@larasu
|
OY ve yorumlarınızı eksik etmeyin.
İYi Okumalar:)
🪶🖤
Herkesten kaç sevdiğim. Herkesin olayım ben senin. Kimse için bizi silme, benim silmeye ne elim ne de yüreğim yeter. Elin elimde gün görsün, gözlerin gözlerimde hayat bulsun. Silinir mi hiç bir insan... Silinebilir mi hiç bu sevda... •Larasu•
9.Bölüm Bırakmıyordu Zahir Yıldız'ı elini, sanki her an alıp gidecekler gibiydi Yıldız iki eli ile tutuyordu Zahir'in elini. Yorulmuştu ama az kalmıştı. Patika yolun sonuna varmışlardı Trabzon'un dağılık alanında bulunan küçük bir kulübeye getirmişti sevdiğini. Herkesten saklamak tek çareydi, istemezdi ama zorundaydı. Onu başkası ile izlemeye yüreği yetmezdi. Herkesi onun için geride bırakmıştı. Sevdiği kadın için herkesi ezebilecek bir adamdı Zahir Dikmen. Severse net ve tam severdi. Hiç bir eksik bırakmazdı sevgisinde. Kalbi de hayatıda o kadın içindi. Yıldız'ı için. Tek çare kaçırmaksa onu da yapardı. Yapmıştıda Yaylada tek görünen şey sisti karanlıktı her bir köşe. Tek bir ses vardı oda sert esen rüzgarın ve yağan yağmurun sesiydi. Yıldız onun için ailesinden Zahir de onun için düzeninden vazgeçmişti. Baba ona yardım etmez, baba onun için kendini yormazdı. Ne halin varsa gör derdi. Omzunu okşayıpta dert dinlemezdi. Baba hep başka kadının yanına giderdi. Annesini üzerdi ama annesi Şehnaz hiç belli etmezdi. Belki alışık olduğu içindir ya da çocukları normal bir hayat sürdürsün diyedir, Zahir ve Suna aptal değillerdi annelerinin canının nasıl yandığını biliyorlardı. İçindeki acıyı görebiliyorlardı çocukları. Babaya karşı biriken nefret görülebiliyordu. Zahir baba nedir bilmezdi, babalık görmeyen o hissi tatmayan hiç bir çocuk baba nedir bilmezdi. Suna'ya abilik değil babalık etmişti, ama hâlâ o hissi bilmiyordu. Belki de artık bilmek istemiyordu. "Dayan sevduğum dayan gelduk." Tahta kapıyı açıp kendisini ve Yıldız'ı içeriye atmıştı. Hava buz esiyor gibiydi. Trabzon onlara bir iyilik yapıyor olmalıydı, buz eserek kimseyi dışarıya çıkarmaya ya da sisli yaylaya çıkartmıyordu. Bu bir iyilik mi yoksa zorluk mu hâlâ düşünüyordu Zahir. "Ellerum üşey." Yıldız'ın sesi titriyordu üstü sırıl sıklam olmuştu. Ellerine tanıdık bir hissin acısı vardı. Trabzon da bunu tatmayan yoktur. Soğuk ellere işlemiş gibi iğne batırıp duruyordu. Zahir etrafa bakıp odun aradı. Sobaya yaklaşıp etrafına baktığımda dört beştane odun görmüştü. Odunların üstü mışama ile kapalıydı. Mışamayı bir köşeye attıp tahtaları inceledi kuruydular. Sobanın içini incelediğinde bir iki tane tahta ve kağıt görmüştü. Elini dibe daldırıp kömür aradı. Vardı. Cebinden çıkardığı çakmak ile sobayı yakıp Yıldız'a yaklaştı. "Geldum. De haydi sen get üstünü değiştur." Çantayı elini alıp küçük odaya yöneldi, odanın tahta kapısını açıp içeride bulunan tahtadan yatağa baktı. Odaya göz atmıştı dolabın üstünde bulunan döşekleri indirip yatağın üzerine serdi. Kenarları işlemeleri mavi saten yastığı koyup üşüyen Yıldız'a baktı. "Ben sağ bir çorba yapirum." Telaşla odadan çıkıp küçük tezgaha yöneldi. Az çok bilirdi. Fabrika çalıştığı için aşçıya yardım ederdi ilk iş günlerinde. Gözü zihnine ne kadar aktarma yaptıysa o kadar yapacaktı. Tir tir titreşimini gördüğü an içine tedirginlik düşmüştü. Gelirken öksürerek geliyordu Yıldız. Hasta olmasını istemiyordu. Hayır hasta olmasını değil canını yanmasını istemiyordu. Gıdaların bulunduğu yöne doğru ilerledi. Buranın sahibi iş yerinde çalışan yaşlı bir amcaya aitti yakın bir zamanda buraya gelmiş yoklamıştı etrafı. Zahir onun haftanın son günlerini burada geçirdiğini biliyordu. Anısı varmış buranın. Sorma gereğinde bulunmamıştı. Sevilirdi Zahir çay fabrikasında. Oldukça küçük pas tutmaya yakın olan buzdolabına yöneldi, içinde pek bir şey yoktu. Bir litrelik yağın bidonunun çoğu duruyordu yeni alınmış gibiydi. Salça bir iki tane domates ve soğan vardı. Aşağıda ki siyah poşeti alıp içini açtı. Karalahana vardı. Hemen onu çıkarıp küçük tezgahın üstüne koydu. Salça, soğan ve yağıda çıkarıp tezgahın üstüne koymuştu. Hemen çekmeceleri arayıp bıçak bulmuştu. Soğanı kesip tencereye koymuştu küçük küpün üstüne tencereye indirip altını yakmıştı, gözleri yaşatmıştı doğradığı soğan yüzünden elinin tersiyle silip umursamadan işine devam etti. Yağı tencereye döküp soğanları kendi hâline bıraktı, hızla karahanarı yıkayıp orta boylarda doğradı. Eli alışık değildi hepsini aynı boyutta