi.

Semih, karşısında korkusuz bir şekilde titreyen kadına bakarken koridorun başında duyduğu adım sesleriyle kendini düşünmeden odanın içine atıp kapıyı kapadı. Bu hadsiz hareketine kendi içinde küfrederken, karşısındaki kadına bir anlam veremedi.

Saniyeler akıp geçerken ikisi de birbirine bakıyordu. En sonunda Semih'in bir adım atmasıyla kırık gardıroptan bir çocuk firar etti. İkilinin bakışları ona dönerken çocuk, Nagihan'ın önüne geçip ellerini iki yana açtı. Boyu uzundu, uzun boyuna zıt bedeni cılızdı. Annesine benzeyen yeşil gözleri titrerken, "Annemden uzak dur." diyen sesi bir o kadar da keskindi.

Semih, ne yapacağını bilemedi ilk. Nereye düştüğünü sorgularken Nagihan hızlıca oğlunu arkasına aldı. Saniyeler akıp geçtiğinde Semih durmadı. Ellerini arkasına aldı, bir adım geri attı. Nagihan'ın kalbi, Semih'in her hareketiyle yerinden oynarken sonunda "Sen kimsin?" diye sordu. Dudağındaki yaradan dolayı sonlara doğru yüzü buruşmuştu.

"Mehmet Bey'in kızını korumakla görevlendirdiği korumayım, Yavuz." diyerek kendini en net şekilde belli etti. Daha cümlenin başında duyduğu isimle yüzü buruşan Nagihan, oğlunu iyice arkasına aldı.

"Bizi mi koruyacaksın?" diye sordu açık açık Nagihan. "Kimden?" Semih sessiz kaldı. Bu sorunun cevabını, karşısındaki kadının istediği gibi vermeliydi.

"Herkesten." diyerek stabil bir cevap verdi. "Yüzünüz..." dedi, sustu Semih. Nagihan, acıyan yarasına rağmen dik durdu. Biliyordu, çirkindi, belki de iğrenç duruyordu. "Kim bu hale getirdiyse, bana söylemeniz yeterli, efendim."

"Olurken neredeydin?" diyerek acısını bastırmaya çalıştı Nagihan. Semih sessiz kaldığında, Nagihan kendisine şimdilik zarar vermeyecek adamla oğlunu yatağa yönlendirdi. Küçük, ilk başta annesine dirense de sonrasında sessiz kaldı.

Annesinin kendisi için açtığı yatağa girerken, bakışları odanın içindeki adama değmiyordu. Bu sırada Semih, gerçek kimliğini bilen, can dostu ve bu görevde kendisiyle birlikte olan Üsteğmen Ömer Eren Öksüz'e mesaj yazmış, bulunduğu odayı tarif edip acil yardım kiti getirmesini istemişti. Nagihan, odada bulunan adama gözlerini değdirmemeye çalışırken her geçen süre, korku duygusu adeta kemiklerine işliyordu. Hayır, kendisi için korkmuyordu, uzun süredir bırakmıştı kendisi için korkmayı. Biricik oğlu için korkuyordu.

Saniyeler içerisinde kapı çaldığında, Nagihan tedirginlikle Semih'e baktı. Semih, kadının ve çocuğun telaşına "Sıkıntı yok." diyerek cevap verdi. Devamında kapıyı hafif aralık olacak şekilde açtı. Gördüğü tanıdık yüzle kapıyı tamamen açıp içeriye girmesini sağladı.

Üsteğmen Ömer Eren Öksüz, arkadaşından aldığı mesajla elinde acil yardım kitiyle buraya gelmişti. Girdiği odayla kaşları anında çatılmıştı. İçinde bir ses, gösterişli bu konağın böyle bir odasının olmasında büyük bir neden yattığını söylüyordu. Şimdilik bu durumu göz ardı etti. Bakışları, odada gördüğü kadın ve çocuğa kaydığında daha da çatıldı. Kadının dayaktan dolayı renklenmiş suratına laf dahi etmek istemiyordu. Elinde tuttuğu kiti arkadaşına uzatıp kadının kendisine attığı dik bakışları görmezden geldi.

"Buyurun." diyerek elinde tuttuğu yardım kitini arkadaşına uzattı. Semih, kiti elinden aldığında uzun bir süre gözleri kitte takılı kaldı. Pansuman nasıl yapılırdı biliyordu, fakat kendisine ürkek bir ceylan gibi bakan birisine nasıl yapılırdı, bilmiyordu.

Nagihan ise her saniye başı odasına giren tiplere anlam veremiyordu. Gerçi anlam verse ne değişecekti? Herhangi bir şey yapsa, onu görecek, dinleyecekler miydi? 20 yaşındaydı, 20 yıldır burada yaşıyordu; bir kere olsun görmemişler, duymamışlardı onu.

Semih en sonunda derin bir nefes alıp, "Sen çık." diyerek emir verdi. Eren, "Ne de olsa alırım ben cevabımı." diyerek odadan çıktı. Odada tekrar üçü kaldıklarında, Semih başıyla çocuğu işaret etti.

