Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3.Bölüm

@larasu

Oy ve yorumlarınız eksik etmeyin lütfen. İyi okumalar dilerim :)

🪶🥀


3.Bölüm


İçler yakardı bir gülüş, her şeyi unutturur bir bakış. O an akıl yerinden kopacak gibi olur. Buna sevda deniliyordu. Her acıyı silip görecek, her derdi unutturacak tek şey belki bir bakış belki de bir sesti, sevdamızdan duymuş olduğumuz sesin ona ait olması yeterliydi. Bir okşayıp tüm sesleri kesmeye yeterdi.

Heyecan vardı belkide ikisinde de. İlkbahar serin bir yağmur yağdırıyordu. Saat 17.48 Trabzon serin ve hafif yağmurluydu. Ortalık sessizdi. Yayla yolunun yeri hem taşlı hemde topraktadı.

Elindeki poşeti tahtanın üzerine koyup oturdu, beklemeye başlamıştı. Tek beklemekten keyif aldığı şey oydu. Onun her şeyinden keyif alırdı. Yeter ki o olsun.

Yağmuru severdi, belki en sevdiği ikinci şey yağmurdur. İlk sevdiği şey yâriydi. Yârinin her şeyini severdi, parlayan kahverengi gözlerini kahverengiye vurgun dalgalı saçlarını. Ama en çokta sesini severdi, yâri konuşur kendisi hayranlıkla dinlerdi.

Derin bir nefes alıp gözlerini taşlı ve topraklı alana çevirdi, görmüştü. Ayağa kalkıp ona koşarak gelen kadına ilerledi. Yüzünde çiçekler açmış gibi gülüyordu sevdasına. Üzerinde kırmızı bir mont altında ise siyah bir pantolan vardı, saçlarını serbest bırakmıştı Trabzon'un esen havası saçlarını uçuruyordu. Kollarını açtı iki yana yüzü gülerken Alaz o an Eylül hemen sokuldu yaşına göre geniş olan cüssesine. Sardı ona Alaz beklemeden saçlarına öpücük bırakıp sağ eliyle saçlarını okşadı.

"Çok beklettim mi?" Demişti sesinde heyecan vardı.

"Hayır. Hep beklerim yârim." Saçlarını okşamaya devam ediyordu. Huy yapmıştı dalgalı ve kalın saçlarını okşamak, hoşuna gidiyordu.

Ellerini belinden çekip yüzüne dokundu Eylül. Soğuktu yüzü yanakları ve yapılı gibi görünen burnu kızarmıştı. Eylül ellerini kaldırıp yüzünü avuç içine aldı, elleri sadece belirli yerleri alabilmişti avuç içine. Alaz ellerini tutup kendi avuç içine almış öpmüştü.

"Üşümüşsün." Endişelenmişti onun için Eylül, ama Alaz'dan daha çok üşüyen kişi Eylül'dü. Elleri buz misali soğuktu.

"Asıl sen üşümüşsün. Eldivenlerini neden gitmedin?" Diye bir soru yöneltmişti.

Eylül omuz silkip, "Heyecandan unuttum." Yalandı. Zamanı yoktu hızla çıkmak zorundaydı. Akşam yedi olmadan evde olmak zorundaydı, babası eve sekizde geliyordu. Abisi bir var bir yoktu zaten. Annesi geç kalmaması için onu uyarmıştı. Biliyordu Alaz'ı annesi. Ama babası bilmemeliydi. Zaten her şey babadan gizlenirdi, ya korkudan ya da değersizliktendi. Eylül de ikiside vardı. Değersizlik hissini kapatan bir anne ve bir Alaz'ı vardı.

Elinden tutup uzun kalın odun tahtasına oturdular. Alaz elindeki poşeti açıp içinden iki tane soda çıkarmıştı. Severlerdi ikiside sodayı ama çayın önüne hiç bir şey geçmezdi. Alaz demli çay içerken Eylül açık çay içerdi. Alaz sodanın kapağını açmıştı bile. Birini Eylül'e uzatmış diğerini ise dudaklarına değdirip içmişti.

"İstanbul nasıl?" Merak ediyordu Eylül. Trabzon dışı hiç bir yere gitmiyordu. Ya da gidemiyordu.

"Trabzon kadar güzel değil. İnsanı çok. Ses çok. Yani bizlik değil." Alaz gözlerini Eylül'e çevirip yüzünü inceldi Eylül zaten gözlerini Alaz'dan çekmiyordu. Alaz elini omzuna attıp gövdesini çekti. Biliyordu, merak ediyordu. Gezmek istiyordu vatanın her bir köşesini. Kim istemez ki vatanın her bir cennetine şahitlik yapmak. Ama Eylül için biraz zordu. Her şeyin başı aile değil miydi? Bazen tüm engeller aslında ailedir.

"Belki bir gün gideriz. Beraber." Elini Alaz'ın boynuna attıp okşadı.

"Gideriz tâbi. Sen iste yeter. Şu günler geçsin bir." Derin bir nefes vermişti karşısındaki yeşillikleri izlerken Alaz. Yağmur dinmiş güneş batmaya yakın bir hal almıştı. Karşılarındaki dağın manzarası dillere destan olacak bir manzaraydı. Güneş batımı kızıl ile mavi karışımı gibiydi. Tepesi mavi ortası kızıl dibi ise yeşilliklerle doluydu.

"Zahir gelmiyor mu?" Diye sordu. Oda biliyordu sorması gereken bir soruydu. Ama her şeyinden haberdar olmak istiyordu. Bir eli onun üzerinde olsun istiyordu.

Eylül duraklı önce başını iki yana sallayıp. Derin bir nefes verdi.

