Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5.Bölüm

@larasu

Gökyüzü gibiydin, hem güzel hem uzak. Belki en güzeli uzaktan sevmektir. Maviliğin içine karışmış beyaz bulutların ardında seni aramak kadar güzeldir seni sevmek...


.Larasu.


Tesadüfler; ilk başta mutluluğu verir yaşamadığımız tüm duyguyu bir tesadüflerle bize yaşatır. Sevgi, mutluluk ve acı. Kimine acı kimine dert ortağı olurdu.


Geçmişin bana kattığı acılar gözlerimin önünde dönüp duruyordu. Belki de geçmişim karşıma çıktığı içindir. Gözlerinde derin acılar vardı. Belki onun sadece gözlerinde acı vardı, ne yaşadığını bilemezdim nelere katlandığını da. Ama ben kendi acılarımı unutamazdın. Benim neler yaşadığımı, içimin nasıl kör ateşlere yakıldığını bilmiyordu bilmesini de istemiyordum. Benim kadar acı çektiğini düşünmüyorum.


Hakkâri de olması hiç bir şeyi değiştirmezdi. Ben onun için gelmedim, o kendi görevi ile ilgilenecek ben ise kendi görevimle. Asla bir hiç bir şekilde yanımda bulunsun istemiyordum. Hakkâri de yoldan geçen bir yabancı kadar yabancı olsun bana. Biliyordum, Mercan ve Mihri ile tanışıyordu az çok. Onlar için bir tanıdık benim içinse bir yıkılıştan çok bir yabancı. En acı vericidir budur, canımızı acıtan kişiyi artık bir yabacı olarak görmek onun için en büyük acıdır.


Kaldığım yerden devam edecektim. Sessiz hayatıma yaşantıma devam edecektim. Hiç bir şey değişmeyecekti. O burada olsa bile.


Mercan sabahın ilk ışıkları ile kapımda duruyordu ayağıma botları geçirmiş, çantamı omzuma atmıştım.


"Böyle yapma ama."


"Ne yapmayayım Mercan." Gözlerimi ona çevirdim. Üzgündü. Ona az çok şey anlatmıştım eski sevgilim bırakıp gitti işte diye kısa bir özet geçirmiştim. Çok şey anlatmadım ısrarda etmemişti anlayış göstermişti.


"Ya biliyorum üzülüyorsun ne kadar belli etmesen de ben seni çok iyi anlıyorum. Nereden anlıyorum diye sorma. Klasik erkek milleti işte." Koluma dokunup okşamıştı, "Sadece üzülme, boş ver hiç görmemiş gibi devam et. İnan bana seni çok iyi anlıyorum. Bende yaşadım bir benzerini." Sormadım başımı sallayıp yalandan gülümsedim.


Sessiz kaldım umarım Tahir de soru yağmuruna boğmazdı beni. Gecem sessiz geçmişti, bir kaç damla sessiz akan yaşın ardından yıldızlarla karışmıştı gözlerim. Orada bana parlayan bir kaç yıldız görmüştüm belki o yıldızlar sessizliğeme sessizlik katmıştı. Elimde soda karşımda yıldızlarla geceyi geçirmiştim, bir kaç damla göz yaşını da unutmazsak.


Yağmur döktürüyordu Tahir'le beraber arabaya geçmiştik. Kemerini bağlayıp dalgalı saçlarımı geriye attım. Arabayı çalıştırıp sürmeye başlamıştı bile.


"Nasılsınız?" Demişti gözleri yolda bir şekilde.


"İyiyim siz nasılsınız?" Hiç bir şey olmamış gibi davranmaya çalışıyordum. Oysa her şey olmuştu, aklıma gelmeyecek şeyler. O karşımda durmuştu. Ama sanki o, o değil gibiydi. Belki benim gibi oda büyümüştür. Peki nasıl büyüdü? Acıyla mı? Yoksa özlemle mi? Ya da hiçlikle.


"Dün olanlar malûm. Neyiniz oluyor Alaz komutan." Çekinerek konuşuyordu.


Bu adamı niye herkes tanıyordu. Şuan çevremdeki herkes onu biliyordu. Bu can sıkıcı olmaya başlamıştı. Ama tanımaları normaldi bence. Asker sonuçta her an her yerde olabiliyordu.


"Komşumuzun oğlu." Yalandı. Annesi onu yetimhane vermişti, kalmak istemeyip dedesinin evinde kalmak isteyen küçük bir çocuktu. Evden kaçardı hep. Yaylalara çıkıp koyun ve inekleri izleyip, yağmurun altında su gibi olan bir çocuktu. Bazen annesine gelirdi okul çıkışı, annesi bizim evin yanında yaşıyordu. Dengesiz bir kadındı. Kapıyı açmazdı oğluna ağlardı hep bizim kapının önünde. Ben gelirdim elimde iki bardak çayla. Çocuktum, ne vereceğimi bilemedim. Git gel, git gel alıştı oda bana. Bende ona. Yalan yok arada açardı kapıyı, ama yüz vermezdi oğluna.


"Çok yakınsınız o zaman."


Cevabım ağır ve net, "Hayır."


"Biraz sinirliydiniz ama."


Cevabım hızlıydı, "Ben hep sinirliyim."


Sessiz kaldı. Sorular bitmişti, ya da ben biraz agrasif cevapladığım için sessiz kalma isteğinde bulunmuştu. Yol boyunca da konuşmamıştık ben hafif yağan yağmura odaklandım o Tahir ise yola.


Aklımdan çıkamıyordu, ne kadar umurasamamaya çalışsam da olmuyordu. Boş veriş bile işe yaramıyordu. Birden karşımda olmasını bir köşeye bırakıyorum elimden tutup götürme isteğine apayrı şaşırıyordum. Benim buraya geldiğimden kesin haberi vardı. Haberi olmasına rağmen gelmemişti, gelmesini beklemiyordum. Hatta hiç beklemiyorum. Bir yabancı olmaya devam etmesi benim için en iyisi olacaktı. Düzenimi altüst etmesini istemiyorum.


*********


"Vay anasını vayy!" Şaşkınca iki elini birbirine çakmıştı Aziz.


