Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12.Bölüm

@larasu

Geriyi unutmak gerekir.

Bastığım yerlerin izini unuttum.

Senin gelişine odaklandım.

Gözlerim ve kalbim bir tek seni bekledi, seni görmek için her şeyi silip unuttu.

 

12.Bölüm

Gözlerinde ışıltı parlayan her insanı mutlu sandılar, oysa bazen akmayan yaş göze işlerdi. Hüzünlü gözler odada dolaşıyordu, parmağındaki yüzüğe baktı Yıldız'ın parlayan gözleri. Yeşillikler Trabzon kadar yeşildi göz yaşı akmaması için kendini zor tutuyordu. Giymiş olduğu beyaz elbiseye kaydı gözleri. Zahir ona beyaz giydirmek istemişti, onu beyaz bir elbisenin içinde görmek istedi. Bunun için kız kardeşi Suna'yı çarşıya göndermişti, oda bir köşede beklemişti. Suna beyaz bir elbise almış abisinin eline vermişti. Zahir'de beyaz elbiseyi sevdiğini vermişti. Yıldız dışarıdan getirdiği bir papatya dalını saçının bir köşesine takıp tarağın arkasında bulunan aynadan kendine baktı, uzun sarı saçlarını bırakmıştı iki yana, peri kızına dönüşmüştü âdeta. İçindeki heyecanı kendisineydi, kimse bilemezdi onun tatmış olduğu mutluluğu çünkü herkesin tek odağı aile ve kaçırılan Yıldız'dı. Ama o mutluydu, hayalleri gerçekleşiyordu. Herkesin bildiği serseri ile dini nikâh kıyıyordu.

Kapının çalınması ile arkasını döndü, Son kez kendine bakıp kapıya doğru ilerledi. Kapıyı açıp kapıda heyecanla bekleyen Zahir'e baktı. Zahir bakışlarını Yıldız'a çevirdi, donup kalmıştı. Öylece baktı, tek oynayan şey gözleri olmuştu. Yıldız'ın giymiş olduğu beyaz elbiseyi inceldi. Normal bir elbiseydi ama onun üzerinde gelinlik gibi duruyordu. Yıldız dudaklarını birbirne bastırıp Zahir'in onu inceleyiş şeklini inceledi. Ağzını yarim açık gözlerindeki yeşiller ise daha da büyümüş gibiydi. Zahir'in gözleri Yıldız'ın gözlerinde durdu. Öylece bir kaç dakika bakıştılar ta ki içeriden Muharrem'in, "Ha Zahir nereyesun da gelun artuk!" Diye bağırmasıydı. Muharrem hemen Zahir'in arkasındaydı ama Karadenizli olduğu için bağırarak konuşmak dillerine işlemişti.

Zahir aydınlanıp başını iki yana sallayarak gözlerini etrafta gezidirdi, "Gelduk da abim." Gözleri Yıldız'a döndü. Gülümseyerek elini uzatıp tuttu.

Yıldız koluna atmış olduğu beyaz işlemeli şalı başına atmıştı. İmam yere oturmuş gençleri bekliyordu, Zahir elini bırakıp imamın karşısına geçtiler. İmama nikâhlarını kıymaya başlamıştı, Yıldız'ın eli kalbindeydi. Her şeyi geride bırakmışlardı onları birbirinden ayıranları geride bırakıp kendi yollarına girmişlerdi ve bu yolun sonunda mutluluk olsun diye umut ediyorlardı.

İmam nikâhı kıymıştı aradan saattler geçti. Yıldız yağan yağmuru camdan izlerken Zahir elindeki çaydanlığı ocağa bırakıp Yıldız'ın yanına gitti. Küçük camdan gökyüzü ve karşı dağları izlediğini gördüğünde omzunu kapının sağ tarafına doğru bırakıp onu izlemeye başladı. Yıldız gökyüzünü izlerken Zahir gökyüzü yerine onu izliyordu. Gökyüzünde parlayan yıldızlara bedeldi onu izlemek.

Yıldız camı kapattım perdeyi çekerken arkasında onun olduğunu bilmeden dönmüştü, irkilerek geriye giderken derin bir nefes verip başını sağa yatırıp, "Sessiz sessiz izlenir mi hiç?"

Zahir ona yaklaşıp yüzüne baktı, eli yanağına gitti. Ailesinden izin almamıştı ona dokunmaya alsada izin vermezlerdi, onlar yerine rabbinden izin aldı. Her şeyi yapmıştı bir gecede. Helali olmuştu.

Eli saçlarına gitti. İçinde yanan ateşi bitirmek istiyordu. Bir adım daha attıp alnını alnına dayadı. Kokusunu içine çekti. Yıldız, Zahir'ın bu davranışlarından güç alarak elini boynuna atmıştı. İçinde durmak bilmeyen arsızlık hissi dışarıya vuruyordu. Zahir bir elini beline atıp duraksız bir şekilde okşadı.