"Babaya benziyor. İçiyor... Gelmek istediğinde geliyor." Üzülüyordu abisi Zahir'in bu haline. İçiyordu bir el kızı için. Başkasına yar gitmesin diye çabalıyordu. Baba denilen adamın hiç bir şeyden haberi yoktu, ya da vardı ama umursamıyordu. Belki içtiği alkolün etkisi ile umrunda olmuyordu.

"Kızın gönlü varsa neden vermiyor babası." Alaz biliyordu cevabı ama yinede Eylül'ün ağzından duymak istedi.

"Alkolikler bir babanın oğluna kız vermek. Alkol kullanan ve bağımlılık haline getiren birine sen kızını verirmisin?" Eylül yüzünü Alaz'a çevirip güneş batımını izleyen gözlerini baktı alttan alttan.

"Dilimi yormam." Dedi tek seferde.

Eylül kaşlarını çatıp baktı, "Verir misin yani?" Diye sorusunu yeniledi.

"Cuk. Direk sıkarım kafasına olur biter." Eylül zorlaki bir gülüş ile karşılık verdi.

"Aferin Alaz Çakır Kayaoğlu."

"Eyvallah Eylül Kayaoğlu." Buna da gülmüştü Eylül. Alaz alttan alttan sırıtıyordu sadece.

Sessiz geçen bir yayla saatti ile gününü geçirmişti Eylül. Alaz tekrar İstanbul'a gitmiş. Eylül ise Trabzon'ı ile beraber kalmıştı. Trabzon Eylül'e, Eylül ise Trabzon'a aitti. Severdi Trabzon bazen yaylaya çıkar kendi kendine konuşurdu inekler ve keçilerle. Çevresini geniş tutan biri değildi tam tersi herkesten uzak tuturdı kendisini. Kimseye dert yanmayı sevmezdi. Dışı hep güler ve neşe ile kaplı biriydi ama içi hep göz yaşı ve acı ile kaplıydı. Dert yanmamak belki de yapmış olduğu en doğru şeydi. Güven duygusu yoktu Eylül'de bir tek ona güven vardı, bir tek o güven verirdi.

Alaz onun güven kapanıydı.

*********
 


Korkuyla ayaklanmıştı ne yapacağını bilmeyen bedenim, kurşun sesleri gelmeye devam ediyordu. Sanki kurşunlar kalbime işliyor gibiydi sesleri. Sertti.

"Ali hayır dur!" Kucağımda ki kız öğrencimi bırakıp eğilerek Ali'nin peşinden gittim. "Ali dur!" Diye bağırdım durmadı. Sınıftan çıkmış koridorun en dipte bulunan sınıfa girmişti saniye sürmeden tekrar çıkmıştı. Koşarak peşinden gittim dışarıya doğru ilerliyordu. Kalbim yerinden çıkmaya yakındı. Kapıdan çıkıp kendimi dışarı attım. Şuan tek düşündüğüm şey hayatıma yeni girmiş bir çocuğun hayatıydı. Duymuş olduğum sesle bedenimin bir anda çekilmesi korkuma korku katmıştı.

"Komutanım uşak çıktı!"

"Kafayı mı yedin sen kadın!" Gür ve sert bir sesten azarlama gelmişti.

Belimden tutmuş beni okulun içine sokuyordu. Gözlerim etrafı aradı. Ama saçlarım gözlerimi kapatmıştı.

"Hayır Ali dur! Bırak beni!"

"Çocuğu al Mustafa!" Demişti kalın ve öfke saçan sesin sahibi. Beni okulun içine zorla sokup sol taraftaki duvarda zapt etmeye çalışıyordu. Ama bense kolunu bedenimden itmeye çalışıyor Ali'nin yanına gitmeye çalışıyordum. Ali'nin nerede olduğunu bile görmemiştim.

Yüzünü hala görmüyordum arkamda olduğu için görmek zordu tâbi.

"Dur artık bir dur lan!" Dedi, beni bir köşeye sıkıştırıp kendine çevirerek. Saçlarım yüzümü örtüyordu gördüğüm tek şey bir çift göz olmuştu. Bir eli belimde beni kolayca tutuyor zapt ediyordu. Saçlarımı geri attıp yüzüne bakmadan kapıya bakmaya çalışıyorum.

"Bırak beni diyorum sana çocuğu ölüme ittin!" Dedim titrek ve korkulu sesimle.

"Kurtardı çocuğu Mustafa kes artık sesini seninle ilgilenip bedenini zapt edemem artık!" Diye kükremişti ama yüzüme bakmıyordu etrafa bakıyordu. Sakin durup beni tutan koluna dokundum kaçacağımı düşünmüş olmalı ki duvara bastırıp, "Dur artık yerinde kadı-" diyeceği an cümlesi yarıda kesildi, çatık olan kaşları sanki normale dönmüş gibiydi. Gözleri yüzümün her bir yerinde geziniyordu. Gözlerimi koridorun sonuna çevirip sınıfıma baktım.

"Bırak artık beni kaçmıyorum-" bu sefer benim cümlem yarıda kesilmişti bir bomba daha patlamıştı, diğerlerine göre yakın bir yerde patlamış olacak ki deprem etkisi yaratmış ve öğrencilerin çığlık atmasına neden olmuştu. İçimdeki korku benim için değil çocuklar içindi.

Beni gövdesine çekip göğsüne bastırdı, yere oturtup köşeye sıkıştırmıştı. Korkuyla başımı gömüp sessiz kaldım. Bu kadar yakın olması beni rahatsız ediyordu. Ama şuan rahatsız olup olmamla ilgilenemezdim.

İçeriye birileri girmişti. Başımı kaldırıp baktığımda Ali'yi ve bir askeri görmüştüm.

