Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7. Bölüm

@larasu


Oylarınızı eksik etmeyin canlar:)

​​​​​​

Yağmur sessizince akıyordu yoğun ve sesiz. Belkide onlar için sessizdi bu gece. İki sevdalının yıllar sonra aynı yerde aynı çatı altında kalması yüzündedi. Yağmurlar hep onların acılarına şahit etmişti şimdi ise belki bir ihtimal kavuşmalarına şahitlik ederdi. Geceler onlara onlarda gecelere aitti, belkide gece gündüzden daha sessiz olduğu içindir. İkiside sessizliği severdi. Sessiz bir evde bir hayat yaşamak. Alaz sessizliğe boğularak büyüdü Suna ise hiç susmayan bir evde.


Saçlarına dokunuyordu Alaz. Gözleri özlemle bakıyordu sevdiğine. Yatağına yatırmış ama üstünü değiştirmeye yelkenememişti. Dudağının bir kenarı seyirir gibi oldu. Tatlı buluyordu bu hâlini. Uyurken bebek gibi oluyordu iki elini yana açmıştı, göğüsün inip kalkıyordu, hastalanmamasını umuyordu Alaz. Ellerini dalgalı kahverengi saçlara saldırdı, başını eğip saçlarını kokladı barut ve sigara kokan adam misler gibi kokan kadının saçlarını kokluyordu. Dudakları yastığa yayılmış olan saçlara gitti öpmüştü o saçları, koklamak yetmiyordu arzusu daha da beterleşiyordu. Hâkim olmak zordu.


"Seni çok özledim yârim." Sessizdi, gözleri kapalı burnunu yastığa yayılmış olan saçlara sürtüyordu. "Senin yaşaman için yaptım bunu. Geri gelirdim sevgilim. Ama korktum..."


Ellerini yanağına değdirdi, çene hatları belirgindi, kadınsı bir yüze sahipti bunu ilk gördüğü an fark etmişti ve hafızasına kazınmıştı Alaz. Çenesinde gezindi parmakları içinde oluşan ateş hiç iyi değildi hem de hiç. Elini çekmek istedi ama olmadı eli sıcak teninden geri gelmedi, yanağında gezinde. Derin bir nefes verip elini çekip Suna'nın eline attı sağ elini iki elinin içine alıp okşadı, bileklerine dokundu daha da yukarıya çıktı ama bir anda durakladı eli. Öylece kaldı bir yerde. Giymiş olduğu kazağın Kölük kısmını yukarıya doğru çekti, yarası vardı. Hemde derin bir yara. Sağ bileğinin üstünden başlayıp ilerleyerek dirseğine kadar gidiyordu bu yara. İçinden küfürler ediyordu. Bu yara çok can yakmış olmalıydı, yaktığı kadar da kanatmış olmalı. Biliyordu belinde derin yaralar vardı Alaz'ın. O bile zor dayanmıştı zamanında yâri kim bilir nasıl dayanmıştı bu acıya.


"Sevgilim... Kim acıttı senin canın. Benim kıyamadığım bu bedene kim dokunur." Kıpırdamıştı Suna. Başını sağa çevirip Alaz'a döndü.


Elini öptü Alaz. Gözlerini öfkeyle kapattı. Kim yapmış bilmiyordu ama tahmin ettiği bir kişi vardı oda babalık nedir bilmeyen bir adamdı. Peki ya Suna yapmışsa bu yarayı? Dayanmak zordu, belki o yapmıştı bunu kendine. Ama hayır, Alaz başını iki yana sallayıp bu düşünceyi yok etmişti. Suna'sı kendisine zarar vermezdi. O güçlü biriydi. Kendi bedenine zarar veremezdi. Bu düşünce ile devam edecekti. Sabah olduğunda ilk soracağı soru buydu. Tabii Suna konuşursa.


Geriye çekildi istemsizce. Odada bulunan küçük yeşil koltuğa konulup iki bacağını açıp geriye yaslandı, gözlerini kapatıp Suna'sı kokan odada huzur buldu. Bir kaç dakika sonra gözünü açıp odada gezdirdi. Hoş sade bir odaydı, ayağa kalktı. Çalışma masasının doğru ilerledi. Masanın üzerinde bulunan küçük sandığa takıldı gözleri. Saldığı elini uzatıp yavaşça aldı. İçini hiç düşünmeden açmıştı. İçinde oluşan mutluluk hisseinin tanımı yoktu. Elini kolyeyi atıp almıştı. Siyah ve kahverengi olan boncuklu kolye geçmişi önüne getirmişti. Avuç içine alıp dudaklarına götürdü bir kaç saniye gözlerini kapatıp öpmüştü kelyeyi ve geçmişini. Gözlerini açıp arkasında kalan Suna'sına döndü. Yüzünde gülümseme ile tekrar aynı yer gitti. Dokunamıyordu. Öpmekten çekiniyordu dudakları, onun izni olmadan ileriye gitmek dâhi istemiyordu. Suna sarılsın istiyordu. Suna, öpsün. Suna, gelsin ona isiyordu. Kolları ona muhtaç gibiydi.