"Bağa ha bu saatten sonra dur demeyesun sevduğum." Nefessizdi, bir eli belinde diğer eli ise yüzünüdeydi. Yıldız başını doğrultup gözlerini aralayıp karşısında eriyip biten adama baktı, dudakları usulca iki yana kıvrılırken ilk hamleyi o yapmıştı. Dudaklarını sevdiği adamın dudaklarına değdirdi. Zahir'ın göğüsü bir anda kabarmıştı ilk hamleyi ondan beklemiyordu. Gerisi Zahir'den geldi. Dudakları kıvrımlı bir şekilde karşılık vermişti. Belini sıkıp bedenine temas ettirdi.

Gece bir ömür çekilen hasrettin kavuşması ile başladı, sonu ise hasrettin birleşimi ile bitecekti. Alev almıştı oda. Kavuşmuştu sevdiğine şimdi tamamen kendisine ait olmuştu. Aitlik hissi damarlarından taşıyordu.

Aradan zamanlar geçti günler, haftalar ve aylar. Trabzon'un dilinde Zahir Dikmen vardı, Yıldız'ı kaçırdığı dört bir yanda zil yapmıştı. Ama geçen zaman bu haberi eskitmiş gibiydi. Kimse bu konuyu indirip kaldırmıyordu artık. Bazı kişiler hâlâ bu konu üzerine konuşuyordu oda konuşacak bir konu bulamadıkları içindi.

 

2005 Trabzon.

Suna elindeki kalemi bırakıp ayağa kalktı, uzun saçlarını geriye atıp kitabını kapatıp masanın üzerine bıraktı. Cama yaklaşıp arka bahçeye baktı, onu bekliyordu gelmesi için, bugün gelirdi geleceğim demişti. Suna içli bir nefes bırakıp merdivenlere yöneldi, ineceği an durdu babanın sesini duymuştu. "Ben geldiğimde oğlanıda getir." Demişti. Sesi mutlu geliyordu. Hatta hafif bir gülüş sesi bile duydu Suna. Neydi sebebi peki? Hep öfke kusan nefretle çıkan ses tonu neden bu kadar tuhaf gelmişti Suna'ya. Belkide bu ses tonuna alışık değildi Suna. Kapanan kapı ile merdivenleri tamamen inmişti, baba çıkmıştı evden nereye giriyordu peki? Evde kimse yoktu annesi dükkana diye çıkmıştı evden. Abisi ise arkadaşlarla, kendiside tek kalmıştı baba ile. Durmadı merak duygusunu bastırmadı, küçük yaşta merakına yenik düşüp merdivenleri inmiş ayağına ayakkabılarını geçirip montunu üstüne geçirmişti. Asılı olan anahtarı cebine atıp dışarıya çıktı. Saat dört civarıydı annesi arkadaşlarıyla oynadığını düşürdü, merak etmezdi diye düşündü Suna. Gözleri bir sağa bir sola döndü, soldan aşağıya doğru ilerleyen babaya baktı. Yavaş adımlarla köşeden ilerleyip peşine takıldı. Kiminle konuşuyordu? Nereye gideceti? Suna onu çok kez konuşurken duyardı, bazen azar yerdi babadan, def olup gitmesini bile söylerdi. Suna alışıktı onun bu hallerine susar geçerdi, çocuklar çocuk yaşta alıştıkları şeyleri pek umursamazlar hatta bu böyle olmalı diye devam ederlerdi. Ama üzüntü daima kalırdı içlerinde. Annesinin dizine yatar unuturdu her şeyi Suna.

Baba ilerledi bilmediği sokaklara döndü, kaybolacak diye korktu ama baba önünde ilerliyordu, ellerini cebine atıp duvarlara yakın bir şekilde ilerledi. Hava esiyordu sert değil ama hissedilecek kadar esiyordu. Evden uzaklaştı baba ilerledi Suna daha çok tedirgin oldu. Durdu, baba yolu geçmişti, trafik olduğu için geride durdu, Cahit ilerledi ve durdu. Adımları yavaşladı siyah kabanından ellerini çıkarıp karşısındaki kadına baktı, başını öne eğdi kurumuş olan dudaklarını ıslatıp başını doğrultup karşısındaki kadının ve çocuğun yanına ilerledi. Çocuk koşarak Cahit'e sarılmıştı. Suna azalan arabalarla yolu geçti, karşı parkın büyük ağaçlarının arkasına geçti. Başını eğip baktı babaya. Yüzü ifadesizdi.

"Oğlum."

Kaşları çatıldı, Suna'dan büyük bir çocuktu, Cahit ona sarılıp öperken Suna çocuksu ifadesi ile şaşkınca bakmaya devam etti.