"Komutanım çocuk burada." Demişti ağzı bandana ile kapalı gözleri gözüken kişi. Mustafa olmalıydı. İsmi ile seslenmişti ona kolunu bana saran kişi.

"Ali." Kolunun altından kalkıp Ali'ye ilerledim. Kollarını bana sarıp korkuyla sarılıp ağlamıştı. "Napıyorsun sen! Kendini tehlikeye atmak nedir?" Öfkemi yutup kollarımı ona daha sıkı sardım. Eğilip yüzünü inceledim. İyidi ama korkudan yüzü kızarmış göz bebekleri ve elleri titriyordu.

"Mustafa... Güvenli bir yere götür kadını... Sakın başından ayrılma." Sesinde öfkeli bir emir vardı. Siniri çıkmıştı ortaya sanki az önce bu kadar öfke solumuyordu asker.

"Emredersiniz komutanım." Mustafa denilen asker müdürün odasına doğru ilerleyeceği an durdum.

"Hayır benim öğrencilerim içeride tek." Gözlerimi kapıdan çıkan komutana ve askere değdirdim. Komutan arkasını dönüp bana baktı. Göğüsünün öfke ile inip kalktığını gördüm.

Asker eli ile önden geçin der gibi işaret etti. Koridorun sonundaki sınıfa hızla ilerledik, sınıfa girip ağlayan ve korkan öğrencilerime baktım. Bu görüntü içimi yakmıştı. Buz olan içim alev almaya başlamıştı. Bu hissiyattan nefret ediyordum.

"Sakin olun çocuklar çıkacağız birazdan bakın asker abiniz geldi." Asker camdan dışarıya bakıp kontrol etti.

Silah sesleri bir anda kesilmişti. Asker telsizini alıp, "komutanım temiz."

"Çıkar çocukları sınıftan Mustafa giriş bölümünde beklesinler."

"Emredersiniz komutanım." Bana bakıp başını bir kere salladı. Kesilmişti ateş, içimdeki yangın hâlâ vardı. Buz gibi olan içim şuan alev almıştı, içime ölüm korkusu girmişti ama benim için değil benimle Yeni tanışan bedenler içindi. Masumlar içindi.

Çocukları sınıftan çıkartıp okul girişine koridora sokmuştuk. Eğilip elimdeki su ile korkan bir kaç çocuğa su içirmiştim. Hepsinin eli titriyordu gözleri yaşlıydı. Kimisi sessizce şu anın geçmesini bekliyordu.

"Komutanım etraf temiz." Demişti dışarıdan gelen bir asker. Ayağa kalkıp saçlarımı geri attıp Ali'ye baktım. Kız kardeşine sarılıyordu.

Başımı kapıya doğru çevirdim. Orada dikilmiş bana bakıyordu, derin bir nefes alıp etrafa göz gezdirerek yanına ilerledim. Karşısında durdum. Gözleri bir tuhaf bakıyordu. Hâlâ çözmüş değildim. Çökmek gibi bir niyetim de yoktu. Bunu bir köşeye attıp kurumuş olan dudaklarımı ıslattım.

"Çocuklar evlerine tek gidemezler dışarısı nasıl bilmiyorum ama en hızlı şekilde buradan çıkarmamız lazım." Sesim net ve sakin çıkmıştı. Ama sesimin arkasında gizli bir korku vardı yine benim için değil çocuklar içindi

Hiç beklemeden, "Tamam." Demişti.

Başımı sallayıp ilerledim, Tahir hoca kolumdan tutup terler içinde bana baktı.

"İyi misiniz Eylül hanım?" Demişti beni inceleyerek.

Kolumu çekip kısaca başımı salladım. Çocukların yanına ilerleyip onlara baktım. Şuan felâketi yaşamıştım, korku, endişe ve kaybetme duygusu dört bir yanımı sarmıştı. Bu görüntü beni korkutmuştu. Çocukların göz yaşlarını görmekten nefret ederdim. Şimdi ise hayatıma giren çocukların göz yaşları ile karşı karşıyaydım. Akan bir yaş bana göre sel gibiydi. Kendimden bilirdim.

Titreyen ellerime bakıp derin bir nefes aldım, ellerimi pantolonuma silip çocuklara yaklaştım önlerinde eğilip bir öğrencimin elini sardım.

"Her şey geçti. Şimdi sizi evlerinize götürücez tamam mı?" Sadece başlarını sallamakla yetindiler.

Korku vardı gözlerinde, hepsi en yakınlarına sarılıyordu. Çift sıra halinde öğrencileri sıraya düzmüştüm. Korkumu arkama almış çocuklara korkmadığımı göstermeye çalışıyordum, korkmuyordum ama sadece tedirginlik baskın geliyordu.

"Bu ilk kez yaşanıyor komutanım. Hiç böyle bir olayla karşılaşmadık biz." Kazım Beye döndüğümde komutanla konuşuyordu. Asker öğrencileri kontrol ederken jandarmalarda dışarıyı kontrol ediyordu.

Kazım Beyin yanına ilerlediğim de beni görür görmez konuştu.

"Eylül hocam siz nasılsınız? İyisinizdir inşaallah." Telaşlıydı ter döküyordu resmen.

Hava soğuk ama şuan buradaki herkesin soğuğu hissetmediğine emindim. Soğuk ile ateş karşı karşıya gelmiş gibiydi. Hava sert esiyor ama korku ateşi havaya kafa vuruyor gibiydi.

"İyiyim de çocukları ne zaman evlerine götürücez. Hepsi çok korktular." Gözlerimi komutana çevirdim. Bana baktığını hissetmemiştim, göz bebeklerinin parladığını görmüştüm, siyah ve kahverengi gibiydi rengi ya da sadece siyah, koyuydu göz rengi. Umursamadım net bir ifadeyle bakmaya devam ettim.