Elindeki kolye ile gözlerini kapattı. Huzurlu bir gecede uyku çekti Alaz ilk defa sevdiği kadın bu kadar yakınında ve güvendeydi. Onu kimseye vermeye niyeti yok. Aitlik hissi istemsizce baskın geliyordu.


*********


Baş ağrısı devreye girmişti birden daha gözümü bile açmadım hatta ayılmamıştım bile. Çalan alarm sesi kulaklarımı patlacak gibiydi. Sesin geldi yöne doğru elimi uzattım kapalı gözlerle gözlerimi açmak zordu, göz kapaklarım sızlıyordu. Mideme bir şeyler oluyor gibiydi, kusucak mıydım yoksa? Açmaya çalıştım ama olmadı. Elim hâlâ telefonu arıyordu, bulamamıştı. Komedinin üzerine gezindi elim yoktu. Çalan alarm sesi kesildi. Genelde ben kapatana kadar susmazdı o alarm şimdi neden kesilmişti ses?


Elimi saçlarıma daldırıp geriye attıp acıyan başımla. Üçüncü gözüm denilen yere kurşun sıkılsa bu kadar ağrı yapmazdı. Dudaklarımdan acılı bir inleme çıkmıştı. Gözlerimi zorlada olsa açmıştım. Beni ilk karşılayan şey tavan olmuştu ofalyaral doğrulmaya çalıştım, ama açılma giren başka bir şey ile gözlerimin boyutu daha da açıldı. Tedirgince geriye çekilip.


"Aptal!" Diye bağırdım korkuyla. "Hayvan gibi dikilmişsin başımda! KORKUTTUN!" Elimi kalbime attıp okşadım. Karşımda öylece dev gibi duruyordu. Manyak şerif zaten iri yapılı biriydi, canavar gibi durmuştu karşımda. Sakin.


Elimi kalbimden çekip yatağıma baktım. Kaşlarım çatıldı, gözlerim ona gitti. Elleri geride asker olduğunu gösterir gibi duruyordu. Konumuz bu değil. Şuan onun burada ne işi vardı? Konu buydu.


Aklım yerine yavaş yavaş geliyor gibiydi. Dün... Dünün biz belasını vermişiz. Mercan! Hepsi onun yüzünden oldu. Adam vardı, kalçama dokunmaya çalıyordu, sonra... Sonra kafa gitti... Adamın kafasında şişe kırmıştım. Hâk etmişti ama. Pişman değilim tek pişmanlığım nefret kusmuş olduğum o alkolü dudaklarıma değdirmem olmuştu.


Gözlerimi bana bakan adama diktim. Ne işi vardı?


"Senin ne işin var burada?" Üstüme baktım korkarak. Yok, dün gece giymiş olduğum elbiseler vardı.


Aklıma bir şeyler daha geliyordu ama onları şuan düşünecek hâlde değildim. Ama düşünülmeyecek gibi de değildi.


"Bilmem. Acaba kafa kırdığın için olabilir mi." İfadesiz bakıyordu. Burada normal ol. Asker olmana gerek yok be adam. Ciddiliyeti hiç hoş değildi. Ne yapsın Suna? Ciddi olacak tabii.


"Abart." Ayaklarımı yataktan aşağı indirip ayağa kalkmaya çalıştım, başımın dönmesi ile geri yatağa oturdum. Elimi başıma attıp okşadım.


"Bir daha içme. Normal olmuyorsun. İçine başka biri giriyor gibi." Sesi yine ciddiydi.


"Sana mı sorucam? Neden burada bekliyorsun git hadi."


"Üstünü değiştir alkol bedenine yansımış." İlerleyip kapıya vardı. Ne demek bedenime yansımış, nereden biliyordu yansıdığını. Bedenimimi kokladı o. "Mutfakta kahvaltı hazır."


"Ne?" Zorlada olsa ayağa kalktım. Odadan çıkmıştı bile. Nasıl?


Ben kaçtıkça adam üstüme üstüme geliyordu. Ben odan koptukça adam bana yapışıyordu. Git dedikçe geliyordu, uzak dur dedikçe evime kadar geliyordu. Evim. Benim evimde benim odamda. Mahrem alanımda hem de.


Baş ağrısı ile dolaba yöneldim. Elbiseler alıp hızla odamın karşında bulunan duşa girdim. Kapıyı kilitleyip düne dolaşa düşün elimdekilere küçük tezgahın üstüne koydum. Hızla düşün altına girip banyomu yaptım. Üstümü giyinip bol kahverengi kazağımı giyip altıma siyah taytımı ve üzerinede siyah ispanyol paça pantolonu giymiştim. Saçlarımı hızla kurutabildiğim kadar kuruttum. Elim ayağıma dolanıyordu ama yapıyordum bir şekilde. O benim evimde olunca kendimi huzursuz hissediyordum. Gitmesini söylesem gitmezdi biliyordum. Hakaretler yemek istiyordu ama benim lanet olası dilim buna varmıyordu.