doğruyamamıştı. Karalahana çorbasını severdi. Annesi Şehnaz haftada bir yapardı. Çay fabrikada da alışık olduğu ve aşçıdan öğrendiği bir yemekti. Elinde olan malzemelerle yapacaktı gönül ister daha iyisini yapsın ama şuanlık böyle olmalıydı. Yıldız odada çıkınca Zahir karıştırdığı soğanları bırakıp doğruldu. Tekrar tezgaha yönelip hızla doğrama işlemini bitirmeyi çalıştı. "Az bekleyesun sevdum." Yıldız nemli saçlarla ona yaklaşıp tebessüm dolu baktı. Zahir karalahanaları kızarmış olan soğanların üstüne döküp karıştırdı. "Sen nasul bir adamsin ha böyle?" "Senun olayum yeter ba." Gülümsedi Yıldız. Gidip herkese siz bu adamı mı bana layık görmediniz, gelipte görün benim için neler yapıyor demek isterdi. Herkese onun nasıl bir kalbi olduğunu göstermek isterdi. Ama zordu. İkisi içinde her şey zordu artık. "Haydi sen de deyuş şu üstünü." Zahir derin bir nefes alıp etrafa baktı. "Ben elbuse geturmadum sevdum." Yıldız eliyle odayı gösterip, "Ha odada vardur bir kaç eşya neyin." Zahir gülümseyip başını salladı. "Sen dikkat etda yemeğumuz yanmasun." Yıldız seslice gülüp başını salladı. Zahir odaya yönelip Yıldız'ın döşeğin üzerine bırakmış olduğu siyah pijamaya baktı. Üstünü değiştirip geniş olan pijamanın iplerini çekip sıktı. Elini öpecekti Muharrem ebisinin. Pijamalarına kadar giymişti. Odadan çıkıp Yıldız'a yöneldi. Yıldız yemeği devralmış bile. Her şeyini attıp kapağını kapatmıştı. Suyunu azıcık çektikten sonra tamamen hazır olacaktı yemekleri. Yıldız ayağa kalkıp Zahir'e baktı. Bir kaç adım attılar önünde durdu. Şimdi çıkışı olmayan bir yola girmişlerdi. İlerisi görülmeyen ama gerisine bir adım dâhi atılmayan bir yoldu. İlerleyen zamanda ne olacaktı kimse bilmiyordu ama Zahir'in bildiği bir şey vardı. Onu ve kendisini herkesten saklayacaktı. İstediği kadını vermemişlerdi ona başkasına vermişlerdi, oda gidip kaçırmıştı. Şimdi tamamen birbirinin olacaklardı. Yıldız, "Soni olmayan bir yoldur." Zahir derin bir nefes verip sevdiğini kolundan çekip göğüsüne bastırdı. Kokusunu ve varlığını şimdi tamamen hissediyordu. Ona tamamen benimsin dememişti ya da aitlik hisseni içinde bir türlü dolduramamıştı. Ama şimdi doluydu o aitlik hissi. Belini okşadı, elinde olsa belindeki yükü alıp kendi omuzlarına asacaktı Zahir. Dakikalarca böyle kaldılar, ayakta gözleri kapalı bir şekilde herkesten uzak en tepelerde özlem gideriyorlardı. "Zahir yemek." "Yemek?" "Ocakta." Zahir gözlerini açıp küçük tüpe baktı, "Kayniy herhal." Dedi Yıldız'ı bırakıp ocağa yaklaşıp karıştırdı yemeğini. "Ha bu pişmuş." Dedi kaşığın ucundan azıcık yiyerek. Ocağın altını kapatıp ellerini pijamasına sürttü. Ayağa kalkıp çekmeceleri açıp tabak aradı. Bulmuştu iki tane tabak ve kaşık çıkarmıştı. Yıldız tencereyi yavaşça tezgahın üstüne koyup kapağı açmıştı. Zahir'in çıkardığı tabaklara karalahana çorbasını koymuştu. Belki malzemesi eksikti ama onlara göre her türlü güzeldi. Beraber oldukları sürece her şeyin güzel olacağını biliyorlardı. Zahir tencerenin kapağını kapatıp elinde tutmuş olduğu iki kaşığıda Yıldız'a verdi. Tabakları alıp sobanın yanında bulunan minderlerin üzerine oturmuşlardı. "Beklemeda ye." Yıldız gülümseyip ısınan eli ile yemeğini yemeye başladı. Aradan belki günler geçecekti, ama onlar yine ortaya çıkmayacaklardı. Muharrem abisi ona yardım ederdi düşüncesi içindeydi Zahir. Ederdi de, iyi adamdır Muharrem. Yaşı geçmişti abisinden çok amcası gibiydi. Zahir göz ucuyla sevdiğine bakıp gülümsedi yemeğini iştahla yiyordu Yıldız. Zahir gözlerini ondan çekip yemeğini yemeye başladı. Sessiz geçiyordu Trabzon. Sessiz ve karanlık. Yağmur sertçe yağıyor rüzgar acımasızca esiyordu. Islak ve kısa olan çimler bile rüzgarın sertliği ile hareket halindeydi. Her yeri sisler kaplamış şimşekler art ardına bakıyordu. Trabzon ayrılık esmesin diye esiyordu bu gece. Bir sevda ayrı düşmesin diye sertçe yağdırıyordu yağmur damlalarını. Sevdiğini göğüsünde yatıyordu Zahir. İlk defa. İlk defa bu denli bir yakınlık gerçekleşmişti, elini Karadeniz'in kızı olduğunu belirten sarı saçlarına götürdü, okşayarak yaptırıyordu. Herkesten uzak yaylanın en tepelerinde sert yağmur ve rüzgar ile uzaklardalardı. Herkesten her şeyden. Başkasıyla izlemeye yüreği yetmezdi. Onu ondan koparamazlardı. Kopardıkları an ölüm çıka gelirdi karşılarına. Sessizlik devam etti. Yağmur sertliğine devam etti. Rüzgar acımasızca esmeye devam etti.