Eee der gibi baktım.

Gözlerini benden çekip dışarıya çıktı. Derin bir nefes verip sol elimi belime sağ elimi ise alnıma attıp okşadım. Kazım Bey bu ilk kez yaşanıyor... Hiç böyle bir olayla karşılaşmadık biz... Demişti. Ben geldim diye mi olmuştu. Ruhum ölü olduğu için gittiğim her yere ölüm götürüyor olabilir miyim? Kendime bunu yapamazdım. Böyle bir şey yoktu, ölü olan bir tek benden. Benim yüzümden insanlar neden ölsün, neden ölüm onlara gelsin? Geçmiş ölümdü benim için. Geçmişim benim ruhumu emmişti. Ruhum ölüydü benim. Bedenim ruhsuz bir diri. Kendime ne kadar haksızlık yapmak istemesem de elimde değildi.

İçeriye giren jandarma ekipleri ile komutan bize baktı.

Jandarmalardan biri, "Çocukların köy adreslerini alalım." Demişti Kazım Beye.

"Tâbi buyrun şöyle." Kazım beye kendi odasına giderken gözlerimi ondan çekip komutana çevirdim. Hala bakıyor muydu cidden?

Koluma dokunup okşamıştım komutan patlamada beni yere oturturduğu an sert bir şekilde duvara değmişti dokunduğum an acı ile inlemiştim. Acılarımı önemseyen biri değildim hep bir boş veriş çekerdim bu acıya da bir boş veriş çektim.

"Sen..." Dedi bana hala çözemediğim bir ifade ile bakarak. Gözlerini bir kaç saniye kapatıp geri açtı. Zaten görebildiğim tek şey koyu ve sert bakan gözlerdi, ya da sert bakmaya yapılanmış gözler. Bandanası yüzünü kapatıyordu. "Siz iyimisiniz?"

İfadesiz ve tepkisiz bir şekilde başımı sallayıp arkamı dönmüştüm bile. Çok konuşmazdım kısa ne net cevap veren biri değildim aslında ama öyle olmam gerektiğini anladığım an sesimi kesmiştim. Jandarma elinde kağıt ile öğrencileri sırasına ayırıp köyüne götürmek için ekip arkadaşlarını yönlendirmişti. Jandarma ekipleri tarafından güvenli bir şekilde çocuklar evlerine gitmek için dışarıya çıkmışlardı.

Derin bir nefesten sonra kendimi dışarıya verdim, ellerimi saçlarıma geçirip gözlerimi kapattım. Soğuk hava bedenimle beraber kalbime vurmaya başlamıştı ama hala içim alevdi. Buz gibi olan ruhum ısınıyor gibiydi. Bu hissiyat hiç hoş değildi. Yıllardır kalbim buz kesmişken şimdi ısınıp buzların erimesi normal değildi. Düşüncelerimi bozan kişinin sesi ile arkamı döndüm.

"İyi misiniz Eylül hanım." Tahir hocaydı bu.

İkinci sorusu. Sessizce başımı sallayıp, "Evet." Demiştim

Elimi cebiplerime değdirip telefonumu aradım. Sınıftaydı. Gözümü etrafa gezdirdim. Etrafı jandarma ve askerler sarmıştı. Öğrenciler jandarma ve askerlerle beraber gidiyordular. Okulda öğretmen ve askerler dışında kimse yoktu. Saçlarımı geriye attıp arkamı döndüm. Döner dönmez kapıda bana dik dik bakan komutanla göz göze geldim. Rahatsız ettiğini gösterir gibi baktım. Gözlerimi ondan çekip ilerledim. Yanından geçip içeriye girdim koridoru dönüp en son sınıfa girdim. Arkamdan geldiğini hissettiğim an içinden sabır çekip sessizce ilerledim. Sağ tarafta bulunan sınıfa girip trençkotumu giydim.

Arkamdaydı.

Arkamı dönüp yüzüne baktım. "Derdiniz ne sizin?" Sesim sert çıkmıştı, çantamı alıp omzuma attıp tekrar yüzüne baktım. Neden böyle davranıyordu, az önce hiç bir şey yaşanmamış gibi bir ifade vardı yüzünde. Evet biliyorum askerdi bu yaşanan olayın beterini yaşamış olmalıydı. Profesyonel bir askerdi belliydi. "Niye öyle aval aval bakıyorsunuz?" Kaşlarım daha da çatılmıştı.

Bir şey söyleyecek gibi ama söylüyemiyor gibiydi. Başını iki yana sallayıp ellerini arkasında birleştirdi. Başını dikçe kaldırıp derin bir nefes almıştı inip kalkan cüssesinden anlamıştım bunu.

"Sadece sizi koruyorum. Burası tekin bir yer değil. Sınıra yakın bir yerdesiniz. Neden buraya atandınız."

Derin bir nefes alıp, "Şuan benim neden buraya geldiğimle mi ilgileneceksiniz." Bir adım atıp önünde durdum. "Bana soru sorma... Bir askeri yanıltsız bırakıp agrasif tavırlar sergilemek istemem." Yanından geçip koridor aştım. Hiç bir şey olmamış gibi arkamdan geliyordu.

Kazım Bey ve Emine hanım jandarma ekipleri ile öğrencilerle gitmiş Tahir Bey ise arabasının derdindeydi galiba. Ben ise ilk başlangıcımın bu şekilde olacağını tahmin etmemiştim. Bastığım yer alev ediyordu, yüreğim ve kalbim ne kadar soğuk ve buzdan olursa olsun dışım hep ateşti benim.