"Nerdeydin baba. Ben bekledim seni gece gelmedin."

"İşim vardı oğlum biliyorsun, ama bak geldim işte." Cahit çocuğu öperken kadına kaydı gözleri.

Kadın ona ifadesiz bakıyordu, küçük bir gülümseme ile karşılık verdi.

Cahit, "Nasılsın?"

Kadın omuz silkip, "eyim." Demişti. "Sen nassın?"

Cahit başını sallayıp kadına yaklaştı, kucağındaki çocuk ile karşısındaki kadına baktı. "bir şeye ihtiyacın var mı?"

"Yoo ben haledim her şeyi. Sen merak etmeyesun." Kadın geriledi banka oturup altın sarısı saçlarını geriye attıp derin bir nefes vermişti.

"Baba pamuk şeker alalım mı?" Oğlan işaret parmağını pamuk şeker satan kişiye çevirip göstermişti.

Suna hem ağacın arkasına saklanmıştı, pamuk şekerci ağacın önündeydi. Kalbi sıkıştı Suna'nın küçük kalbi ağırlaşmıştı. Baba onu görürse kızardı tokat bile atardı. Boğazına bir şeyler takılmıştı düğüm değil bu başka bir şeydi.

"Alalım oğlum." Duymuştu Suna bunu. Tedirgince daha da sakladı kendisini yere eğilip yüzünü kapattı. "Bir tane versen kardeşim."

Cahit elindeki şekeri oğluna veririken Suna ne ara aktığını bilmediği yaşı akıtmıştı. Ayağa kalktı yavaşça arkasını dönüp babaya baktı. Canı acıdı, oda çok severdi pamuk şekeri ama baba olacak kişi ona bir kere bile şeker almamıştı. Çok severdi ama içine atardı. Rengini severdi şekerin, elinde tutan çocukları görünce havalı hissediyordu o çocukları hatta çok şanslı olduklarını düşünürdü. Baba ona uzaktı oda babaya uzak kalmak zorundaydı, yalan yoktu sevilmek isterdi okşanmak isterdi saçları öpülsün isterdi daha küçüktü, sevilmeye sevgi görmeye ihtiyacı vardı. Baba demeye çekiniyordu bu yaşta, daha sekiz yaşında ve babadan korkuyor, kaçıyor, yaklaşmıyor. Yasaktı ona baba sevgisi, yasaktı ona pamuk şeker.

​​​​​​Cahit arkada kaldı, Suna yolu geçmiş geldiği sokakları hatırlayarak ilerliyordu göz yaşı akıyordu ama hıçkıra hıçkıra ilerliyordu. Evinin yakınında bulunan okulun ismini söyleyip yolunu bulmaya çalışıyordu, ağladığını görenler ne olduğunu soruyor ama kendisi cevap vermeden ilerleyip gidiyordu. Adımları hızlı hatta koşar adım ilerliyordu. Göz yaşları pıt pıt akıp gerisinde ki yollarda bırakıyordu.

​​​​​​Parka gelmişti, okulun hemen arkasında. Rüzgar esiyordu yağmur yok ama sert bir rüzgar vardı. İki elide gözüne gitti. Okşayarak banka yaklaşıyordu ki arkasından gelen ses ile durdu.

"Suna." Demişti bir çocuksu ses.

Suna tanıdı sesi arkasını dönüp ona yaklaşan kişiye baktı. Ama hâlâ ağlıyordu hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Onu okşamayan baba başkasını okşuyor, başkasını seviyor, başkasına pamuk şeker alıyordu. Başkasına oğlum diyordu abisi sürülen neden yabancı bir çocuğa oğlum desin ki?

"Ne oldu neden ağlıyorsun söyle bana. Biri bir şey mi yaptı sana?" Sinirlice baktı Suna'ya. Uzun boyu Suna'yı aşıyordu Suna başını kaldırıp baktı ona.

"Alaz bana pamuk şeker alsana." Sesi titriyordu, sümüğü akıyordu.

Alaz yüzünü incelemeye almıştı.

"Pamuk şeker için mi ağlıyorsun sen?" Dedi yarım gülüşle ama sonra ifadesi değişti başka bir şey olduğunu anladı, küçük burnu kızarmış yanakları domates kadar kırmızıydı. Ellerine baktı elleri titriyordu. Kaşları usulca çatılırken, "Ne oldu diyorum sana. Kim incitti seni?"

​​​​​​Ağlama sesi daha da yükseldi bir adım öne attıp başını Alaz'ın gövdesine dayadı elleri yüzüne gitti yüzünü kapatmıştı Suna.