"Yarası var mı?" Yatakta oturan çocuk kendisine titreyerek bakarken içinden kendine küfretti. Daha sakin olabilirdi. Kendisine titrek gözlerle bakan yeşil gözlerle derin bir nefes aldı. "Amacım zarar vermek değil." diyerek kendini açıklamaya çalıştı. İlk kez böyle bir durumla karşılaşıyordu. Oysa o dağlarda katliam çıkarırdı, dur durak bilmezdi. Şehitlerinin kanını yerde bırakmazdı. "Yardımcı olmak istiyorum." derin bir nefes alıp verdi, bakışlarını kadından çekip küçük oğlana dikti. "Yaran var mı aslanım?" diyerek sorusunu tekrar etti.

Umut, kendisiyle konuşan adama hiçbir şey demedi. Konuşması yasaktı. Sesini çıkartamazdı.

Oğlunun bu zor durumuna Nagihan yetişti. "Hayır." diyerek cevabını verdi. Semih, kendisiyle özellikle konuşmayan çocukla sessiz kaldı. Olanlara çok kafa yormamak adına dikkatini kadına verdi.

"O zaman oturun, sizin yaranızı sarayım."

"Gerek yok." diye mırıldandı Nagihan, fakat bir çift el, gördükleriyle bir anlamı kalmadı dediklerinin.

"Çocuk, baktıkça korkuyor." diyerek kadını damarından vurdu Semih. Neden bilmem ama kadını ikna edemeyeceğini biliyordu. "İnan, en azından iyileşmesi için bir çaba sarf ettiğini görmesi onun açısından daha iyi." Konuşurken sesi oldukça alçaktı. Çocuk duysa dahi anlayamazdı.

Nagihan duyduklarıyla yutkundu ve gözlerini canına çevirdi. Yavuz'un kendisi için dedikleri, suratında tokat etkisi yaratmıştı. O korku dolu gözleri nasıl fark etmemişti? Direnmedi, sessizce oturdu. Sonrasında olanlar su gibi akıp geçti. Semih, kadının yanına oturmak yerine yere çökmüştü. Yanına otursa kadını tedirgin etmekten başka bir şey yapmazdı. Bu yüzden dizlerinin üzerine çöktü.

Yatakta yatan minik beden dikkatlice adamı izlerken kendini "Anneme ne yapacaksın?" demekten alıkoyamadı. Semih, küçük oğlanın konu annesi olduğunda korkusuzluğuna tebessüm edip yıllar boyu tutacağı o sözü söyledi:

"Yarasını saracağım."

Zaman su misali akıp geçti. Zamanla beraber güzel anılar alıp götürdü, yenilerini getirdi. Kimi zaman güldüler, kimi zaman ağladılar. Semih Alp, operasyon için girdiği yerden ailesini bulup çıktı.

O ilk geceden sonra Semih bir terslik olduğunu çözmüştü. Günde dinlenmek için verilen araları alıyordu. Ne oluyorsa o arada, ne zaman çıkıp gelse kadının suratında yeni yaralar buluyordu. Kadın inatla söylemezken bu durum onu çıldırtıyordu.

Kadının kendisini çıldırttığı kadar küçük oğlan da Semih'e hiç olmadığı kadar huzur veriyordu. Konak dışındaki hiç kimsenin ağzından Nagihan ve oğlu hakkında herhangi bir iyi laf duymuyordu.

Günler geçtikçe Semih'in merakı artmış, girdikleri görev tehlikeli bir hal almıştı. Semih, Umut'un babasını deli gibi merak etse de bir türlü öğrenememişti. Ne Nagihan bu konuyu açıyor ne de Umut bu konuda bir yorum yapıyordu. Zamanla üçü arasında bir bağ oluştu. Semih, Nagihan ve Umut'u görevini riske atacak şekilde koruyordu. Kimse bu konu hakkında yorum yapıp açığını yakalayamıyordu çünkü Semih oldukça dikkatliydi. Bir gün Semih görevinin sonuna geldiğinde, herkesin mezarı olan o konaktan bir elinde eşini ve kucağında oğlunu bularak çıkmıştı.

Görev son bulunca ilk işi memleketine gitmek olmuştu. Elini bir an olsun bırakmadığı eşi ve kucağından indirmediği oğluyla İzmir'e gitmişti. Eve geldiğinde annesi kısa bir süre baygınlık geçirirken babası sessiz kalmıştı. Öğretmen çocuğu olan Semih, anne ve babasının bilgeliği sayesinde rahatlıkla yuvasını kurabilmişti. Her şey bir anda olmuştu. Evlenmeleri, evlerini kurmaları ve yeni yaşamlarına ayak uydurmaları.