Duştan çıkıp hızla mutfağa girdim. Soğan ve sarımsak kokusu burnuma baskın geliyordu. Ne yapmıştı bu benim mutfağımda? Girer girmez gözüme ilk batan o olmuştu sırtının bu kadar geniş olduğunu bilmiyordum. Bu adam yaşı arttıkça bedenini genişliğine artmış olmalı. Elindeki ekmeği masaya koyup bana döndü. Dik dik baktım yüzüne. Suna mutfağın soğan ve sarımsaktan ziyade Trabzon kokması hiç normal değildi. Alaz Trabzon gibi kokuyordu. Orasını ormanın kokusu hiç bir yerde yoktu. Deniz kokusu İstanbul'daki gibi de değildi. Farklıydı. Trabzon'un denize gibi kokuyordu Alaz. Bunu bilmekten nefret ediyordum ama öyle.


"Napıyorsun sen." Dedim tersleyerek.


"Kahvaltı da menemen seversin diye yaptım." Dedi net bir sesle.


Hiç bir şey yokmuş gibi konuşuyordu. Bu benim sinirimi bozuyor ama dünden kalan bir kaç cümleyi ona sormak istiyordum. Şimdi git dersem ne zaman geleceğini bilemez, ve merak ettiğim soruların yanıtını alamazdım.


Ama gitmesi lazımdı. İçimde küçük bir kıvılcım oluştu şuan. Onu dindirmem lazımdı.


"Ben kahvaltı etmem." Dedim gözlerimi ondan çekip masaya bakarak. "Şimdi git lütfen."


"Ye. Mideni bunaltım kusma orta yerlere." Çatık kaşlarla kurduğu cümleye havada öylece baktım.


"Sen merak etme kusmam. Ayrıca beni evime bırakıp gidebilirdin."


Hiç beklemedi direk kurduğum cümlenin ardından konuşmuştu. "Gitme dedin. Bende gitmedim." Kaşlarım şaşkınca daha da çatıldı. Zihnim git gide açılıyor gibiydi.


Alaz gitme... Git desemde gitme...


Ne diyeceğimi bilmiyordum, yalan bunlar diyemezdim. "Sarhoştum." Dedim Açık bir şekilde, çünkü sarhoştum. Aklım başımda değildi.


Dudağının kenarı hafifçe yukarıya kaymıştı. Bu sinirimi bozmuştu.


"Sana afiyet olsun. Geç kalma öğrencilerin bekler Suna." İmalı imalı bir şeyler diyip yanından geçti bakışlarım öylece havada kalmıştı.


Kapının açıldığını duydum. Arkamı dönüp ona baktım kapıdan çıkacağı an, "Neden öyle dedin?" Diye bir cümle çıktı ağzımdan.


Arkasını dönüp anlamamış gibi baktı.


"Ne demişim ben?"


"Senin yaşaman için yaptım bunu dedin. Hatırlıyorum. Neden öyle bir cümle kurdun?" Kaşları normal hâlini almıştı. Dudaklarını aralayıp derin bir nefes aldığını görmüştüm.


Bir şey var gibiydi. Ama anlatmaya çekiniyordu. Anlamıştı ne dediğimi başını öne eğip dilini ağzının içinde gezdirdiğini gördüm.


"Konuşmak istediğin zaman bana gel." Demişti.


Bir kaç saniye öylece bakıştık, çok kısa bir saniyeydi. Beş ya da yedi bizim bizim Hakkâri de ki rekorumuzdu. Bunu zihnimin bir köşesine istemszice yazmıştım.


Kapıyı kapatıp gitmişti. Şuan beynim error veriyordu. Adam gün boyinca bunu düşünmem için bana bu cümleyi kurdu. Yemin edebilirim ama kanıtlayamam. Başımı iki yana sallayıp masaya baktım. Yemek istemiyorum ama mide bulantısı konusu doğruydu oraya buraya kurmamak için az da olsa yemem lazımdı. Çay bile doldurmuştu bardağa. Neler oluyor? İçimde yana bir alav vardı. O var diye mi yanıyordu içim? Başka ne için olabilirdi ki?


Ellerimi belime atıp öfke ve tedirgince ofladım. Pek hayli iyi değildim şuan. Hem de hiç hoş değildi bu durum hem de hiç!


Çaydan bir yudum alıp içtim. Hiç beklemeden menemenden yemeye başladım. Adi herif biliyordu soğanlı ve sarımsaklı hatta biberli bile yediğimi. Unutmamış. Ben bile unutmadım onun her zerresini o nasıl unutsun ki huyumu suyumu?


*********


Sabahın dinmiş yağmuru ile ilerliyordu. Sokaklar sessiz kulağına gelen tek şey rüzgarın sesiydi. İlk defa bir hissiyat deli gibi sarmıştı bedenini. Umut dört yanına konulmuştu. Şimdi sıra beklemedeydi. Ona gitmişti, şimdi ise o ona gelecekti. İnancı bu yöneydi. Ama emindi. Suna'ya merak duygusunu vermişti, gün geçtikçe o merak duygusu daha da artacaktı. Onu çok iyi tanıyordu gelecekti.


Yüzünde sırıtışı ile ilerliyordu. Hiç bu kadar huzurlu hissetmemişti kendisini. Güneşin doğusuna karşı mutlu bir şekilde ilerliyordu. Attila'nın dediğini yapıp önüme çıkmayacaktı. Bekleyecekti o gelecekti ona. Ne zaman geleceğini bilmiyordu ama gelecekti ona emindi.