"Başka çocuğa pamuk şeker aldı Alaz. Başka çocuğu mu var yani? Bizi değil o çocuğu seviyor, bizden neden nefret ediyor ki? Abim var ona oğlum desin bana kızım demesin ama canım abime oğlum desin." Sesi titriyor göğüsü durmadan kalkıp iniyordu.

Alaz gözlerini kapatıp Suna'nın belini okşadı. "Ağlama Suna. Nefret etsin ben seni hep severim ki."

"Oda sevdin Alaz oda bize pamuk şeker alsın neden o çocuğa alıyor o çocuk kim ki? Oğlu mu? Olmasın oğlu oluyorsu gitsin evden." Elleri hâlâ yüzünüdeydi.

Alaz'da biliyordu Suna'da ama ikiside sessiz kaldı Suna sayla sümük ağlarken Alaz onu teselli ediyordu. "Tamam gel ben sana alırım pamuk şeker. Hatta bir tek ben alayım sana. O adam almasın."

Suna başını gövdesinden çekip akan salyaları kollarına sürttü. Alaz çatık kaşlarla ona baktı. Sonra gözlerini etrafta gezdirdi. "Bekle burada." Diyip koşarak gitmişti.

Suna göz yaşını silmişti akmıyordu ama hıçkırıkları hâlâ duruyordu. Banka oturup başını öne eğip ayağını yere sabitleyip etraftaki yaprakları bir araya toplamaya başladı.

"Suna." Başını kaldırıp Alaz'a baktı. Elinde bir pamuk şeker vardı. Suna şaşkınca ona baktı, sevinerek gözlerini Alaz'a çevirdi.

"Almışsın." Dedi hıçkırıkların arasından şarşarak.

"Sen iste yeter." Elindeki pamuk şekeri ona uzatmıştı Suna hemen alıp poşetinden çıkarıp Alaz'a vermişti poşeti.

​​​​​​Ağzına biraz atıp yedi, sonra birazını Alaz'a verdi. Alaz çekinmedi alıp yemişti. Bir tek onun yanında böyleydi Alaz. Annesine gelmişti, izin vardı bugün onunla kalmaya. Yanındaki kıza baktı, güçlüydü hem de çok. Bu yaşta bunlara katlanan bir kız çocuğuydu. Gördüğü en güçlü hem de.

 

*********

​Rüya ve kâbus, ayırt edilemesi en zor şeylerden biriydi. Geceleri kabuslardan kaçan biriydim ben. Rüya ve kabusları bir yaşardım. İlki acı sonu çıkış yolu, bazen ilki huzur sonu ise kanlarla dolu bir yol. Kâbus; kan olarak gördüğüm her şeyin bir arada toplanmasıydı. Rüya ise; kimsenin olmadığı nefes aldığım bir yayladır bana. Benim kabuslarım katilimdi, çocukluğumun katili. Büyüdüm ve rüyalar bile kâbusa dönüştü. Rüya ve kâbus nefret edilesi bir, lanet.

Acı vardı, yine bir kâbustu, elimi boynuna dolamıştım, bana dediği şey ise, "Sana söz veriyorum seni asla birakmicam. Sana söz veriyorum seni kurtarıcam yârim!" Sesi korku dolu ve ağlaktı.

Kâbus bu da bir kâbustu, başıma dökülen su ile gözlerim birden açıldı, doğruldum neredeydim? Alaz neredeydi? Gelmişti, bana sarılmıştı kucağına almıştı. Çıkarıp götürüyordu beni bu kanlı gölden. Yine bir kâbus yine o adam yüzünden bir kâbus gördüm, rüya ve kabusun karışımıydı hem mutlu olmuş hem de korkmuştum.

"Günaydın hoca hanım günaydın." Başımda dikilen adama baktım. Adi köpek elindeki tüfeği beline atmış bana aptal aptal bakıyordu.

Acıyan bileğim ile bileğime dokundum, patron denilen kişi bileğimden başlayarak dirseğime kadar bıçak ile kesmişti, şimdi bandaj ile sarılmıştı ama kanama hâlâ vardı. Kanamadan ölmek istemiyordum. Bayılmış olmalıydım ki bu kâbusu ve rüya karışımı şeyi görmüştüm.

Gözlerimi etrafta gezdirdim. Neredeydik? Mağara mı? Duvar mi yoksa taştan duvar mi bilemiyordum gözlerim bulanık görünüyordu şuan, asılı olan haritaya baktım, bazı yerleri kırmızı ile çizilmiş eski bir haritaya benziyordu. Bir köşede duran bilgisayara baktım. Kapalıydı. Karşımda duran kamera ile kaşlarım çatıldı. Yeni yeni kendime geliyordum başımda sızı, elimde acı, bedenimde ise derin bir uyuşma mevcutu. Burası benim kabuslarımdan da beterdi. Korkunun bedenimi ele geçirmesi dikenli bir sarmaşı saran gül gibiydim.