*********
Sessizdi evim. Sessizdi hayatım belki bir rüyanın içinde olduğum içindir. Burası bir rüya mı yoksa bir kâbus mu. Ben nerede olduğumu dâhi bilmiyordum. Bir elimde beyaz alt kısmı pembe çalan bir lale vardı, diğer elimde ise mor çan çiçeği bulunuyordu. Üstümdeki siyah uzun elbiseye baktım elimdeki çiçeklerle hiç uyumlu durmuyordu. Gözlerimi dimdik karşımda ki Karadeniz'in dağlarına çevirdim. Buram buram Trabzon kokuyordu. Islak çim kokusu eser rüzgarın getirdiği serin bir koku daha vardı. Denizin derin kokularını bana getiriyordu rüzgar. Kendimce gülümsedim, hoştu bu görüntü güneş batıyordu, karanlığa yavaş yavaş kavuşuyordu Trabzon. Batan güneş gözlerimi ağrıtmıştı birden başımı öne eğip gözlerimi kapattım. "Ben yapmadım..." Eğik olan başım birden doğruldu. Duyduğum ses beni korkutmuştu. Arkamı dönmek istemiyordum. Batan güneş birden yok oldu. Trabzon karanlığa boğuldu, o varsa Trabzon hep karanlığa boğuldu. Bizim gözümüzde onun varlığı karanlığında karanlığıydı. "Kızım." Sesi derinden geliyordu. Nefretle gözlerimi tekrar kapattım yüzümü ekşittim. Gözümden bir yaş aktı onun için değil yaptıkları için, annem için abim için. Ailem için. Ellerindeki çiçeklerle beraber siyah elbisemi avuç içimle sıktım. Başımı daha da öne eğip susmasını bekledim. Susmadı konuşmaya devam etti. "Ben yapmadım... Ben böyle olsun istemedim." İstedi en çok o istedi. Bizim mutsuz olmamızı bizim bir çıt ses çıkarmamızı dâhi istemedi. İstemediği iki çocuğun hayatına bir etki dâhi olmadı, hep bir yara açardı, hep bir acı tazelerdi bizde. Ona karşı içimizde bir hissizlik oluşurdu, nefret hissizlikten daha beterdir. "Sus." Sessiz ve titrekti sesim. "Sen yaptın... Sen annemi sen abimi sen onun..." "Ben yapmadım." "KES SESİNİ!" Çığlığım yankı yapmıştı, kuşlar uçuşmuş, ağaçlar yerinden oynamış gibiydi. Ses kesildi, gözlerimi açtığımda batan güneş yerli yerinde duruyordu. Arkamı titrek beden ve yaşlı gözlerle yavaşça döndüm. Yoktu. Ağaçlar ve güneşin turunculuğu vuruyordu ağaçlara. Gözlerim yaşlı elimdeki çiçeklere kaydı gözlerim. Hâlâ tazecik duruyorlardı, yıprandıklarını düşündüm. Ama hayır, yeni dalından koparılmış gibilerdi. Omzumda hissettiğim elle yüzümdeki korku yerine oturdu. Göğüs kafesine inip kalkmaya başladı. Arkamı dönmek için başımı sağa doğru çevirdim. El beni birden kendine çevirdi. Yüzümde ki korku daha da çoğaldı. "BEN YAPMADIM!" Yüzü kanlar içinde gözleri kıpkırmızı bir şekilde bakıyordu, bana çok yakındı. Kendimi geriye doğru çığlıklarla çektim. Yere düşmemle beraber gözlerim karanlığa bulandı. Kabusun eşiğinden kalmıştım, yatağımdan doğruluğun an çığlık atmaya başlamıştım. Terler içinde hızla yatağımdan kalkıp etrafa baktım. Yine aynı şeyleri yaşamaya başladım. Yoktu bu kabuslar şimdi ne diye çıktı gekdi? Korkularım uykularımın içindeydi, her uyku bir kâbus oluyordu bana. Odamdan çıktım. Kendimi koridora attığında derin derin nefesler almaya başladım, gözlerim acıyan kalbimle sıkıca kapandı, elim kalbimin üstüne gitti. Doğrulup kendimi duşa attım. Göz yaşlarımın aktığını hissettim. Elimi yanağıma değdirmeden üstümdekileri soyup ılık suyun altına girdim. Her şeyimi elimden almıştı. Bir tek benim değil abimin her şeyini elinden aldı, annemin hayatını almıştım o bizi yıkmıştı. Duştan çıplak bedenimle çıkıp odaya yöneldim. Üstümü giyip saçlarımı ıslak bir şekilde topuz yapmıştım. Kalbimin üstünde hâlâ bir taş vardı, ağırdı o taş. Telefonumla beraber mutfağa ilerledim. Saat daha sabahın dört buçuğuydu. Kendime kahve yapıp salona geçtim. Hâlâ kabusun etkisindeydim. Görüntü hâlâ önündeydi. Kanlar içinde olan yüzü hâlâ aklımdaydı. Derin bir nefes alıp kahvemi içmeye başladım. Kahvem elime alıp odama yöneldim. Yerimde duramıyordum. Ev üzerime üzerime gelmeye başlıyordu. Bir