Dışarıya kendimi atmış derin bir nefes soludum. Gözlerim kapalıydı ama duymuş olduğum sesle gözlerimi geri açtım.

"Bizimkiler bıraksın." Komutandı bu.

Bakmadım, göz teması kurmadım sadece başımı salladım.

İlerleyip beni bekleyen askerlerin yanına gittim. Zaman yine benim için hızlı ve sıradaki saat dilimini heyecenla bekler gibi uçtu. Ben yine zamana yenik düşmüş sessizliğimle boğuk bir şekilde geçiniyordum. En büyük düşmanım zamanın geride bırakan tarihleriydi. Hızlıydı. Hem de çok hızlı.

Akıp giden bir tek zaman değildi, zamanla beraber bende akıp gidiyormuşum gibi. Yalnızlık insanı her şeyden soğutan bir duyguydu. Ben tek başıma bir evde, bir odada bir sokakta yürümüş, kendi kendime dalıp giden biriydim. Yalan yoktu, severdim yalnızlığı.

*********


İçinde bir hissiyat deli gibi vurgu yapıyordu. Kime yapmazdı ki? O duygu kalbine mermiler delicesine vurulmuştu, yüreği delicesine acı ile inlemişti. Canı yanıyordu küçük kızı büyümüştü bir kadın olarak karşısında durmuştu. Ne yapacağını nasıl davranacağını bilmiyordu. Yüreği tir tir titriyordu kalbi atmayı o an kesmişti. Yıllar geçmişti. Yıllardır canlı göremediği o gözlere baktı. Azda olsa her saniyesine değerlendirerek bakmaya çalıştı. Ama utandı yüreği utandı vicdanı utandı, sızlıyordu vicdanı. Yıllar sonra o kadar şeyden sonra karşısındaydı hem de canlı canlı, bunun şoku hala sürüyordu. Elleri ilk defa tir tir titriyordu. İlk defa sert kesen sesi bir anda yok olmuştu. İlk defa boğazına büyük bir düğüm dolanmıştı.


Vicdanı titrerken zihninde dönen cümleleri sanki yeni yeni hatırlıyor gibiydi. Ağlayan genç bir kız çocuğu vardı karşısında, şimdi ise sert bakan dim dik bir kadın vardı karşısında. Arada o kadar çok fark var ki, eski Eylül sessizdi, neşeliydi, güler yüzlüydü, ne olursa olsun ne yaşamışsa yaşasın gözleri gülerdi. Neşesi gözlerinden akardı kahverengi gözleri parlardı hep. Ama şimdi karşısındaki kadının gözleri bile sertti. Karaydı gözleri. Görmüştü, acı vardı belki korktuğu içindir demişti ama yanılıyordu ve yanıldığını biliyordu. Gözlerinden tanıdı onu, bakışlarından bilmişti koyu kahverengi gözlerin ardındaki Eylül'ü hemen bilmişti. Sesi değişmiş, yüz hatları daha sıkı olmuş kadınsı yüz kemiği sertçe batmıştı gözlerine, boyu azda olsa uzamış ama yine kısa kalıyordu yanında, saçlarını azda olsa kestirmişti. Belini aşan saçlar şimdi belinin üstüne kadardı. Dikkatle bakmıştı her bir milimine bu onun Eylül'üydü yarı yolda bırakmak zorunda kaldığı Eylül'üydü. İlk defa korkmuştu, ilk defa bir görevde eli ayağı titretmişti sesi kesilmiş vicdanı titretmişti. Ona bir şey olacak diye ödü kopmuştu.

Şuan ona yakındı, hemde çok yakındı. Karanlık bir Hakkari'nin sokağında, üstünde siyah bir panton ve siyah bir kapşonlu vardı. Elleri cebinde bir köşede dükkandan çıkmasını bekliyordu. Sigarası dudaklarında öylece duruyordu. Çıkmıştı. Elinde bir soda ile ilerliyordu. Başında bej rengi bir bere vardı. Olayın üzerinden iki gün geçmişti. Eylül hakkında araştırdığı tek şey Hakkari de ki eviydi. Utanıyordu yaşadığı acıları görmeye, utanıyordu yanında olamadığından en çokta verdiği sözün arkasında adam gibi duramadığındandı. Kim utanmaz ki?

İlerliyordu sodasından içerek kendi evine gidiyordu, güneş batmıştı, saat dokuza geliyor gelmekteydi. İki sokak aşmıştılar hâlâ sessizce ilerliyorlardı esen rüzgar birazdan yağmur yağacağına işaretti.

Eylül kendi evinin sokağına varmıştı, sola dönmüştü. Alaz durmuştu. İkiside bir şey hissetmiş gibiydi. Alaz arkasını dönüp hızlı adımlarla ilerledi. Sokağı döndüğünde Eylül köşeden bakmıştı. Kimse yoktu Eylül'e göre. Ya da başka bir yere giden başka bir yabancıydı. Burayı pek bilmediği için ne olur ne olmaz dikkat etmeye çalışıyordu. Adamın onu takip ettiğini sanmıştı ama etmiyormuş. Kendi evine giden bir yabancı galiba diye geçirmişti içinden. Alaz adımları sert ve iradeli bir şekilde kendi evine giderken. Eylül de apartmana giriş yapmıştı. Alaz'ın yüzü yine ifadesiz, o ifadesiz yüzün ardında saklı olan acıları profesyonel bir şekilde saklardı ama şuan profesyonelliği sikecek bir durumdaydı.