"Haco!" Diye bağırdı başımın üstünden havlar gibi. İstemsizce başımı öne eğip gözlerimi acı ile kıstım.

Belimde bir acı vardı keşke bir tek belimde olsa o acı bedenimin her zerresinde; kan dolaşır gibi dolaşıyordu. Bana karanlığı sunmuşlardı, karanlıkta kalmayı, karanlığa mahkûm edilmeyi sunmuşlardı. Ben itaraz edemedim. Küçük yaşta çıkmayan ses büyüdükçe çıkar sanmıştım. Ben yine bu yaşıma kadar sessiz kaldım, belki sessizlik bana aittir.

"Şimdi," dizlerinin üstüne eğilip benimle aynı konuma gelmişti sakalları uzun gözleri ise katran siyahı gibiydi tiksindim bakmadım ama ezberleme isteği bulundum. Ölüme gidecekti çünkü, yolu ölümdü bunun. Hakkıda ölüm. "Şu kameraya bak bi hele." Çenemi kavrayıp kameraya doğru çevirdi.

Bedenimi ondan geri çekip ıslak olan saçlarım ve ayak dirseğime kadar olan pontolnuma baktım her yerim ıslanmış desen yeridir. Bedenimi soğuk rüzgarlarla hapsedilmiş gibiydim. Üşüyorum. Her zerrem acı içindeyken birde aciz bedenim buz kesiyordu. Sessiz kalmayı dercih ettim, gökyüzü yoktu burada, sayısız yıldız yoktu, nefes alacak bir yol yoktu. Bir köşe, bir mağara, ve taşlar. Ben gökyüzüne bakan her insanı özgür bilirdim. Şuan özgür değildim, esir alınmış ve üstüne üstü ölümün beterini yaşamış gibiydim.

Çenemi yana doğru savurdu bir şeyler dedi ama dinlemedim, gözlerim hâlâ kapalı, yayla ve gökyüzü. Yıldızlar ve ben diye hayal ediyordum.

"Patron." Dediğini duydum az önceki adam.

"Kayıtı başlat. İçeriye kimse girmesin." Açmadım gözlerimi ne yapacaklarını biliyordum, yüzlerine bakarsam daha çok korkardım ve bedenim kasılır ve daha çok üşürdüm. Ve bu ölümü daha çok tatmak demekti.

Saçlarımdan tutulmamla başımı yerden kaldırmak zorunda kaldım, sertçe çekilmişti saçlarım. Başımı geriye atıp başımın ucunda tepeden bana bakan adama baktım. Şerefsizin yüzü gözüküyordu yine siyah bir maskesi vardı yüzünde, elimde olsa o maskeyi parçalar tırnaklarımı yüzüne daldırırdım ama canımı yolda bulmadım. Hâlâ korku vardı bedenimde ama yutmaya çalışıyordum. Acıyan canıma daha çok acı katmak istemiyordum.

"Sen benim çıkış biletimsin öğretmen. Uslu dursan iyi olacak. Hatta elinden gelirse ağla, daha çok işime yarar benim." Duyabileceğim bir seste gülmüştü.

Tiksinerek baktım yüzüne.

"Başlat." Kayıt başlamıştı Alaz bunu görecekmiydi şimdi? Mahvoldu. Yıkılırdı biliyordum. Alaz benden ne kadar gitmiş olasada bana bakarken ne kadar pişman ve kendi karanlığında kaybolduğunu görmüştüm. Peki ya ağlar mıydı? Ağlamasın, gelsin. Üzülmesin, gelsin Alaz.

Başım öne eğikti hiç beklemediğim bir şey olmuştu başımdan aşağıya sular dökülmüştü üşüyen bedenim daha çok üşümeye başlamıştı. Ürkerek geriledim ve yüzüme dökülen suyla nefessiz kaldığımı hissettim. Derin bir nefes alarak ellerimi yüzüme attıp suları silmeye çalıştım.

Patron konuşmaya başlamıştı benim bilincim yine kapanıyor gibiydi bedenim titriyor beynim buz kesmiş gibi baş dönmesi yapıyordu. Ellerim yeri bulacağı an saçlarımdan tutup serçe çekti akmayan yaşım acıdan dolayı akmıştı. Başımı doğrultup yüzüne baktım yüzü gitmiş yerine onun yüzü konulmuştu.

"Gebertirim seni! O bacaklarını kırarım siktir git odana!"

​​​​​​​​​​​​Korktum gerilemek istedim ellerini geri itmek istedim. Yapamadım öylece kaldım, yüzümde bir korku gözümde ise onun yüzü. Yüzünün bir tarafı kanıyordu, gülüşü gitmiş yerine pişmanlık konulmuştu. Yine onu görüyordum. Her acının ardında o var gibiydi.