Mustafa, "Dağ adamı, taş kalpli, gittiği yere korku salan."


Sait, "Herkese sert."


Aziz, "Herkese soğuk."


Mustafa, "Kadınları erkek bile zanneden komutanım neymiş öyle ya."


"Ben diyorum bu aralar komutanıma neler oluyor. Meğer sevdiceği gelmiş." Mustafa hayretler içindeydi. Bir tek o değil timin çoğu şaşkındı. Kadın nedir bilmeyen komutanlarının bir anda bir kadın için arkasından koşması onlar için hiç normal değildi. Alaz herkese karşı sert biriydi. Kimseye yüz vermezdi.


"Şimdi biriniz bana şunu bir özet geçin."


"Savaş komutanım neyi anlamadınız ya." Dikleşti Aziz, "Biz köye yapılan saldırıya gitti-"


"Lan onu biliyorum oğlum! Kimdir? Neyin nesidir? Düğünde tam ne oldu?"


Herkes derin bir nefes verirken Aziz konuşmaya devam etti.


"Bu Reşit Ağa'nın oğlu Azat var ya. Mardin'de olan, düğün için buraya gelmiş. Öğretmen hanımıda halaya kaldırmış. Eee tabii komutanım buna bir sinirlenmiş bir sinirlenmiş."


"Lan ben bile bu kadar abartmıyorum oğlum." Diye girişti Mustafa.


Aziz bir dur der gibi elini sallayıp devam etti, kendini güzel kaptırmıştı anlatma işine başka bir konuyla ilgilenemezdi şuan.


"Gidip ikisinin arasına girip alıp geldi öğretmen hanımı." Geriye yaslanıp zafer anlatmış gibi rahatlamıştı Aziz.


Attila elimdeki boş çay bardağını uzatmıştı. Sait doğrulup sessizce komutanına çay koyup geri yaslanmıştı oturduğu banka. Asu elindeki telefonla uğraşıyor tim ile ilgileniyordu bile. Herkes sessizdi sadece Mustafa ve Aziz konuyu Savaş komutanlarına özet geçiyordu.


Alaz yaşananlardan sonra Suna'nın evinin önüne gelmişti. Beklemişti yine yağmurun altında, ayrıldıkları gece gibi penceresinden onu izlemişti bir köşede. Gidememişti ayakları ondan kopamamıştı. Bu seferde Hakkari'ye yağmur inmişti, ama Trabzon kadar sert ve hırçın değildi. İkisinin aralarına şehirler girmişti, birisi kendisi kadar hırçın olan Trabzon da esir kalmış, diğeri yalnızlık diyebilecek kadar yalnız bir yere düşmüştü. Yalnızlık bile onu hatırlatırdı, en ufak bir rüzgar kıpırtısı onun hatırlatırdı, yeşillikler Trabzon'un ki kadar yeşil olmasada hatırlatırdı, Trabzon demek Suna demekti Alaz için. Belkide geceler bile onu hatırlatırdı. Bilirdi, Suna yıldızları severdi, izlemeyi saymayı severdi. Her gece yıldızları izlediğine emindi onunla beraber ayrı şehirlerde izlerdi yıldızları Alaz.


"Oğlum normal değil mi." Diye girdi Savaş konuya. "Sevdiği varmış gelmiş."


"Vala ben bilmem, ben hala şok içindeyim. Komutanımız bir kadın için şuradan şuraya gitmez." Demişti Aziz.


"Aşk her şeyi yaptırır, sen yabancısısındır aşkın." Demişti Asu telefonuna çatık kaşlar eşliğinde bakarak.


"Ne alaka komutanım yav." Demişti Aziz ellerini iki yana açıp herkese bakarak.


Ortama sessizlik oturmuştu, gelen Alaz komutan ile herkes sesini kesmiş ayağa kalkmıştı. Alaz etrafı çatık kaşlarla kontrol edip timin yanına konuldu.


"Görev için hazır da olun. Bu gece çıkıyoruz." Sesi net ve sertti. Kimseden bir cümle beklemeden ilerlemişti. Attila yerinden kıpırdamadan gözlerini biten çayına çevirdi, uzatmak vardı bardağı ama sırası değildi, yere bıraktı ayağa kalkıp giden komutanın peşine takıldı.


Tim kendi aralarında konuşarak hazırlık için ilerlemişlerdi.


Alaz sert adımlarla, heybetiyle askerlerin arasından geçip askeriyede bulunan küçük toplantı odasına geçiyordu. Attila sessizce dikçe ve bastığı yeri inletircesine arkasında ilerliyordu. Odaya vardığında kapıyı kapatmadı Attila'nın geleceğini biliyordu. Rasgele bir sandalye çekip oturdu, elindeki telefonundan birine mesaj atıktan sonra telefonu masaya fırlatmıştı. Dün geceden beri kendisine olan öfkesi dinmemişti. Nasıl öfkelenmesin ki? Görevi bittiği an gitmeliydi yanına, kırılan kanatlarına sarılmalıydı geri itelese dahi bırakmamalıydı yaralı bedeni. Utandı, korktu da. Ya gittiğinde her şey bıraktığı gibi değilse, ya dediğini yapmış hayatına birini almışsa, bir düzen sağlamış ve o düzeni gidipte bozmak istemiyordu. Ama her şeyin suçlusu kendisi gibiydi. Alaz tüm olanlarda kendini suçluyordu. Her şeyi mahveden oymuş gibi. Ama değildi, tek bir suçu vardı oda gitmesiydi.


Eski günlerdeki gibi olsun istiyordu hayatları, birbirine bakarken parlayan gözler istiyordu, elleri birbirine değince sıcacık olsun istiyordu. Alaz Suna'nın teninde hayat bulmak istiyordu.


Özlemişti Alaz her şeyini.


Attila Alaz'ın karşısına oturup öylece bakmıştı. Alaz her şeyini anlatmayı sevmezdi, anlatırsa da bir ona anlatırdı, Attila'ya. Dost bilirdi, sırdaş bilir, kardeş bildi Attila'yı. İkiside içine kapanık biriydi, ama dillerindeki şeyi asla saklamazlardı. Açık sözlüydü ikiside. Belki acıları birbirine benziyor diyedir bunların hepsi.