En yakın dostu Ömer Eren, arkadaşının bu zor zamanlarında ona destek olmuş, Nagihan'ı kardeşi gibi bilmişti. Geçmez dedikleri zaman geçmiş, bitmez dedikleri zulüm bitmişti. İstanbul'un büyük bir mahallesinde müstakil bir eve taşınmışlardı. Bu ev, Semih'in dedesinden miras kalan evlerden biriydi.

Semih bu sırada bir süre göreve gitmemiş, iznini son gününe kadar kullanmıştı. O konakta yaşanan şeyleri görmese de her gün beraber yatağa girdiği eşinin sessiz çığlıkları olanları kendisine anlatıyordu. Artık her şeyi öğrenmişti Semih, Nagihan'ın şeytanını biliyordu. Eşinin kâbuslarının sebebini biliyordu. Oğlunun korkusunu biliyordu.

Mehmet Ağa.

Herkesin sevip saygı duyduğu, hürmet ettiği, Urfa'nın ağası; Nagihan'ın şeytanı, Umut'un babası...

Öğrendiklerinden sonra rahat durmamıştı Semih Alp. Bir gece ansızın karargâhı basmış, üstleri gelip durdurana kadar nefes aldırmamıştı kansız herife. O gün olanları bilen üstleri bir şey dememiş, sadece bir süre Semih'i açığa almışlardı. Bu süre zarfında Nagihan ve Umut'a olabildiğince kendini adamıştı Semih. Oğluna hayallerindeki gibi bir oda dizmiş, okula yazdırmıştı. Nagihan ise açıktan liseyi bitirecekti. Uzun bir süre her şey planladıkları gibi gitti. Oğlu okula başlamış, Nagihan açıktan okulunu bitirmişti. Nagihan'ın okulunu bitirmesiyle Alp ailesine sevindirici bir haber geldi.

Nagihan hamileydi.

Mutlu, huzurlu aileleri gittikçe büyüyecekti. Nagihan, Umut'un hamileliğinde yaşadığı korkuların hiçbirini yaşamamanın huzurundaydı. Semih ise ikinci kez baba olmanın sevincini yaşarken Umut, anne ve babasının mutluluğuna sevinememişti. Anneler bazen anlamasalar da Semih anlamıştı oğlunun durgunluğunu. Konuşmadan anlatmıştı her şeyi Semih, konuşmadan her şeyi anlamıştı Umut.

9 ay bir hayli hızlı geçmiş, Nagihan doğum yapmıştı. Bir oğulları olmuştu. Eren koymuşlardı adını. Çünkü Ömer Eren Öksüz, gittiği bir operasyonda şehit olmuştu. Kanı bayrağımıza karışmıştı. Sessiz, adı bilinmeyen kahramanlardan biri olmuştu. Yakın dostunu kaybetmenin acısıyla sınanan Semih, kaybetme korkusunu daha da hissederken mümkün olduğunca evde olmaya çalışıyordu. İşi bittiğinde bir dakika bile fazladan durmuyor, hemen evin yolunu tutuyordu.

Eren'in vefatıyla Semih ve Nagihan hayatlarında son darbeyi aldıklarını düşünürken düştükleri yerden hayat bir darbe daha vurmuştu. Oğulları, hayır, Semih'in oğlu Umut, hastalığa yakalanmıştı. Gen bozukluğu vardı. İlk yaşıtlarına göre iri bedeni çökmüş, sonra babası gibi sert adımları kesilmiş, annesi gibi gözleri derin bir uykuya dalmıştı.

İşte böyleydi Semih Alp'in hayatı. İki can vermişti. İki canını bu topraklara gömmüştü. Görev diye girdiği konaktan ailesini bulup çıkmış, hayat ise ondan iki can almıştı. Kimse bilmese de en çok Semih Alp'in canı yanardı. Kimse bilmese de en çok Semih Alp ağlardı. Kimse bilmese de en çok Semih Alp utanırdı kendinden.

Başarısız olmuştu.

Bulunduğu karanlık, soğuk depoda timiyle beraber öylece dururken korku duygusu yanından dahi geçmiyordu. Endişesi vardı. Aklında verip de tutamayacağı sözler vardı. Söz vermişti kızına, mezuniyetinde yanında olacağına. Söz vermişti oğluna, maçlarını izlemeye gideceğine. Söz vermişti eşine, sapasağlam geleceğine. Söz vermişti Umut'una, onu hep görmeye geleceğine.

Elleri tavandaki zincirlere bağlıyken timine göz attı. Binecekleri helikopter daha binmeden ateş altına alınmıştı. Hazırlıksız bir şekilde pusuya düştükleri için şu an bu haldeydiler. Hepsi iki kollarından vurulmuştu. Semih ise iki kolundan ikişer kez vurulmuştu. Öyle kolay değildi Albay Semih Alp ve timine dokunmak.

"Albayım," dedi Furkan. Timin gevezesi ve en çapkınıydı. "Buradan çıkarsak benim kızı istemeye gider miyiz?" Semih ve diğerlerinin bakışları ona dönerken, timin en alt rütbelisi Yusuf araya girdi.