"Kızım... Ben böyle olsun istemedim. Ben mutlu olmak istedim..."

Gözlerimi kapattım geri çekilmeye çalıştım, yüzüme yediğim tokat ile daha çok irkilerek geri çekildim elim yanağımı kapattım, ağladım durmadım yaşlar akmak için vardı onları gizlemek saçmalıktı, hep gizlerdim ama bu sefer gizleyemedim. Ağladıkça ağladım hıçkırıklarım bir çocuk ağlaması gibiydi.

"Askerlerini geri çek! Yoksa buradaki siviller dahil bu öğretmen de ölür!" sesinde acımaya yer yoktu. Vicdansızdı, gaddardı. "Ha diyorsun ki hiç bir bok yapamaz. O zaman izle."

Neyi? Korkuyla başımı doğrultup ona baktım elinde yine aynı bıçak vardı. Başımı korkuyla iki yana salladım.

"Hayır... Hayır yaklaşma. Alaz!" En sonda bağırmıştım. Gelsin artık canım acıyordu ben onun canı değil miydim?

Yapmıştı bıçağı aynı yaranın üzerine yara açtı. Oradaki yaram geçmezdi dinmezdi acırdı acımaya devam ederdi. Çığlık sesim mağaranın içinde yankı yaptı, başımı geriye atıp kolumu tutan elini itmeye çalıştım izin vermedi akan kanı kameraya doğru gösterdi. Ayaklarımla itmeye çalıştım.

"Bu kanın daha beterini görmek istersen seve seve." Kolumu sertçe bırakıp. İlerledi.

Kolum yine kanadı üçüncü kez. Trabzon ve Hakkari... Bana güzel şeyler vad etmesini beklediğim bu seşehirde bana kıymıştı. Ama bunu bile bile buraya geldim.

Çirkin olan kolumdaki yara daha da çirkinleşti. Göz yaşlarım aktı üzerime biri geldi kolumu tutup pansuman yaptığını hissettim. Gözlerim yine karardı. Başım yine yere düştü ve nefessiz kaldı bedenim. Derin nefes alış veriş seslerim acizceydi. Elimi boynuma götürdüm okşadım yerli yersiz bir şekilde. Nefes yok giniydi.

Kapattım gözlerimi, uyku tek çareyse uyurdum. Acım dinecekse uyurdum. Alaz gelecekse uyurdum. Huzur bulacaksam uyurdum.

Onu hissetmek istedim ilk defa ona sarılmak boynunda ağlamak istedim. Ama yoktu onu istediğim her an yanımda olmuyor ama istemediğim an dibimden ayrılmıyordu. Beni ısıtırdı o. Sarardı kolları beni.

 

 

*********

 

"Komutanım." Diye bağırdı Oğuz elindeki tabletle karargahın bilgisayarına bağlıydı, oraya gelen video burayada gelmişti.

Oğuz koşarak tepede duran komutanına yaklaştı. Alaz elindeki telsizi Attila'ya uzatıp ona doğru gelen Oğuz'a bir adım atıp baktı.

"Bir gelişme mi var?" Kaşları yine çatık sesi olması gerektiğinden fazla sert ve acımasızdı.

"Komutanım bir görüntü var ama..." Oğuz'un kaşları çatıldı usulca yutkundu. Videoyu oynamıştı ve karşısındaki kadın onun komutanın canıydı. Şimdi nasıl verecekti elindeki tableti ona.

"Komutanım bu biraz..." Attila'ya baktı Oğuz. Attila tek kaşını havaya kaldırıp yaklaştı.

Alaz Oğuz'un elindeki tableti çekip videoya baktı. Gözleri karardı, ense kökünden derin bir rüzgar esti geçti. Alaz'ın kalbi sıkıştı, elleri yandı, bedeni alev aldı. Bu görüntü canını yaktı. Gözlerinde bir duygu belirdi. Kaybetme, korku, acı ve daha bir çoğu. Ona gelen kadın şimdi elinden alınmıştı. Dokunmaya kıyamadığı kadınını saçlarına dokunuyordu. Elleri titreyerek tableti sıkıyordu. Ortaya bir sessizlik çöktü, kimse konuşmadı, Attila sesli bir küfür yağdırdı, Mustafa elindeki silahı sertçe tutmaya başladı. Gözün akan yaşı herkes görmüştü saklayamadı elleri ve kolları kanıyordu Suna'nın, okşadığı saçları ıslaktı, bedeninin titrediğini bile görmüştü. Gözleri kapalıydı Suna'nın Alaz ona bakmadı, bakamadım. Tek hedefi o adi köpekti. Saçlarına dokunan ele baktı, o el kopacaktı yerinden. Ona tokat attığı an geldiğinde.