yudum alıp masanın üzerine koydum. Saçlarımı havluyla kurutup nemli bıraktım. Taytın üzerine siyah bol İspanyol paça pantolonumu giyip odamdan çıktım, giymiş olduğum koyu mavi belime kadar belen dar hırkanın önlerini ilikleyerek solana yöneldim. Telefonumu alıp ayakkabılarımı ayağıma geçirdim. Beremi ve atkımı iyice sarıp siyah uzun kaban montumu giydim. Çantama telefonu atıp evden çıktım. Nefes almak zordu, böyle kabusların ardı bir tek kaçmak oluyordu. Neresi olursa olsun yeterki bulunduğum evden çıkayım yeterdi. Her şeyin üzerime gelmesi bir yana onun varlığını evimde hissetmem ap ayrı bir duyguydu. Ölmüş ama ruhu hâlâ peşimde gibiydi. Ölüm bazen kurtuluş yolu olmuyordu. Ben bunu onda gördüm. Kabuslarımın peşine takılmıştı asla çıkmıyordu. İlaçlarımı almadan uyumam kötüydü. Kaç aydır görmüyordum kâbus. Tekrar başlaması beni korkutuyordu. Islak sokaklarda okulun yolunu tutuyordum. Gece yine yoğun bir yağmur yağışı gerçekleşmişti, sokaklar ıslak ve sonbahar kokuyordu. Verdiğim nefesin dumanı çıkıyordu ağzımdan. Ne yavaş ne de hızlı adımlar atıyordum. Sadece ilerliyor ve sessizliğin tadını çıkarıyordum. Güneş yeni yeni doğmaya başlıyordu. Benimle beraber güne başlıyordu. Aklımda olmayan biri ile beynim yine onu ortaya attı. Derin bir nefesin ardından onu düşünmemek için adımlarımı saydım. Bir, iki, üç, dört, beş. Saydım ve saydım ama nafile. Yine günümü zehir edecek gibiydi. Beynim zaten yanarken birde onun varlığı ile daha da yanmaya başlamıştı. Düşünme onu zihnim düşünme. Derin bir nefesin ardından sokakları geride bıraktığım ve baya yol katettiğimi fark ettim. Artık boş arazilerde ıslak yolda ilerliyordum. Yanımdan bir kamyon geçmişti, benden uzaklaşmıştı. Toprak araziye baktım, bereket yağmurunu emişti, solumda dağ tebesi duruyordu, küçük bir tepeydi ama bana göre baya büyüktu. Yol çıkışı vardı tepenin. Önüme dönüp ilerlemeye devam ettim. Yürümeye severdim. Hatta yürüyerek baygın düşmüşluğum bile vardı. Trabzon'da yürüyüş yapılacak çokça orman vardı. Ben çoğunda yürüyüş yapmış ve yorgunluktan uyuya kalmışliğim vardı. Ya da baygınlık geçirdiğim. Belki ölüme yürümek istemiştim o ara. Acılarım çöktü güçsüz bir kızdım. Ölüm tek çıkış yolu diye bilirdim. Ama şuan ölüme değil hayatıma yürüyordum. Ölüm tek çıkış değil ölüm vazgeçiştir. Öyle değildi şimdiki Suna. Küçük kız değil kadın vardı yansımamda. Güçlü bir kadın. Derin nefesler bitmiyordu o aklımda oldukça labirentin içinde gibiydim. Her yolun başında derin bir nefes alıyordum. Bu ne zamana kadar böyle sürecek bilmiyordum. Dağın tepesinde önüme taşlar düşünce durakladım. Kaşlarım çatıldı, başımı kaldırıp dağın tepesine baktım. Görünürde bir şey yoktu. Rüzgarın sertliği yüzünden olabilirdi. İçimde nedense bir korku oluştu adımlarımı daha da hızlandırıp okulun yolunu tuttum. Hızlıca okulun uzun yoluna çıkmıştım. Etrafa baktığımda görünürde hiç bir şey yoktu. Okulun tamda önünde ki yolda durup güneşin doğuşunu izledim. Karadeniz'de ki kadar değildi ama buranın da apayrı bir güzelliği vardı. Öylece durdum. Bekledim ve izledim. Yağan yağmurdan sonra doğan güneş başka oluyordu. Trabzon'da da böyle güzelikler vardı hatta daha fazlası bile vardı. İnsanın memleketi gibisi yoktu. Bana göre de Trabzon gibisi yoktu. Ama yalan yok, özlemişti gözlerim bu görüntüyü. Okulun kapısına doğru ilerleyip denir kapıya yaşlandım. Gözlerimi kapatıp başımı geri yasladım. Rahattım şuan. Nefes alabiliyordum çünkü ne bir dar alan ne bir kapalı duvarlar vardı. Karşımda güneşin doğuşu, nefesimi kesen tek şey sert esen rüzgar olabilirdi. Her şeyi bir köşeye def ettim. Dikkatimi dağıtan şey çalan telefondu. Gözlerimi bir kaç saniye kapalı tutmuştum, yaşlandığım yerden doğrulup etrafa baktım. Telefonumu çantamdan çıkarıp arayan kişiye baktım. Açmak