"Hangi kız, komutanım?"

İkili hariç hepsi Furkan'a çapkınlığına gülüp saydırırken Furkan duymazdan geldi.

"Albayım," dedi bu sefer Fikret. Timin ayyaşıydı; sivilken ayık kafayla bulmak neredeyse imkansızdı. Semih, bağlandıkları yerden didişen ikiliye bakıp ona döndü. "Rakı balık yapar mıyız?" Fikret'in yanında aynı şekilde elleri bağlı olan Ufuk, ayağının ucuyla bir tekme savurdu.

"Sorduğun soruyu sorduğun kişiye bak piç," dediğinde Semih boğazını temizledi. Ufuk başını kaldırıp mahcup gözlerle komutanına ve timdeki iki kadına -Ela ve Naz- döndü. "Afedersiniz, komutanım."

"Albayım," diye tekrar sızlandı bu sefer Naz. Timin kasvetli havayı dağıtmak için yaptıklarına ayak uydurdu. Semih bu sefer Naz'a döndü. Timdeki herkese katıydı fakat bir tek Naz'a karşı bir tık daha anlayışlıydı. Çünkü onun bu timden başka kimsesi yoktu. "Benim çocukla buluşmaya geç kaldım, ne olur döndüğümüzde bana izin verin, kocamı özledim." Naz'ın hemen yanında bulunan Özgür, güzel iltifatlarıyla kıza cevabını verdi.

"Kocama küfretme," dedi Naz.

"O herife kocam deme," dedi Özgür, kız kardeşine sinirle. Semih'ten sonra rütbesi en büyük kişiydi.

Yusuf'la kavgasını bitiren Furkan, didişen ikiliye baktı. Yüzüne o piç gülüşü otururken "Buralar fena kızışacak," diye mırıldandı.

"Kocam değil mi!" dedi Naz. "Abi mi diyeyim?"

"De, abi de," dedi Özgür sinirle. Kumral saçları alnına dökülmüş, sinirden boncuk boncuk terlemeye başlamıştı.

"Demeyeceğim!" dedi, sonrasında Semih Alp'e döndü. "Albayım," dedi "Askerinize bir şey der misiniz? Özel hayatıma burnunu sokmasın."

"Albayım." dedi aynı şekilde Özgür. "Askerinize bir şey der misiniz? Abisi yaşında ki adamlarla çıkmaması gerektiğini."

"Sadece iki yaş var aramızda!" diye cırladı Naz.

Omuz silkti Özgür. "Sonuçta büyük," dedi, sonuç değişmez manasında.

"Döndüğümde nikah basayım da gör gününü," dedi Naz, adamın damarına daha çok basarak. "Abi dememe gerek kalmadan kocacığım derim."

Özgür, zincirleri umursamadan, tam karşısında duran kardeşine doğru birkaç adım attı. Fakat zincirler buna engel oldu. Zincirlerin izin verdiği kadar kardeşinin yanına gitmiş, kirli postallarını kardeşini gıcık etmek adına yüzüne doğru kaldırmıştı. Naz, yüzünü buruşturup kaçmaya çalışırken çamur dolu postallardan nasibini almıştı.

Özgür, yaptığı hareketi sonradan fark ederken nefesini tutmaktan kendini alamadı. Odada bulunan herkes için zaman durmuştu, buna Semih de dahildi.

"Bu fenaydı," dedi Yusuf.

"Sıçtık," dedi Fikret durum özeti çıkarırken.

"Yazık, daha çok gençti," dedi Furkan.

Ela, olduğu yerde ıslık çaldığında tüm bakışlar ona döndü. "Ne!" dedi, tüm bakışları görmezden gelip. Hepsi bir şey demişti fakat onun ıslık çalması gözlerine batmıştı. İkili kaldığı yerden didişmeye başladıklarında tim onları gülerek izlerken Semih'in yalandan öksürüğüyle hepsi kendilerini toparlayıp komutanlarına döndü. Semih, diğerlerine göre yaşın verdiğiyle ve iki kurşun yarasından dolayı zor ayakta duruyordu.

Hepsi pür dikkat komutanlarına bakarken Semih başını kaldırıp gözlerini tek tek hepsinde gezdirdi. Üç yıldır bu timdeydi. Umut Timi. Kimi zaman beraber güldüğü, kimi zaman beraber ağladığı timine baktı.

"Bu konuşmayı burada yapmak istemezdim," diyerek söze başladı. Uzun süredir bu konuşmayı yapmak istiyordu fakat doğru zamanı bir türlü yakalayamamıştı. "Sağ salim buradan çıkarsak, bundan sonraki görevlerimizde ayrı kalacağımızı bildirmek isterim." Sözlerini seçerek konuşuyordu. "Al bayrağım için nice canlar verdim, nice kanlar döktüm. Emekli oluyorum. Otuz yıl boyunca," formasının üzerindeki bayrağına eğdi bakışlarını. "Bu vatana, toprağa çalıştım. Benim elimden bu kadar geldi," diye mırıldandı. "Sizin yaşlarınızdayken, komutanımın bana verdiği görevi devam ettirmesi için size bırakıyorum. Büyük önderimizin de dediği gibi, vatan size emanet."