"Orusbu çocuğu seni!" Diye yükseldi öfkeyle. "Yapma sikik! Yapma lan!" Göğüsü inip kalkıyordu öfke bedeni ele almıştı

Dayanamadı gözünden öfkenin vermiş olduğu duygu ile aktı yaşı. Elindeki tableti Oğuz'a verdi.

"Yerlerini tespit et Oğuz."

Alaz dağın tepesinde durup etrafı kontrol etti videoda bir mağaranın içinde olduklarını görmüştü. Konumu bulmak kolaydı, ama onu nasıl ve ne taktikle öldüreceğini düşünüyordu. Ölüm tek kurtuluş yoluydu gerek yoktu. Gözlerini kapattı başını doğrultup asker üniformasının cebinden bir fotoğraf çıkardı, o ve Alaz. Gülümsüyordu Suna. Alaz kollarını onun boynuna dolamış çenesini başına koymuştu. Küçük kalıyordu Alaz'ın kollarında. Sessizce aktı göz yaşı.

Omzuna dokunan elle. Gözlerini fotoğraftan çekti. Cebine koyup göz yaşını sildi. Attila elindeki sigarayı bir köşeye attıp derin bir nefes verdi.

"Bana ver istersen."

"Benim ellerim onun kanı ile dolucak."

Attila başını usulca salladı, tüm operasyonlardı tutulan adamlar Attila'ya verilirdi ama bu sefer Alaz'ın elinden olacaktı.

Attila, "Zevkle bekliyor olucam."

Arkadan Oğuz'un sesi gelmişti, "Komutanım tespit edildi."

Alaz başını dikçe tutu. Elleri hâlâ sıcaktı, Hakkari soğuk ama Alaz'ın öfkesi o soğukluğu yutmuştu. Ense kökünden sıcaklık esti geçti. İçindeki korku yerli yerinde duruyordu. Ona bir şey olursa her yeri kana boğardı, Nevzat Albayının getir dediği adamı ellerini kesip onu ateşlerde yakardı.

 

*********

Sessizdi ortalık, Suna yarı açık gözlerle yerde öylece yatıyordu kanayan kolunu bir köşeye atmıştı, acıdan başka bir şey hissetmiyordu saçları ense kökünü ısıtmak yerine daha çok soğutuyordu. Bacaklarını kendine bile çekmiyordu sırtını duvara vermiş, karşısındaki kameraların ayağına bakıyordu. Aldığı nefes bile nefes değildi. Burada nefes yoktu, burada kan vardı. Kendi kanını kokusunu alıyordu sadece.

Sol göğüs kafesinde bir nefes vardı alınan bir nefes ona ait değildi ama varlığı gömüldüğü yerden çıkacak gibiydi. Dudakları morarmış yüzü bembeyaz olmuştu. Yaşamak zorundaydı tutunmaya çalışıyordu bir dala, diğer dalın ucunda biri vardı. Alaz'dı, dalı tutuyordu ama karanlıkta gibiydi, sadece heybeti duruyordu, dev cüssesi ve geniş omuzları karanlıkta bile gözüküyordu.

"Yaşa." Dedi önüne düşen görüntü ile. Beyazlar içinde abisiydi. Yine gülüyordu yeşil gözler mağarada parlıyordu. "Sen yaşamak için varsın."

Konuşmadı, konuşamadı parmağını bile kıpırdatamıyordu, ama yaşlar akıyordu sessizce. Usul usul akıp yeri boyluyordu.

Gözlerini kapattı bir saniyeliğine, açtığında gitmişti görüntü daha çok ağladı. Yine sesi çıkmadı. Sessizce ağlıyordu, sesini bile çıkarıyordu acıdan.

Ölüm yakın gibi hissediyordu, ölüm tutmuş olduğu ipin ardında gibi görünüyordu.

Sessizlik daha da çöktü. Gözlerini kapattı, ama uyumadı sadece düşündü, elinde bir pamuk şeker ve eve gidiyordu. Pamuk şekerin sopasını yıkayıp saklamıştı. İlk defa Alaz almıştı ona daha sekiz yaşındaydı Suna. Baba başkasına alırken Alaz ona almıştı.

Sessizlik bölündü, duyulan bir silah sesinin ardından daha çok sesler geldi. Çığlıklar atıldı, bağırmalar ve helikopter sesi. Art arda sıkıldı silahlar.

"Yat yere yat! At o silahları!" Savaş tüfeğini genç çocukların üzerine doğrultup gür sesle emir vermişti. Çocuklar korkudan gerileyip ellerindeki silahları bırakıp yere yatmıştı.

Arkada duran sivilere yaklaştı Alper. "Sakin olun biz Türk askeriyiz. Güvendesiniz."