istemedim, açmadım da telefon çalmaya devam ederken çantama attım tekrardan doğan güneşe baktım, gözlerimi havanın etkisi ile kısıyordum. Acı güç mü veriyordu insana? Yoksa yıkılış mı? Acı karakteri güçlü kılardı, kimsenin onu yıkmasına izin vermezdi çünkü geçmişin vermiş olduğu acı sana her yıkılışı vermiştir. Bana geçmiş binlerce kez acı vermişti, güçlü gözüken bir kadın gibiydim. Ama bir itişte yıkılabilecek bir vaziyete sahiptim ben. Ama buna izin vermeyen bir karakterim vardı. Sessizdi buralar. Nefes alabiliyordum çünkü ne bir dar alan ne bir dört duvardan gelen o sesler. Uykular bana haram gibiydi. Sevmezdim uyumayı, sevmezdim yatağa girmeyi. Nefes alamazdım, boğazım sıkılırdı. Ellerim titrerdi. Gözlerim kararırdı. Şuan öyle değildi. Açıktı her bir yanım. Nereye gitmek istesem giderdim. Ucu bucağı olmayan bir yerdeydim. Bir ses duysam kaçabilirdim. Telefonum tekrar çalınca çantamı açıp tekrar ekrana baktım, yine oydu. Açmadım bu sefer yüzüne kapattım. Uzak durmaya çalışıyordum ondan. Beni aramasın bana yardım etmesin. Kimsem yoktu benim. Tek yaşayan bir yıkılıştım ben. Ona dair hiç bir şey, hiç bir kimseyi istemiyordum hayatımda. Herkes benden gitti gittikleri gün benim için bitmişti. Zor olan da oydu. O gitmişti ama anıları kalmıştı, ya da ben kıyamamıştım.
*********
Sessizdi tim. Herkes bahçede toparlanmış kendi aralarında kahvaltı yapıyorlardı. Kahvaltı desek ayıp olurdu. Sadece üç tane simit, kişi başına birer poğaça ve çay. "Senin kahvaltı dediğin şeye bak. Hayır bende bir menemen falan sandım oğlum." Diye isyan etti Aziz. "Mustafa komutanımı tanımıyor musunuz Aziz komutanım? Ben şahsen bunları beklediğim için yemiştim önceden." Sait'in ense köküne bir tokat girmişti Mustafa ters ters Sait'e bakıp ya sabır çekip önüne döndü. Sait masum masum ensesini okşayıp eline çayını aldı. Alınmazdı Mustafa komutanına severdi onu bir gün ense köküne tokat yemeyecek diye korkardı en çokta görevde arkadaşlarına bir şey olacak diye. Kormu yoktu onlardı korku nedir bilmezlerdi, tek bir korku vardı oda arkalarında bıraktıkları aile, eş ve sevgiliydi. Yıkım timi korkmaz korku salardı. Göreve çıktıkları ilk an korku gider ölüm kokusu dolanırdı peşlerinde, elleri kanlar içinde geri dönerlerdi Yıkım timi. Yıkım timi önlerine geçen her engeli yıkar geçerdi. Düşmana acıma yok, önlerine koyulan engele acıma yok. Onların kitabında vatana yapılan ihanettin sonu ölümdür. "Komutanım yemez misiniz?" Diye sordu Mustafa sırıtarak. Alaz önce bir baktı. Sonra önüne dönüp, "Afiyet olsun oğlum." Diyip sessizce çayını içmeye konuldu. Mustafa'da zorlama yoktu elindeki bir parça simiti ağzına attıp üstüne bir de çayını içmişti. "Madem alıyorsun biraz fazla alsana lan!" Diye çıkıştı aç olan Oğuz. "Lan oğlum biz dağda dört gün aç kaldık lan onu hatırlayıp yiyin işte." Bahane uydurma moduna geçmişti Mustafa. Attila çağını içip Alaz gibi bir yerlere dalmıştı, Asu aralıklarda yoktu. Sait kendi köşesinde öylece komutanlarını tatlı tatlı dinliyordu kulağı burada aklı sevdiğindeydi. Alper elindeki poğaçayı yiyip ayak ayak üstüne atıp bahçenin esen ağaçlarını izliyordu. Oğuz aç olduğu için sinir krizi geçirmek üzereydi. Açken kendinden geçen bir kişiliğe sahipti kendisi. Dün gece hepsi Aziz'in evinden gelmiş askeriyede güzel bir kahvaltı yapacaklarını düşünmüşlerdi. Gelende menemen yapıp yiyen tim Mustafa'nın gazabına uğramış gibiydiler. "Orayla bura bir bi la!" Diye çıkıştı sinirli gözlerle bakarak Oğuz. "Açız la açız!" Oğuz ayağa kalkıp ilerledi. Mustafa elindeki çayı içip geriye yaslandı. Herkes sessizliğe boğulmuşken konuşan yine Mustafa oldu. "Komutanım?" Bıkkınlıkla çıkmıştı sesi Alaz'ın. "Söyle." "Suna hanımla konuştunuz mu?" Başını usulca Mustafa'ya çevirip ifadesizce baktı. "Sanane