"Boş boş oturunca bir şey kazanılmıyor." Attila'nın haklı olduğunu biliyordu.


"Ne yapmamı istiyorsun? Gidip kapısına mi dayanayım." İçlice, dertlice bir nefes verdi Alaz.


Attila başını eğip salladı. "Ne tepki verir?"


Önce bir düşünür oldu. "Eski Suna olsaydı kıyamazdı. Şuna ki Suna, mermi kurşununa dizer gibi."


Hayran kalmış gibi dudak büzüp başını salladı, "Baya sert oynar diyorsun."


"Baya az kalır. Laz damarı var onda." Biliyordu Alaz. Öfkesi eskisi gibi tatlı değildi, acıları öfkesini de değiştirmişti. İçine korkular düşmeye devam ediyordu. İçindeki özlem git gide korkutuyordu, her özlemi arttığında başka birine dönüşmesinden korkuyordu, inadına başka birine gitmesinden, inadına her karşısına çıktığında arkasını dönüp gitmesinden. Git gide uzaklaşmasından korkuyordu.


Zaten uzaktı sevdiğine Alaz. Sessizce bir köşede Suna'nın ona vermiş olduğu ahı çekerdi rüyaları ve gerçekleri Suna'nın inlemeleri ile doluydu. Sessiz inlemelerin ardında gizli çığlık isteği saklıydı Trabzon'un dağlarında çığlık atma isteği vardı ikisininde içinde.


"Sert oyna o zaman." Alaz başını kaldırıp masada bulunan kalemle oynayan Attila'ya baktı.


Nasıl der gibi baktı.


"Serte karşı sert oynanır." Gözleri Alaz'ın anlmakta zorluk çektiği ifadede dolaştı. "Lan sen hiç anlamıyorsun di mi kadınlardan."


"Sen çok iyi anlıyorsun ya, daha kendi sikinden haberin yok."


Attila göz devirip başını iki yana salladı. Cidden salaksın der gibi bakarak. "Her saniye her dakika çık karşısına, çok konuşma çokta ilgilenme. Daha sonra bir anda durakla, hiç karşısına çıkma. O da merak etsin. Seviyorsa hâlâ meraktan arar."


Attila'nın hayatı hep yalnız geçmişti. Hasta bir anne ile tek yaşamak zorunda kalmış bir çocuktu. Herkes tarafından terk edilen Attila ve annesi yalnızlık ve acı içinde yaşamaya mahkum kalır. Derin bir hikâyeye sahipti Attila kimse bilmezdi. Onun dışında Alaz komutanı, komutandan çok dostu, kardeşi olan Alaz.


"Seviyorsa arar." Diye düşünmeye başladı Alaz başını kendi kendine sallarken.


"Neden geri dönmedin peki?" Attila birden Alaz'ın hiç beklemediği bir soru sorar.


Sessiz kaldı Alaz. Derin bir nefes verip içindeki alevi dışarıya salmaya çalıştı. Ama o ateşi söndürebilecek tek kişi vardı oda Suna'sıydı.


*********


Sessiz gecenin içine karışmıştı tim. Herkes sessizliği ile bekliyordu. Karşılarında bir kaç evin bulunduğu küçük desek az kalabilecek bir köy vardı. Sadece dört beş ev bulunuyordu. Bir kaç samanlık köyün önüne dizilmişti. Geniş ve oldukça büyük olan taşların arkasına siper olmuş karşı köyde saklanmış olan teröristlerin çıkmasını bekliyordu Alaz, Aziz, savaş ve Sait.


"Komutanım?"


"Söyle." Demişti elindeki tüfekle köyü inceleyen Alaz.


Aziz önce sağında ileride uzanmış silahı ile köyün evlerini inceleyen Savaş'a baktı.


"Bir sorum olacaktı da."


Kısa ve netti Alaz, "Sorma."


Aziz tamam der gibi başını sallayıp önüne döndü. Konuşursa sonu kötü olurdu. Alaz komuta ila uğraşmanın sonunu biliyordu.


"Komutanım siz Suna öğretmenle nereden tanışıyorsunuz." Demişti Savaş hiç çekinmeden.


Derin bir nefes verdi Alaz.


"Trabzon'dan." Dedi aynı şekilde kısa ne net keserek.


Aziz, "Tam olarak nasıl bir tanışma bu komutanım. Ha yani yanlış anlamayın ben sizin kız çevreniz yok diye şey ettim yani."


Alaz başını kaldırıp Aziz'e baktı, ağzını açarsa kötü olacağını biliyordu. Aziz'in hiç duymadığı kendine özgü küfürleri sıralayabilirdi. Ya sabır der gibi başını sallayıp önüne döndü.


Telsizden gelen ses Mustafa'ya aitti. "Komutanım siz yine de dikkat edin."


Alaz hâlâ sessizce köyü inceliyordu.


"Yani yaban ellerde sonuçta şuan mağaranızdan çıkmanız lazım. Yoksa kız elden gidebilir."


"Ne diyon lan!" Diye çıkıştı bu sefer Alaz. Dişlerini sıkmıştı, çene hatları gerilmişti.


Haklıydı Mustafa. Yanındaki o öğretmen yetmezmiş gibi şimdi de Azat çıkmıştı karşısına. Öfkesi hâlâ tayzeyken Mustafa'nın kışkırtmalarına sessiz kalıyordu. Kıskançlık öfkeye dönüşüyordu.


"Komutanım hazırdalar."


"Tim hazır." Alaz'dan emir gelmişti.


İçeriden silah sesleri gelmişti.


"Komutanım?" Diye sordu Savaş. Sessizce dışarıya çıktıkları an devreye girecekti tim. Ama içeriden duyulan silah sesi.


Attila tepede keskin nişancı tüfeği ile beklemedeydi, sevmezdi beklemeyi direk dalıp saldırmayı severdi. Emir komutandan gelince ağzını açmazdı lakin isterdi teröristlerin alnına iştahla kurşun dizmeyi.


"Attila ne görüyorsun?" Diye sordu Alaz.


Attila, "Komutanım kapı açıldı, birileri çıkıyor."


"Komutanım devreye girelim mi?"


"Attila sende."