Askeriye yolunu tutup daha da hızlanmıştı adımları. Erkendi daha gün bile yeni yeni doğuyordu. Onun için hayat şimdi başlıyordu. Hedefi Suna'sını geri kazanmaktı.


Sessizce ilerlediği sokakları geride bırakmıştı, askeriyeye geldiğinde ilk yaptığı gibi denli bir çay almıştı kendisine. Kimseye takılmadan içinde tuttuğu sırıtış ile ilerledi.


"Komutanım." Demişti bir asker dikçe saygı duruşu yapıp Alaz'a baktı.


"Söyle asker."


"Albayım sizi toplantı odasında bekliyor komutanım."


"Çekilebilirsin asker." Asker hiç beklemeden başını saygıyla bir kere sallayıp gitmişti. Alaz yönünü değiştirip.ezbere bildiği koridorlardan elinde demli çayın ile ilerledi. O çayını bir yere bırakmazdı, çayını almıştı bir kere içmezse hatrı kalırdı.


Toplantı odasının kapısını çalıp bekledi.


"Gel." Demişti kalın sesi ile Albay.


Alaz içeriye girip onu ilk karşılayan uzun masaya çayını indirip saygı duruşuna geçti. "Beni emretmişsiniz Albayım." Nevzat Albay karşısında duran adamın dik bir başla baktı. Alaz onun için önemli bir konumda yer alıyordu. Onu tanıdığı günden beri her görevde yer almasını sağlıyordu. Verdiği tüm görevleri yerine getirmişti Alaz. Zeki bir adamdı Alaz. Kendi yöntemlerini hep önde tutardı, Albay onun her katıldığı görevi taktir ederdi. İlk askeriyeye geldiği gün gözüne batmıştı Alaz. İri yapılı diğer askerlerden farklıydı, Attila ile onu ilk görevlerine sokmuştu. Çünkü onlar bir sokak çocuğunun yalnızlığını tatmış genç iki askerdi. İlk görevleri profesyonel bir şekilde iki yıl sürmüş iki yılın ardından Rusya'dan İstanbul'a geçiş yapmışlardı. Attila ve Alaz'ın dostluğu derindi. Onlar aynı kanda boğulmaya hazır iki askerdi.


"Nasılsın Çakır."


"Sağolun komutanım."


Nevzat Albay, "Otur bakalım. Kulağıma bir şeyler geliyor doğru mu?" Albay Alaz'ı yıllardır tanıyordu onu harp okulundan geri tanıyor ve gözüne durmadan çarpıyordu. Şuan bile onunla bazen bana gibi konuşuyor öğütler veriyordu. Alaz her hangi bir sandalyeye oturmuştu.


Alaz zorlanmadı, kulağına gelen haberlerin Suna ile ilgili olduğunu biliyordu.


"Doğrudur Albayım." Dedi hiç çekinmeden. İnsan sevdiğini saklamazdı. Alaz da saklamıyor utanmıyordu. Elinde olsa açık ve net bir şekilde sevdiğini haykırabilirdi ama onunda buralarda bir adı vardı.


"Eee aranız pek iyi değilmiş." Dedi Albay imalı bir şekilde.


Nereden biliyordu Albay bunları kim kulağına getiriyordu bu haberleri. Aklında sadece bir isim vardı. Oda Aziz'di. Tüm haberler ondan çıkardı. Kesin bir yerde Albayın kulağına bir şeyler götürmüştü. Onun cezasını sonradan verecekti.


"Biraz kötü evet. Ama geçecek." Dedi kendinden emin bir şekilde.


Albay gülmüştü, "Aferin Çakır. Eee nasıl kızımız."


Kaşları istemsizce çatıldı. "Ne nasıl Albay'ım?" Kaşları hâlâ merakla çatıktı. Neyden bahsettiğini bilmiyordu.


"Nasıl diyorum oğlum. Güzel mi kızımız."


Dikleşti Alaz. Karşısında kos koca Nevzat Aktar Albay vardı bunları konuşmaktan çekiniyordu. Ama net oldu. "Güzel." Dedi ifadesini koruyarak.


"Öğretmenmiş doğru mu?"


"Öyle Albay'ım." Dedi hiç beklemeden.


İçinde gurur oluştu Alaz'ın küçük kızı büyümüş öğretmen olmuştu. Gurur hissiyattı çok güzel geliyordu ona.


"Seni buraya bir mesela için çağırdım ama bunlarıda konuşmak istedim. Görev için onu geride bıraktın. Vatanın için tek aile olarak gördüğün kızı geride bıraktın. Şimdi onu kazanırsan belki sana olan borcumu ödemiş hissederim."


"Albayım, vatan için yaptım. Sizin bana bir borcunuz yok." Albay başını usulca sallayıp önündeki dosyayı Alaz'a verdi.