Eylül'ün öğretmenlik yaptığı okul köy okulu ve tehlikeli bir yerdi. Jandarma ne kadar yakında olursa olsun Alaz'a göre orası en tehlikeli yerde oysa öyle bir şey yoktu. Tehlike falanda yoktu, içinde sadece yine kaybetme duygusu vardı. Koruyamadığı bir can hala içinde diriyken şimdi bir de Eylül çıkmıştı karşısına. Ona bir şey olsun istemiyordu canı diye sevdiği kadına bir şey olsun istemiyordu. Gelmişti. Yıllar sonra yarı yolda bıraktığı genç kız bir kadın olarak hem de güçlü bir kadın olarak karşısında duruyordu. Bunun şoku hala şakaklarında sızlıyordu damarı durmadan atıp duruyordu.

Adımları evini bulmuştu. Anahtar almamıştı kapıyı serçe çalmıştı. Tekrardan çaldı ve bekledi, bir daha çaldı yine bekledi. En sonunda kapı açılmıştı açan kişinin ağzından küfür kaçağı an susmuştu.

"Biraz daha kalsaydım oğlum direk olurdum kapının önünde! Ya havle." Diyip içeriye söylene söylene girmişti.

"Ne bu öfke komutanım gece gece." Attila ıslak saçlarını havluyla kurutuyordu.

"Ha işte bu! Gece gece!" Öfkesi Eylül'eydi gece kimsenin olmadığı sokaklarda gezmek onun için oldukça tehlikeliydi.

"Ne olmuş bu gecelere?"

"Sikerler bu geceleri Atilla!" Diye çıkıştı. Mutfağa ilerledi buzdolabı açıp soda aradı. Yoktu. "Lan dün aldığım sodalar nerede lan?"

Tekli koltuğa kendine bırakan Attila, "Dün bir tane içtim. Bugün de sonunu çocuklarla içtik." Demişti sakin ve rahat bir ses tonuyla.

"Bir bokumuda bırakın lan." Ellerini ensesine attıp derin bir nefes aldı, bir bardak su içip salona ilerledi.

"Yine ne oldu, küfürleri düzdüğüne göre bir şeyler yolunda gitmemiş gibi." Attila anlardı, profesyonel bir şekilde küfürleri düzdüğüne göre kesin bir şey olmuştur.

Attila yanında bulunan küçük çekmeceden dosyayı çıkarıp Alaz'a doğru atmıştı.

"İstediğin dosya." Dedi, "Neden araştırmalarını istedin. Kim bu?"

Dosyayı alıp ayağa kalktı.

"Oğlum işin gücün yokmu senin siktirip evine gitsene." Sertti sesi ama alınmazdı Attila.

Güldü Atilla.

"Benim evim mi var lan ben her gün birinin evinde kalıyorum." Timin Atilla'ya lojmanda ev bulma konusunu bir daha açmalıydı yoksa bu git geliş işi boka saracaktı.

Odasına çekilmişti Alaz. Attila ise salonun bir köşesinde sigarasını yudumluyordu. Kapısı kapatıp odada bulunan küçük çalışma masasına yöneldi. Dosyayı masaya bırakıp sandalyesine konuldu. Derin bir nefesten sonra baktı öylece dosyaya, içindeki bilgiler onu daha çok acıtacaktı neler yaşamıştı kim bilir. Zorlu hayatın içinden sessizce kurtulabilmişmidir acaba. Aklında delice sorular ve o soruların cevabı karşısındaki dosyada duruyordu. İkiside acı ile büyümüştü. Alaz Eylül'e, Eylül ise Alaz'a sahip çıkardı.

Çene hatları gerilmiş, yüzündeki erkeksi hatlar ortaya çıkmıştı. Başını sola ve sağa dönderip kendini rahatlatmaya çalıştı. Doğrulup dosyaya uzandı.

Gecenin sessizliği ile karışan geçmiş şua ortaya çıkıyordu, merak edilen her şey bu geceden sonra ortaya çıkacaktı. Bir tarafta kalbini buza çevirmek zorunda kalan bir kadın diğer yanda ise gitmek zorunda olduğu için giden bir adam.

*********


Merdiven basamaklarını çıkıp evime giriyordum, anahtarı cebimden çıkarıp kapımı açtım içeriye bir adım attığım an bir ses gelmişti. Mercandı bu. Merdivenden sesli bir şekilde çıkıyordu. Elinde bir tabak ve pijamalar ile karşımıda duruyordu. Bana göre fazla neşeli ve tâbi konuşkandı.


"Nerdesin sen ya. Vala korkutuyor bu rahatlığın beni." Demişti meraklı gözlerle.


"Canım soda çekti. Evde yoktu bende gidip içtim." Demiştim yalandan. Canım çekmedi sadece bunaldım ve daraldım dört duvar arasında kalmak zordu hele ki benim gibi biri için.


"Bende pasta yapmıştım, çikolatalı. Üzerine Antep fıstığı ekledim bak." Yüzü neşeyle güldü. Pastayı bana gösterip tebessüm etti, güzel gözüküyordu bol çikolatalı ve bol Antep fıstığı kullanmıştı cimrilik yoktu pastada bu hoşuma gitmişti.


"Ben pek sevmiyorum tatlı ürünlerini aslında." Diye yalanladım


"Allah aşkına sen ne seversin ya." Dedi başını iki yana sallayıp derin bir nefes vererek.


"Mıhlama. Balık falan. Karadeniz kanı." Ben ne diyorum şuan ya. Göz kırpıştırıp etrafa baktım.


"Elimizde bu var maalesef." Hiç beklemeden içeriye girmişti.


Yorgunum!


Ama uykum yoktu.


Ama pasta güzle gözüküyordu.