Attila dudaklarının arasında tutmuş olduğu saman parçasını bir kenara tükürüp köyün ilk ahırın kapısında duran iki beş adamdan ikisini indirmişti. Tim ellerinde silahlarla karşılarında duran adamları indirmişti.


"Ne oluyo la!" Ahırın kapısını sertçe açıp dışarıya çıkmıştı teröristlerden biri. Gözleri korku ile açılmıştı çünkü karşısında Yıkım timi vardı. Adam tanıyordu karşısındaki elinde tüfeğini ona doğrultan Alaz Çakır Kayaoğlu'nu. Eline silahını alamadan bacağını kurşun yemişti bile.


Asu deponun içinde tutsak bir köylü kızı gibiydi. Arkasında yanında duran kıza doğrulmuş oldukları silaha göz ucuyla bakmıştı, teröristin gözleri sağındaki kapıdaydı Asu gözlerini Oğuz'a çevirip başını bir kere sallamıştı, Oğuz arkasında duran adama Asu ise yanındaki kıza doğrulmuş silahı eliyle tutup yukarıya doğrultup adamın yüzünü dirseği ile sertçe vurmuştu, kapıda duran adamlardan birini indirmiş geriye kalan ikisini ise Oğuz indirmişti. Asu eli ile kızların sakin olmasını söylemişti. Üç kız kardeşlerden büyüğü ayağa kalkıp babasının kolundan tutup kalmasında yardımcı olmuştu.


İçeriye giren Alaz komutan ve tim ile Asu dikleşim bakmıştı komutanına arkasında yakasından adamı tutan Mustafa'ya baktı.


Mustafa, "Geç lan şuraya!"


Attila dişlerinin arasında bir saman parçası almış omzuna tüfeğini dayamıştı.


"Komutan Allah senden razı olsun." Alaz'a hafif yaşlı gözlerle bakmış yaşlı ama dik duran adam.


Alaz sessiz kalıp önünde ayağından yaraladığı adama baktı. "Nerde lan o patron dediğiniz adam?" Sesi sert ve korkunç çıkmıştı.


Oğuz ve Aziz küçük köyün evlerini inceleyip orada yaşan ailelere baktı. Hepsi akrabaydı herkes birbirini tanır sayardı.


Başını iki yana korkuyla salladı. Konuşmayacaktı konuşursa ölürdü, konuşmazsada ölürdü.


"Korkuyor komutanım." Sakindi Asu biliyordu korktuğunu gözleri karşısındaki adamın elinde ve gözlerinde dönüp duruyordu. Alaz korkunç bir karaktere dönüşe biliyordu. Bu huyunu severlerdi tim. "İsterseniz sıkalım gitsin."


"Yok. Öyle kolay kolay öldürmem ben, Attila mıyım ben?" Dedi imalı imalı Alaz.


Attila bu cümlesine sessizce gülmüş yaşlandığı yerden doğrulup dikçe bakıyordu komutanına.


"Patron diye seslendiğiniz o adam nerde lan! KONUŞ!"


"Bilmem ben."


Alaz pek der gibi başını sallayıp Asu'ya göz ucuyla bakıp sessiz bir emir vermişti.


"Hadi amca sen kızlarını al çık dışarıya." Eliyle kapıyı işaret edip küçük kızın sırtını okşayıp kapıya kadar götürmüştü.


Siyah saçlı yeşil gözlü kız teröriste öfkeyle bakıp önüne döndüğünde kapıda dikili olan Attila'nın çatık kaşları ve sert bakışları ile karşılaşmıştı. Saniye bile sürmeyen bir bakışmayla önüne dönüp çıkmıştı genç kız dışarıya. Attila derin bir nefes verip komutanına yaklaştı. Alaz gözlerini yerde yaralı yatan teröristen çekmeden elini uzatmıştı. Attila eline avcı bıçağını vermişti alaz hiç beklemeden sağ dizini yere koyup adamın yaralı ayağından tutup kendine doğru sertçe çekmişti.


"Hayır, hayır yapma komitam." Terörist yerinde durmuyordu ayağını geriye çekmeye çalışıyordu ama Alaz ondan daha güçlüydü terörist geriye doğru bile oynayamıyordu elleri yerde acıları içinde çırpınıyordu.


"Konuş." Sertti ve acımasızdı sesi.


Konuşmadı başını geriye attıp gözlerini kapatmıştı.


Alaz'a hava hoştu, elindeki bıçağı yaralı yer saplamıştı. Terörist çığlık içinde ellerini iki yanına vurup ayağını geriye çekmeye çalışıyordu.


"Seni ya ben öldürücem ya da o piç!" Alaz'ın gözlerinde kahverengilik kaybolmuş siyahlar tamamen yerine konulmuştu, zifiri karanlıktan bile daha karanlıktı gözleri. "Karar senin..."


Tim sessizdi Alaz komutan konuşunca herkes sessize keserdi. Şuanda da öyleydi. Attila sıkılmış gibiydi sıkalım gitsin kafasındaydı. Asu dışarıya çıkmış köydeki bir kaç kişi ile konuşuyordu. Oğuz ve Aziz küçük köyün etrafını kontrol etmişlerdi.


"Bilmiyorum! Yemin ederim bilmiyorum. Her yerde olabilir."


"Açık konuş lan!"


"Yerinde durmaz her hafta yer değiştirir. Köylerde kalır. Şuan nerde bilmiyorum!" Terörist acı içinde bağırıyordu. Doğrulmuş ellerini bacağına atmıştı.


Boğazının orta yerine Alaz bıçağı saplamıştı adam ellerini nefessizce babasını attıp gözlerini kocaman açmıştı. Alaz doğrultup ellerini silkeleyip Alper ve Mustafa'ya baktı.


"Toplayın burayı."


Alper, "Emredersiniz komutanım."


Alaz dışarıya çıkmıştı, Attila arkasından ilerliyordu. Asu köyün en büyük abisi olan adamla konuşuyordu. Oğuz ve Aziz'de ellerinde tüfekleri ile yanlarına doğru geliyordu.


Asu, "Komutanım adam buradaymış ama biz gelmeden önce gitmiş."