Dediğinde hepsi birden sertçe ayaklarını yere vurdu. Ellerini kullanamasalar da "EMREDERSİNİZ KOMUTANIM!" diyerek bir ağızdan bağırdılar.

...

İnsan elindekilerin kıymetini kaybedince anlar, diye bir söz vardır. Bu söze düşmemek için o kadar çabalamıştım. İnsanlarla olan ilişkilerimde hep kaybetmemek için çabalamıştım. Kırıldıysam yutmuştum, öfkelendiysem susmuştum, peki neden böyle olmuştu. Aynada ki yansımama kısa bir bakış attım. İlk arkama baktım. Her olayda arkamda olacağını savunan abimi aradım, sonra iki yanıma baktım. Her olayda yanımda olacağını söyleyen dostumu aradım. Omuzlarıma kaydı bu sefer bakışlarım, babamın güvenli kollarını aradım. Saçlarıma kaydı bu sefer bakışlarım. Annemin düzenli olarak ilgilendiği saçlarımda ellerini aradım, yoktu.

Bu sefer aynada gözlerimin içine baktım. Kalbimde ki yaraya baktım. Onu aradı gözlerim. Yoktu. Hepsi gibi. Göz pınarlarım susmak bilmezken gıkım çıkmıyordu. Yanıma gelecek kim var dı ? Ağlasam 'ağlama' göz yaşlarımı silecek kimim vardı.

Mafetmiştim her şeyi.

Oy saki bilerek yapmamıştım. Sadece sevdiğim adamla beraber olmak istemiştim. Mutlu olmak istemiştim. Hem ne yaptıysam bilerek yapmamıştım ki? Ne yaptığımı bilmeden yapmıştım. Ben mi fazla kördüm yoksa onlar mı beni anlamak istemiyorlardı. Benim babam kayıptı, benim dik duruşumun nedeni olan adam yoktu. En azından kısa bir sürelik olanları göz ardı edemezler miydi? Edemez miydin abi? Ben abimle kavga etmiştim, sinirliydim, öfkeliydim, kalp kırardım. Git demiştim. Gidemez miydin Beste? Abimi ve en yakın arkadaşımı bir gecede kaybetmiştim bir kere olsun kendi acını yok sayıp yanıma gelemez miydin anne? Bir sefer olsun desteğini açık açık gösteremez miydin? Abimi, annemi ve en yakın arkadaşım bile yanımda değildi bu sefer sen herkesten önce yanına gelemez miydin baba?

Peki abimi, annemi, en yakın arkadaşımı ve babamı kaybederken neredeydin Karan? Neden bir kere olsun telefonumu çaldırmamıştın? Bir mesaj dahi atmamıştın? En çok senin desteğine ihtiyacım varken neredeydin Karan? Ve tüm bu olanlara rağmen bir aydır tanıdığım olan sen Cihangir, neden yanımdaydın?

Penceremden dışarıya sessizce birbirimize bakarken varlığını anlamdırmaya çalışıyordum. Neden buradaydı? Evden içeriye girmiyordu dakikalardır, amacı eve girmek değildi çünkü. Siyah hareler yeşillerime kenetlemiş konuşurken iri bedeni tek bir sözüme bakıyordu.

Gel.

Dakikalardır olduğu gibi ona bakmaya devam ettim. Hava kararmıştı Beste gideli saatler olmuştu. Yeni bir kişiyi daha kırmaya gerek var mıydı? Yok. Peki bu yalnızlığı istiyor muyum? Hayır. Bencilsin Alya, diye geçirdim içimden. İnsanları kırıp yanında olmasını isteyecek kadar bencilsin. Cihangirin görüntüsü bulanıklaştığında gözlerimin dolduğunun yeni farkına varmıştım. Ellerim aynanda yaşlarımı gizlemek için yüzüme giderken çoktan Cihangir'e arkamı dönmüş beni göremeyeceği bir şekilde ileri gitmiştim. Canım yanıyordu. Nefes almak ömrü hayatımda ilk kez bu kadar güç gelirken acıma şifa olacak hiçbir şey yoktu. Canım yanıyor baba, canım yanıyor anne, canım yanıyor abi, neredesiniz?

Camımın önünde hissettiğim haraketle anında ağlamam kesilirken hızlıca arkama döndüm. Uzun süre sonra bedenimi farklı bir duygu ele geçirdi. Cihangir camıma tırmanmış elinin tersiyle bir kere cama tıklanmıştı. Panik duygusu bedenimi ele geçirirken koşarak cama yöneldim.

Salaktı bu çocuk! Ya ayağı anlık kayıp düşse. Cihangirin bazen yaramaz oğlan çocuğundan farkı yoktu.