O mutfakta yerini alırken ben kapıyı kapatıp üzerime bir şeyler giyip geleceğimi söyledim. Odama ilerleyip gri eşofmanımı ve üzerine kahverengi dar bir kazak geçirmiştim. Aynaya bakıp derin bir nefes aldım. Aklımda dönen bazı şeyler vardı bir anda ortaya çıkar saçma sorular. O komutan neden bana öyle davrandı? Korumak için mi yoksa... Yoksa ne olduğunu ben bile bilmiyordum İki gündür aklımdan çıkmayan o bakışın ardında ne vardı. Belki acımıştır halime, sonuç olarak ellerimle beraber neredeyse bedenim titriyordu ama benin için değil hayatlarına yeni girmiş olduğum insanlar için.


Buna bir boş veriş çekip mutfağa geçtim. İki tane tabağa pasta çıkarmış kendi tabağındakini yemeye başlamıştı Mercan, beni görünce elindekini bırakıp tebessümle baktı yüzüme.


İyi kızdı ama çok konuşuyordu.


"Eee nasılsın?" Dedi yerime oturup kekimden bir dilim alırken.


"Hangi konuda?"


Derin bir ya sabır çekip göz çevirmişti.


"Allah aşkına hangi konuda olabilir. Saldırı konusunda. İyisin di mi?" Endişe vardı gözlerinde endişelenmişti benim için. Ama ben o kadar endişe duymuyordum kendim için.


"Merak etme unuttum gitti. Küçük bir olaydı zaten."


Ürpertmiş gibi titredi. Ben ise çikolatalı pastamdan yemeye devam ediyordum. Geride kalanları kafaya takmazdım ama şuan takmam gereken bir konu ile karşı karşıyaydım. Çocuklar nasıllar acaba? Şuan onları görme isteği içimi kemiriyordu. Dört gün sonra okullara devam edilecekti, jandarma ekibi okulun etrafını dikkatle kontrol edeceklerdi. Neden sadece küçük bir saldırı yapsınlar ki? Hele de şehire az da olsa yakın olan bir yere. Resul baba; küçük bir olay tüm dikkati çekmek içindir asıl olay gizlensin diyedir derdi belki de bu da böyle bir şeydir. Resul baba eski bir Türk askeri ne kadar eski olduğunu bilmiyorum ama hep eskidim ben derdi. Bilgisi çoktur. Çok şey yaşayanın bilgisi de çok olur.


"Pastaneye geliyorsun değil mi?" Dedi hevesle.


"Uğrarım bir." Göz ucuyla bakıp tekrar tabağıma baktım.


"Yapma ama. Yarın gün boyu evdesindir. Gel işte." Omzu düşük bir şekilde benden onay bekliyordu.


Kalabalık ortam sevmezdim aslında bazen kafam tutunca çıkıyordum dağıtmaya oda çok nadir görülürdü.


"Tamam." Dedim net ve kısa bir şekilde


Sevinmişti, ellerini birbirine çakıp düşük olan omzunu dikleştirdi.


"İnan bana seveceksin." Çok kalabalık olmuyor genelde hafta sonları kalabalık olur." Dedi pasta diliminden yerken. O konuşan taraf ben ise dinleyen tarafım. En sevdiğim. "Orada Mihri var. Çok tatlı kızdır çok iyi üçlü olucaz." Hevesini bozmak istemiyordum.


"Oda senin gibi mi?" Dedim gözlerimi kısıp yüzüne bakarak.


"Nasıl benim gibi mi?" Dedi merak ederek. "Bir şey mi var ki bende?"


"Çok konuşuyorsun." Dedim yüzüne bakarak. Alınmıyordu belki başkası olsa şu masayı terk edip giderdi. Resul baba benim hakkımda ona az çok şey anlatmış olmalı ki bunu yapmıyordu.


Çatalı bana doğrultarak salladı, "Sana da tavsiye ederim çevren genişler."


Sadece başımı salladım. Çok konuşmak bana göre değil. Sevmezdim. Ama açarsam anadan girer yedi cedeyi geçerdim.


Sessiz geçen bir günün ardından Mercan gitmişti, yine zorlamadı, bu sefer film izlesek mi dedi istemedim. Bir kaç işim olduğunu söyleyip yolladım. Kötü bir niyeti yoktu, biliyordum. Ama şuan yine bir sessizlik hissi içinde kalmak istedim. Odamda yatağa uzanmış telefonumu kulağıma dayamıştım. Resul baba tek aramada açardı. Ama açmayınca telefonu yatağın bir köşesine bırakmıştım, başka biri ile görüşüyordu. Şimdi arar umudu ile sessizce bekledim. Pencere açıktı esen rüzgar sertti, kulağıma yağmur sesleri geliyordu. Doğrulup pencereye yönelmek istedim ama çalan telefonla duraklarım.


Resul baba.


"Resul baba. Nasılsın?" Demiştim alnımı kaşıyarak.


"İyiyim kızım. Sen nasılsın? Orada her şey yolunda mı?" Bu cevaba hayır desen yalan olur evet desem daha çok yalan olur. İçimi yiyen bir şey vardı, hissediyordum o olay üstüne bir de bu tam oturmuştu. Buz gibi olan içim bir anda aleve dönmüştü. Bu normalde değildi.


Resul babanın sesini duyunca dalmış olduğum yerden gözlerimi aldım.


"... İyimisin?"


"Evet evet. Gayet iyiyim. Sadece biraz endişe var nedense." Diye bildim sadece. "Bu olaydan dolayı galiba, biraz korktum o an."


"Emin ol her şey istediğin gibi gidecek. Sen her şeyi akışına bırak." Demişti. Derin bir nefes alıp, "Ve rica ediyorum Hakkari'nin sokaklarında tek dolaşma."


Ne? Kaşlarım çatılırken istemsizce etrafa baktım. Nereden biliyordu ki dışarıya çıktığımı. Buraya gelmeden önce de beni uyarmıştı Hakkari sana göre biraz tehlikeli olabilir demişti. Trabzon'a benzemez.