"Yine bir köye sığınmış. Şu adamı bir yakalasam iki bacağına da sıkıcam, götü yer görmüyor adamın." Alaz çenesini okşayıp, Oğuz ve Aziz'e baktı.


"Köy temiz komutanım."


"Komutanım, Allah sizden razı olsun bu adamları başımıza dikmişlerdi. Korkudan dışarıya çıkmıyordu bacılarım gardaşlarım." Yaşlı adam iki elini birleştirip minnettar olduğunu belirten ifade ile teşekürünü belirtmişti.


Alaz sessizce başını sallayıp etrafa baktı, gözleri yaşlı adamın kızına takıldı, sert gözlerle bakıyordu, siyah saçları rüzgarın etkisi ile uçuşuyordu. Tek kaşı havada bir şekilde arkasını dönüp derin bir nefes aldı.


*********


Kendim kadar sessizdi adımlarım yağmur eşliğinde ilerliyordum. Okuldan çıkmış Tahir'in arabasının yanına ilerliyordum. Yağmur şiddetini artırmaya başlamıştı.

Arkamı dönüp Tahir'e baktım, bir kaç kağıt alması gerektiğini söylemişti, ben ise yağmurun altında bir kaç dakika kalmak istedim. Umarım arabası ıslandığı an bana kızmazdı. Saçlarım rüzgarın etkisiyle sertçe uçuşuyordu. Saat kollarımı serbestçe bırakıp gözlerimi bir kaç saniye kapattım.


Kulağıma araba sesi gelince gözlerimi açmak zorunda kaldım. Okulun karşısındaki yoldaydım, sağımda bana doğru yaklaşan siyah büyük Caravelle olduğunu bildiğim bir arabaydı. Giymiş olduğum siyah montun iki önünü de birleştirip geriye çekildim.


"Eylül hanım arabaya geçseydiniz." Bana doğru geliyordu, ellerini saçlarına attıp yağmurdan korunuyordu Tahir.


Araba durmuş Tahir de yanımda durmuştu, arabanın kapısı açılmıştı. Arabadan inen kadını tanıyordum. Asu. Asker kadındı bu üzerinde koyu yeşil bir mont vardı. Başında yine aynı şekilde koyu yeşil bir şal vardı.


Kaşlarım çatık gözlerim ise bir saniye bile onun üzerinden çekmeden baktım. Ellerimle çantamı sıkıca tutup derin bir nefes verdim. Alaz'ın timinden di bu Asu çünkü. O şuan buradaysa belki arabanın içinde de o vardır.


"Selamün aleyküm." Demişti Asu kadınsı bir ses tonunun yanında sert çıkan sesi İle.


"Ve aleyküm selam." Deme gereğinde "Selamün aleyküm." Demişti Asu kadınsı bir ses tonunun yanında sert çıkan sesi İle.


"Ve aleyküm selam." Deme gereğinde bulundum hiç çekinmeden. Gözleri benim üzerimdeydi belkide ondan gerek duydum.


Bana bakmayı kesmiş gözlerini yağmurdan rahatsız olan Tahir'e çevirdi.


"Tahir Bey sizinle konuşmam gereken bir konu var."


Gözlerimi Tahir'e çevirdim.


"Konu neydi asu komutanım?"


Gözlerim bu sefer Asu'daydı.


"Öğrenciniz ile ilgili. Şu durumu iyi olmayan," gözleri bana döndü bir kaç saniyeliğine. Tekrar Tahir'e çevirdi. "Ailesi ile görüşmem gerek evine gitmem gerek."


Tahir, kendisine verdiği değerin aynısını öğrencilerine de veriyordu, onların her bir derdi ile ilgileniyordu. Neredeyse üç diyebileceğim bir hafta olmuştu burada olalı ama verdiği değeri çok iyi görüyordum. İyi bir öğretmendi. Burada bulunduğuna göre de yerinden memnun bir öğretmen olmalı. Ya da kim bilir o yüzündeki maskenin ardında nasıl bir hayat taşımışta artık yorulup bir köşe bırakıp buralara kadar gelmiş.


İnsan acısından kaçtığını zanneder ama bilmez ki acı bedene işlenmiş en ağır dövmedir.


"Tabii tabii de," yüzünü bana çevirip baktı. "Suna hanımı kim bırakacak."


Asu bana bakıp, "Siz benim geldiğim arabayla gidin Suna hanım. Bizde köyü gidelim Tahir Bey'le."


Hiç bekleme gereğinde bulunmadım sert esen rüzgara aldanış vermedim bile, "Ben otobüs ile dönerim Asu hanım, gerek yok." Dedim içimdeki hissiyatın farkına vararak arabaya baktım.


Oradaydı. Bekliyordu belki de. Yanında durmak istemiyordum.


"Yağmur şiddetini artırıyor Suna otobüs beş civarı geliyor bence götürsünler seni."


"Gerek yok Tahir. Ben kendim dönerim."


Yanıyordu içim o varken sıcaktı, neden sıcaktı ki? Oysa onun gidişiyle buza kesilmişti kalbim, şimdi neden ısındı? Burada olmamalıydı. İki yabancı gibi devam etmemiz gerekirken neden benim çevremde dolaşıyordu ki? Ona baktıkça geçmiş gözlerimin önünde tekrarlanıyordu.


Trabzon'un soğuğu hep beni üşütürdü, o olurdu hep yanımda elleri ile ısıtırdı ellerimi, yüzümü en çokta yüreğimi. Şuan bile içimi ısıtması canımı yakıyordu.


"Otobüsün gelmesi saatler sürer Suna hanım. Yağmur şiddetleniyor beklemeyin bizimkiler bıraksın sizi."


Başımı iki yana sallayıp arkamı döndüm, duyduğum tekrar durmak zorunda kaldım.


"Suna geçen yaşanan olayın üzerinden aylar bile geçmedi, hadi seni bıraksınlar." Demişti Tahir. "Güvene bilirsiniz Asu komutana zaten tanıyorsunuz Mercan dan dolayı."


Tanıyordum evet. Ama ben içeride bulunan adamı tanımıyordum. Ona güvenim yoktu, ona korkum vardı. Güven yıkılışı korkuda vermişti bana.