"Bunlar patron denilen adamın elinde olan kişiler. Üç kişi. Çocukları kendi kurduğu birliğe alıp eğitim veriyor. Bana o patron denilen adamı sağlam bir şekilde getir Alaz. Bu üç adamı onun elinden alman gerek. Bunlar vatan için çok şey biliyor. Elinde kalmış ve asla bırakmıyor bu adamları, şimdiki istikameti Hakkâri sınırı olan köylerden birinde, köyde bulunan bir ailenin on altı yaşında oğlunu almışlardı üç hafta önce. Şimdi gelen ihbar üzerine o köye gidecekmiş."


"Komutanım o köpeği saklandığı delikten çıkarıp sizin elinize teslim edicem. "


"Benimde senden istediğim bu Çakır. O iti bana getir bende onu Rusya devletine teslim edeyim." Alabayın başı daha da dikleşti. Getireceğim dediyse getirirdi Alaz. Onu şüphe yoktu. "Timi hazırla. Seni ve timin bu görevi başarıyla halledeceğinize eminim."


"Emredersiniz komutanım." Ayağa kalktı Alaz. Bırakmış olduğu çayı alıp geriledi. Odadan çıkıp geldiği koridorları tek tek aştı. Bahçeye çıktığında timin her gün oturduğu yere oturmuştu. Çayını içtikten sonra timi toplayıp hazırlığa girişeceklerdi.


*********


"Evet sessizlik. Dinleyin burayı." elimdeki kelemi bırakıp öğrencilerime baktım. Herkese sormuş olduğum farklı matematik cevabını rahatça gözmüşlerdi. Dersin son dakikalarına doğru geliyordum. Okula gelince zihnimde oluşan sorular gitmiş tek odağım öğrencilerim olmuştu. Alaz beynimi error bir hâle çevirip kaybolmuştu. Adı üstünde gel diyordu bunu anlamak zor değildi. Ama gelmezdim. Galiba. İçimdeki merak duygusu çok iyi biliyordu bu adam. Beni benden çok iyi tanıyor gibiydi.


"Şimdi herkes hafat sonunu iyi değerlendirsin. Şimdi yirmi dakikamızı kütüphanede geçiriyoruz. O yüzden sessiz olup çift sıra halinde durun." Öğrencilerin yüzlerindeki heyecana ve sevince tanık olmak beni de mutlu ediyordu. Herkes sessizce sırasına geçmiş kendi aralarında kıkırdıyorlardı. Kapıyı açıp koridoruna çıktım, öğrencileri arkamdan gülerek geliyordu. Gülmelerine sus diyemezdim.


Kazım Beyin odasının yanında bulunan kütüphanenin kapısını açmıştım. İçeriye girip sağda bulunan ışığı açmış öğrencileri içeriye sokmuştum. Küçüktü bulunan oda. Ama yetiyordu köy okulana. Bu bile çocuklara göre en iyisiydi.


"Hocamm!" Dedi Ayşe ellerini ağzına atarak. İlk defa görüyorlardı burayı, şaşırmaları normaldi.


"Çok güzel." Demişti Fatma Ayşe'nin kolunu dürtüp ona bir yerleri göstererek.


"Hocam bunların hepsini okuyamayız biz." Dedi Beritan.


"Hepsini okumanızda gerek yok. Okuyabildiğiniz kadar okuyun yeter." Dedim tatlı tatlı. Galiba burada bir tek Suna olabiliyordum. Gerçek Suna.


"Hadi herkes rafları dolaşıp sadece bir tane kitap alsın." İşaret parmağımı kaldırıp, "Canlar sadece bir tane, tamam mı?"


"Tamammm!"


İşaret parmağımı dudaklarıma götürüp, "Sessizce." Dedim.


Öğrenciler dört köşeyi kaplayan raflara dağıp kitap seçmeye başlamışlardı.


"Bu kitapları okuduktan sonra bir kağıda özetini istiyorum tamam mı? Ona göre seçin kitaplarınızı."


"Ben bunu alıyorum." Demişti Ayşe.


"Bakim. Bende bunu alayım." Gözlerimi öğrencileriden çekip kapıya doğru ilerledim. Duvara yaslanıp cebimdeki telefonu çıkardım. Öylece ekrana baktığımı hissedince kaşlarım çattım. Ne bir numarası var ne bir adres bilgisi. Hayır, gideceğimden değil. Ama bilmiyordum işte.


"Zeki sadece bir tane." Dedim elindeki iki kitaba da bakarak.


"Hocam. Heç bir şey olmaz, ben ikisini okur size getiririm."


Eminmisin der gibi baktım. "İyi peki." Yaşlandığım yerden doğrulup, "Hadi son iki dakikamız var."


Zamanın bana acımadığı gibi öğrencilerime de acımıyordu. Çoğu oflayarak çıkmıştı kütüphaneden. Sınıfın yolunu tutup ilerlemiştik.


"Herkes toparlansın." Telefonumu çantama koyup siyah trençkotumu giydim. Saçlarımı geriye attıp yakalarını düzenledim. Herkes gülerken Havin sessizdi kitabını alırken bile seçme yapmadan eline ilk geleni almıştı. Severdi kitapları, kapağını inceleyerek alırdı eski kütüphanede gördüğüm kadarıyla. Tabir'den kulağıma gelen bir kaç bilgiye göre ailesi sorun yaşıyormuş. Abisi bir kaç haftadır ortalıklarda yoktu. Annesi jandarmaya bildirmişti. Bunun terör ile ilgili olduğunu söylemişti Tahir. Bunu biliyordum. Eski bir askerin elinde büyümek demek; her bilgiye hâkim olmak demekti benim için.