oğlum." Dedi yine bıkkın ve umursamaz çıkan sesi ile. Mustafa önüme dönüp derin bir nefes aldı. "Tabii komutanım bana ne de. Ben şey diye dedim bugün evde değilmiş kapıyı çalmışlar Mercan yedek anahtarla girmiş falan evde değilmiş yani." Derin nefesler alıp konuşmaya devam etti. "Sabahın erken saatlerinde çıkmış yürüye yürüye gitmiş okula diye biliyorum da... Ondan şey yaptım." Diyim ayakkabısını kontrol edermiş gibi yapıp imalı ses tonundan kurtulmaya çalıştı. Alaz kaşlarını çatıp Mustafa sorar gözlerle baktı. İçine merak duygusu ve endişe girmişti. Hakkâri'de onu koruma görevine kendine görev yapmıştı. Sabahın saatlerinde nereye gitmiş olabilirdi? Alaz dikleşip, "Aramış mı?" Diye sordu çatık kaşlarının arasından. "Aramışta komutanım, açmamış." Dedi arkasına yaslanıp alttan alttan kısık gözlerle komutanına bakarak. "Okuldadır belki." Sait oturduğu yerden komutanına bakıp çayını tazeledi. Attila, "Trabzon kızı sonuçta güneş doğuşu izlemek istemiştir." Aziz, "Kesinlikle." Alper sessiliğini bozmuştu, hatta varlığını yeni yeni fark ediyordu tim. "Hoca hanım ters birisi komutanım." Parmaklarını bir birine sürtüp, "Böyle delikanlı gibi önüne geleni itip geçer." Alaz başını sağa doğru ya sabırla beraber hareket ettirip dikleşti. Hemde nasıl demek vardı ama sustu. Biliyordu Suna'yı. Dik bir kişiliğe sahip olmuştu. Karadeniz kızından Karadeniz kadınına dönüşmüştü. Alaz onu gördüğünde anlamıştı, bastığı yere ateş salabilen, kırılmak nedir artık bilmeyen birine dönüşmüştü. Üzülmez üzülürdi artık Suna. Alaz sertleşen çenesini sıkıp geriye yaslandı. Kalkıp okula gitme imkanı vardı ama Nevzat Albay'ının emri ile askeriyeden çıkmaması gerekiyordu. Dayanabilecek gibi değil. Ayağa kalkıp Nevzat Albay'ının odasına doğru ilerledi. Koridorları tek tek aşarken ense kokunun bu havada nasıl terlediğini anlamamıştı. Yanından geçen askerleri umursamadan ilerlemeye devam etti. Askeriyenin dilinde Alaz komutan ve Suna öğretmen ilişkisi vardı. Eski sevgilisinin burada olması askerin tuhafına gidiyordu burada olmasına değil, eski sevgilisi olmasına tuhaf geliyordu. Gözlerinden kan akan adamın, elleri kanlarla görevden dönen adamın, suratsız, neşesiz, korku salan Alaz komutanın geçmişini kimse bilmiyordu ama geçmiştede böyle bir kişiliğe sahip olduklarının düşünüyorlardı. Öyle de. Ama hayatında bir kadın olması onu kim çekebilir ki düşüncesi yaratıyordu. Kapıyı çalıp gel komutu ile içeriye girmişti. Karışsında Alaz komutan ve çaprazında oturan bir adam bulunuyordu. Üniforma içinde iri yapılı uzun boylarında bir adamdı. Alaz saygı duruşu ile Albay'ına bakıp oturan adamı önemsemedi. "Hoş geldin Çakır." "Sağol." Adama göz ucuyla sert bakışlarla bakıp Albay'ına döndü. "Albayım izniniz olursa bugün çıkabilirmiyim." Albay tek kaşı havada sorar gözlerle baktı. "Hayrola Çakır. Senin bugünlerde dışarıda fazla işin oluyor." Alaz sinirden mi yoksa havanın etkisinden mi bilinmeyen kuru dudaklarını ıslatıp dikleşti. "İşlerim yoğun albayım, kusuruma bakmayın." Albay seslice gülüp, "Bilirim ben o işleri." Albay gözlerini Alaz'dan çekip oturan adama çevirdi. Yeşil gözlerin ardında sert bakışları yüzüne işlemiş gibiydi adamın. "Tanıştırayım. Üsteğmen Şahin Karan. Şahin karşında kıdemli Çakır Kayaoğlu." Şahin başını bir kere eğip önüne döndü Alaz hiç oralı olmamıştı. Albaydan gelcek olan izne odaklıydı. "Şahin çoğu görevde adını duyurmuş biri. Gizli görevlerde seni ve onu üst seviyede tutarım. Hatta herkesten sakladığı gizli bir ajanım gibidir." Albay gurur duyordu yaratmış olduğu eserden. "Tanırsın askeriye okulunda beraberidiniz." "Üzgünüm tanıyamadım." Aradığı cümleler bunlar değil kim olduğu umrunda bile değildi. Git demesini istiyordu Alaz. "Zihnin o kadar iyi değilmiş komutanım." Dedi gür ve net