Ben ne kadar kaçsam da inat ediyor daha da yaklaşıyor gibiydi. Oysa benden giden oydu şimdi neden yakınıma geliyordu ki?


Yağmur üstümü tamamen ıslatmadan okulun kapısına gitmem gerekti.


"Suna hanım Alaz komutan yüzünden kendinizi yağmurda ıslatmayım, klasik erkekler onun için kendinizi yıpratmayın." Bunu beklemiyordum, Tahir de beklemiyordu.


Tabii ki de hayır onun için kılıma dahi zarar vermem. Dikçe durup beni destekleyen Asu'ya baktım.


"Bilir o... Ben yağmuru severim ben. Onun bulunduğu ortam bana ateş olur." Bilirdi evet. Yağmur demek sen demek Sunam derdi. Yutkundum sessizce.


Arabadan inenin o olduğunu görünce bir adım geriye gittim. Yağmur gözlerimi kısıyordu. Gözleri yüzümün her bir köşesinde gezindi, görebiliyordum. Üstünde asker üniforması vardı dar bir koyu yeşil Kazak giymişti, üşümezdi o kolay kolay. Dudaklarını araladığında gözlerimi Asu'ya çevirdim.


"Görüşürüz Asu hanım." Diyip arabaya doğru ilerledim. Yüzüne bakmadan arabaya geçtim. Karşımda oturan iki adama dikkat etmeden cama çevirdim gözlerimi. En önde sürücü koltuğunda biri vardı yanında kim var dikkat etmedim. Karşımda oturan adama bir siniyeliğine bakıp tekrar cama çevirdim gözlerimi. Yanıma konulan bedenin ona ait olduğunu bildiğimden hiç kıpırdamadım.


Araba yol almıştı bile ben ıslanmış küçük ovalara bakıyordum. Boş arsalardan gözüken kara bulutlar benim için toplanmış gibiydiler. Maviliğe hayran olan ben, karşımda kara bulutlar eşliğinde yanımda canımı en çok yakan kişi ile ilerliyordum. Zordu şuan cidden çok zordu.


Gözlerim istemsizce elime gitti. Boğazımda bir düğüm hissettim, yutmak adına sessizce nefes aldım.


Sessizce ilerliyorduk taki karşımda oturan adamın konuşmasına kadar.


"Komutanım acaba Mercanlar gitsek mi?"


Sebep? Otur oturduğun yer getirme bana onu!


Derin bir nefes verdim. Tekrar cama baktım.


"Otur oturduğun yerde." Diye çıkıştı yanımdaki.


"Komutanım ondan değil ya Firuze abla bir fal baksın."


"Haram." Dedi yanındaki adam.


Haram cidden bu arada. Ama işte bakmak gerek bazen. Tutuyor çünkü.


"Komutanım vala ben sizi bilmem baktırır daha sonra tövbemi ederim."


"Her günahın ardından tövbemi getiriyon lan!" Diye çalıştı yanındaki adam. İsmi dilimin ucunda ama çıkmıyordu.


"Attila komutanım sizin küfürleriniz bizim günahlarımızı ezer geçer vallaha." Önden gelmişti ses.


"Sait haklı." Demişti karşımda oturan adam.


Gözleri bana takılınca bakma gereğinde bulundum, istemsizce çatıldı kaşlarım.


"Zor oluyor mu hoca hanım buralar ya."


Kaşlarım daha da çatıldı, "Hoca camidekine denir. Öğretmen deseniz daha uygun olur." Sesim biraz öfkeli çıkmış olabilirdi ama kendimi yaşlı hissediyordum. Öğrencilerim diyebilir onların sonsuz hakkı vardı.


"Kusura bakmayın. Öğretmen hanım." Diye düzeltti kendini.


Alaz'ın bana baktığını hissedince başımı hemen cama çevirdim.


Karşımda ki adamın bana baktığını yine hissedince gözlerimi ona çevirdim.


Soru sormuştu ve yanıtını bekliyor gibiydi. Tedirgin gibi bakıyordu, bir bana bir de yanımdaki Alaz'a bakıyordu. Bu sefer tamamen başını öne eğip sustu.


Alaz'a çevirdim başımı. Adama öfke ile bakıyordu, çene hatları yan profilden daha bilirgindi, siyah kaşları çatılmıştı, benim ona baktığımı fark edince gözlerini bana çevirdi bu kez net görmüştüm görmek istemediğim o gözleri, siyah ve kahverengi karışımı gözler karşımda duruyordu. Dudakları aralanmıştı. Gözleri yüzümü yine inceleme moduna girmiş gibiydi. Durdu gözleri bir yere takıldı, dudaklarımda durmuştu, göğüsünün inip kalktığını gördüm. Başımı hemen çevirip karşımdaki adama baktım, gözleri camdaydı dudaklarını birbirine bastırmıştı komik olan neydi şimdi.


"Yok hiç zor değil. Geldiğim yerde öyle mükemmel değil zaten. Hatta bir farkı bile yok."


"Yani ilkler hep zor olur derler." Demişti karşımdaki adam benden cesaret alıp konuşarak.


Kısa kestim, "Öyle."


"Ama zorlandığınız ya da ihtiyacınız olduğunda arayabilirsiniz. Alaz komutanımın çevresi geniştir o halleder."


Kaşlarım çatıldı, başımı iki yana sallayıp sert yağan yağmuru izlemeye devam ettim.


"Halleder tabii." Dedim imalı bir şekilde.


"Zorlandığında beni araman yeter."


"Hiç aramadım... Bu günden sonrada arama..." Derin bir nefes alıp. "Kimseden yardım isteme gibi bir huyum yok." Diyerek lafı toparlamaya çalıştım.


Laf sokmak istemedim. Ya da... Eski Suna hala içimde bir yerlerde gizli olduğu için mi kıyamadım ona... Alakası bile yok.


Sessize kesildik. Kimse konuşmadı, ben yağmuru izledim diğerleri ise arada kendi kendileri ile konuşuyordu. Alaz tek bir kelime bile kurmadı. Umursamadım da. Karşımda oturan adamın ismi Azizdi. Hafif kıvırcık saçları kalın kaşlarıyla dikkat çekmeye yeten biriydi. Yanındaki ıssız adam değilde, sessiz adam gibiydi. Attila... Değişik ama sanki bana benziyor gibiydi. Çok konuşmuyor gereğinde ağzını acıyordu. Yüzü kurduğu cümleler kadar netti.