Yer gök inlerken bir köşeye sıkışan patron, "Sizin yapacağınız için sıçim lan!" Diye bağırdı yanında duran Haco lakaplı adama.

"Patron biz-" sıkmıştı kafasına.

Patron diğer adamına bakıp, "Yürü lan arkadan."

Küçük mağaranın arkasında duran ikinci çıkış kapısına yöneldi kapıyı açık aşağıdan sıyrılmaya düşünüyordu ama bilmiyordu ki dört bir köşesi sarılmıştı.

Patron önden iki adamını çıkarmıştı ikiside etrafı kontrolü edip patronun geçmesi için yer açtılar. Patron elindeki silahla çıkıp ilerlemişlerdi. Etraftaki taşlık alana baktı, etrafta keskin nişancı olabilirdi, iki adamını yanında tutuyordu.

Arkadan duymuş olduğu sert bir adımla hemen arkasını dönüp baktı. Asu tepeden atlayarak bir adımın başından sertçe çevirip boynunu koparmıştı diğerini ayağının topuğunun tersiyle sertçe vurup kayalıklardan düşürmüştü şalının ucunu arkasına alıp elindeki silahı ona doğrultu.

"İndir onu yoksa o maskenin altındaki yüzü art arda kurşun yağmu yağdırırım." Asu gözlerini karartıp bir adım öne attı, adımın parmağı tetiği yavaşça gidiyordu Asu bunu fark edip hiç düşünmeden ayağına kurşun sıkmıştı. Adam çığlıklar içinde yere konulurken arkadan Mustafa bu görüntü ile ıslık çalmıştı.

"Yav ama ne dedik biz şimdi," Mustafa arkadan gelip adamım ensesinden tutup ayağa tek hamlede kaldırmıştı. "Komutanımız o kadar uyardı bir tek kılana zarar vermeyin," bakışları adana döndü, dişlerinin arasından, "Ben onları tek tek koparıcam demişti."

"Ölüyordun be Musto." Asu silahını sıkıca kavrayıp arkasını dönüp mağaranın önüne doğru ilerlediler.

Alaz büyük mağaraya ilerliyordu. "Suna!" Diye bağırdı gür sesiyle.

Ses çıkmadı, mağaraya girdiği an karşısında, yerde yatan bedene baktı. Her yer kanlar içindeydi. Durmadı koşarak yaklaştı ona.

"Sunam! Aç gözlerini yavrum aç," Gözünden yaş aktı nasıl ağlamasın ki. Ağlamayana yârmı denirdi? "Allah aşkına aç gözlerine, bak bana! Bağır çağır öfkelen!" Gözleri yavaşça açılıyordu Suna'nın. Alaz Suna'nın baldırlarına ve beline kolunu attıp kucağına almıştı, sağ kolu arkaya düştü kanlar akmaya başlamıştı bile.

Alaz başını boynuna yaklaştırıp öpmüştü seslice ağlamıştı boynunda. "Aç. Yaşa, bırakma beni yalvarırım sana." Kokusunu içine çekti. Derince öptü.

"Komutanım helikopter geldi." Aziz arkadan dışarıya çıkıp ilerledi.

Alaz'ın adımları hızlandı, rüzgar ona vurmasın diye bedenini sıkı sıkı sarıyordu. Adımlar yeri göğü inletir gibiydi, akıyordu yaşı durmak bilmiyordu. Kollarında yaralı bir yâr vardı. Canı canıydı o yârin. Ona gelen ayaklar ıslanmıştı. Canı yandı yine. Kollarını sıkıca sardı yine sardığı kadar sardı. Bu sefer sessizlik çöktü. Bu sefer ense kökünden soğukluk esti geçti.

"B-bırakmadın be-beni." Nefes yoktu, alamıyordu Suna. Zar zor nefesler çekiyordu. Gözleri hafif açıktı, sessizce aktıp yolunu bulmuştu yaşlar.

"Ölürüm daha iyi Suna. Seni bırakmak ne kelime." Alaz onu helikoptere bindirmişti, bedenini bırakmamıştı Suna'nın başını göğüse dayadı, Suna oraya bir çocuk gibi sindi.

Sessizleşti ortalık, patron alınmış, teröristler öldürülmüştü, ortalık bombalanmıştı. Tim her bir yeri kontrol etmişti. Tek bir kuş uçuyordu.

Korku bedeni esir aldığında her duyguyu yaşarsın, ama her şeyi unutursun. O an sadece korkmuş olduğun şeye odaklanırsın. Düşüncen sadece orada olur.

 

*********

 

Oy ve yorumlarınız eksik etmeyin canlar.😘

 

Alıntıları Instagram'da paylaşıyorum gt yapıyorum beklerim.

 

İns:booksof__

 

 

 

Loading...
0%