çıkan sesi ile Şahin. "Umrumda olmayan şeyleri beynimde tutmam." Kısık gözlerle dik dik baktı. Sevmediğinden değil şuan burada bulunmak yerine onun iyi olup olmadığını öğrenmek için okula gitmek istiyordu. Şahin'in dudağının kenarı yukarıya doğru kayıp önüne döndü. "Görev için sizin time dahil olacak haber olsun seni bunun için buraya beklemiştim." Sonra düşünürdü bunu. Sadece çıkabilirsin demesini bekliyordu Nevzat Albay'ının. "Çıkabilirsin Çakır." Alaz saygıyla başını bir kere sallayıp çıkmıştı odadan. Koridorları aşarken eli durmadan boynuna ve ensesine gidiyordu. Öfkesi sadece kendisineydi. İçindeki endişe git gide kabarırken adımlarının uzunluğu sayesinde hızla bahçeye çıkmıştı. "Hayırlı sabahlar komutanım." Savaş ona sert sert gelen Alaz komutanına bakıp durdu. Bir şeyler olduğunu anlamıştı. "Arabanın anahtarını ver Savaş." Elini uzatıp bekledi. Savaş hızla ceblerini arayıp anahtarı çıkardı. Alaz komutanına verip öylece baktı. Ne olduğunu anlamış ama az çok tahmin edebiliyordu. Alaz giderek Savaş öylece bakıyordu. Eşini hastaneye götürmek için izin almıştı, dört aylık olmuştu artık çocuğu. Son kontrol tarihi bugüneydi. "Komutanım aman dikkat edin araba benim değil kayınbiraderin sonra sorun çıkarmasın." Savaş uyarısını yapmıştı. Alaz duymuş ama cevap vermeyecek kadar endişeliyim ve tedirgindi. Derin bir nefes alıp kendini arabaya sığdırmaya çalıştı. Araba küçüktü onu sığdırmakta zorlanmıştı ama sığmıştıda. "Şık gibi arabayı ne diye alırsın ki." Homurdana homurdana kendini arabaya yerleştirip çalıştırdı. Alaz askeriyeden uzaklaşmıştı timin yarısı bahçede oturmaya devam ediyordu. "Komutanım?" "Sorma." Attila Aziz'i susturup elindeki bardağı uzatmıştı. Sait uzatılan bardağa çayı doldurup Attila geri yaslandı. "Ben çaycı olmalıymışım." Diye homurdandı ağzının içinden. Mustafa, "Susta çay koy." Eli yine rahat durmamış ensesine şamatayı atmıştı. Saiat ensesini çatık kaşlarla okşayıp Mustafa'nın çayını koymuştu. "Heyt bee! Napiyonuz?" Savaş'ın yüzü neşe dolu bir şekilde time yaklaşıyordu. Aziz, "Ooo hoş geldiniz Savaş bey. Yeğenimiz nasıl iyimi?" "Çok." Dedi sesli gülerek Alper, "Komutanımın neşesi yerinde." Savaş Alaz'ın yerine oturup derin bir nefes verdi. Elleri cebinden çıkmadan, "Çocuğumla görüştüm oğlum bugün tabii neşem yerimde olur." Attila, "Doktor ne diyor?" "Benim hanım yerinde durmuyor, ben kendini yormaz incitmez zanediyordum öyle çıkmadı, durmadan yürüyüş yapıp duruyor bebeğe iyi gelirmiş. Azıcık soğuk almış o kadar. Çocuğumun durumu gayet iyi." "Meltem yenge Instagram'da durmadan story atıp duruyor." Mustafa göğüsüne elini bastırıp, "Ben şahsen yengemin yakından bir takipçisiyimdir." Gururluca dikleşti. Savaş'ın buna canı sıkılmış olacak ki, "Ah ah. Bir bu eksikti başımıza. Sofra önümde hazır, ama gör bakkinde benim hanım binler fotoğraf çekmek zorunda." Ellerini iki yana isyankarca açıp, "Hayır birde her açıdan çekiyor. Yok efendim en güzelini sevecekmiş." Tim kahkaha atarken Savaş çenesini okşayıp sessizce oturan Attila komutanına baktı. "Komutanım neden çıktı hayrola bir sorun mu var?" Aziz derin bir nefes çekip, "Suna öğretmen sabah erkenden evden çıkmış. Hayır Hakkari de öğretmensin, hayır birde köyde öğretmen. İnsan hiç mi endişelenmez canı için yav." Aziz hayran kalmış gibiydi. Korkusuzdu Suna. Tim bunu çok iyi görüyordu. Alaz'ın komutanlarının seçtiği kadından bunları görmek normaldi aslında. "Çok isyan etme. Alaz komutanın kırmızı sınırı öğretmen hanım." Attila sessizliğini yine bozdu. Aziz elini göğsüne bastırıp, "Yok komutanım öğretmen hanım bizim dünya ahiret yengemizdir. Ona saygımız sonsuz." Biraz tırsmış gibigdi Aziz. Komutanından ceza yemek istemiyordu çok kez ceza yemişti bedeni alıştı ama şuan ceza konusunu dâhi açmak istemiyordu.