Yağmur yağmaya devam ediyordu durmuyordu. Evimin sokağına gelmiştik bile. İnmek için onun inmesini bekledim. Önce bana baktığını hissettim ama.ben bakmadım göz teması dahi kurmadım. Arabadan usulca inmişti bende inip ona bakmadan daireme ilerledim. Çantamdan anahtarımı çıkarırken arkadan şöyle bir ses gelmişti.


"Siz gidin." Onun sesiydi.


Ne demek gidin? O ne olacaktı? Neden gitmiyor ki? Banane ki! Anahtarı buluna kadar araba sokağı aşmıştı bile. Arkamda duruyordu içimdeki ısı bunu söylüyordu. Anahtarı çıkarıp kapıyı açtım. Arkama bile bakmadan kapıyı sertçe kapattım. Gözlerimi bir kaç saniyeliğine kapatıp geri açtım. Sinirim ortaya çıkmamalıydı çıkarsa kötü olurdum. Elimde değildi öfkeliydi ona içimdeki çocuk. İhanet etmişti küçük Suna'ya.


"Aptal! Aptal!" Diye kendi kendime konuşup merdivenleri çıkmıştım.


Kapıyı açıp içeri girdim. Bu kapıyı da sertçe kapatmayı ihmal etmemiştim. Çantamı indirip askıya aşmıştım, montumu alıp mutfakta bulunan sandalyelerden birine aşmıştım. Islaktı montum kurumasını umarak oraya koymuştum. Islak saçlarımı parmaklarımla okşayıp geriye attıp, odama gidip hızla üstündekileri soyup gri eşofmanımı ve siyah dar boğazlı kazağımı giymiştim. Mutfağın yolunu tekrardan tutup kendime şekersiz bir kahve yapıp salonun yolunu tuttum bu sefer de. Perdeyi açık yağan yağmuru oturduğum yerde izlemek istedim ama gördüğüm görüntü ile öylece yerimde kaldım. Oradaydı. Yağmurun altında karşı kaldırımın üstünde bulunan gece lambasına sol omzunu yaslanmıştı, gözleri pencerede takılı bir şekilde ıslanmaya kararlı gözüküyordu. Bilir o... Yağmuru severim ben demiştim. Bende bilirdim oda yağmuru severdi. Bir yabancıyı tanımak kadar zor değildi.


Başımı dikçe tuttum, zordu. Bana bakıyordu gözleri, üstü ıslak ve daha da ıslanmaya başlıyordu, üstünde montu bile yoktu koyu yeşil kazağı ile duruyordu. inadına mı yapıyorsun be adam!


Perdeyi geri kapattım. Yeşil koltuğuma konulup elimdeki kahveden bir yudum aldım. Orta büyük komodinin üzerinde bulunan Attila İlhan yağmur kaçağı kitabını aldım. Okumuyordum, ya da okuyor ama anlamıyordum. Aklım yerinde değildi, sebebi ise dışarıda buz gibi havada bekleyen yabancı adamdaydı.


Ne okuduğumu anlamadığım için kitabı komodinin üstüne savurdum. Kahvemden bir yudum daha alıp ayağa kalktım. Mutfağın yolunu tutup kahvemi tezgahın üstüne koydum. Derin bir nefes alıp kolumdaki siyah tokatla saçlarımı dağınık bir topuz yaptım. Mutfağın en köşesinde bulunan patateslerden dört beş tane alıp soymaya başladım.


Orada. Dışarıda gece lambasına yaslanmış olan adama unuturabilirdi yemek yapmak. Soğanı doğrayıp yağlanmış olduğum tencerenin içine döktüm. Neden böyle bir şey yapıyordu ki? Amacı neydi ki? Nereye kadar bekleyebilirdi ki? Elbet giderdi.


Düzenimin bu kadar çabuk bozulacağını düşünmüyordum. Devam ettiğim gibi devam edecektim hayata, bu kadar hızlı bir düzen bozukluğu yaşamak beynimi aldı gitti.


Ben geldim ona ama. Kendi ayaklarımla geldim hem de. Ona değil görevime geldim ben. Burada bir hedefim var onu yapmaya geldim. Burada sadece tanıdığım bir kişi vardı, oda Mercan başka kimse değil. Herkes bana yabancı, oda dahil.


Aradan bir saat geçmişti, ne çabuk yaptığımı bilmediğim bulgur pilavı ve patatesli ekşisinden birer tabak alıp mutfak masasına yöneldim. Sandalyeye oturup yemeğimden yemeye başladım. Düşünmüyordum. Beni bunca yıl düşünmeyen merak etmeyen bir yabancıyı düşünmeyecektim. Böyle bir aptallık yapmak istemiyorum. Ağzımdaki yemeği öfkeyle çiğniyordum. Kaşlarım çatık, aklıma ise sadece geçmişi getirmeye çalışıyordum. Ne aradı ne sordu. Nasıl bir yerde, nasıl bir hayatta yaşamaya çalıştığımı biliyordu. Beni o evde yalnız bıraktı o. Bana acımadı, acılmasını istemiyordum artık. Gitmişti ve bitmişti.


Önümdeki yemekten sadece üç dört yemiştim. Önünden kaldırıp etrafı topladım. Ne kadar başka şeyler düşünmeye çalışsam da olmuyordu. Aradan iki saat geçmişti. Hâlâ orada mıydı ki? Salona girip yavaş adımlarla cama yaklaştım. Perdeyi aralayıp dairenin karşısına baktım. Oradaydı. Hâlâ ayakta dikiliydi, kollarını birbirine kenetlemiş bir şekilde duruyordu, başı eğik üstü ise şu kesmiş gibiydi. Yağmur hâlâ yağmaya devam ediyordu. İnatçıydı, bilirdim. Beklemeye devam edecekti. Ama neyi? Konuşmak mı istiyordu ki? İstese ne konuşacağız? Aklımda delice sorular vardı, cevabı yakınımda duruyordu ama bir adım atıpta o cevapları duymak istemiyordum.