Zilin çalması ile, "Çıkabilirsiniz." Çantamı omzuma attıp öğrencilerin çıkmasını bekledim. Havin yine canı sıkkın bir şekilde hevesi yok edilmiş gibi yavaş yavaş ilerliyordu.


"Havin." Diye seslendim arkasından.


Bana dönüp yüzüme baktı parlayan gözlerle. Masumluk akıyordu gözlerinde kim bilir nasıl hissediyordur abisi yok diye. Annesi ne hâldedir şuan?


"Beraber gidelim mi?" Bu teklifime hayır diyemezdi bence. Ya da ben öyle düşünüyordum. Alaz'ın içime bırakmış olduğu merak duygusunu biraz daha dindirebilirdim.


"Olur." Dedim yarım gülüşüyle.


"O zaman gidelim bakalım." Sevinmişti cidden de. Elimi tutması için elimi uzatım hemen. Elimi tutup sınıftan çıkmıştık. Yüzü yine asıktı. Önüme dönüp çıkan öğrencilere baktım.


dışarıya çıktığımda Tahir'i gördüm. Öğrencileri ile konuşuyordu, gülüyorlardı kendi aralarında. Ona doğru Havin ile birlikte ilerledim. Tabir öğrencilerini yollayıp bana ve Havin'e baktı.


"Naber Havincim."


Havin önce bana bakıp sonra Tahir'e döndü.


"İyiyim hocam." Dedi başını çevirip giden çocuklara baktı.


Tahir bir bana bir de Havin'e bakmayan devam ediyordu.


"Havin'in annesini ziyarete gitmemiz lazım. İstersen sen git ben akşam otobüsü ile gelirim." Sabah, öğlen ve akşam otobüsü geçiyordu okulun yanından. Yetişirdim galiba. Ama beni tek göndereceğini düşünmüyorum.


"Yok olur mu öyle şey Suna sende. Gideriz beraber sonra döneriz." Tam da tahmin ettiğim gibi.


Gözlerimi etrafa bakan Havin'e çevirdim. "Hadi gidelim bakalım." Dedim tatlı tatlı.


Sadece başını sallamakla yetindi.


Tahir'le arabaya ilerleyip binmiştik. Havin'in annesinin ne hâlde olduğunu düşünmek dâhi istemiyordum. Terör bölgesinin böyle olaylarla karşılaşması, yaşaması çok kötüydü. Abisi için üzülüyordu Havin, yüzünden belli oluyordu. Nasıl hissettiğini az çok anlıyordum. Kaybetme korkusu, kaybettikten sonra verilen zararı biliyordum.


Köyün yakının gelmiştik. Hava yine olması gerektiği gibi sertti, sonbaharın sonlarına doğru gidiyorduk. Gökyüzü yine lararma yolunda ilerliyordu. Trabzon havasına alışık biri olarak doğunun havası bana farklı geliyordu. Alışırdım zamanla.


"Geldik." Dedi Havin arkadan. Tahir evinin nerede olduğunu biliyordu. Tamda evinin önünde durmuştuk.


Arabadan inir inmez kapıya koşmuştu Havin. Taştan köy evlerini aratmayan bir evdi. İki kattan oluşuyordu ev, yukarıya çıkan taştan merdivenin devirlerinde bitkiler vardı. İkinci kattaki pencerede de bitkiler vardı, uzaktan net gözükmüyordu. Etrafa baktığımda yine evler bulunuyordu, horoz sesleri geliyordu, inek seslerini duyduğumda gözümün önünden Trabzon akıp gitti sanki.


Arabayla on, on beş dakika sürmüştü yürüyerek gelmelerini taktir ediyordum. Merdivenlerden çıkıp kapıyı çalmıştı Havin. Kapının açılması ile gözlerimi etraftan çekip açılan kapıya çevirdim. Orta yaşlarda bir kadındı, genç gözüküyordu, gözlerinin yeşiliği çarpmıştı gözüme. Başında siyah çiçekler bir şal vardı.


"Hoş gelmişsiniz." Dedi yüzünde tebessüm dolu bir gülümseme ile. Yüzü gülüyordu ama içi nasıldır şimdi.


"Hoş bulduk Gül hanım." Tahir tanıyordu öğrencilerin velilerini.


"Ana bu benim hocam." Dedi sesi bedeninden kopmuş gibiydi.


Başını saygı gösterir gibi eğip doğrultu.


"Hoş gelmişsiniz. Buyrun geçin. Geçin geçin soğukta beklemeyin."


Tahir'e baktığımda eliyle önden geçmemi söylemişti. Gül hanım yana doğru çekilmişti. Eve girip botlarımı indirip bir köşeye koymuştum. Koridorun sonunda bulunan odaya girmiştik, minderlerin üzerine oturup etrafa baktım. Köy kokusu burnuma buram buram geliyordu. Sıcaktı içerisi yanan bir soba üstünde ise tüten bir çaydanlık, yanında gümüş ibrikte sıcak su. Halı desenleri beni yayladaki evlerin içine götürmüştü oradada böyle desenli halılar vardı. Bulunduğum yer beni bir anlığına gelmiş olduğum yere götürdü.