Panikten titreyen ellerimle camı açtığımda hemen bedenini içeriye atmıştı. Camımın önünde ki kitap köşesine kurulurken pişkin pişkin sırıtıyordu. "Selam Portakal." Diyerek hiçbir şey olmamış gibi selam verdiğinde dehşet içinde onu izledim. "Bizim evde portakal kalmamışta seni alıp götürsem olur mu, demeye gelmiştim." Alnına düşen siyah saçlarını geriye atıp eliyle camı işaret etti. "Kapıdan girmek çok isterdim de aşağıda kırmızı görmüş bir boğa gibi kızaran biri var." Hiçbir şey diyemedim o da devam etti. "Nenem geldi portakallı kek yapacakmış evde portakal kalmamış koş git bir portakal al da gel dedi, manava gitmeden sorayım dedim."

Siyah hareler yüzümde ki ıslaklıklara ve yeşilllerime gidip gelirken en sonunda "Cihangir." Diyebildim. Bu sefer yüzünde olan o gülümsemesi yoktu, sadece yalandan bir tebessüm etti.

"Portakal?"

İki elimle oda mı işaret ettim. "Şu an nerde olduğunun farkındasın değil mi?" Büyük bir ciddiyetle sorduğum soruya kafasını salladı.

"Evet."

Anladım manasında başımı salladım. "Güzel." Odayı bir kez daha işaret ettim. "Burası benim odam onunda farkındasın değil mi?"

Sivri çenesini eline yaslarken yine başını salladı. "Evet, senin odandayım."

Gördüklerimi onaylamak adına "Camdan girdin?" Diye sordum.

Başını salladı "Camdan girdim." Dedi.

"Aşağıda abim var?"

"Evet." Dedi bir an duraksadı ve devam etti. "Bu bir sorun mu?"

Bilmiyorum manasında dudak büzdüm. "Senin için bir sorun değil mi?"

Bakışlarını benden çekip cama dikti. Hafif başını yana eğip cıkladı. "Merdiven olsaydı daha rahat çıkardım ama olsun." Sesiz kaldım. Sessizliğimle bakışlarını bana çevirirken bir süre ikimizde birbirimize baktık. En sonunda artık ona nasıl bakıyorsam "Beni camdan atmayacaksın değil mi?" Diye sordu. Sorarken oldukça eğlenerek sormuştu.

"Hayır." Dedim anında. Gücüm yetmezdi. Yetseydi belki düşebilirdim.

Bu cevabım onu sevindirdi. "Güzel." Dedi pişkin pişkin gülerek. "Git desende gitmezdim ki!"

"Neden" diye sorarken buldum bir anda kendimi.

Siyah haralerini gözlerime daha çok dikerek baktığında gerildim. "Gözlerin kal derken kulaklarım hiçbir şey duymaz." Demesiyle gözlerimi kaçırmam bir oldu.

Kollarımı göğsümde birleştirip bakışlarımı olabildiğince ondan uzak tuttum. "Yapma Cihangir." Sesim olabildiğince mesafeliydi. Gözlerimi gözleriyle birleştirip "Üzülürsün." Dedim. "Üzerim ben seni, o varken bir başkası olmaz hayatımda." Dediklerime inat daha çok gülümsedi. Sanki duygusunu bastırmak adına gülüyordu.

Bu sırada bir anda aşağıdan gelen gürültüyle gelmeye başladı. Gürültünün sebebini az çok tahmin ederken başımı tedirginlikle kapıya çevirdim.

"Bırak ben üzüleyim." Diyen sesi kulaklarıma vardığında ona bakmadım, bakamadım. "En azından bunca yıllık hayatım boyunca hakettiğim bir şeye üzülmüşümdür." Sözleri içimi titretirken gözlerimi saniyelik kapandı.

"Değmez." Diyen sesim o kadar kısıktı ki.

"İnatla üzülme mi diyorsun, peki madem üzülmem. Adına başka bir şey koyarım." Aşağıdaki sesler giderek artarken zorlukla yutkundum. "Ben bu yola baş koyduğumda alacağım her darbeye önceden eyvallah dedim, Portakal." Aşağıdaki ses giderek odamın önüne gelirken duyduğum yabancı ses aslında o kadarda yabancı değildi. "Bırak son hamleme kadar savaşım. Onunla her türlü savaşabilirim fakat senin ona attığın her adımda yenilirim."

Ve son sözleri bu oldu. Bir anda ayağa kalkıp önüme geçtiğinde odamın kapısı sert bir şekilde açıldı. Cihangirin iri vücudundan geleni göremezken duyduğum tanıdık ses gözlerimin dolmasına neden oldu. Gelmişti.

Geç kaldı Alya.