*********
"Geçebilirsun yerine Ayşecim." Elimdeki tahta kalemini sıradaki öğrenciye vermiştim. "Biraz hızlı yapalım zil çalmadan bitirelim." "Bitti." Fatma işlemini hızlıca yapmıştı. Son kalan iki öğrenciden biri Zeki ve Beritan'dı. "Gel bakalım zeki." Hızlıca yerinden kalkıp matematik işlemine yöneldi. Parmakları ile toplayıp işlemi yapıp Beritan'a kalemi vermişti. Beritanda hızla yapıp kalemi bana verip yerine geçmişti. "Bugün baya iyiydiniz verdiğim ödevleri eksiksiz yaptığınız sürece daha da iyi olursunuz." Kolumdaki saate bakıp derin bir nefes verdim. "Sonraki dersimiz Türkçe ona göre hazırlıklı olun." Zil çalmıştı ben çıkın demeden öğrenciler çıkmıyordu. "Koşuşturmayın bahçede nöbetçiyim hava soğuk dışarıya çıkmamaya çalışın çokta uzaklaşmayın. Çıkabilirsiniz." Son uyurılarılarımı yapıp telefonumu aldım uçak moduna almıştım. Aranmak istemiyordum. Engellemek istemiyordum da ama zorluyordu. En sonunda her yerden engelicem ama bunun hiç bir çözümü olmayacak yine buluyordu beni. Kabanımı giyinip telefonumu cebime attım sınıftan çıkıp koridorlarda dolaştım. Tahir'le bu sabah konuşmuştuk okula geldiği an ilk beni aradı gözleri. Endişeyle üzerime gelip merakla beni sormuştu. Ona iyi olduğumu anlattıktan sonra endişesini dile getirip rahatlamıştı. Mercan'ın her sabah pastaneye gitmeden önce beni görmesine o kadar alışık değildim ama yinede seviyordum bu huyunu. Oda benim gibi işene erkenden gidiyordu. Gitmeden önce elinde kahve veya kahvaltı tepsisi ile gelirdi her günü değil ama haftada en az üç kez yapardı bunu. "Öğretmenim bir abi seni soruyor." Bana seslenen öğrenci ile kaşlarım çatıldı. Buraya gelmiş olamazdı herhalde. Gelemzdi Hakkari'de olduğunu biliyordum ama ben görüşmek istemediğim sürece benimle görüşmezdi o. Koridoru aşıp dışarıya çıktım. Beritan'ın Zeki'yi kovaladığını gördüğümde arkamı dönüp uyarıcı bir sesle, "Beritan koşmayın dedim." Önüme dönüp etrafa baktım. Sağıma döndüğümde ise bir âdet Alaz ile karşı karşıya geldim. İrkilerek bir adım geri attım. Sert bakışları bana kilitlemişti. Sorar gibi baktım ona. Ne işi vardı burada? Etrafa bakınıp tekrar yüzüne baktım. Derin bir nefes aldığını gördüm bir adımla aramızdaki mesafeyi kapatmıştı, neydi bu şimdi? Giymiş olduğu silah sportif montun cebinin fermuarını kapatmıştı gözlerini bir saniye dâhi ayrılmadı benden. Onda karşılık bir kaç adım geri gittim. Topuz olan saçlarımın yandan düşen tellerini geriye artıp yüzüne sorar gibi bakmaya devam ettim. Konuşmak istemiyordum be adam konuş sana. Konuşmadı öylece bakmaya devam ettim, ama bu sefer ifadesiz bakıyordu sınırı gitmişti. Yerine inceleyen gözler konulmuştu. Böyle bakması hiç hoş değildi. İstemsizce ya da hayır isteyerek inceledim yüzünü, bedenini, ellerini gözlerinde takıldı gözlerim. Ama onun gözleri hâlâ beni ezberlemek ister gibiydi. "Ne yapmaya çalışıyorsun Suna?" Ellerini geride birleştirip havadan bana bakmaya devem etti. Aramızda mesafe vardı ama ben yinede başımı geriye atarak bakmak zorunda kalıyordum. "Asıl sen ne yapmaya çalışıyorsun? Ne işin var burada?" "Sabahın köründe evden çıkıp gitmek nedir?" Kaşları çatıklmış çene hatları ortaya çıkmıştı, belli olmayacak kadar netti erkeksi çene hatları. Nereden biliyordu diye sormam saçma olurdu, Mercan söylemiş olmalıydı. "Sana rabor mi vermem lazım." Dudaklarını büzüp neden olmasın ki der gibi baktı. "Aslın da iyi olur." Ekşimiş bir yüzle yüzüne bakıp başımı iki yana salladım. "Rüyanda görürsün. Şimdi git şuradan." Gözlerimi fal taşı gibi açıp gitmesi için yolu işaret ettim. Dikleşti bir santim dahi oynamadı ayakları. "Suna. Yaptığın şey tehlikeden başka bir şey değil. Hakkâri Trabzon gibi değil. Burada hiç kimseye güvenmezsin." "Güvenmiyorum zaten. Sende dahilsin buna. Şimdi git." "Beklicem." Dedi cümlem daha yeni bitmişti. "Sen çıkınca görüşürüz. Konuşmak için." Konuşmak istemiyordum. Ama bir yandan da diyeceklerini merak ediyordum. Neden gittin Alaz? Neden kıydın bize? Ne diyeceksin şimdi bana? O önümde durduğu sürece geçmiş gözümün önünde bir film gibi oynuyordu. Sadece başımı salladım. Okulun yolunu tutup içeriye girdim. Girer girmez Emine hoca elinde zille etrafta dolanıyordu. "Geç geç geç. Hızlı hızlı. Hadiii!" Emine hoca biraz sert biriydi ama tatlıydı. Ben kül tutmam icabı dolaşıyordu ortalıklarda. Gözlüğünü işaret parmağı ile yerine yerleştirip bana baktı önce bir süzdü sonra yavaşça arkasını dönüp sınıfına geçti. Bende kendi koridorumdaki en son sınıfa ilerledim. Galiba her şeyi ortaya dökme zamanı gelmişti. Neler yaşandı? Neler yaşadık? Bu sefer ne benim ne de onun bir kaçacak yeri vardı. Dışarıda beklediğine eminim. Gitmezdi beklerdi.
*********
Yeni bölüm geç geldi ama olsun.
İns:bookof__
Takıp ederseniz geri dönüş yapıyorum. Ve alıntıları oradan paylaşıyorum.
Bu arada yeni bölüm hakkında düşüncelerinizi anlayım?
|
0% |