"Çay koyam gelem ben hoca hanım."


Gül hanım salondan çıkarken Havin karşıma oturup bana gülerek bakıyordu.


"Kaç kardeşsizin Havincim?" Diye sordum bana gülümseyerek tatlı tatlı bakan Havin'e.


"İki." Dedi Başını önü eğip örgülü saçlarının uçları ile oynayarak.


İki kardeş. Ben ve abim gibi. İki kardeş olmak güzeldi. Belki onun abisi hayatta, bir ihtimal. Ama benim abim değildi. Baba hiç olmadı zaten.


İçeriye elinde tepsi ile giren Gül hanım tüm dikkatimi dağıttı. Elindeki tepsinin içinde bir tabak börek ve çay bardakları vardı. Tabağı Tahir ve benim arama koyup sobanın üzerinde bulunan çaydanlığı alıp boş bardaklara doldurmuştu. Çay biraz demli oluştu ama sorun değildi içerdim.


"Nasılsınız Gül hanım?" Demiştim Havin'in yanına pturan Gül hanıma.


Önce Havin'e baktı, "yavrucum. Hadi sen get üstüyü değiş. Havin başını sallayıp salondan çıkmıştı. Gül hanımın bakışları bizi bulmuştu. "Nasıl olayım hoca hanım. Oğlum evinde yuvasında değildir. Ben nasıl iyi olayım?"


"Haberimiz var Gül hanım. Ama biraz zaman verin. Askerlerimiz oğlunuzu sağ salim yuvanıza getirecek."


"İnşallah hoca hanım. İnşallah." Dedi dertli sesiyle. "Umudumu kesmiyorum. Ama haftalar oldu. Şu evin içi boş gibi geliyor."


Anlıyordum. Yaşadığı hissiyatı bende yaşamıştım. Evin içinde kendinden başka bir cismin olmadığını hissedersin. Boş bir kutunun içine konulmuş gibi.


"Anlıyorum sizi. İnan bana sizin şuan bir umudunuz var. Bekleyin sadece. Oğlunuz sağ salim gelecek inan." Tebessüm ederek bakıyordum. Gül hanım başını sallayıp yarım yamalar bir gülümseme ile karşılık verdi.


İçeriye giren Havin ile doğrulup kızına baktı. Havin yanına oturup gülümsedi bana. Bende ona karşı gülümseyip Tahir'e döndüm.


"Saat geç oluyor biraz işim var dışarıda." Hep bir işi oluyordu bu saatlerde. Dokuza kadar gelmiyordu Tahir. Mercan'dan haberler geliyordu kulağıma. Mercan demesem iyidi bu gece tüm sinirimi ondan çıkaracaktım.


"Biz artık kalkalım Gül hanım geç oluyor."


Kaşlarını kaldırıp, "Ama daha yeni geldiniz hoca hanım."


Tahir, "İşlerimiz var Gül hanım. Elinize sağlık." Demişti nazik bir şekilde.


Tahir ayağa kalktığında bende ayağa kalkmıştım. Gül hanım bizi kapıya kadar eşlik etmişti. Tahir'in işi olduğu için kalktık ama bende fazla kalmayı düşünmüyordum. Kalkması benim içinde iyidi. Belki Alaz'la Gül hanımın oğlu için konuşurduk. İstemiyordum konuşmak ama kadının yüzündeki mihtaçlığı görememek imkansızdı. Kadının kalbinden bir parça kopmuş gibiydi. Eli hep kalbinin üzerinde duruyordu.


Arkadan çıkan çığlık sesleri ile arkamı döndüm. Sesler uzaktan geliyordu.


"Neler oluyor?" Diye sordum.


Gül hanım, "Bilmem ki hoca hanım." Dedi.


Birden sıkılan silah sesi ile öylece dona kaldım. Havin'in korkulu sesi kulağıma gelmişti.


"Kızım geç içeri." Gül hanımın sesi tedirgin ve korkuluydu.


"Hoca hanım sizde geçin."


Tahir, "Saldırı olabilir mi?"


Olabilirdi. Okula yapılan saldırıdan sonra köye yapılması normal gelirdi. Tedirgin bakışlarımı evlerin ardına çevirdim. Ses o kadar uzaktan gelmemişti. Ama içimde düşen tedirginlik ile arkamı döndüm.


"İçeriye geçin. Hadi." Evin içine girmiştik kapıyı kapatıp öylece beklemiştim. "Siz içeriye geçin." Dedim işaret parmağımı göstererek.


Konuşma sesleri git gide daha da yakından geliyordu. Kapıların çalındığını duyuyordum, köy halkının çığlık sesleri kulağıma geliyordu. İçime düşen korku bedenimi sarmaya başlamıştı bile.


"Bırakın oğlumu!" Bağıran adamın sesi kulağımda çınlamıştı.


"Baba!" Çocuk sesiydi bu.


"Gebertirim geri git lan!" Teröristin sesiydi. Yakından geliyordu.