"Sana Alya'dan uzak duracaksın dedim piç." Diyen Karanın sesi kulaklarıma vardığında irkilerek olduğum yerde kaldım. Sesini o kadar kontrolsüz kullanıyordu ki bağıran sesi gözlerimin dolmasına yetmişti. Hemen bir adım Cihangirin arkasında dururken Cihangir'in bedeninin hafif kıpırdandığını hissettim. Yandan çekilip baktığımda Karan Cihangir'in yakalarından tutmuş haykırırken Karanın arkasından içeriye giren abim Karanı tutmayı bırak öylece duruyordu.

Yeşillerim babamın kopyası olan elalarıyla birleştiğinde sert duruşu gitmiş birkaç saniye içinde hemen yanımda bitmişti. Bunlar yaşanırken Cihangir'de Karanın yakasında ki ellerini ittirmiş kendini korumuştu. Hırsını alamayan Karanda Cihangir'e bir yumruk atacağa sıra onu durduran şey benim her yeri inleten çığlığım olmuştu.

Öyle bir çığlık atmıştım ki ben bile kendimden böyle bir ses beklemezdim. Hemen yanımda olan abim beni kolları altına almıştı. Hiç durmadan kollarımı beline sarıp başımı göğsüne gizledim.

"Abi." Dedim belki de günler sonra ilk kez ona bu kadar içli bir şekilde seslenirken, devamını getirmek istedim getiremedim. Korktuğumdan yaşlar birer birer yanaklarımdan süzülürken bedenimin titrediğini hissettim. Ona seslenmem yetmiş gibi beni kendinden ayırıp beklemediğim bir güçle Karanı tuttu.

Karanın "Napıyorsun lan." Diyen kızgın sesi kulaklarıma vardığında ilk kez gözlerine bakamadım. "Eren yanlış kişiye oynuyorsun."

"Ben gayet doğru kişiye oynuyorum. İkinizde çıkın gidin kardeşimin odasından." Karan sinirle kendini abimin elinden kurtarıp bana bir adım attığında Cihangirin bedeni ona engel oldu. Fakat Cihangir'den önce attığım geri adımım yaşadığım duygu karmaşının minik bir düğümüydü.

Ben o adımı neden atmıştım?

...

Üşüyordum. İlk kez üşüyordum, hayır ilk kez evimde üşüyordum. Her zaman içimi ısıtan evim bu sefer içimi titretiyordu. Evin salonunda otururken tek düşündüğüm bir az olsun ısınmaktı. İlk kez evim yabancı geliyordu bana. Yanımda bulunan ne kadar bakışlarıyla içimi ısıtmaya çalışsada tavırları hiç öyle değildi. Çok öfkeliydi.

Belki de babamızın kayıp olmasını böyle yansıtıyordu?

Sinirli gözleri salonun iki ucunda kavga eden ikilideydi. Ortamda ki gergin hava kendini belli ederken bir azcık daha bedenimi kendime çektim. Üşüyordum. Belki psikolojik bir durumdu fakat üşüme ruhumda değil bedenimdeydi sanki.

Bakışlarım sıklıkla iki uçtaki adamlara giderken gözlerimi mavilerden özellikle kaçırıyordum. Kendimi kırılmış hissediyordum. Sanki Karan için yanımda Cihangir olduğu sürece vardım. Ne zaman Cihangir yanımda olsa o zaman yanımda oluyordu. Cihangir ortaya çıkana kadar çıkmıyordu. Ve bu bir tık kalbimi kırıyordu. Tamam belki bir tıktan fazla olabilir.

Belki de biz fazla alıngalık yapıyoruz, diyen iç sesime hak vermeye çalıştım. Askeriyeden önce sonrası full yanımızdaydı, diye devam etti. Bu sefer farklı bir ses ortaya çıktı, abimizi karşımıza aldığımızda neredeydi, besteyi karşımıza aldığında peki? Omuzlarım düştü. Konuşulmamış, kesin olmayan şeyler için çok kesin olmuştum.

Gözlerimin tekrar dolduğunu hissettiğimde eğdiğim bakışlarımı kaldırdım. Bulanık bakış açıma rağmen anında siyah hareler ile göz göze geldim. Bekli öyle hissediyorum veya öyle inanmak istiyordum bilmiyorum ama beni tek anlayanın o olduğunu gibi hissediyordum.

Sessiz bakışmamız giderek derinleşirken abimin homurtusunu duydum. "Bakma lan kardeşime." Anında bakışlarımı abime çevirirken onun bakışlarının üzerimde olduğunu hissettim.

Cihangir ise abime alaylı bir tebessüm gönderip "Bakmıyorum." Dedi, fakat daha çok bakıyorum der gibi çıkmıştı ağızından. Abimin söylenmesi kulaklarıma vardığında boğaz temizleme sesi duydum.

Bakışlarımı tekrar yere eğip ona bakmamak için kendimi tuttum. "Ne var lan." Dedi abim aynı sinirle.

"Bir şey yok." Deyip kestirip attı, Karan.