Başını kaldırdı usulca gözleri kapalıydı başını bir sağa bir sola gerip tekrar eğdi öne. Perdeyi sertçe çekip kapattım. Geriye doğru ilerleyip koridora çıktım. Bej rengi hırkamı alıp giydim. Ayağıma ayakkabılarımı geçirip merdivenlerden inmeye başladım.


Nedenini duymak istiyordum neden burada bekliyordu? Derdi neydi? Benden ne istiyordu? Yarı yolda bırakan o, şimdi ne diye geldi ki kapıma. Öfke vardı ona karşı içimde, hiçsizlik vardı ona karşı, boş bir mezar gibiydi hiç olmayan biriydi o.


Kapıyı açıp ona baktım. Şuan ıslanmak istemiyordum. Onunla ıslanmak istemiyordum. Kapı sesini duymuş olacak ki başını kaldırıp bana baktı, dikleşti birden vücudu. Cüssesi almış olduğu derin nefesten dolayı inip kalktı.


"Ne yapıyorsun?!" Diye bağırdım ona karşı.


Sessiz kaldı kollarını iki yana düşürmüş başı ise dikçe duruyordu. Ama gözleri. Üzgünce bakıyordu, bilirdi içimdeki eski Suna. Onun her şeyini bilirdi, bir bakışıyla neler anlattığını, sesindeki tonda neler olduğunu anlardım ben. Şuan içinde pişmanlık duygusunun verdiği en büyük yara vardı. Ama benim yaram tam da karşımda.


Ses çıkarmadı. Öylece baktı, başını sola eğip baktı.


"Derdin ne senin?!" Duyabileceği bir şekilde bağırdım. "Git buradan!"


Başını iki yana küçük çocuk gibi salladı. Gözlerimi kapatıp içimden küfür ettim.


"Geberme yolundasın! Gel!" Diye bağırdım.


Başını kaldırdı, sağına solana bakmadan bir saniye beklemeden bana doğru gelmişti. Tam karşımda durduğunda kalbimle beraber yüreğimde ılıklıktan öte ateş adiyordu. Sebebini artık biliyordum yabancı diye tanıttığım adam yüzündendi.


"Ne istiyorsun sen." Dedim daha alçak bir sesle.


Başını iki yana salladı, "Biliyorsun."


"Bilmiyorum." Dedim ellerimi iki yana açıp başımı kaldırıp yüzüne bakarak.


Bir adım daha attı, bana yaklaştı, geriye çekildim. Kaşlarım çatık bir şekilde ona baktım. Daireye girmişti.


"Konuşalım."


"Hayır. Hayır istemiyorum. Konuşacak bir şey yok ortada Alaz."


"Ne?" Dedi birden.


Başımı iki yana sallayıp, "Ne, ne?"


Başını iki yana salladı, "Yok bir şey..." Dudaklarını ıslatıp, "Biraz konuşalım on dakika Suna. Sadece on dakika ver bana."


"Hayır dedim. Uzak dur benden. Sen yokmuşsun gibi yaşamaya devem edeyim, bırak seni bir yabancı olarak göreyim. Ben sensizliğe alıştım sende alışmışsındır."


"Hayır... Her gece rüyalarımda gördüğüm yüzü şimdi canlı bir şekilde görüyorum... İzin ver Suna. İzin ver her şeyi yoluna-"


Lafını kesmiştim. Hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı.


"Neden gittin o zaman." Dedim, "Açık ve net ol, neden gittin."


"Gitmem gerekiyordu." Demişti sadece. Trabzon'da da bunu söylemişti gitmem gerekiyordu.


Gülmüştüm sadece buna. Başımı iki yana sallayıp başımı eğdim.


"Zorundaydın..." Başımı kaldırıp gözlerine baktım. Kahverengiler daha belirgindi. Çünkü sinirli değildi, gayet sakindi. Neyin zorunluluğu bu? Aradan yıllar geçti aradan. "Senin yüreğin yoktu. Hiç bir zamanda olmamıştı." Başımı iki yana Kınayıcı bir şekilde sallayıp geriye çekildim.


"Yapma. Benim sana yüreğim hep vardı. Ben hep seni gözlerine bakarak ayakta durdum küçük kız."


Cümleleri kalbimi yerinden oynatıyordu. Geçmişi önüne getiriyordu. Bunu yapmamalıydı. Canımı yakıyordu, içimdeki küçük kızı ortaya çıkarıyordu.


"Git. Uzak dur benden. Yaklaşma bana. Benim sana yüreğim yok artık. Benim kalbim sana kapalı adam."


Kırılmış gibi bakıyordu, gözleri ıslanmıştı, ama akmıyordu yaşlar. O ağlamazdı ben görürdüm onun ıslak gözlerini sadece. Şuan bile öyle nasıl hâlâ onu tanıdığıma inanamıyordum. Kendime kızıyordum. Karşımda katılım duruyordu ve ben ona hâlâ kıyamıyordum. Bunu nasıl yapıyordun bilmiyorum ama içimdeki eski Suna daha baskın geliyordu şuan. Gitmeliydi hem de hemen gitmeliydi.


Gözlerini çekti benden. Kaşları çatık ıslak saçlarına dokunup yüzüme bakmadan yavaşça geriye çekildi. Açık olan kapıdan dışarıya çıkıp etrafa baktı, son kez bana döneceğini düşünmüştüm ama öyle olmadı, kapıyı kapatmıştı. İçimde oluşan garip bir hisle öylece baktım. Neler oluyordu şuan. İçime hiç bilmediğim bir duygu bırakıp gitmişti, neydi bu? Kalbim neden sıkışmış gibiydi. Bana ilk gün yaşadığım duyguya benzer bir duygu yaşatmıştı. Ama bu sanki farklıydı.


Yine giden o olmuştu, ama bu sefer ben dedim diye gitmişti.


🪶🥀


OY ve yorumlarınızı eksik etmeyin. Wattpad'ten yapıştır yaptım, özellikle italik yazdığım kelime ve cümleler şuan normal gözükebilir. İnşallah Wattpad açılır orada binler okuyucuma kavuşurum ❤️

Loading...
0%