Havin'in gözlerindeki korkuyu görmüştüm. Annesi bu anı daha önce yaşamıştı. Onun da oğlunu böyle almışlardı. Gözünden akan yaş yeri bulmuştu.


"Salona geçin, kapıyı kapatın." Tahir Havin ve Gül hanımın alıp geri çekilmişti.


Kapıyı sessizce açıp yandan etrafa baktım. Kimse yoktu. Kapıyı tamamen açık dışarıya çıktım. Sırtımı duvara verip merdivenleri indim. Sağımdan sesler geliyordu.


"Elinizi çabuk tutun lan!"


"Yürü lan yürü."


Biraz daha ilerledikten sonra eğilip bakmıştım. Üç kişiydiler. Birisi çocuğun kolundan tutmuş ilerlemeye çalışıyordu, diğer ikisinin elinde silah bulunuyordu. Yerde bulunan büyük taşı alıp sokağa döndüm. Sessizce saman yığınlarının bulunduğu yerden ilerleyip eli silahlı adamın başına vurdum. Şuan ortaya çıkacak tek bir şey vardı oda Trabzon da ki Suna. Resul babanın eğittiği kız. Kafasına vurduğun adam yeri boylamıştı bile diğer ikisi birden bana dönünce eli silahlı olanın silahına sağ ayağımla sertçe kolunun üstüne vurmuştum. Adamlar acemiye benziyordu silahı doğru düzgün tutamıyordu bile. Diğeri çocuğu tuttuğu için elinde silah yoktu. Tam beline elini atacağı an yaklaşıp karım bölgesine ayağımla sertçe vurmuştum adam geriye düşerken diğeri silahını almaya çalışırken kafasını kavrayıp sertçe yere acımasızca vurmuştum. Diğeri ayağa kalkmaya çalışacağı an yüzüne ard arda yumruklar vurmaya başladım. Adam bedenin teslim edince sertçe yere bıraktım. Diğeri zaten bayılmıştı bile. Silah sesleri bir anda yükselmeye başladı. Askerlerin geldiğinin bir gostergesi olmalıydı bu sesli çatışma.


"Hadi yürü." Dedim çocuğun kolundan tutup çekiştirerek.


Arkamı döner dönmez iki askerle göz göze geldik. İkisinden biri silahını indirmiş hızla bana doğru adımlıyordu. Uzun boyu ve dev cüssesi ile tamda karşımda durdu. Tedirgince yüzüne baktım. Oydu bu. Alaz'dı. Bandanasını çıkarıp öfke dolu bakışlarla bana baktı.


"Ne arıyorsun sen burada!" Sesi baya sinirli geliyordu. Arkamdaki teröristlere baktı sonra dönüp bedenimi yokladı eli kollarımda gezindi tedirgince ve korkuyla, "İyimisin. Bir şeyin var mı?"

Başımı iki yana masumca salladım. Arkamdaki teröristlere tekrardan öfke dolu baktı. Gözü yanımdaki çocuğa takıldı.

"Çocuğu evine götür Savaş." Sesi oldukça sert ve kalın çıkmıştı, sinirlenmişmiydi benim burada olduğuma.

Savaş, "Emredersiniz komutanım."

"Bu ikinci oldu." Dedi yüzüme doğru kükreyerek.

Kaşlarım istemsizce çattı. Ne ikincisi sanki ben gelin saldırın diyordum.

"Çocuğu götürüyorlardı." Kolumdan çekip daha da yaklaştırdı kendine. Etrafa bakıyordu bana değil. Gözleri kurşun misali etrafı tarıyordu.

"Sen mi patakladın bunları kızım." Sinirli sinirli çıkan sesi beni daha çok tedirgin ediyordu. Başımı eğip etrafa baktım. Adamım boyuna yetişmek için merdiven gerekiyordu ve buda şuan imkansızdı.

"Evet." Başımı kaldırıp ona baktım, tek kaşı havada bir şekilde emin olmak için bakıyordu, "Senin üzerinde de deneyebilirim istersen." Dedim ters çıkan sesimle.

"Başka şeyler denemeni tercih ederim. Zamana bırakıyorum Suna."

"Ne." Dedim birden çatık kaşlarla. Onu itip uzaklaştım. Ama tekrar kolumdan tutup kendine çekti.

"Başına belaları doluyorsun."

"Belanın kendisi benum zar!" Dedim araya kaçan laz şivesi ile.

Başını iki yana sen arlanmazsın bakışını atarak. Bileğinden nazikçe tutup ilerledi.

"Dur!" Dedim birden. "Tahir'i unuttuk."

"Ya havle." Dedi sinirli bir sesle. Siniri hâlâ dinmemişti ama neye sinirlenmişti. Benim burada tehlikede olduğum için mi? Evet bir tek seçenek var oda bu.

"Alır çocuklar onu sen yürü bir."

"Alaz bırak beni. Ayrıca çantam ve telefonum orada."

"Alır çocuklar." Dedi sakin bir edayla.


Bölüm buraya kadar olsun çok uzun yazdım. Diğer bölüm kaldığımız yerden devam edilerek yazılacaktır. Şuan başlıyorum yazmayan.


Oylarınızı sakın unutmayın:)


Loading...
0%