"O zaman boğuluyormuş gibi sesler çıkarma." Dedi ve devamında birkaç tane yaratıcı sözler söyledi. Abimin ilk kez bu kadar bel altı konuşması bir şeyleri açıklıyordu. Bunlardan birinde Karanla eskisi gibi olmayacağıydı. Benim anlamadığım şey ise aynı öfkeyi Karana göstermekten gram çekinmezken Cihangir'e sataşmak harici bir şey yapmıyordu.

Omuzlarım düştüğünde saniyelik olarak gözlerimi ona çevirdim ve anında göz göze geldik. Cihangir gibi gülmüyor, kaşları hep çatıktı şu an bile. O an yeni birşey daha fark ettim. Karanda olan her şey Cihangir'de tam tersiydi. Karan neyi sevmezse Cihangir onu seviyordu.

Ama bir ortak noktaları var diyen iç sesimi duymazdan geldim. Maviler yüzümü talan ederken gülümsemeye çalıştım, olmadı, diretmedim.

Yanımda bulunan abime yandan bir bakış atıp dudaklarını oynatarak bir şeyler söyledi: "Konuşalım mı?" Onla konuşabilmek için şu an abime herhangi bir yalan söyleyip konuşmam lazımdı. Ve ben ne olurda olsun abime yalan söyleyemezdim. Sadece başımı iki yana salladım ve gözlerimi ondan kaçırdım. Bu cevabım ona yeterliydi.

Tekrar bakışlarımı yere eğeceğim sıra göz hapsinde olduğum siyah harelere başımı sallayarak cevap verdim. Kaybedeceği bir savaşa giriyordu. Saniyeler içinde beni dumana uğratan sesi benle beraber odada ki herkesi uğratmıştı.

"Portakal." Dedi ilk hiç soluklanmadan devam etti. "Nenem portakal al da gel demişti." Diyerek geliş amacını hatırlattığın da abimin güzel iltifatını duydum.

"Sende camdan mı girdin puşt." Diyen abimle dudaklarımı birbirine bastırarak ona döndüm. Fakat o direkt benle değil Cihangirle muhataptı.

"Densiz." Diyen Karanın sesi ortamda bir süre yankılandı.

Cihangir küçümseyici bir tebessümde bulundu. Bu gülüşün altında bir şeyler yatarken anlam veremedim. "Eren bu kapıdan içeriye giremezsin deyince cam ikinci seçeneğim oldu." Diyen sesi oldukça alaycıydı. Dedikleri Karanı daha da sinirlendirirken susmadı. "Ki bana o camı," deyip saniyelik bana baktı ve tekrardan Karana döndü. "O açtı." Dedi.

Sakince Karan'a baktığımda bu sefer öfkeli bakışlarının hedefi ben oldum. Bu sefer öfkesi banaydı. Bir an olsun düşünmeden "Onu sen mi içeri aldın?" Diye sordu. "Ondan uzak dur dedikçe sen mi içeri aldın?" Bana doğru bir adım attığında olduğum yerde sindim. "Cevap ver!" Diyerek bağırdığında abimin ve Cihangir'in bedeni önümde etten duvar övdü.

Bir şeyin kırılma sesi.

İçim de kız çocuğunun kalbi kırıldı. Kim saçımızı çekse döven, topumuzu alsa bisikletlerini bozan, yere düştüğümüz de ayağa kaldıran o çocuk, kalbimi kırdı. "Bağırma." Diyen abimin sesi herkesten gür çıkarken yavaş yavaş gözlerimin dolduğunu hissettim.

"Benle olan derdini kıza yansıtma." Diyen Cihangir'in sesini zarzor seçebilmişken aklım dikkatim başka yere kaydı. Uzaklardan gelen bir tıkırtı sesi. Gözlerim kendiliğinden kapandı. Evin kapısı acelesiz bir şekilde üç kere çaldı. Durdu. Bir, iki,üç. Dedim içimden. Sonra tekrar 2 kez çaldı. Bir iki üç, dedim tekrar. Ve son kez bir defa çaldı.

Hiç olmadığı kadar hızlı bir şekilde yerimden fırladım, önümde ki etten duvarı aşıp kapıya varmamı hatırlamıyordum bile. Attığım her adım içimde bir umut oldu. İçinde ki karanlık attığım her adımda aydınlandı. Titrek bir nefes alıp kapıyı açtığımda felaketimin son bulduğuna inandım. İçinde bulunduğum dinmez fırtına dindi. Sabahı gelmeyen gece bitti. Geçti yaralar dindi acılar. Masal bitti.

Babam geldi.

...

Yeni bölüm tarihi: 17 Ocak

"Bazen doğru bildiklerimiz şaşırtır, sorun değil. Önemli olan günün sonunda eve dönebilmektir."

Semih Alp

 

Sosyal medya hesaplarım üzerinden bölümler hakkında bilgilendirme alabilirsiniz:

Instagram: parlakgece_official

TikTok: ladyyniz / parlakgeceofficia

X: ladyyniz

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 12.01.2025 17:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...