Yoksa peşime adam falan mı taktı. Bildiğim bir gerçek vardı oda Resul babanın elinin uzun olmasıydı. Adı sadece eski bir Türk askeri diye geçiyordu ama bana göre bundan daha fazlası.


"Resul baba sen nereden biliyorsun bunu?" Dedim hala merak içinde çatık olan kaşlarım ve yarım açık olan ağzımla.


Gülmüştü ilk önce sonra derin bir nefes bıraktı.


"Ben bilirim." Dedi, kestirip atmıştı.


Başımı kendimce onaylar bir şekilde sallayıp dudaklarımı ıslattım.


"Senin merkezdeki bir okulda öğretmenlik yapman için bir şeyler yapabilirim. İstermisin Eylül?"


Cevabım gayet netti, "Hayır Resul baba. Buradaki çocuklarda öğrenci oradakilerde. Bunun üzerinden bir ayrımcılık yapmak istemiyorum. Ben şuan yerimden gayet memnun." Sesim oldukça sakin ve netti.


"Peki. Ne zaman başın sıkışırsa ara beni."


Kendimce gülümsedim sadece. Resul baba iyi bir babaydı. Öz babadan daha babaydı hatta. Resul babayla vedalaşıp telefonu kapatmıştım. Esen rüzgarın karşısında bir kaç dakika durduktan sonra pencereyi kapatmış mutfakta kendime kahve yapmıştım. Salona geçip kendimi koltuğa bırakmıştım.


*********


Kalbinin üzerine oturan taşı kaldırmak kadar zor bir duygu yoktur. O kalbe oturan ağır taş kalbi yerinden sökecek kadar acıdır. Vicdanın yıllarca sızlama acıdır, ama bundan daha acısı onu sızlatanın karşınızda olması ve elinizden ne gelebilir ki?


Gözlerinde bellirsiz bir öfke, gözlerindeki kahverengilik kopmuş yerine tamamen siyahlık konulmuştu. Hepsinin tek sebebi içindeki yanan ateşti.


Elindeki telefonu kulağına götürmüş, ilk kez bu denli bir acı bedenini sarmıştı. Göğüsü inip kalkarken ayakta dikiliyordu. Aradığı kişi telefonu açmıştı.


"Bana neden olanlardan bahsetmedin." Demişti sessiz ve kükrek bir sesle.


Karşısında ki adam ona göre daha sakindi.


"Sormadın ki?" Demişti.


Çenesini kaşayıp, "İla ki sormam mı lazım! Sizinle olduğunu bile söylemediniz."


Karşıdaki adam hâlâ sakindi. Alaz Ne kadar saygısını bozmamaya çalışsada elinde değildi. Okudukları ona fazla gelmişti.


"Her şeyi geçtim ne işi var burada."


"Sana mı soracak nerede olup olmayacağını. Sen ve onun arasında hiç bir şey yokken bu konuşma ne haddinedir evlat."


Haklıydı. Ama karşısındaki kadın onun tek varlığıydı canıydı. Yıllar sonra karşısında olması bir yandan onu heyecanlandırırken bir yandan da üzüntülere boğuyordu. Kaybolan bir oyuncağını bulmuş gibi bir hissiyat vardı içinde, ama o oyuncağını param parça yapmışlardı. Eylül de öyleydi.


Sol elini sıkarken gözlerini kapatıp başını geriye atmıştı. Göğüs kafesi inip kalkarken derin bir nefes alıp konuştu.


"Eylül'ün sizinle olduğunu bile bilmiyordum. Her şeyi yeni yeni öğreniyorum. Şimdi o kadar acının içinde buraya gelmesi sizce de tehlikeli değil mi?" Sakin kalmaya çalışıyordu profesyonelce davranıp sakin kaldı. Cümlelerini tek tek kurmuştu.


Karşıdaki adam derin bir nefes almıştı, boğazını temizleyip, "Asıl güvenilir yer senin yanın." Demişti kendinden emin bir şekilde


Sessiz kaldı Alaz. Kaşları çatıldı evet demek vardı ama kendinden korkuyordu. Onu koruyamazdı, o öldürmekten başka bir şey yapmazdı. Kimseyi koruyamamışken şimdi onu nasıl korusun ki? Alaz'ın tek bildiği ve tek yaptığı şey öldürmek ve yıkmaktı. Ateşi herkesi yakardı alev alan biriydi onun alevinden kaçamazdı. Ya ölecek ya da Alaz istediği için o alevden çıkacaktı.


Alaz'a emanet edilen canı koruyamamıştı. Şimdi canı diye sevdiği kadını korumak yerine onu da ölüme sürükleyecek diye korkuyordu. Bu korku her şeyin önüne geçiyordu. Cesarettin bile. Sessiz kalmak her şeyi kabul etmek demektir kimine göre, Alaz da sessiz kalan taraftı. Peki ya kabul eden taraf mıydı? Ona bir hayat borçluydu. Alaz Eylül'e bir hayat borçluydu, bunu idrak etmek istemiyordu kabullenmek istemiyordu. Okuduğu hiç bir cümleyi kabul etmek istemiyordu. Zordu. Ama öyleydi. Oda biliyordu o olsaydı Eylül'ü daha güçlü kalırdı, Eylül'ün yaslanmış olduğu duvarı olurdu. Ama olmadı Alaz gitmeyi seçti Eylül ise kaderine yenik düştü.


*********
 

Eylül'ün ismi sonradan değişiyor Suna diye. Wattpad'te değiştirdim son bölümlerde ama ilk bölümlerde değiştiremedim. ❤️


Lütfen oy kullanmadan gitmeyin.

🪶🥀🔥


Loading...
0%